DONANMA MECMUASI 65 26.Ekim.1914
DONANMA MECMUASI 65 26.Ekim.1914
6.Zilhicce.1332 – 13.Teşrinevvel.1330 – 26,Ekim.1914
KIYMETDAR YADİĞARLAR.
ASKER GEÇERKEN
Mecmua idaresine imzasız olarak gönderilen bir mektubu veçhe âti derç etmeği büyük bir vazife telakki ediyoruz.
Her hatırayı mesude gibi geçti ve gitti. Fakat nazarı iştiyakımda (özlem) son irtisamatı (görüntü) gaib olmadı. Zaten kalp ve vicdana taalluk (ilgili) eden ne vardır ki, tahattürü (hatırlamayı) ile ihsası kuvvet etmesin. Zamanın oldurduğu hakikat değil, geçici hevesler, med ve ceziri, cereyanı gayri muntazama tabi emellerdir. Asker de hakikat değil midir? O gün talimden gelip kışlalarına giden (1) o kafileyi muhibb, o seyyar kaleyi hamaset (kahramanlık), o bir fırka asker değil, milletin mücessem timsali emeli idi. O sabah; güzergâhın sevimli sancak ile donatıldığını görenler, yekdiğerine soruyordu. Sonra öğrendi ve durdu. Bir saat, baktı. Gözleri doldu. Kâh müheyyiç (heyecan), kâh müessir, kâh elemli levhalar icadıyla yine hatıralara döndü. Avrupa’nın nısfını lerzan (titrek) şehameti (yiğitlik) edenler bunların ecdadı değil mi idi? Sualini tekrar etti. Sualini tekrar etti. Koca diyar medeniyeti, kan ve gülden ibaret bir viraneye benzetmekte olan harbi umumi zaten gönüllerde müstaidd (kabiliyetli) iştiâl (alevlenme) duran naireyi gayret ümmeti ikad (yakma) ettiği için bir fırka askerin o günkü levhayı müruru o lem’a (parlama) ümit bahşa bir nüfhayı teşvik oldu. Onun için; İstanbul’u dolanı kati eden o fırkanın böyle bir geçit resmi ifa etmesini düşünenler her kimler ise tebrik ederim. Maneviyatı ümmet, her zaman bu gibi taşviklere muhtaçtır. Hususiyle fedakârlık, hemasiyet, daima teşviki manevi ister. Emsali vardır; bir söz, bir nida, bir vazı rica, bir tavrı şahamet pek çok defa koca bir orduyu yerinden oynatmıştır. Ekseriyet halk ise, sâmme (zehirli) ve muhakemeden ziyade meşhudatın (görülen) kuvveyi iknaiyesine müfetekkirdir (düşünen). Hâsılı hangi noktai nazardan düşünülürse düşünülsün, o gün İstanbul’un bir nefhayı (esinti) teşvike muhtaç gibi duran sokaklarından o vakur, fakat vakar sakitanesinde bin ahenin mündemiç duran askerin, bir fırkanın geçip gitmesi mesut bir hadisedir. Hele şehrin, faaliyetten, hatta hayattan uzak gibi duran, akşamları bir iki tıfl avaresiz, işinden yorgun dönen bir iki peder ile ancak bizenin, hücra semtlere üzerinden o gün hiç şüphesiz bir ruh geçmiş, şelaleyi hayat akıp gitmiştir. Bu itibar ile de seviniyorum.
Tabii takdir edersiniz. Gülmek ve ağlamak fizyoloji noktayı nazarından aynı müessirata tabidir. Bu defa da öyle oldu. Sevinirken müteessir oldum. Çünkü beklediğimi göremedim. Görmemek değil, ben vazifemi ifa ederken, inzarı istiğraba (şaşkınlık) maruz kaldım. Daha açık söyleyeyim, – askerin düş himmetinde duran sancağı selamladım. Fakat o vazifeyi ihtiramda sivil ahaliyi pek bigâne buldum. Askere atıf ettiği nazarlar ile hissiyat muazzezeyi kalbiyesini pek vazıh surette anlatan bu halkın, o vazi samimisi ile askerin de fedayı hayat ettiği sancağa karşı gösterdiği lakaydısı yekdiğerine o kadar zıt birer levha teşkil ediyordu ki, ihtiyarsız kalbim daraldı. Âdemi ülfetin, lakaydinin bu bariz tezahüratına karşı celbi nazarı dikkat etmek için Donanma mecmuasını tavsit (vasıta) etmeği düşündüm. Hiç şüphesiz, iyi kalpli, askere her dem muhabbetli olan bu halk, her neferin, her neferin değil her vatanperverin timsali emel şeklinde gördüğü sancağı selamlamağı unutmasın. Siz ihtar edeniz.
Mektup; Burada hitam buldu. Karimizin ihtarı ne kadar acı. Fakat ne kadar muhikk (doğru). Hakikat! Sancağa karşı halkımızda o kadar büyük bir lakaydı vardır ki; vazifesini yapanlara bile istiğrabkarane (şaşkınlık) bakmakta bile bir mahzur görmezler. Bu lakaydı; sui niyet mahsulü değil, senin medidenin (uzatılmış) semeresidir. Hatırımıza geliyor. Donanma mecmuasında; “ Arya sancak “ merasimini musavver (tasvirli) bir levhanın altına şu satırları yazmış idik.
Asker! Boru çalıyor. Güneş karşıki sırta yaslanmış. Son şuayı senin saf, pak alnına çarparak batıyor. Haydi, silahını al! Namusu milleti muhafaza edecek olan bu silah ile yine namusu millet kadar büyük, namusu millet kadar ulvi sancağı, Osmanlı sancağını selamlayacaksın.
Asker! Arya sancak.. Semalar yıldızlar kadar yüksek bir kahramanlığın şahidi olan bayrağı selamlamak, sevmek sana bir namus, din, vatan, mertlik borcudur. Haydi, o vazifeyi hem kendin için, hem silah arkadaşların için ifa et. . .
Bak sancak, sancağımız. Osmanlı kahramanlarının, senin ecdadının ruhu gibi süzülerek iniyor. O inerken, senin ruhun semalara yükselmeli. Ecdadını düşünmeli.
Asker! Sen sancağı seversin. Sen onun altında öleceksin. Fakat düşmana vermeyeceksin. Muhterem Osmanlı! Viyana surlarına dikilen bu sancaktır. Kosova, Kosova sahrasında mübarek şühedamızın naaşları üzerinde bizzat rahmet gibi. Sallanan bu sancaktır. Preveze körfezi muharebesinde “Andrea Doria” bu sancağı selamlamış, yanan, batan düşman gemileri üzerinde yine bu sancak öbür kahraman gibi sayeler salmıştır. Sen sabaha kadar o sancağın büyüklüğünü düşünerek, uyu, uyan yarın sabah o sancak yine yerindedir. Onu dost rüzgâr sineyi milletten koparamaz. Allah’ın büyüklüğü, milletin kahramanlığı onu saklayacak, daha pek çok asırlar, o sancak dosta insırâh (açıklık), düşmana haşyet (korku) bahş edecektir.
Asker! Sancak indi. Haydi, sen de istirahat et. Yarın güneş hem sancağa hem senin veçhe mübareğine çarparak şanı millet gibi parlayacak.
