DONANMA MECMUASI 119/70 9 Aralık 1915
DONANMA MECMUASI 119/70 9 Aralık 1915
Cepheye doğru. . . Dilaverler
. . . . . . . . . . . . . . .
Irak’da kıtaat-ı Osmaniye’nin düşman üzerine ihraz eylediği muvaffakıyetten dolayı amme-i Müslümîn tebrik ile düşman bed tıynetin an karib o hak-ı pakdan mündefi’ olarak levs vücutlarından memleketin tathir eylemesini ümit ve tazarru’ eyleriz.
Son haftaya ait posta
♦♦♦♥♥♥♦♦♦
Bu hafta zarfında vukua gelen harekât-ı Harbiye’nin en mühimi cephe-i Irak’ta lehimize neticelenen cidâl-i hûnîn olmuştur. Irak’ın, bu diyar behişt âbâdın rehavet eslâf ile metruk kalan vesait-i müdafaasının fıkdanından ve diğer cephelerdeki fazlaca meşguliyetimizden hain bir tilki vaz hilekârı ile hemen istifadeye koşan düşman buralarda fazlaca cüret göstererek adeta azamet ruhumuza dokunacak bir derecede ileriye gitmiş olduğundan karargâh umumi düşmana iyi bir ders vermek için biraz ehemmiyetlice istihzarata mecbur kalmış idi. Bunun neticesini de karilerimiz mufassalan ceraid-i yevmiye sütunları ve tebligat-ı resmiye tablolarında okumuş olacakları tabii olduğundan burada tekrarından ictinab ediyoruz. Yalnız vakanın bizzat ehemmiyetinden ziyade bi-n-netice der-kâr olan azametinin tetkik ve tahlili için karilerimizi biraz düşündürmek istiyoruz.
Kâinatın gird-bâd herc-ü-merci içinde yuvarlanıp gittiği şu sırada; Bu güzel nine, sevgili toprak, her evladından vatanı bir vazife bekler. Ekseriyet silah bedest olarak serhatlerde, bir kısım halk serhatlerdekilerin vazaifini bir sıfat-ı mütemmime ile idare etmekte, bir kısım diğer de vukuatı sırasıyla takip ederek pek muhterem bir teheyyüç ruhu içinde yaşamaktadır.
Biz birinci ve ikinci kısımlar için bir şey söylemekte kendimizi zerre kadar haklı görmüyor ve onların, büyük ecdadımızın menâkib kahramananesini bu gün için cidden yaşatan büyüklükleri önünde secde-gir tahmîd oluyoruz.
Üçüncü kısıma gelince; Halk burada bir takım sınıflara ayrılıyor. Kimisi etmam mütemmim kabilinden ikinci sınıfa dâhil, kimisi hilkat ve servetinin adem-i müsaadesinden hizmet-i vataniyesi yalnız temenni-i kalbisine münhasır, kimisi de – meyhanede yat o da ne derlerse desinler – zümreden. Tali olarak tadat ettiğimiz şu sınıflardan birincisi içinde zikre şayan olabilenler üdebâ’ ve şuarâmızdır. Eski şairlerimiz bir gül sürh için ah çekerlermiş. Muasırlarımız da bin âmel mezher için. Bir kısım üdebâmız cihan havârık olan Gelibolu sahasına gittiler. Orada ruhlarını teheyyüç edecek neler görmediler? Şüphe yok. Her hatvede bin levh şahâmet. O halde intibaat-ı ruhiyeleri yalnız birkaç gün devam eden neşriyata mı münhasır kalmalı idi?
İtiraf ve takdir ediyoruz ki şuarâmızın o günler için yazdıkları yazılar belki enfes âsâr olabilecek derecede yüksek bediî levhalar idi. Fakat bu kadar mı imtidâd edecekti? Biz bu nurun bu kadar çabuk intifâ edeceğini hayalimize bile getirmez idik. Bu babda yine kendilerinden donanma namına halkın, mefkûre-i halkın, yükselmesine çalışmak ile iftihar eden ve bu büyük ve halâs-kâr muharebede teheyyücât-ı ruhiyenin en büyük amil-i muvaffakıyet olduğuna iman eder. Donanma namına rica ediyoruz: Sahifelerimiz ihsasat vataniyelerinin intibaâtına ağuş-i iştiyâk açmış bekliyor. Diriğ mürüvvet olunmasın.
Bakınız ne diyoruz? Düşman dini, Irak’ta, aba-i dinin ziyaretğah sadakati olan bu diyarda biraz fazla cüret gösteriyor, Selman-ı Pak radiyallahü anh hazretlerinin türbe-i mübarekelerindeki dervişani katl ediyor. Bu ziyaretgâh Müslümin cidal-i gâh hûn-în oluyor. İntikam tehir etmiyor. Düşman ordusu perişan olarak kumandanı Basra’ya firar ediyor. Alınan ganaim meyanında zabt edilen bir gambota Selman-i Pak ismi veriliyor. İşte bunlar birer levha-i bedâyi, birer tasvir-i hemaset ki şairler ile ressamların üzerinde günlerce işlemelerine layıktır.
Ya düşmanın urbânı iğfal için müracaat ettiği desâîs iblis-âne hem firar ediyor hem de firar ettiği yerde yirmi bir pare top attırarak büyük bir zafer kazandığını ilan ediyor. Fakat bu hileler de çok devam etmiyor. Fıkdan vesait ile uzak nukat işittirilemeyen cihad-ı mukaddes bu suretle kendi kendine intişar ediyor. O suretle ki bu şevk-i kuddusiden bizzat Hind asakir-i Müslümesi de nasibedardır. Hayye-ale-l-felâh.
[Donanma]
LİSAN MESELESİ
Lisanların tekevvünü, teşkilini, tekâmülünü tetkik etmek keyfiyeti artık son zamanlarda başlı başına bir ilim şubesi oldu. Bundan bir âlim olmak haysiyetiyle bahis etmek mütehassıslarına aittir. Bununla beraber biz ki insanız ve bir lisanımız var. Bu yoldaki ulema tetkikleri ihtiva eden ciltleri hep bir tarafa bırakıp ta insan böyle çırıl çıplak tabiat sahasında yaşıyor. Tasavvur edersek, şu neticeyi elde edeceğiz. İnsanda esaslı olarak üç meleke var: 1 – Hassasiyet, 2 – Zekâ, 3 – İrade. Bunun iptidai tezahürleri ne derecede basit ve zayıf olursa olsun, tabiat sahasında insan hayatının ilk duyduğu haz, elem, onda bir takım inikâslar husule getirmiştir. Ah nidası bir elemin, Oh nidası bir hazzın akisleridir. Böylece her haz ve her elem insanda birer akis, birer nida tevlid etmiş sonra zekâ, yani bir mefhum husule getirmek melekesi; Bu tedricen çoğalan nidaları yavaş yavaş terkibe başlayıp onlara birer şahsiyet vermiş ve fikirlerin böyle şahsiyet alan timsallerinden lisan teşekkül etmiştir.
Lisanın bahsimize taalluk eden ciheti, işte bu ilk teşekkül safhasıdır. Görüyoruz ki ilk haz ve elem nidalarının şekli milletlere göre değişiyor. Ve bizde ah’ın oh’un ifade ettiği hali başka milletler başka kelimelerle ifade etmişlerdir. Bunun yani yeryüzünde muhtelif lisanlar teşekkülünün sebebi; İklim, ırk ve ırkî ihtilâtat ve nihayet dimağı bünyelerin şekilleri muhtelif olmasındandır. Ve şüphesiz akislerde böyle muhtelif şekillerde tezahür ve takrir etmiştir. Şimdi tereddütsüzce diyebiliriz ki insan simalarının mensup olduğu ırklar ve milletlerle rabıtası olduğu derecede kelimelerin de dimağı bünyelerle, gırtlaklarla kati rabıtası vardır. Daha doğrusu kelimeler, dimağı bünyelerin hadisat ve eşyaya iare ettiği hususi birer markadır. Ve asıl bizim lisan meselesi, lisanımızda mevcut olan böyle markaların bizim dimağı bünyemizle münasebeti olup olmadığını münakaşadan ibaret oluyor.
– Bunu ne zaman his ettik?
Şüphesiz bize milli bir şuur geldiği günden beri his ediyoruz! Edebiyat tarihimizde bu yolda münakaşalara tesadüf olunabilir. Lakin bunların hiç biri bu günkü gibi sarih ve kati değildi. Çünkü kendi varlığımızı, hiçbir zaman bu günkü kadar sarahat ve şiddetle his etmemiştik. Şimdi his ediyoruz. Düşünüyoruz ve istiyoruz ki lisanımızın bünyesi, dimağımızın bünyesi mahsulü olsun. Cümlelerin teşkili de bizim selikamıza uysun.
Meseleyi açık bir surette izah etmek üzere Türk Ocağı’nda lisanımızın millileştirilmesi için kabul edilen esasları muhterem karîlere arz edeceğim:
1 – Yabancı lisanlara mahsus edatları Türkçede kullanmamak: Mesela zi-hayat, zi-kudret yerine canlı ve kudretli demeyi tercih edeceğiz. Bân-şart yerine, şu şartla, bâ-arada yerine, arada ile diyeceğiz.
2 – Yabancı lisanlara mahsus cum’aları Türkçede kullanmamak. Mesela eşkâl yerine şekiller, tasâvir yerine tasvirler, haste-gân yerine hastalar diyeceğiz.
3 – Yabancı lisanlara mahsus terkipleri kullanmamak; Mesela maraz-i sâri yerine, sâri maraz diyeceğiz. (böyle maraz gibi mukabil-i lisanımızda bulunan kelimeleri “müteradif kelimeler” bahsinde zikir edeceğiz.)
Şems cihan-pirâ yerine, dünyayı bizeten yahut dünyayı aydınlatan güneş, sefid renk yerine, beyaz renkli diyeceğiz.
4 – Lisanımızda mevcut müteradif kelimelerden aralarında bir “nuance” kuvvet ifade farkı olmazsa Türkçelerini tercih edeceğiz. İstimal yerine kullanmak diyeceğiz.
Bazı arkadaşlar, müteradif kelimelerden mesela “merhamet” ile “acımak” arasında bir nuance, şöyle biri birinden ancak dikkatle ayırt edilebilen iki renk arasındaki hafif bir ayrılık derecesinde bir mana farkı görüyor ve her ikisinin de yerine göre kullanılması fikrindedirler.
5 – Her lisanın – böyle unsurlarından sonra – bir de söyleyiş tarzı var. Türkçede bu söyleyiş tarzının en güzeli İstanbul’unkidir. İstanbul Türkçesi Osmanlı Türkün siyasi hududu dâhilinde ve haricinde bulunan mevkii lehçelere tercih edilecek ve tekâmülüne çalışılacak.
İstanbul lehçesi kimin lehçesidir? Bab-ı âli memurlarından tutunuz da kayıkçılara, arabacılara varıncaya kadar muhtelif sınıflarda muhtelif lehçeler görüyoruz.
Böyle meslek, maişet itibariyle erkek ve kadınları sınıflara ayırdığımız zaman, aralarında lehçe farkı gördüğümüz gibi bir de İstanbul’un her semtinde de aynı farkı görebiliriz. Mesela, Boğaziçi ile Eyüp halkının, Aksaray ile Adalar ve Kadıköy halkının ayrı ayrı söyleyiş tarzları var. Ocağa göre İstanbul Türkçesi – gerek kelimeleri, gerek cümle teşkili itibariyle – bize taşranın veya bir sınıf mahsusun (mesela kayıkçı, külhanbeyi zümrelerinin) lisanını hatırlatmayan, Türkçedir. Şimdi şu beş esası izahla beraber şahsi fikirlerimi de söyleyeceğim:
Kilitbahir kasabasında askerlerimiz.
Diyordum ki lisanımızın bünyesi, dimağımızın bünyesi mahsulü olmasını istiyoruz. Çünkü lisanımız ile vicdanımız arasındaki yabancılığı bizler evvelkilerden daha açıkça duyuyoruz.
Lisana bu yabancı unsurlar nasıl karıştı?
Esasen bir medeniyet, bir din, hayatı telâkki edişin bir tarzıdır. Bir millet, bir dini kabul edince, iyiliği, fenalığı da o dinin tayin ettiği tarzda görmeğe başlar. Bu yoldaki fikirlere tabiidir ki, kelimeler vasıtasıyla ıttılâ kesb eder. Çünkü fikrin timsali kelimedir. İşte Türkler böylece başkalarından medeni ve dini fikirleri kabul edince fikirleri ihtiva eden kelimeler de Türkçeye girmiştir.
Şimdi bir de hayatı telakki edişin yeni bir tarzı, yeni bir zihniyet tecelli ediyor. Milletin! İşte bu yeni duygu ile lisanımızı millileştirmek, yani başkalarından edindiğimiz fikirlerle onların timsallerini dimağı bünyemize ve gırtlağımıza şuuru bir surette uydurmak istiyoruz. Zaten hadiselerin bir milletten başkasına intikal ettirdiği fikirler ve timsaller gayri şuurî olarak böyle istihalelere uğrar. Mevzuumuz lisan olduğu için misali de lisandan alacağım. Kâğıthane, Divan-ı Umûmiyye. İşte size iki yabancı kelime ki, Osmanlı Türk dimağı bünyesi, gırtlağı, birinciyi <Kahtane> ikinciyi de <diyenimiye> kalıbına dökmüştür.