Sancağımızı selamlayalım:
_ yürekten gelen bir ihtar_
Şu münasebetle bütün Osmanlılara kalbimizden gelen bir ihtarı yazmaktan mânii nefis edemedik. Her millet, sancağına hürmet eder. Sancak, milletlerin temsili şeref ve muhabbeti, numuneyi amalidir. Her memlekette sancak geçerken, büyük küçük herkes ifayı tazimat eder.
Biz Osmanlıların sancağımıza muhabbetimiz nispetinde bu vazifede tekâsül (ilgisizlik) ediyoruz. Bu lakaydı her gün manzur-ı çeşm (gözle görünen) teessüf oluyor. Bir tabur geçerken ruhumuz yükseliyor. Gözümüz yaşarıyor. Eller çırpılıyor. Fakat bir kahramanın dost hamiyetinde kemali vakar ile güya tarafeyni selamlayarak geçen sancağı selamlamağı unutuyoruz. Osmanlılardan rica ederiz ki, sancak geçerken duralım. Ona tühfeyi (armağan) tazim gönderelim. Sancağımızı sevdiğimiz kadar tazimi de unutmayalım. Sancağımızı selamlayalım.
Bilemeyiz, fazla söze ihtiyaç var mıdır?
(1) Geçen hafta bir fırka askerin İstanbul caddelerinden müruru üzerine yazılmıştır.
Donanma.
Fransız mecruhları – esir Fransız tabibleri tarafından tedavi edilirken.
Alman topları – bir Fransız topuna isabet eden merminin dereceyi tahribatı.
ALMANYA – İNGİLTERE
Terbiyeyi ilmiye ve tekemmülatı içtimaiyat sayesinde vücuda gelen azim ve himmetin yaptığı işlere bakın. Çarpıştığı, çarpıp yere vurduğu ırklar arasında yalnız, zaten madum hükmüne uğramış olan ırkı ahmer yok. Ordularının karşısında Anglosakson, Latin, Slav, Japon, Hint, Berberi, Flaman, Leh, Tatar, Kafkasyalı, Finva, Bulgar, Romen, ilh. Kavmiyetlere mensup efrat mevcut. Fransız, İngiliz müessir irfanı, Moskof inadı pa ber ca (daim) biri Asya-i olmakla beraber dört devlet muazzamayı, üç hükümet sagireyi (küçük günah) sarsıp duruyor. Daha da sarsacak: Belçika hamelat (saldırış) takatı ber endazanesiyle (yıkıcı) bütün kılâ’ (kaleler) müstahkemesini teslime mecbur oldu. Bugün ne ordusu kaldı, ne hükümeti. Fransa hemen son hattı müdafaası üzerinde sallanıp duruyor. İngiltere kendi sahilinden emin değil. Alman sahiline yanaşamıyor. Ruslar Vistol’ün öte tarafına kaçıyorlar. Japonlar bahri muhitte serseri. Biz Osmanlılar Almanya’nın muarız kalıpta şirane iktiham (aslanca göğüs germe) düşman ettiği harbi hazırın emsal adidesi içinde büyüyüp küçüldüğümüz için bu günkü vaziyetini pek güzel takdir ederiz. Almanya ya karşı his ettiğimiz meyil incizab (çeken) bu nevi kahramanlıklara alışık olmaklığımızdan neşet etmektedir. Başta papanın nüfusu nükudu (nakitleri) olmak üzere Venedik, Nemçe, Macar, Leh, İran, hatta Alman ve daha sonraları Moskof ve emsali ile az mı uğraştık. Az mı boğuştuk? Mesela bize Karlofça muahedesini yaptıran, yani devri istilayı terk ederek devri inhitata (gerileme devri) doğru inmekliğimizi icap eden on altı senelik harbi Nemçe, Leh, Rus, Venedik muharabatı mütevaliyesi değil mi idi?
Fakat biz hiçbir zaman Almanya’nın tesisatı iktisadiye ve sanayiesine, terakkiyatı ilmiye ve fenniyesine malik olamadığımız gibi bilhassa teşkilatı ictimaiyesine benzer teşkilat dahi yapamadığımızdan yorulduk. Tâb (güç) ve takattan düştük. Maa-hazâ (bununla beraber) yine hali aşinalığı elden bırakamayız.
Harbi hazır yirminci asrın değil on dokuzuncu asrın ahiri mahsulüdür. O asırdan atladı, bu asırda patladı. Fakat nasıl patlayış? Kırk ikilik top dehşetiyle! Bir halde ki daha geçen gün dünyanın en birinci mevkii müstahkemi addedilen Anvers on iki gün zarfında bütün bağlarını çözerek kan, duman, ateş içinde arzı teslimiyet etmeğe mecbur oldu.
Meşhur General Berry Balmon’un eseri metni, ilim ve sanatın yeni darbeleri altında ezildi, parçalandı. Adeta değersiz olduğu meydana çıktı. Onu bir şey zan edipte derununda tahassun (içeri çekilmek) ederek müdafaatı cansiperane de bulunmak arzusuyla aldananlarda perişan, muzmahill (çökmüş) oldular. Ne İngiltere’nin kal’a sabihası, ne Fransa’nın şimal ordusu yetişebildi. Biçare Belçika akan kanlardan Belçika dondu. Bidayeti harpte” Tasviri Efkâr ”da yazmış olduğum “Ced ve Mizah” parçalarından birinde demiş idim:
_Zavallı Fransa! Ben sana acıyorum.
Daha o zaman, henüz Liege (liyej) alınmadan Fransa’yı bir koluna hain Albisun, diğerine bir deb şimali girmiş gözü bağlı bir bekr marifete benzeterek maktule doğru sürüklenmekte olduğunu söylemiş idim. Maksadım şu idi ki Fransa’nın kanına girenler Almanlar değil, kendi de değil, bu iki düşman anasırdır.
Şarkta Ruslar ne ise garpta da İngilizler odur. Biri kemali cehl ve taassubu, diğeri hırs ve menfaati ile eski, yenidünyanın başına bela kesilmişlerdir. Bu gün İngiltere, Fransa’nın uğrayacağı akıbet ve haymeden memnundur. Rusların yiyeceklerinde şüphe olmayan darbeyi müthişenin onlarda husule getireceği yeis ve füturdan da memnundur. Hele Almanların yorulmalarından daha ziyade memnundur. Fakat mukaddesiyat insaniyedendir ki bu nevi memnuniyetler asırlarca devam edemez. Almanlar gibi içtimaiyatı muntazam, terakkiyatı İngiliz ve Fransız terakkiyatından muazzam olan bir heyeti ictimaiye hiçbir zaman İngiltere’nin zayıf, teşkilatı nakıs hükümetler üzerinde icra ede gelmekte olduğu tazyikat ve onlar hakkında tatbik etmekte olduğu tahakkümata gelemez.
Görülecektir ki İngilizler bıraksalar Almanlar bırakmayacaklardır. Kaiser’in, nutuk meşhurunda esbabı kuvveyi sulhiye ye distres olmadıkça harbi terk etmeyeceğim, demesi bu esasa müstenid olsa gerektir. Almanya bu harbi müthişe içinde bundan böyle sulh ve müsalemet umumiye yi tehdit edecek müesseratı kaldırmak gibi bir azmi cihan pesendane sahibi olduğunu ispat ettikçe İngiltere’nin payı metaneti titreyecektir. Nasıl ki titriyor. Bakınız, Almanlar böyle büyük bir maksadın husulü için dünyanın en muhib, en tehlikeli, en müstahkem mevkiine doğru yürüyerek tarihi harbin henüz kayıt etmediği kanlı boğuşmalarla zabt ediyorlar. Deryalara hâkim olduğu rivayet edilen İngiliz donanması ne için Kiel limanına yaklaşamıyor? Çünkü korkar. O yapsa yapsa güya bütün kuvveyi bahriyesini bizim gözümüzü korkutmak emeliyle vücuda getirmiş gibi Çanakkale önünde durur, gelen geçen gemileri çevirir, henüz kendi ameliyathanesi sularında bulunan bizim Sultan Osman’ı, Reşadiye’yi zapt eder. Ondan sonra da muharebenin bidayetinden beri bu neviden olmak üzere tezgâhtaki yeddi sefineyi Harbiye’yi elde ettiğini yazar.