Dünyada hiçbir millet yoktur ki, lisanının unsurları tamamıyla kendine ait olsun ve – hangi tesirle olursa olsun – başkalarından intikal eden kelimeleri, hep böyle istihale ettirmesin. Biz de şimdi lisanımızdaki kelimelere zaten selikamızdan doğmuş şekillerini vereceğiz. Bu itibar ile yukarıda saydıklarımdan edatlar, cüm’alar, terkipler esaslarını herkesin kolaylıkla kabul edeceğini zan ediyorum. Size bunun en kuvvetli bir delilini gösterebilirim. Ediplerimiz içinde yeni ve güzel terkipler yapmak sanatında büyük bir kudret gösteren üstat Nazif Bey geçen gün en yeni bir edebi parçasını lütfen bize okudular. – Ey Türk, vay Türkoğlu – diye başlayan bir parçada sade bir iki terkip vardı. Destan-i giryan, cidar-i tarumar.
İkinci bir delil olarak Cenab Şahabettin Beyi gösterebilirim. Cümleleri her gün biraz daha kısalıyor, şimdiye kadar edebiyat sahasına giremeyen mesela <iki keçeli> tabirini, bulunmuş birinci gibi güzel yazılarının süsleri arasına katıyor.
Saydığım esaslardan dördüncü ve beşinciyi biraz daha münakaşaya muhtaç görüyorum. Kelimelere haiz oldukları şahsiyeti veren, insandır değil mi? O halde müteradif kelimelerden Arapçası kadar şahsiyeti olmayan Türkçelerine – onları kullana kullana – istediğimiz şahsiyeti verebiliriz. Bu esası kabul edince, Türkçe olan ve ilk devrede mahalli bir lehçeyi bize hatırlatan kelimeleri yavaş yavaş İstanbul lehçesine sokabiliriz.
Türk Ocağında Ziya Gökalp, İstanbul lehçesinde bulunmayan kelimelerin kullanılması taraftarı oldu. Bununla beraber yazılarında, böyle mahalli lehçeleri hatırlatan kelimeleri kullanıyor.
Lisan hakkında Ocakta konuşurken söylediğim son sözü tekrar edeceğim: Osmanlı Türkler, İslamiyet’in tesiriyle nasıl ki Arapça kelimelerden birçoğunu lisanlarına kabil ettiler. Yeni bir zihniyet halk eden Türkçülük de, yeni kelimeleri ona kabul ettirir ve bu kelimelerde öz lisanının unsurlarından olduğu için evvelkisinden daha ziyade bir kolaylıkla lisana girer ve yaşar.
Şimdi muhterem karîlerin dikkatini iki noktaya davet ederim; Biz kelimelerin haiz olduğu ilmî kıymeti biliyoruz. Bunun için lisanımıza şöyle gelişi güzel geçen hafta M. B. İdris Beyin yazdığı gibi Çağatay ve Uygur kelimelerini sokuyoruz zan edilmesin. Kelime demek, fikir demektir. Türklerde bir fikir mevcut değil iken onun ifade ettiği kelimeyi aramak abestir. Osmanlı Türkler; Eski Selçukilerden de, Orta Asya’nın bu günkü Türklerinden de daha müterakkidir. Yani daha çok fikirlere maliktir. İşte şu malik olduğumuz fikirlerin Türkçe timsalleri bizde yok ise, onların ecnebi timsalini lisanımızdan şüphesiz çıkaramayız. Mühim dediğim noktaların biri budur. Ötekine gelince, lisanın herkes tarafından anlaşılması mümkün olmadığı cihetidir. Çünkü bir lisan, bir millette mevcut olan bütün fikirleri ihtiva ederken milletin her zümresi yalnız bildiği fikirlerin timsallerini anlayabilir. Bir felsefe kitabını ne kadar sadeleştirirseniz bir köylünün onu anlaması mümkün olmaz. Köylünün anlayabildiği hususi hayatına ait sezdiği fikirlerdir. Bunun için kelimelerin ancak bir kerteye kadar millileştirilmesi mümkün olduğunu anlamak icap eder. İlmi ıstılâhlar ve bilhassa dini bir fikri bize anlatan kelimeler lisanımızda kalacak ve yaşayacaktır.
Kilidbahir kasabasında diğer bir manzara.
Ocağın kabul ettiği esaslardan bir de şudur; bundan sonra vâkıf olacağımız yeni fikirler için, Avrupa’dan alacağımız yeni aletler için Türkçeden ıstılâhlar yapacağız. Nitekim Almanlar, iki ve üç kelimeden mürekkeb yeni ıstılâhlar yapıyorlar.
Eğer tahtelbahri ilk gördüğümüz zaman, ona “deniz altında yürür” adını yahut buna benzer bir ad koysaydık bu tahtelbahir gibi bir timsal olurdu. Çünkü fikir ile onu zihinde ikaz eden timsal arasında esasen hiçbir fiili rabıta yoktur. Rabıtayı biz halk edip ona iâre ediyoruz. Bunun için kelimenin şekli keyfiyeti ehemmiyetsizdir.
İşte görülüyor ki lisan hakkındaki münakaşalar gittikçe daha sarih oluyor. Ve böyle iktisap ettikleri katiyetle tesirlerini er geç bize gösterecektir.
Haşim Nahid.
BİR İNKILÂB-I İKTİSÂDÎ
Son günlerde hükümetçe tekerrür eden bir esasın memlekete ve millete olan tesiratını tetkik etmek isteriz. Bu esas mütekaidin mülkiye ve askeriyeye maaşlarının 120 misline tecavüz etmemek üzere emlâk-i emîriyyeden yer alabilmeleri müsâadesidir. Esasen hissen tatbiki halinde cidden şayan-ı dikkat menafi elde edileceği gibi alakadarınca da mucib-i menfaat olacaktır. Şimdi bu mütekabil menafii tetkik edelim.
Evvel emirde hükümetçe edilecek istifadeler nedir?
1 – Eshâb-ı maaş, ekseri erbab-ı tahsil ve tecrübeden olmaları hasabiyle arazi ve emlâk aldıkları memleket ahalisinin tenvirine az çok hizmetleri dokunacak ve vehle-i evlada halkın seviyesinde his olunacak derecede terfi husule gelecektir. Zaten kabil-i inkâr değildir ki, efradın min cihet-l irfan yükselmesi kendinden daha arif olanlarla te’sis ve te’yid münasebet etmeleriyle kabil oluyor. Hatta şimendifer ve vapur gibi vesait-i nakliye güzergâhı olan yerlerdeki ahalinin, böyle şeylerden mahrum olan yerlere nispeten fazla bir kesafet-i irfan gösterişi de hep o tesirin netayici değil midir?
O sebeple bu emlak tevzii keyfiyetinde ahaliyi talim ve tenvir etmek neticesi kabil-i istihsaldir.