Harbi hazırın hemen her gün bir safhayı ibret nema suretinde izhar ettiği müessir güna günden bizler her gün ders almalıyız. Alman çalışkanlığını, Alman ittihadını, Alman fedakârlığını, Alman vatan perverliğini meşki hayat ittihaz eylemeliyiz ki bizim de düşmanlarımız Almanların düşmanları kadar çoktur. Balkan harbi zailinde hemen onu dinecek surette uğradığımız perişanlıklar bu kuvvetlerin bizde âdemi mevcudiyetinden neşet etmişti. Rumeli’de bir Bulgar köyü yok idi ki ilk vürut edecek Bulgar bölüğü veya taburu için bir mevkii müstahkem halini almasın. Bir Bulgar evi yok idi ki onda on günlük zahire bulunmasın. Bir Bulgar köyü yok idi ki bizden gelecek bir bölüğe, bir tabura, bir mevkii hatır nak hükmünü vermesin. Fakat bunlar kabaca bir çalışma idi. Kabaca bir fedakârlık idi. Kabaca bir kavmiyet peresti idi. Mehaza bizimkilerde bu meziyet de yok idi. Alman çalışkanlığı böyle mi ya? O bütün işgal ve tenviatıyla bir cihan marifeti kesilmiş, ne isterse iyisini yapıyor. Hatta vurursa da yaman vuruyor. İşte iki, iki buçuk aydan beri devam eden harp meydanda. Yirmi, yirmi beş sene zarfında hiç yoktan ikinci dereceye çıkardığı donanmada ne isterse iyisini yapar olduğuna müeyyide, öyle bir donanma ki on sene sonra İngiltere’yi susta durduracak idi. Sanki şimdi yavaş yavaş durdurmağa alıştırmıyor mu? Söylediğim hilafı hakikat mi? İngiliz donanmasının bir gözü günde, bir gözü kaır (derin) deryada. Adeta şaşaladı. Bir( U 9 ) daha çıkacak olursa o zaman adeta şaşalayacaktır.
Ahmet Rasim.
Alman askeri: Muj civarında Alman karakollarının sabah kahve altısı
KEŞKE DÜŞMANLARIMIZ ALMANLAR OLSAYDI
Bu garip temenninin herkesi mütehayyir (hayrette) bırakacağı şüphesizdir. Fakat iyi düşünelim. Dünyada düşmanımız insan, kavim ve hükümet yoktur. Düşman sahibi olmak herkese, her cemaate mukadderdir. Ancak bahtiyardır, o şahıs ve o cemaat ki düşmanı sahibi fazilet olur.
Biz Osmanlılar dinimiz ve vatanımız icabı olarak birçok düşmanlara malikiz. Çünkü cenabı hak bize dinin ve vatanın en güzelini nasip ve ihsan etmiştir. Binaenaleyh bizi çekemeyenler, bize musallat olanlarda çoktur.
Şurası muhakkaktır ki biz Osmanlıların düşmanından yana pek bedbahtız. Mağlubiyet, tesâmuh (hoşgörü) manevi ve maddi neticesi olarak her kavme mukadder olabilir. Bizde Allaha ve vazifemize karşı kusurlarımızdan dolayı mağlup oluruz. Fakat muhasımlarımız, bize karşı ihrazı galibiyet edince – tarihen, ırken, dinen, dünyanın en mütemeddin (medeni) kavmi olduklarına dair serd eyledikleri iddialarına rağmen – en ahlaksız bir gaddar ve en müfteris (yırtıcı) bir canavar harekâtını izhara başlarlar. Merdane müddet-i medide (uzun zaman) mukavemet edip bilahare icabı harp terki silaha mecbur olan kalelerimizi muharebeden sonra fuzuli olarak saatlerce topa tutanlar, emri mahsusla günlerce yağma ettirirler. Mecruhin (yaralı) ile mali ve maddi saireden ari hastahanelerimiz üzerine kasten top atarlar. Bitaraf devletler sefaini ile seyahatte bulunan yolcularımızı “askersek” diye ahz ve tevkif ederler. Memleketlerinde tebaamıza eziyet ve tahkirde bulunurlar. Sefain-i harbiye ile batırdıkları askeri ve ticari sefainimizden denize düşen askerleri ve ahaliyi kurtarmayıp boğdururlar. Esiri askeriyeyi bir yere cem’ edip güya kazaen olmuş gibi yakın yerlerdeki cephaneyi ateşliyerek biçareleri öldürürler, birbirine bağlayıp derelere ve nehirlere atarlar. Soğukta ve açıkta bırakıp dondururlar, soyarlar, doldurdukları ahşap meskenleri tutuşturarak yakarlar. Müstevli (istilacı) oldukları memleketimiz ahalisinin malını ve emlakını yağma ederler. Malzemeyi inşaiyeyi kendi payitahtlarına nakil için yıkarlar. Bila mucip (sebepsiz) ormanları, tarlaları, mübaniyi yakarlar. Hayvanları öldürürler, ahaliyi döverler, bilüzum şuraya buraya sevk ederler. İşkence ile istintak (sorgulama) ederler. Tahkir (hakir görme) için hizmeti sefiliyede kullanırlar. Kadınların, kızların ırzlarına geçerler. Genç kadınları örtüden tecrit ederler, çırıl çıplak soyarlar. Bu fazahatleri (edepsizlik) kadınların velileri huzurunda yaparlar. (*) ihtiyarlara eziyet ederler. Hocaları – boynuna yular bağlayıp – sokak sokak gezdirirler. İmamlara, hocalara binip sokaklarda gezerler. Müezzinleri anırtırlar. Cenabı vacibelvucuda ibadet ettiğimiz camileri tahkir ederler. Buralara hayvan bağlarlar, pislerler. Mukaddes kitaplarımızı yere atıp çiğnerler. Peygamberimize, halifelerimize, padişahlarımıza küfür ederler. Ahaliyi cebren irtidad (başka dine geçme) ettirirler. İrtidadtan imtina edenleri eziyetle öldürürler. Gebe kadınlarımızın karınlarını yararlar. Bir ceninin nasıl fırlayacağını görmek için hamilelerin karınları üzerine sıklet koyarlar. Küçük çocukları süngüye saplayıp havaya kaldırırlar. Bacaklarından tutup fırlatırlar. Nüfusu islemiye tenakus (azalma) etsin diye İslamları diri diri gömerler veya dağ kovuklarında sürü sürü boğazlar, karınlarını deşerler. Mecruhin askeriyeyi Austin web design süngüye saplarlar. Kılınç tecrübesi için keserler. Mızrağa saplayıp havaya kaldırırlar. Şühedanın burunlarını, kulaklarını keserler, gözlerini oyarlar, aleti tenasüliyelerini keserler ağızlarına sokarlar. Kesik kulaklardan gerdanlık yaparlar ve daha hatır ve hayale gelmedik nice şeni’ ve müstehcen fezahatleri irtikab ederler. Halbu ki şimdi Avrupa da harbi umumi var. Bu harpte muhasımların muameleleri şayanı tetkiktir. 