2 – Boş ve intifai edilmeyen arazinin işlemesiyle menabi varidat-ı devlet, daha ziyade bir bereket arz edebilir. Ale-l-husûs memleketimiz gibi işlenmemiş bir ziraat ve maden memleketinin böyle bir sa’y ve fiiliyata mazhar olması bütçe açığını kapayacak en iyi vesaittendir. Varidat devlette aza çoğa bakmamak lazımdır. Zaten arazi-i haliye mahiyetinde bulunan bir takım yerlerin bazı musaadat ile terkininde hazinenin hiçbir zarar mülahaza yoktur. Arazinin işlemesinin yalnız aşiretten dolayı değil, ihracat resminden ve arazinin kıymeti yükselmek itibariyle alım satım muamelatı rüsumundan da tezyid-i varidata dahli kabil-i inkâr değildir.
3 – Verilen arazinin işletilmesi elbette bir sermayeye muhtaç ve müftekirdir. Binaenaleyh o ana kadar işlememiş, tedvin edilmemiş bir kısım sermaye işletilmiş ve şu suretle servet-i milliyenin tezyidine ait bir hareket vücut bulmuş olur ki. Ehemmiyeti izahtan müstağnidir. İşleyen sermayenin devlete ne kadar temin-i kavaid ve menafi edeceği. Düşünüldükçe meydana çıkar bir hakikattir. Şevket ve miknet hükümet ancak ve ancak servet-i milliyenin inkişaf ve tezayüdüyle kaim ve kabildir. _ Bir arazinin zürra ve hiraseti arazi ve sermaye ye muhtaç olduğu kadar sa’ye de arz-ı iftikar eder. Hatta son zamanlarda [meslek iştirak] ın münteşir olduğu yerlerde sa’yin kıymeti sermaye ve arazininkinden daha mühim görülerek ona göre taksim menafi edilmek mülahazaları ân-be-ân ziyade bir saha-i tatbik buluyor. Binaenaleyh meseleye bu köşeden bakarsak işin içerisinde miktarını şimdiden tahmine hacet olmayacak bir takım efradın sa’yilerini sarf edebilecekleri yerler görürüz. Bu eshab sa’y alacakları ücret ile refah zatiyelerini teminden başka yüzde ne kadar zayıf bir ihtimal olursa olsun bilahare sahib-i sermayede olurlar ki; Bir memleket için bir sermaye sahibinin kıymeti – hele şu günlerde son derece yüksektir. Şurayı derpiş etmek gerektir ki, bir muhitte işsiz ve boş gezen efradın adedi azaldıkça orada cerâim-i mütenevvi eksildiği gibi ulum iktisadiyenin ferd-i muzır olarak telakki eylediği işsiz kimselerin de saman mili arasındaki fuzulilikleri azalarak beyhude yükler ahalinin düş tahammülünden kaldırılmış olur.
Araziyi istimlâk eden mütekaidin istifadelerini tafsil sadedinde tatvil-i makale lüzum görmüyoruz. Çünkü kırk sene vade ve muayyen taksit ile emlak sahibi olmak ve o emlaki rehin ederek nısfı miktarı sermayeyi tedarik edebilmek imkânı hâsıl olduktan sonra erbab-ı ukul için çekinip düşünecek yalnız çalışabilmek ciheti kalır ki: Bunun da ehemmiyeti kabil-i inkâr değildir.
Bu gün ale-l-tahmin mevcud mütekaidin askeriye ve mülkiyenin adedi 45 bin ila 50 bin arasında olup bundan da hepsinin böyle bir teşebbüste bulunacağı ihtimali farz olunursa 10,000 sermayedar işe başlamış oluyor. Bunların hepsinin iktiza ettiği derecede kuvveyi teşebbüse ve mukavemet maneviye ve maddiye ye malik olmayacakları da tabiidir. Binaenaleyh böylelerinin teşebbüsü akim kaldığı takdirde kendi zarardide olduğu kadar o araziden istifade etmek ihtimali olan hemşerileri ve onun rüsumundan istifade edecek hazine de ale-l-derecât mutazarrırdır. O sebeple her halde böyle bir şeye teşebbüsten evvel iyi düşünmek ve sonra başlamak lazımdır. Bu gibi umuru bilip idare edecek adamların haiz olmaları iktiza eden evsafın umumunu cem olarak bizde pek az kimse bulunabilir. Binaenaleyh sermaye-i maddilerde olduğu kadar manevi bidâaları da tevhid için beşer onar, hatta yüzer ve daha fazla şeriklerden mürekkeb şirketler akdi halinde hem evsaf lazımayı haiz bir mevcudiyet elde edilmiş hem de ferdin adem-i vukufu yahut noksan sermaye sebebiyle hadis olabilecek zararların vukuuna az çok set çekilmekle beraber ecnebi ve yerli müessesat sanayi ve maliyece şayan-ı itibar bir şahsiyet teşkil edilmiş olur.
Zaten şüphesiz, tereddüde mahal yoktur ki en büyük işler, en vasi muamelat-ı ticareye büyük ve kuvvetli şirketlere has ve münhasırdır.
Hayatta muvaffak olmanınâmillerinden
KETM-İ HİSSİYAT VE CESARET
[Beşer; Talih, tesadüf, kader gibi isimlerle yâd edilen ve hepsi bir kuvveyi muvafık-l-tabiiyeye, ulaşan bir takım avamilin cereyanları önünde bir saman çöpü kadar bile mukavemet ibraz etmeksizin akar gider. Fertler yekdiğerini istihlaf ettikçe cemiyet o cereyanı pek duymaz. Asıl ondan efrad müteessir olur. Efradın şu bahis ettiğimiz cereyanı lehlerine icrası yahut aleyhlerine olduğu sıralarda fırsatçı olarak lehe temin-i mevki ihtimalini kaçırmamak fikri onun için kıymetli bir müttekâ olabilir. Birçok kimselerin kader ve talihe atıf edilen bedbahtı ve zararları şahsen tedbirsizlik semeresi olduğunu ima edecek sebepler mevcuttur. Bahsi irade-i cüziye yahut külliye vadisine dökmek kastında olmadığımız cihetle ferdin kendi ef’âli üzerindeki derece-i hâkimiyetini vezin ve mesaha edecek değiliz. Niyetimiz kimsenin fevaidinini inkâr edemeyeceği bir haslet hakkında karilerimizle bir hasbihal yapmaktır ki o da cesaret ve ketm hissiyat bahsidir.]
Ketm hissiyat nimetine mazhar olmuş kimseler nefsinden şüphe etmek nakisasından beri adımlardır ki; Onlar için hayatta kayıp etmek ihtimali arttıkça kazanmak kapıları da açılır. Bazı zayıf-ül-ruh eşhasa tesadüf edilir ki, iyi kötü her harekette bir takım lüzumlu lüzumsuz endişelerin mahsuru olurlar. Bu biçareler için hayatını kazanmak kim bilir ne kadar yüksek bir lütuf baht ile kabildir. Çünkü mühim sayılacak bazı avân olur ki; Onlardan tahlis-i nefs etmek asude ve gayri mütelaşi bir fikir ile muhakeme-i vakaya eyilmekle mümkün-l-tahassüldür. Hâlbuki endişe seni daima izhâr eden ve ondan gayri bir şeyi düşünmeyen için tedbir ittihazına imkân olabilir mi? Filhakika hal-i teheyyücde nice kimselere tesadüf olunur ki şaşkınlık semeresi olarak adeta delilerin yapmayacağı derecede saçma hareketlerde bulunurlar. Bu hususta misal olarak yangın ve zelzele yahut bir sefinenin tehlike-i garkı gibi ahvale maruz kalan efradın harekâtını arz edebiliriz. Doğrudan doğruya tayin maddeye ihtiyaç olmadan hepimiz bu babda cidden şayan-ı istigrâb vakayı der-hatır etmez miyiz? Yine o meyanda medar-ı kalem olarak zikir edilen âsar cesaret ve menakib itidâl dem o saçma işlerin arasında nasıl tebarüz eder;
Topçularımızın müessir ateşleri ile sık sık zedelenen düşman nakliye sefinelerinden biri.
Osmanlı mermilerinden sakınan düşman askerinin siperlerdeki halleri.
Meydana çıkar. Zaten insan telaş ettikçe, hayata kapıldıkça hal mekanikleşir. Vakayı takip eder, hal buna tedbir ittihaz edilmez ve nihayet öyle bir şekil alır ki, kadere arz-ı teslimiyet eylemekten gayri bir şey yapılamaz.
İtidal dem hasletini bazı ulema-i ahval ruh, <<tekaif ve temerküz-i cesaret>> diye tavsif etmişlerdir. Esasen itidal-i dem ve cesaret hadisat müheyyiç esnasında fer da; Hissiyata kapılmamak ve harice izhar-ı tesirat etmemek hasletini vererek o mehleke maruz olduğu halde yine ahvale hâkim bir vaziyet almasını temin eyler. Tarihte <itidal-i dem> ve lakaydı hususunda numune olacak vaka ender değildir, pek çoktur. Yalnız bunlardan birinin zikriyle iktifa edeceğiz.
<<Granada>> do icrayı hüküm eden bînî ahmer mülkünden Mehmed kardeşi Yusuf’u hakk-ı saltanattan devir ederek oğlunu nail-i hükümet etmek emeliyle Yusuf’u hapis ve tevkif ettirmişti. Şehrin metin bir kalesinde mahpus olan Yusuf’un vücudu bile kardeşine fazla ve muzır görünmeğe başlayarak, nihayet öldürülmesine karar vermiş ve kale muhafızı olan zata bir name-i mahsus ile keyfiyeti ilam eylemişti.
Mektubun vusûlü esnasında emir Yusuf ile kale muhafızı satranç oynamakta idiler. Muhafız mektubu okuyup münderecatına ıttılâ peyda edince o kadar müteessir olur ki; Evzâ’ ve etvarından emir Yusuf meseleyi derhal anlayarak;
– Pek âlâ ne yapalım. Kader böyle imiş. Ehl-ü-iyalimi görüp veda etmek isterim.
Çanakkale cephesinde gemi toplarının himayesinde ancak bayırlara tırmanabilen düşman kıtaatının mecruhlarını toplamaları.
Çanakkale düşman askerine mezar oldu. Şu arz ettiğimiz resim orada Avusturalya kıtaatı zabitana mahsus bir mezarıstanı gösterir.
Derse de şehrin pek uzak bir noktasında olan kaleden çıkıp ailesine gitmek veyahut onların gelmeleri için icap eden zamandan daha evvel hükm idamın icra edileceği tefhim edilir. Ve ancak bir saat kadar bir hayatı kaldığı bildirilir.
– Bir saat mi? Epey vakit var demektir. Bari şu satranç partisini bitirelim.
Diyerek oyuna başlar. Vakanın dehşetinden dolayı bütün itidalini kayıp etmiş olan muhafız ise her taş sürüşte bir hata irtikab eder. Ve her taşında da emir Yusuf’un ihtaratına maruz kalır. Sanki idama mahkûm muhafız ve icrayı hükme memur Yusuf imiş gibi emir bir akis olur. Ve emir Yusuf tamamen asabına hâkim olarak oyununu oynar. Güya yaşayacağı birkaç dakikanın da asude olarak mürurunu arzu eder imiş.
Bu gibi vakayı esasen daima gayri muntazır bir netice ihzar eder. Yani fevkaladelikler, fevkaladeliği intaç veya takip eylerler. Emir Yusuf’un idamı ani hulul etmeden evvel, onu idam ettirecek olan melik Mehmed öteden beri memlekette tatbik eylediği zulüm ve i’tisâf sebebiyle kazandığı kin ve garaz kurban olarak katl edilir. Ve yerine mahpus olan emir Yusuf hükümdar nasb olunur. Emir Yusuf vakadan haberdar değil. O yine an idama kadar satrancını ikmal ile meşgul iken, içeriye mehterler geliyor. Vakayı ve hükümdar olduğunu tebliğ ediyorlar. Biçare kale muhafızının vaziyeti büsbütün mudhik bir şekil alıyor, eziliyor. Bozuluyor. Rica ve minnet. Hâlbuki metin Yusuf bütün temlik ve tabasbuslara nihayet verip:
– Canım bırak şu işi. Anladık ki hükümdar olduk. Fakat bu bizim satrancı yarım bırakmağa sebep olamaz. Hele otur ikmal edelim. Der ve oyunu ikmal eder.
Şu vakayı bilhassa zikir edişimize sebep gerek elem ve gerekse sürûr itibariyle cem ızrâr edilmiş olduğu halde onlara maruz kalan emir Yusuf’un her ikisini de aynı soğukkanlılıkla karşılaması ve her ikisinden gayri müteessir görünmesidir.
Hâlbuki sathi mülahaza edilirse görülür ki; İdam fermanı okunup ölümünü burnu uçunda gördükten sonra tacidar oluvermek ki hayatın iki muarız bircinden intifalı lakaydı ile karşılamak büyük bir meziyettir.
İnsan böylelerini tetebbu ettikçe onların sahip oldukları ruhun kumaşına hayran olmamak kabil olmuyor.
Bu gibi vakayı görüp işitip de onların kahramanlarını vakanın tesirine hiç maruz kalmamış hissiz kimseler ad etmek hatadır. Bilakis onlarda aynı tesire sahiptirler. Ancak duygularını münasebetli, münasebetsiz her kese teşhir etmek zafiyetini göstermezler fikirlerini muhafaza ederler. Ve bizde hassaten dini bir emir şeklinde bulunan [tevekkel ve teslimiyet] hasisesini tesâhübe çalışırlar. Bu tevekkül ve teslimiyeti talihin her darbesine omuz vermek ve ona katlanmak manasına almıyoruz.