1870 – 71 seferinde hududu telgrafiye ve hududiyeyi bozmak gibi her milletin kanununda müstelzim mecazet olan ifali ika eden Fransızlara Almanlar tarafından ceza tertip edilmiş olması Fransızlarca muamelatı hüsnüniyetkarane addedilmiş idi de (tu seras soldat) gibi eserlerde – çocukları hissi intikama meşbu kılmak için – böyle cezalar bilhassa cem olunmasıydı. Aynı seferde Paris’e giren Alman askeriyle Paris’teki fahişelerin bile temasta bulunmamış olması Fransızlarca – vatan perverlik gayretiyle – medarı fahr (övünç) oluyordu. Fakat düşünülecek olursa şayanı takdir olan bu hareketten en büyük hisseyi şeref, istiğmal cebir etmeyen Almanlara tevci etmez mi? Harbi hazırda dahi Almanlar teslim olan kaleleri fuzuli topa tutmuyorlar. Askere yağma ettirmiyorlar. Esra ve mecruhine hüsnü muamele ediyorlar. Esara meyanındaki sıhhiyeyi efrad ve zabitanını serbest bırakıyorlar. Ahalinin emvali ve emlakını tahrib ve itilaf etmiyorlar. Kadınlarına ve kızlarına tecavüz etmiyorlar. İhtiyarlarına, papazlarına eziyet ve işkence yapmıyorlar. Biz Protestan’ız, siz Katolik’siniz diye Katolik kiliselerindeki esnamı kırmıyorlar. Çocukları öldürmüyorlar. Fransız nüfusunu azaltalım diye katliam yapmıyorlar. Fransızları Protestan olmağa cebir etmiyorlar. Süngü ve kancalarını mecruhin askeriyeye saplamıyorlar. Kimseyi dövmüyorlar, soymuyorlar. Hiçbir Fransız’ın izzeti nefsi şahsiyetine tecavüz etmiyorlar. Elhasıl ve zayıf askeriyenin icap ettiği ve beyn el beşer meşru görünen harekât ve muamelattan başka hiçbir tecavüzde bulunmuyorlar.
Şu hikayatı nazarımda tezahür ettikten sonra pür fazail (faziletli) medeni bir düşmana malik olduklarından dolayı Fransızları bahtiyar ve şayanı tebrik buldum ve cenabı hakkın birçok inayetine nail olan Fransızların düşman hususundaki mazhariyetlerinin de mükemmeliyetine gıpta ediyorum ve “keşke düşmanlarımız Almanlar olsaydı” diyorum.
Filhakika Fransızlar sihirbazdır diye Jeanne D’Arc’ı yakan, Napoleon Bonaparte davetle Saint Helena adasına nef’i eden eski düşman ve yeni dostlarıyla muhasebede bulunsa idiler bittabi transval ve oranjelilerin esnayı harpte maruz kaldıkları sui muamelata duçar olacaklardı lakin bunu göz önüne getirip düşman hazırlarının faziletinden naşi cenabı hakka mütevekkilane hamd etmek mecburiyet vicdaniyesindedirler..
(*) Zaten Osmanlılara karşı ihrazı zafer edenlerin birinci icraatı iffeti nisvana (kadınların namusu) tecavüz etmekle başlar. Sonra bunu da akvamı medeniye gayet tabii görürler. Akvamı medeniyenin kadın ırz ve namus düşmanlarına karşı gösterdikleri lakaydı ve tarafgiri pek güzel ispat eder ki. Avrupalıların kadınlara karşı ibraz ettikleri hürmet belki hattı zat nefsaniyeyi tatmin etmek maksadından menbaistir. Bilmem Avrupa nisvanı Avrupa erkeklerinin bu küstahane maksatlarına baziçe olmağa nasıl tahammül ediyorlar. Şu noktayı nazardan muhakeme edilecek olursa anlaşılır ki dünyada İngiliz (peerage) asaletleri gayreti nisviyeyi en ziyade güden bir tabakayı ulviyeyi nisvandır. İngiliz asaletlerinin mahiyeti İngiliz ricalinin hayatı şahsilerini ve Britanya hayat ictimaiyesini tetkik etmekle tezahür eyler.
Davut paşa 24.ağustos.1330
Mahmud Muan
Alman topları: Longovi’de Alman ağır toplarının tahribatı.
İSLAM VE MUHAREBE
Mühim bir Alman risalesinden.
Harbi umumiye iştirak etmiş olan devletlerin cümlesi hilafeti İslamiyenin merkezi olan devleti Osmaniye’nin tavrı hareketini kemali dikkatle takip etmektedir. Hususiyle ahalisinin ekseriyeti İslamlardan müteşekkil olan Mısır ve Hindistan’ı zir idaresinde bulunduran İngiltere devleti hali hazırda bütün nazarı dikkatini İslamların harekâtına atıf etmektedir. Şayet bütün İslamlar bir kere kıyam edecek olurlarsa Avrupa devletleri içinde bu harpten en ziyade mutazarrır olacak İngiltere’dir. Mısırdaki 11,3 milyon ahalinin 10,4 adedini iki buçuk milyon kadar tezyit eder. Bu suretle Hindistan’daki İslamlar gerek adeden ve gerek mukim (ikamet) oldukları yerler itibariyle gayet azim bir kuvvet teşkil eylemektedirler. Şayet bunlar hiçbir zaman ısınamadıkları idareyi ecnebiye ye karşı kıyam edecek olurlarsa İngiliz müstemlekatının en kıymettarı elden gitmek tehlikesine maruz kalacaktır.
İhtimal ki İslamların harekâtından Fransa devleti daha az müteessir olacaktır. Mamafih bu harekâtın en ziyade Fransız toprağına yakın olan müstemlekatta, yani Tunus, Cezayir ve Fas’ta vukua geleceği de nazarı dikkatten devir tutulmamalıdır. Bugün Tunus’ta 1,8 milyon İslam’a karşı ancak 172000 Avrupalı bulunmaktadır. Ahaliyi ecnebiye içinde 46000 Fransız’a mukabil 109000 İtalyan vardır. Fransızların en eski müstemlekesi olan Cezayir’de yarım milyon Fransız vardır. Hâlbuki Cezayir İslamlarının adedi 4,7 milyona baliğ olmaktadır. Her ne kadar Fas İslamlarının adedi malum değilse de Fransızlar orada henüz sureti katiyede yerleşemediklerinden vaziyetleri hiç de sağlam değildir. Fas ahalisi dört buçuk beş milyon tahmin edildiği halde orada yalnız 37000 ecnebi tahmin olunmaktadır.