Tevekkül, vakayı layıkı veçhile karşılayıp telaşa düşmeyerek esbabı indifaını mümkün kılacak en küçük nur ümitten şâh-râh halası görmek için gözünü dört açmağa derler. İtidâl-i dem ve Türklük en büyük menfaati, hususiyeti vakanın mevzuu üzerindeki tesirini nazar-ı itibara almayarak kurtulma yollarının kapanmasına meydan vermemesidir.
Elhasıl cesaret sahibini mehalik ve müşkülattan tahlis eder. İtidal-i dem, izhar-ı hissiyata mani, binaenaleyh bir hasım zi akıl karşısında mühim bir müdafaadır. Bu hasletlerle mücehhez olan için hayatta muvaffakıyet, mücehhez olmayanlara nispetle yüzde yüz farklıdır. Her gün gördüğümüz gençlerimizdeki asabiyet ve delikanlılık yerine cesaret ve soğukkanlılığın kaim olmasını temenni ederiz ki; hayatta hep birlikte muvaffak olalım.
M.C.
Bir hasta bakıcısının defterinden:
TÜRK KIZI
Genç ve güzeldi. Müdevver çehresi, beyaz teni, kumral bıyıkları, açık alnı, geniş omuzlarıyla zarif olduğu kadar muhibb; muhibb olduğu kadar zarif bir yüz başı idi.
Kafkasya dar-ül-harbinden geliyordu. Göğsünde mühim ve derin bir yarası vardı. Fakat hiçbir zaman, hatta ameliyat icra edilirken bile gözlerinin hareket ettiği, çehresinde ufak bir şikâyet ıstırabın belirdiği görülmemiştir. Daima sakin ve mağmûm. Büyük şeyler düşünenlere mahsus bir asalet tefekkür içinde cemâdâd eşyaya, görmeyen bir gözle bakardı.
Evvela biz bunun bir aşka dalalet edeceğini münakaşa ettik. <<Onun daima ve taabbüdkâr bir tefekkür içinde ta’ziz ve takdis edilen bir aşkı, bir sevgilisi varsa>> diyorduk ne mesut sevgili, ne ulvi aşk yarabbi!
Hastalarımız iyileşiyor. Tekrar dar-ül-harbe azimet etmeğe başlıyorlardı. Hasta hane pek tenhalaşmıştı. Kalanlar arasından yüzbaşı da dâhildi. Artık bütün gayret ve ihtimamımızı onlara mebzulen sarf etmeğe imkân ve zaman buluyorduk.
Kendisiyle uykusuz kaldığı gecelerde konuşuyorken o her şeyden, harpten, Kafkasya’dan, şiirden, musikiden, şarktan, garptan bahis eder ve bütün bu mübâhase ait bir yığın vâkıf-âne malumat verirken lisanındaki inceliğe, üslubundaki nezahete hayran olmamak, bu mübahasenin devamını temenni etmemek mümkün değildi.
Gideceğinden bir gece evveldi. Kendisinden bir şeye ihtiyacı olup olmadığı sorulmak üzere yanına gitmiştim. Beni yanındaki sandalyeye davet etti. Sonra mahfi bir şey söyleyecekmiş gibi ihtiraz ile etrafına bakındı. <<yahut dedi, zahmet ederseniz balkona çıkalım!>>
Bir Türk gazisinin geniş göğsünde bir nişaneyi iftihar ve gurur gibi kendini gösteren kızıl bir cerihaya benzeyen hilalin gölgeleri karşısında sandalyelerimize oturduk. Ve o bana evvela yavaş ve sonra daha emniyetkâr ve gittikçe ateşlenen bir seda ile hikâyesini anlatmağa başladı.
<<Kafkasya’da hudut bölüğü kumandanı idim. Düşman karargâhından bir gece evvel Osmanlı ordusuna dehalet eden firariler esir kafileleri arasında perişan kıyafetleriyle göze çarpıyordu. Hepsinin gözlerini yorgunluktan ve ıstıraptan mütevellit çizgiler çerçeveliyor, şarapnel parçalarıyla yırtık elbiselerinde çamur yığınları yapışmış duruyordu.
Hepsini ayrı ayrı süzüyor, tetkik ediyor ve muhtacı muavenet olanları yanımdaki mülazıma işaret ediyordum. Zayıf ve renksiz bir genç gördüm. O kadar masum, o kadar lekesiz bir alnı vardı ki kendisini daha yakından görmek isteyerek ilerledim. Bu daha on sekiz yaşında tahmin edilebilen tüysüz, saf hatta çocuk denilecek kadar genç bir Rus firarisi idi. Yüzünde sarı bir renkle dolaşan ve ara sıra ıstırap veren derin bir acı kendini gösteriyordu.
Sordum. O söylemek istemedi. Fakat arkadaşları omuzunda bir leke göstererek <yaralıdır> dediler.
Hasta hane çadırında bir yatağa yatırdıkları zaman kendinden geçmiş bulunuyordu. Biraz sonra bölük tabibi mütehayyir bir tavırla geldi. Merakla sordu; ilk ameliye-i cerrahiyeyi icraya hazırlanan doktor bir genç kız vücudu karşısında bulunmuştu. Birlikte hasta hane çadırına gittik. Çok kan zayi etmişti. Hâlâ kendinde değildi. Hakikaten sarı benzi, ipek altın saçları, yarasının akan kızıl kanlarıyla çok güzel bir genç kız vücudu karşısında idik.
Bir hafta tedaviden sonra bir gün genç Rus kızı yine eski firari kıyafetiyle benim çadırıma girdi. Bir şey söylemek istiyor, fakat cesaret edemiyordu. Müşfik bir tavırla kızın saçlarını okşayarak sordum.
– Bir şey söylemek istiyorsun galiba!
Temiz güzel bir Türkçe ile söylenen uzun bir maceradan sonra gözlerimdeki şefkat daha derin, dudaklarımdaki tebessüm daha samimi oldu.
Demek bu bir Türk kızıydı.
Osmanlı toprağına doğrudan doğruya geçmek kabil olamayınca bir çare, bir desise düşünmüş ve Rus ordusuna gönüllü bir genç Rus sıfatıyla iltihak etmiş, münasip bir fırsat bulunca işte hemen koşmuş, arkadaşlarıyla birlikte Osmanlı karargâhına iltica etmişti. Yalnız yolda bir kurşun omuzunu delmişti.
A – Şimdi ne yapmak istiyordu?
Türk kızı daha itimat kâr daha cesur bir tavırla vazifesini yapmak istediğini söyledi.