İslam hükümetleri bulunan memleketlerden el-yevm en ziyade Afganlıların harekâtı nazarı dikkati celb eylemektedir. Afganistan emiri Habiballah hazretleri fırsattan Bila istifade istiklalini tahtı temine ve memleketini boyundurukları altına alan İngilizlerle Ruslardan intikam almağa çalışmaktadır. Afganlılar hürriyet ve istiklalleri için her zaman hayatlarını feda eden bir millet olmak üzere tanınmışlardır. Hürriyete perestiş (tapınmış) eden Afgan milleti gerek şahsının ve gerek ırkının hürriyeti ile iftihar etmeği pek sever. Bu güne kadar Afganlılar âdeti mahsusalarını muhafaza etmişlerdir. Her ne kadar Kabil’de icrayı hükümet eden Afganistan emirinin idaresi bir idareyi müstebide (despot) ise de memleket dâhilindeki muhtelif kabileler ona karşı bir dereceye kadar istiklallerini muhafaza eylemişlerdir. Emir maksatlarını muvaffakiyetle mevkii icraya vaz’ etmek için her şeyden evvel bu kabilelerle müttehiden (birleşik) hareket edecektir.
İngilizler müthiş ve kanlı muharebeler neticesinde Afganistan’daki idarelerini meşhur Hayber geçidine temdide muvaffak olabilmişlerdi. Fakat bu gün dahi bu geçit haftada yalnız iki defa kervanların müruruna küşada bulundurulur ve bu esnada geçide hâkim tepeler İngiliz askerleri tarafından tahtı işgalde bulundurulur. Haftanın diğer beş gününde İngilizler hiç kimseyi içeriye bırakmazlar. Bırakacak olsalar bir mevt muhakkaka (ölüme) gidilmiş olur. Tabii civar ovalarla geçit civarında ikamet eden nim vahşi kabileler indinde insanların hayatı büyük bir kıymete haiz değildir. Peşaver’den Kabil’e giden ve her iki mevki arasında yegâne tariki teşkil eyleyen Hayber geçidi yirmi altı mil tulündedir. Geçidi takip eden dağın yol cihetine nazır olan uçurumları ekseri mahallerde yol ile zaviye-i kaime (dik açı) teşkil edecek derecede umumidir. Alman seyyahlarından biri Hayber geçidini tasvir ederken onun sellerle insan kanı akıtan en müthiş geçit olduğunu söylemiştir. İngilizler bu geçide malik olmakla beraber Afgan toprağından mürur ederek Kabil’e kadar ilerlemek onlar için pek tehlikelidir. Kabil şehri Hint hududuna mümkün mertebe yakın olduğu halde şarki Hindu Kuş silsileyi cibalinin önünde bulunan azim ve aynı zamanda mahuf (korkunç) arazi Afganistan payi tahtı için tabii bir istihkâm demektir.
Afganlılar o saf harbciyaneleriyle beraber ilim ve erkânları ile de temayüz etmişlerdir. Ahali umumiyet itibariyle zekidir. Hemen her gün ve her kabile nezdinde bulunan bir molla oradaki çocuklara iptidai tedrisatı telkin eder. Çocuklar okumaya, yazmaya ve namaz için lazım olan şeraiti öğrenirler. Emir habiballah hazretleri Afganistan’da usulü tedrisi Avrupa kari bir şekle ifrağ etmek için tedbiri lazımeye tevessül eylemiştir. Gerek İstanbul matbuatı ve gerek Avrupa gazeteleri Afganistan’ın Hint hududuna karşı tedarikatı askeriyede bulunmakta olduğunu haber verdiğinden şimdilik bundan tevellüt edecek netayice intizardan başka bir şey kalmıyor.
. . .
Bahriye meseleleri
DENİZİN 38 LİKLERİ
Karanın 42 liklerine mukabil-
Umumi harp bize bir harika gösterdi. Bu Almanlar tarafından icat edilen 42 lik havan toplarıdır. Bu günden itibaren zamanımız istihkâmlarının ehemmiyeti hiçe inmiştir denebilir. Filvaki Almanlar toplarını henüz (belfur) ile emsali kelimelere karşı kullanmadılar. Fakat bilhassa Anvers’in sükûtuyla tamamen tebeyyün etmiştir ki ne betonlar, ne çelikler 42 liklerin karşısında mukavemetlerini muhafaza edemeyeceklerdir. Bu nevi havanlar, yarın bütün devletlerce imale başlanacak, şüphe yok pek çok tekemmül ettirilecek, daha müthiş, daha hevl-nâk (korkunç) bir mahiyet alacaktır. Demek oluyor ki kara toplarına ait bir inkılâbın arifesindeyiz. Buna hiç şüphe edilmesin. Tecavüz için silahlar bu kemal derecesini bulunca müdafaa için istihkâmlar ne şekil alacaktır? Buna da şimdiden vazıh bir cevap verilemez. Dün topların demir yağdırmağa başlamasıyla “ hasarlar devrine” hitam verilmişti. Bu gün de “kaleler devrine” nihayet mi verilecek? Evet, yahut hayır!…
Avrupa’da umumi harp başlar başlamaz 42 likler meydana çıktı. Şüphe yok, Almanlar bu müthiş aletleri sulh zamanında sakin ve asude – başkaları gibi çenelerini değil – yalnız zekâlarını faaliyete getirerek ibda’ (keşif) ettiler. Yani düşmanları bu kıymettar kavmi ortadan kaldırmak için hileli planlar kurarlarken… Doğrusu güzel bir mukabele!
İşte yine sulh zamanında hemen bütün mütemeddin (medeni) milletler deniz topları için de bir inkılâb hazırlamağa başlamışlardı. Bu makalemde ondan bahis etmek istiyorum: Tsuşima (coşima) “Rus – Japon” harbinden sonra – malum olduğu üzere – büyük topların kıymeti yükselmişti. İngilizler bu harpten aldıkları derslere göre bir zırhlı inşa etmişler, o zamana kadar en büyük harp gemisine nihayet dört adet tabiye edilen 305 lik toplardan buna on adet vaz’ etmişlerdi.
Sonraki hal malum; her hükümet, dretnot namı verilen bu zırhı sisteminde harp gemileri inşa etmeğe veya ettirmeğe başladı. 305 liklerin adedi çoğaldı ama buna mukabil zırhlıların da mukavemeti düşünüldü. İlk defa olarak İngilizler 343 milimetrelik bir top imal ettiler. 305 lik bir topun mermisi nihayet 385 kilogramdı, bu yeni büyük topun mermisi 567 kilogram ağırlığını buldu. Bu mermi 5000 yardadan yani tahminen 4500 metreyi mücaviz bir mesafeden 560 milimetrelik çelik levhayı delebiliyordu. Buna mukabil Amerikalılar 356 milimetrelik bir top imal ettiler. Mermisinin ağırlığı 635 kilogramdı. Bu müthiş mermi 9000 metreden delebildiği çelik levhanın kalınlığı 400 milimetreden aşağı değildi. Dokuz kilometrelik bir mesafeden bir kırk santimetrelik çeliği delen, bu ne müthiş şeydi. İşte Avrupa bu günkü korkunç muharebeye başlamadan – zahiren sakin ve asude yaşarken – bu muharebeden belki daha korkunç aletler ibdaiyle uğraşıyordu. Nihayet muvaffak oldu. Bu gün karanın 42 lik havanlarına mukabil denizlerin de 38 lik topları var. Sırasıyla sayalım;
Evvela İngilizler: bu nevadın imal ettikleri topların beher mermisi 885 kilogramdır. Sürat ibtidaiyesi, yani bir saniyede kat ettiği mesafe 760 metredir. On yedi kilometreye kadar endaht edilebilir. İşte 38 santimetrelik topların en mühim meziyeti budur. Şimdiye kadar imal edilen büyük toplardan hiç biri bu mesafeyi bulamamıştı. Demek oluyor ki 38 lik toplarla mücehhez bir zırhlı, kendisini düşman sefinelerinin ateş hattından hariç tutarak karşıya gülle yağdırabilir.