Düşman ordusunda esaretten kurtulmuş bir Rus esiri gibi Rusya karakollarına girecek, bir Rus kadar güzel ve selisin söylediği Rusçasıyla kimse kendisinden şüphe etmeyecekti. Hemen Rus hudut kumandanına çıkacak ve Türklerin mevkiini haber verecekti. Diyecekti ki; Türkler bu akşam yaylada Çanakkale muzafferiyeti şerefine bir ziyafet hazırlıyorlar. Kendilerini bu ziyafet esnasında bir baskına uğratmak hem çok kolay, hem çok faydalı olur.
İcap ederse delalet vazifesini de kendisi yapacaktı. Memnun ve takdirkâr bir nazarla neticeyi anladım. Evet, dedim. Sizin Rus ordusu hafi siperlerimizi geçip ziyafet mevkii mutasavverine gelince hatt-ı ricatı kesilmiş olacak ve bizim iki mukabil ateşimiz arasında kalarak mahf olacak.
Bunların hepsi pekiyi.
– Lakin sen ne olacaksın!
Türk kızı asırların bütün cihangirlerini mecbur-i hürmet ve perestiş eden la-kayıt bir nazarla güldü ve cevap vermeden bir şimşek gibi çadırlardan uzaklaştı.
Yüzbaşı burada bir parça tevakkuf etti. Mustarip olduğu anlaşılıyordu. Ağlar gibi devam etti. O gitti. Fakat hayali ruhumdan, mefkûremden bir lahza gitmedi.
Sonra ne oldu bilmiyorum. Plan tamamıyla ve muvaffakıyetle tatbik olundu. İşte ben de o esnada yaralandım. Yaralandığıma hiç müteessir olmadım. Fakat o genç Türk kızını bir tek bir daha görmek, necip alnında gençliğimin bütün taabbüd ve sevgileriyle dudaklarımı gezdirmek için çok şeyler feda ederdim.
Şimdi iyileştim. Yine Rus hududuna onu bulmağa gidiyorum. Eğer ölmemişse bütün Rus şehirlerini ateşleyerek, ruhumdaki bu kıvılcımla bütün Kafkasya’yı târ ü mâr ederek onu bulacağım. Eğer ölmüş, şehit olmuşsa kendisine kavuşmadan evvel onun aziz ve büyük intikamını alacağım.
Moskof kendisini sakınsın, korksun zira bir Türk zabiti aşk ve intikam denilen ve en yeni vesait-i Harbiye’den daha kuvvetli bulunan bu iki silah ile dünyada her şeyi yapabilir.
Gitti ve iki hafta geçmeden Ardahan’dan bir kartını aldım. Sonra hiç. Sonra kim bilir. Belki!
Münir Tevfik.
Mebusan ve âyân heyeti bir tarassut mahallinde kumandanla beraber.
Hasta hanede tıraş.
Çanakkale’yi ziyaret eden âyân ve mebusan heyeti Anafartalar’da.
Çanakkale’yi ziyaret eden âyân ve mebusan heyeti cephede.
İCMAL
Bir haftalık vakayı berriyye ve bahriyye
Garp cephesinde: yekdiğerine tecavüz ve hücumdan ictinab eden tarafeyn, karşılıklı bomba, lağım ve topçu muharebeleri icra etmekle iktifa ediyorlar. Geçen hafta zarfında Fransız, İngiliz tayyarelerinin talihi pek fena gitmiş ve Alman tayyare topları, üçü Fransız, ikisi İngiliz olmak üzere beş düşman tayyaresini ıskat etmişlerdir.
Bir İngiliz gazetesi bidayet harbden şimdiye kadar Fransız ordusunun maktul, mecruh ve esir olarak 2,200,000 kişi zayi eylediğini ve bu miktarın 600,000’i maktul olduğunu yazmaktadır. Mezkûr gazeteye nazaran bu 2,700,000 kişiden 2,000,000 bir daha harbe giremeyecek hale gelmiştir. Bu hesaba nazaran, Fransa ordusunun nısfını kayıp eylemiş demektir ki cidden pek azim bir yekûn zayiat teşkil eder. Esasen Fransa harbiye nezaretinin, iki sene sonra tahtı silaha alınması iktiza eden 1917 senesi efradını, şimdiden celb etmek mecburiyetine düşmesi, Fransız ordusunun pek çok zayiata uğradığına bir delil teşkil eder.
Geçen hafta zarfında İngiltere hükümetinde, ne derecede doğru olduğu meşkûk bulunan, bir zayiat cetveli neşir etmiştir.
Müstemlekat asâkirini adam yerine koyup dâhili hesap etmeyen bu cetvele nazaran, Horatio Herbert Kitchener’in ordusu da epey hatırı sayılır zayiata uğramıştır. İngiliz zabitanından şimdiye kadar 6840 maktul 2061 kayıp ve 13088 mecruh olmuştur. Bu mecruhların yarısının kıtalarına avdet edebildiğini kabul eylersek İngiliz ordusu şimdiye kadar 15445 zabit kayıp eylemiş demektir. İngiliz zabitlerinin miktarı mahdut olduğu düşünülürse fi-mabad Kitchener’in muntazam ve kıymet-i harbiyesi yüksek bir ordu ihzar edemeyeceği anlaşılır.
Şark dâr-ül-harbinde: Şark dâr-ül-harbinde geçen hafta zarfında hemen hemen hiçbir hareket vukua gelmemiştir. 30 Teşrîn-i sânîde bir Alman tayyare filosu Leyşovic şimendifer istasyonunu bombardıman etmiştir.
Alman – Avusturya orduları üç aydan beri, garp dâr-ül-harbinde olduğu veçhile şarkta da çelik gibi metin bir cephe teessüs eylediklerinden, bulundukları mevâkii muhafaza edecekleri şüpheden varestedir.
İtalya –Avusturya harbinde: Bu cephedeki muharebat bazen biraz hafiflemekle beraber, ekseriya kemal-i şiddetle devam ediyor. İtalyan hücumlarının merkez sıkletini bermutat Gormec ser köprü mevzii civarında Oslavia karibinde, İtalyanlar cephenin küçük bir kısmını işgal etmek suretiyle bir muvaffakıyet ihraz eder gibi olmuşlarsa da, Avusturya kıtaatının bir mukabil taarruzu ile zapt ettikleri mevzii terk ve tahliyeye mecbur olmuşlardır. İtalyan muhacematı her ne kadar son günlerde biraz tahakkuk etmiş ise de büsbütün hitama ermemiştir. Dâr-ül-harbin diğer taraflarına nispeten en ziyade maruz-ı tecavüz olan İsonzo cephesindeki Avusturya mevzileri muhaciminin gösterdiği şiddete rağmen kâmilen muhafaza edilmiştir.
Son neşir edilen cetvellere nazaran, İtalyan ordusunun zabit zayiatı da artmıştır. Trablusgarp muharebesi esnasında da zahir ve sabit olduğu üzere İtalyan askeri, zabitleri tarafından fedakârlık ve şecaat görmedikçe, iyi harp etmediğinden mezkûr ordunun zabit zayiatı bil nispet fazla olmaktadır.
Ahiren İngilizleri mağlup ettiğimiz Irak dâr-ül-harekâtının
Haritası.
Balkan harbi: Sırbistan’ın işi bittiği ve Sırp seferi hitama erdiği için serlevhamızda Balkan harbi diyoruz. Filhakika Metroviçe ve Priştine’nin zaptını takiben Prizren de Bulgarların eline geçtikten sonra, Sırbistan’ın eşkâli tamam olmuş ve bütün ağırlıklarını, gayri kabil-i nakil levazımını ve toplarını yakıp tahrip ederek küçük müfrezeler halinde Karadağ ve Arnavutluk’un dağlık arazisine dağılan Sırp kıtaatı taraf taraf takip olunarak imha ve esir edilmekte bulunmuştur. Bir kısım Avusturya kuvvetleri de şimalden Karadağ’a dâhil olmuşlar ve Karadağlıları mağlup ederek Taşlıca’yı işgal etmişlerdir. Müttefikin kıtaatı arazinin menâatına rağmen mütemadiyen ilerlemekte ve Arnavutluk ile Karadağı da düşmandan temizlemek vazifeyi müşkülesini hissen süratle ifaya bezl gayret etmektedirler.
Geçenlerde de yazdığımız veçhile gerek Yenipazar sancağındaki ahali-i İslamiye, gerek Arnavutluk, Karadağ ve Sırp kuvvetlerinin bakayasını imha hususunda müttefikin kıtaatına muavenet eyliyorlar. Bu cengâver yerli ahalinin yardımı şüphesiz ki pek kıymettar olacak ve yakında Arnavutluk ile Karadağ’ın işgali ve o havalideki düşman müfrezelerinin imhası itmam edilecektir.
3 Kânûn-ı evvelde Bulgarlar Lom nehrinin sol sahilinde Sırpları bir daha tepelemişler 106 top, 150 araba, 200 otomobil ve saire birçok levazım ve mühimmat iğtinam etmişlerdir. Bu suretle Sırplar ellerindeki vesaitin son parçalarını da kayıp etmiş oluyorlar.
Cenuptaki İngiliz – Fransız kuvvetlerine gelince. Başlarına gelecek felaketi anlayan Fransızlar şimdiden Kruševac’ı tahliyeye hazırlanmışlar ve daha geride bir hatt-ı harb tesis ederek Kruševac’da yalnız pişdarlarını bırakmışlardır. Bulgarlar Karasu ve Vardar nehirlerini bir hatt-ı müdafaa gibi istimal eden bu itilaf ordusunu kati bir mağlubiyete uğratmak maksadıyla İngiliz ve Fransızlara cepheden taarruz etmeyerek Manastırdan bir çevirme hareketi icra etmektedirler. Manastır şehri 3 Kânûn-i evvelde Alman ve Bulgar kıtaatı tarafından işgal edilmiştir. Buradan İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin gerilerine sarkmak suretiyle onları firara mecbur etmek yahut takımıyla esir eylemek mümkün olacaktır.
Denizde: 30 Teşrin-i sânîde İngiltere’nin HMS Fervant torpido muhribi şimal denizinde bir torpile çarparak batmıştır. Alman tahtelbahirleri, geçen hafta yine birkaç düşman sefine-i ticariyesini ka’r-ı deryaya indirmişlerdir. Teşri-i sânî zarfında, İngiltere ticaret nazırının verdiği hesaba göre, 35 İngiliz yelken sefinesi ile 55 İngiliz vapuru gark olmuştur. Alman tahtelbahirlerinin yalnız Bahr-i Sefid’de 14 günde 112000 ton hacim istiabındaki 27 sefine batırmış oldukları nazar-ı dikkate alınırsa bu küçük gemilerin nasıl müstesna bir faaliyet iraz ettikleri anlaşılıyor.
Osmanlı dâr-ül-harblerinde: Kar ve kışın icrayı ahkâm ettiği Kafkas cephesinden maada sair sahneyi harplerde leh elhamd silahlarımız daima muzaffer olmaktadır. Filhakika Irak cephesinde Medain mevkiinde ihraz edilen muvaffakıyet, geçen hafta zarfında kahraman kıtaatımız tarafından icra edilen bi-aman takibat neticesinde, muzafferiyet munkalib olmuştur.
Harbe iştirakımızın ibtidasında İngilizler tarafından Hindistan’dan getirilerek Basra’ya çıkarılan kuvvetler, kıtaatımız tarafından mütemadiyen izaç edilmek suretiyle ağır ağır Dicle ve Fırat sahillerinde ilerlemişler ve nihayet Kutul Amare’ye ve oradan da daha ileriye, Medain’e kadar gelmişlerdir.
Sevk-ül-ceyş nokta-i nazarından ikinci ve hatta üçüncü derecede bir ehemmiyet atıf ettiğimiz bu sahada, elde ettiği nispeten sehl muvaffakıyetlere aldanarak Bağdadı da ele geçirmek üzere olduklarını zan eden İngilizler. Birden bire ve hiç beklemedikleri bir zamanda, na-ğehânî bir darbeye maruz kaldılar ve neye uğradıklarını anlamağa vakit kalmadan kendilerini Kutul Amare’de buldular. Kutul Amare’den Medain’e kadar olan mesafeyi iki aya karib bir zamanda kat edebilen düşman, bu defa kaçarken aynı mesafeyi bir haftada kat eyledi. Ve kahraman askerlerimizle mücahitlerimize 600 den fazla esir bir motorbot, iki gambot, müteaddit erzak ve mühimmat yüklü nakliye sefinesi bırakmağa mecbur oldu. Bunlardan maada İngilizler pek çok mecruh ve telefte verdiler. Dicle’nin müntakim suları düşman leşleri ile doludur. Irak muzafferiyeti henüz hitama ermemiş olup bundan sonra her gün biraz daha azimet peyda edecektir.
Çanakkale cephesinde: Bilhassa top atışlarımızın tesiri pek ziyade artmış ve düşman gemilerine, karargâhlarına, bataryalarına, siperlerine mühim zayiat verdirmekte bulunmuştur. Aynı zamanda tayyarecilerimiz isimlerini berayı takdir tebliğ resmilere geçecek kadar müstesna faaliyetler göstermeğe başlamışlardır.
Ali Rıza ve Orhan efendilerin rakip oldukları harp tayyaresi, iki düşman tayyaresini ıskat etmiş ve düşman sefain-i harbiyesine bombalar atmış. Makinalı tüfek ateşleri açmıştır.
Pazar ertesi 23 Teşrin-i sânî
Abidin Daver.