İngiltere bu korkunç toplarla mücehhez olarak on adet dretnot inşa etmek üzeredir. Bunlardan ikisi,” Queen Elizabeth ve HMS Warship Dreadnought” ları 1913 senesi nihayetine doğru denize indirilmiştir. Her biri 28500 tonilato cesametindedir. Altmış bin beygir kuvvetindeki türbin makinaları gemilere 25 mil sürat verebilecektir. Her gemide 38 santimlik sekiz adet top bulunacaktır. Bundan maada 16 adette 15 santimlik ayrıca topları vardır. Toplar o surette tabiye edilmiştir ki sekizi birden bir anda bir tarafa ateş edebilirler. Bu bir ateşde karşıya fırlayacak mermilerin ağırlığı 7442 kilogramdır.
İngilizlerin bu faaliyetine karşı çalışkan Almanlar duruyor mu? Ve bu kabil mi? Asla… Bu gün Alman tezgâhlarında 38 lik toplarla mücehhez olarak inşaya başlanılan üç dretnot vardır. Bunlardan SMS Brandenburg ve SMS Kurfürst Friedrich Wilhem zırhlıları yakında denize inebilecek hale gelmişlerdir.
İtalyanlar da bu tarzda inşa edecekleri gemilerin planlarını tanzim etmişler, işe başlamak üzeredirler: Dört zırhlı, her biri 30000 tonilato olacak, saatte 25 mil kat edecekler, her birinde 8 ve belki 10 adet 38 likler bulunacaktır.
Fransızlar henüz 38 likleri kabul etmiyorlar. Tezgâhlarında inşa edilmekte olan Normandi sistemindeki zırhlılarından her birine 12 adet 34 santimlik top vaz’ edilecektir. Mamafih bunların da bir anda 12 si birden bir tarafa ateş edebilecektir ki bu suretle karşıya fırlayacak çeliklerin ağırlığı 7680 kilogramdan aşağı değildir. Şu var ki 34 lükler 38 liklerin kat ettikleri mesafeye gidemezler.
Avrupa’nın bütün bu faaliyetine mukabil Amerikalıların 40 santimetrelik bir top imal ettikleri görüldü. Bu topun beher mermisi 1075 kilogram, yani bir tonilatodan fazladır. Sürat iptidaiye si 702 metredir. Yirmi kilometrelik bir mesafeye atılabileceği de söyleniyor. Mamafih Amerikalılar inşa etmek üzere oldukları ve inşa edecekleri zırhlılardan hiç birine bu nevi toplardan koymamışlardır. Tezgâhlarındaki en son zırhı “Pennsylvania’dır. Bu dretnot 35 lik on iki top taşıyacak. Bu toplardan on ikisi birden bir tarafa ateş edebilecek ve bir hamlede 7870 kilogramlık mermi fırlatacaktır.
İşte denizde de bir inkılâp arifesindeyiz. Mamafih Almanlar tahtelbahirlerle ahiren kazandıkları muvaffakiyetler, bahriye mütehassıslarından birçoğunu düşündürüyor, eskiden beri tahtelbahirleri müdafiliğiyle şöhret bulanları büsbütün gayrete getiriyor. Onlar diyorlar ki, inşa edilmekte olan zırhlılardan her birinin masrafı üç milyondan aşağı düşmüyor. Buna tahammül edilebilir mi? İşte birkaç bin liraya elde edilebilen tahtelbahirler, iki senelik geceli gündüzlü bir emekle ve ancak milyonlarla vücuda gelen dretnotları bir an içinde batırabiliyor, öyle ise yaşasın tahtelbahirler!
Evet, çok hakları var. Üç milyon lira bir an içinde batabiliyor. Fakat bütün bu muarızlar bir ciheti unutuyorlar. Tahtelbahirler – Almanların bütün âli cesaret ve muvaffakiyetlerine mukabil – yine tecrübe gemiliği sahasından dışarı bir adım atamamışlardır. Çünkü su altında henüz 10 millik sürati geçemediler. Bu günkü zırhlılar, işte 25 mil sürati ferah ferah buluyorlar. Daha da bulacaklardır. Tahtelbahirler pek büyük işe yarar. Bir boğazı zorlayan veyahut gafil gafil keşif için, nöbet için dolaşan gemiler olursa… Binaenaleyh tahtelbahirler mühim ve korkunç birer silah olmakla beraber “zırhlı modasını” henüz sükût ettirecek bir mahiyet alamamışlardır. Ne zaman bir tahtelbahre – daha birçok noksanlarıyla beraber – her şeyden evvel torpido muhripleri gibi 30 mil sürati bulurlarsa o zaman dretnotlara kati bir darbe vurmuş olurlar. Ve elan zırhlılar (yegâne harp adamı) sıfatını muhafaza etmekte devam ederler.
Yekta Bahar.
FRANSIZ ORDUSU
Nereye istinat ediyor?
İlk hamlede Belçika’yı ve müteakiben Fransa’nın Belçika ve Alman hududunu istilâ ediveren Alman ordusunun bu gün Fransız kuvvetleri karşısında ne gibi şerait dahlinde harbe mecbur olduklarını ve Fransızların Alman askerine karşı ne derecede mahkûm kal’eler içerisinde harbe giriştiğini kar’ine göstermek için Fransızların Belçika ve Almanya hududunda ki mevkii müstahkemesiniz mufassılâen tarif edeceğiz. Fransızlar Almanya ile hali harp vuku olursa Alman ordusunun Belçika ve Lüksemburg’dan geçerek Fransa’ya girmeleri ihtimalini nazarı dikkate alarak Fransız ordusundan bir kısım mühimmenin bu hududa tehşidi (şahit) elzem görmüşlerdi. Bu hududun müdafa nükte-i nazarından merkez harekâtı (Lille) şehridir( 1). Bu mevkii (Bondues, Menzan, Barol, Sengen, Saklen, Anglo, Vergolan) ismindeki müstakil istihkâmlarla tahkim edilmiştir. Bundan maada istihkâmatın çevirme hareketine maruz kalmaması için şimal denizinden (arden) e kadri müstehkim bir hatt-ı müdafaa tesis edilmişdir.
Sekarp suyu ile Eeskut nehri arasındaki havali asâkir müstevliye (istila eden) için ziyade sa’b (zor) elmerverdir. Zira bu arazide mevki tiy’ayadan (resim, vigonu, mavernal) ormanlarıyla (sanse) bataklığı mevcuttur.
Bentler vasıtasıyla etrafına su bastırılabilen Filyen ve Müled istihkâmları ve bunlara istinat eden Küde ve Kesnüy mevkii müstehkemesi Eeskut hattı müdafaasını teşkil eder.
(Gereve, Leve, Eryo, Asvan, Serfunten, Burdiyö, Humon) istihkâmlarından mürekkep olan (mobuj) kal’esi ( Samber) nehri hat müdafaasını teşkil eder.(2)
(Ovaz) yahut (Şimey) geçidi (Hirson) (3) ismindeki tevkif tabiyesiyle kapanmıştır.
Bu istikametin de düşmesi ihtimaline karşı arkadan Peron kal’esiyle (Mündüjva, Lanyeskur, Biruiyer, Mevneterol, Liyez, Vandoy, Mayu) kalelerini ,,muhitu lâeven – lâ fersasleyi ,,,, istihkâmatı, ondan sonra da (Rens) müstehkâm ordugâhı vardır. (Ovaz) ve (Moz) nehirleri arasında hudut, ormanlık ve bataklık arazi olduğundan bu mevan’a buralarda müdafi teshil eylediği gibi (rokerva) mevkii müstahkemde bu hattı müdafaa eder.
Monmedi ve Longovi (5) ismindeki küçük istihkâmlarda Muzenhari’nin şarki cihetindeki vadiyi müdafaa ederler.
Arden dağları hudutta istilaya karşı gelecek derecede esaslı bir mani teşkil edemediğinden biraz geriye Jeve, Mezziyer, Sedan (6) Setaney, Verdon mevkii müstahkemesiyle İral, kalesi inşa edilmiştir.
Alman hududuna gelince, Fransızlar muhteşem düşmanlarının kahhar ordularını durdurmak emeliyle bu hududa daha fazla bir ehemmiyet vermişler ve buradaki istihkamatı son derece metin yapmağa gayret etmişlerdir.
İşbu hudutta Moz muvaki müstahkemesi ve bilhassa Lachom, Regre, Doggy, Hudanuble, Belrop, Saint Michell, Bellvill, La Mer, Sander chor, Rojlie, Moul Noble, Tavin, Vuu, Deuxe moun, istihkamatını havi Verdon kalesi vardır. Bu istihkâma arkadan Le Butrie LeFransua istihkâmına istinat ederek ale-d-derecat (sırasıyla) tesis edilmiştir. İş bu mevki müstahkeme Argon arazisinden geçerek arkadan çevrilebilirse de mezkûr arazinin bataklık ve arızalı olması ve Akr, Eunne, Subeppe, sularını geçtikten sonra Biremon, Frasen, Vubetrie, Berrue, Neu Jean, La beşse, Pompunal, Manette, Saint Tierrie istihkâmlarıyla müdafaa edilen ve 64 kilometrelik bir sahayı ihata eden Rens müstahkem ordugâhı bulunması hasebiyle bu cihet müşküldür. Elyevm Alman ordusunun Rens’i zorlaması bu maksada miibtenîdir (kurulu).
Moz nehri sahilinde bulunan hattın aksayı cenubinde Loren cihetinin merkez müdafaası Nancy ve Toul şehirleridir. Toul şehri Le say, Eucrue, De Mujermoin, Penny, La Blanchcut istihkâmları ve Blenua tabiyesiyle tahkim olunmuştur.
Mourette ve Moujel arasındaki vadiyi Furiar istihkâmı müdafaa eder ki, bu mevki Toul ile Nancy arasındadır.
Saint Michelle ile Chominercy arasında da Liuville, Canne de Rumen, Zirvanvill, Jevy istihkâmadır ale-t-tedric (azar azar) inşa edilmiştir.
Bu hattı müdafaa Moselle nehri ile Modun nehrinin noktayi iltisakında (birleşim) kâin Kut Saint Barb istihkâmı ve Nancy’nin şarkında kâin Maunonville istihkâmıyla tahkim edilmiştir.
Toul ve Epinal şehirleri arasındaki vadi vaziyeti arzıyesi itibarıyle bir düşman askerinin adeta iştihayı istilasını tahrik eder. Bu derece kolay geçilebilir. İşte bu vadiyi geçmek isteyen askeri müstevli Burlemoun istihkâmıyla müdafaa edilen Neuvechato mevkiine karşı gelecektir ki; Burada mevcut bulunan yol, şose, şimendifer hattı gibi vesaiti nakliye ve teshiliyenin (silahlandırma) çokluğundan dolayı gayet az bir zamanda kaliteli miktarda Fransız askerinin tahşidi (birikim) pek kolaydır. Bu kasabanın nüfusu 4500 kadar olduğu halde altı tane şimendifer hattı vasıl olmaktadır.
Fransız ordusu burada da mağlup olursa Paris’e kadar tepeler ve vadiler gibi mani tabiiyeden başka hattı müstakim yoksa da Paris şehri hakikaten dünyanın en kavi kalelerinden biri olarak ve büyük emek sarfı ile inşa edildiğinden Fransa’nın müdafaası noktayı nazarından en büyük vazifeyi ifaya namzettir. Fransa ordusu çekilecek olursa asakiri müstevliyeden bir kısım mühemmi Paris’i muhasaraya mecbur olacak ve mutlaka kısmıyla Fransız bakiyyet-üs-süyûfi (kılıçtan kurtulanlar) tecrübeyi tali etmek kabil olacaktır.
1870 muharebesinden evvel mevcut olan eski istihkâmlardan maada Paris, mihveri (eksen) 40 kilometrelik bir kıtayı nakıs teşkil eden ve sahayı tahribi 13 kilometreye varan bir mecmuayı istihkâma ile muhattır. Paris istihkâmlarının başlıcaları şunlardır:
Churmei, Mounlinon, De Muan, Moonmorais, Equan, Seten, Voujour, Sheal, Voblei, Champany, Sousy, Bleunvssen George, Palareu, Veriye, Shaten, Houtbreeyer, Vilra, Houbouk, Saintsir, Marly istihkâmlarıdır.
Belfur – balon de alsas ve Lamon dağları arasında otuz kilometre genişliğinde bir geçit olan Belfur her zaman için Fransa’yı istila eden asakire tabii bir kapı olduğundan dolayı son derece tahkim edilmiştir. Şimalde: jiromanlı, ortada; herifur, cenupta Purentrovi istihkâmadır mevcut olduğu gibi buranın müdafaasına ait bilcümle muvakinin merkezi ve en mühimi Bafur kalesidir. İş bu kalenin tarzı tahkimi son sistem ve pek mükemmel olup Justis ve Meeyot ismindeki eski kalelerden maada:
Jiromanlı, Moonsalier, Moonbar, La Chou La Moon, La Rouch, Bellvue, Aşağı Peruch, yukarı Peruch, Bousmon, Foub, Bousmanfur, Vauxzua, Buvadoux, istihkâmlarından terekküb eder.
Bütün bu hududu müdafaanın yeni ve mükemmel toplarla ve dünyanın en muntazam ordusu olan Alman ordusundan sonra ikinci gelen Fransız ordusu tarafından müdafaa edildiği ve hal böyle iken yine bir kısım mühimmenin Almanların eline geçtiği düşünülürse, hem Almanların dereceyi kuvvet ve minneti hem de bugün pek ahenin devam eden Fransız – Alman harbinin uzamasının sebebi anlaşılır.
( 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8 ) İş bu mevki elyevm Almanların tahtı işgalindedir.
(9) Almanların tahtı işgalindedir.
MÜTERCİM: Ayşe Önem Aydoğar
BİR ALMAN GENERALİN MÜLAKATI
Figaro gazetesi bir alman generalin bir Fransız kadını ile icra ettiği şayan-ı dikkat bir mülakatı bir vech-i ati neşr ediyoruz:
Paris tıp darülfünunu profesörlerinden lubenin validesi giran moren civarında bir kasabada ikamet etmektedir. Ahiren alman orduları mahalli mezkurden çıktıkları zaman alman generallerinden biri muma-ileyh-in(adı geçenin) validesi madam “dölibe“ ile şu yolda bir mülakat icra etmiştir:
General—-madam, bir alman kadını olsanız—olacağınıza da şüphe yoktur—-ordularımın kapınızın önünden geçtiklerini kemal-i fecr ve gururla yâd edeceksiniz, zaten bu hatırayı havi(ihtiva eden) bir levha yaptırıp buraya asacağım.
Madam dölibe— fakat siz benim alman kadını olacağıma ne suretle ihtimal vermek istiyorsunuz? Ben Fransız doğdum, Fransız olarak ölmek istiyorum.
—Madam, emin olunuz ki bu olmuş bitmiş bir iştir. Kendinizi katiyen müdafaa edemezsiniz. Evet, bilirim dostunuz olan Rus ve İngilizlerin sizi duçar olduğunuz şu felaketten kurtarabileceklerini ümit ediyorsunuz. İngilizlerin denizde kuvvetli olduklarını itiraf ederim, fakat karada zerre kadar ehemmiyetleri yoktur. Diğer dost ve müttefikiniz olan Ruslara gelince, ah onlar henüz bir ordunun ne olduğunu bile bilmezler.
Fakat general, onlar on seneden beri pek terakki (yükselme) ettiler. Hatta galiba çalabildiklerine dair de bize teminat-ı katiyye verdiler. Rus ordusu adeta daha çoktur. Kazakların son derece cengâver olduklarını beyan ediyorlar.
—Evet, doğrudur. Fakat sizi temin ederim ki Rusya’nın muntazam hiçbir ordusu yoktur.
Fransızlara gelince: ne yapalım onların da uruk-u (ırk) bitmiş ahlaksızlık, ezvak-ı maddiye(maddi zevkler) onların mevcudiyeti maneviyyelerini adeta tefessüh ettirmiş(dağıtmış/bitirmiş). Meşhur bir doktorun validesi olduğunuz için bu hakikati bilmelisiniz. Her ne olursa olsun Fransızların işi bitmiştir. Biz bundan sonra onlara hakiki sa’y (çaba) ve gayretin neden ibaret olduğunu göstereceğiz, ihtimal aldıkları bu dersten gördükleri bu acı tecrübeden mütenebbih (aklını başına toplamak) olurlar, bundan böyle başka bir hayata geçerler.
—Fakat general, bizde bazı defa muvaffak olduk.
—Hayır, katiyyen, madam. Şimdiye kadar Fransız ordusu hiç bir muvaffakiyete nail olmamıştır.
—Sizden bir sancak aldık, İnvalid onu teşhir ettiler, Paris den gelenler daha başka muvaffakiyetlerden bahsediyorlar.
—Fransız ordusunun bizden bir bayrak aldığını kimden işittiniz?
—Gazetelerde okudum.
—Yalandır, madam katiyyen yalandır. Sizin gazeteler efkar-ı umumiyyeyi iğfal için daima yalan havadis neşr ediyorlar. Ben her sabah onları okurum, doğru bir kelimeye bile tesadüf edilemez. Şimdiye kadar katiyyen, hiçbir muvaffakiyete nail olamadınız ve olamayacağınıza da kanaat hâsıl edebilirsiniz. Bil ahire inkisar-ı hayalle düçar olmamak için şimdiden fikrinizi mağlubiyetin felaketine alıştırınız. Fransız toprağına girmiş olan alman ordusu Paris’i iştigal etmedikçe geri dönemez. En büyük generallerden adeta neferlere varıncaya kadar hepimizde buna yemin ettik. Evet! Paris’in 1870 de olduğu gibi sühuletle (kolaylıkla) işgal edilemeyeceğini biz pek ala biliriz, fakat alman ordusu 1914 de Paris’i nihayet işgal edebilmek iktidar ve kuvvetini haiz olduğunu müttefiklerinize ve çar-ı aktar-ı cihana (cihanın dört bir yanı) bildirecektir.
Ordumuzdaki intizamı, askerlerimizin, zabıtanın tarz-ı teblisleri elbette nazar-ı dikkattinizi celp etti. Hayran kaldınız, fakat hakikati itiraf etmek istemiyorsunuz.
—Fi-el’hakika askerinizin savletine(hücumuna), tarz-ı teblisine beygirlerinizin güzelliğine hiç diyecek yok. Elinde eldiven olmayan hiçbir zabite tesadüf etmedim. Fakat Fransız ordusunda dahi aynı nizam ve intizam hükm-fermadır
—Olabilir, madam, fakat her şeyden evvel askerin kuvve-i maneviyyesi, vatana karşı olan hissiyat-ı sadakati nazar-ı dikkate alınır, bu hususta bir alman askeri ile bir Fransız askeri arasında pek çok fark vardır. Mevcudiyeti milliyemizin i’tilası(yükselmesi) için kırk üç sene mütamadiyyen, geceli, gündüzlü çalıştık. Fransızlar karnaval ve makaron şenlikleri için aylarca hazırlık gördükleri zaman biz ötede hayat-ı müstakbelimizin te’mini zımnında(için/dolayısıyla) sarf-ı zihin(akıl sarf etmek) ediyorduk. Fransızlar istihalat-ı maddiye (maddi değişimler) ve edilerinde kendileri için varta-i felaketi( içinden çıkılması güç felaket) kazandıkları zaman, almanlar tecelliyat-ı maneviyye ve milliye sahnelerinde mevcudiyet-i müstakbelinin vesaiti teminiyyesini ihzar etmekle iştigal ediyorlardı. İşte semere (netice) meydanda, avdette tekrar görüşürüz. Allaha ısmarladık madam!
MÜTERCİM: SERPİL BİRGÜN
Temaşa tenkidi
YARIM TÜRKLER
Muharir; Akagündüz
Garp sevdasının bizim alemimizde bazı gülünç tesirleri var. Bazı adamlar var ki Avrupayı uzaktan görüyorlar. Avrupa medeniyetinin şaşaası ile gözleri kamaşarak derhal ona temessül (benzeme) etmek istiyorlar. Fakat mateessüf haiz oldukları tahsil ve terbiyenin ademi kifayetiyle vakar ve şanını temsil edemeyince, iş yalnız taklide münhasır kalıyor, fikirsiz, gayesiz birer kukladan ibaret kalıyorlar. İşte Akagündüz bu rastaların (doğruların), bu rastalığın bizim Türklük âlemimizdeki tahribatını şimdiye kadar müelleflerimizde pek nadir gördüğüm bir suhuleti tertib ile sahneye nakil ediyor. Süheyl yeni turan fırkası reisasından Cemil’in zevcesidir. Frenk ünvanını taşıyan bir paşanın hafidesi (torunu) ve bir kere nasrâniyeti kabul etmiş ve sonra tekrar islamiyete – ruhen değil – avdet eylemiş bir adamla rum bir valideden doğmuş olan Süheyla ile türk a-nasrının terakki ve tekamülüne hasrı gaye etmiş, bu gayeyi zaten mütehallik olduğu fazilet hisleri ile kazanmış, kendisine bir tabiatı asliye bapmış olduğu bir ciddiyetle milliyetini seven, onu müdafaa eden Cemilin müşterek hayatlarını sizde düşünürsüniz ki bir cehennem hayatıdır. Süheyla kadınlığın, zevcelik ve validelik, çünkü bu bedbaht ailenin birde çocukları var – ve bunların haricinde bir takım vezaifi olduğundan haberdar değil. O sade kadını, süs ve eğlenceden ibaret zan ediyor. Diğer taraftan sade zayıf ve hasta olan Cemil karısının üzerinde kati bir nüfûs tesis edemiyor. Çok iyi; çok sade, mütehammil (tahammül eden) olan Cemil haricde temin etdiği muvaffakiyete rağmen evinin içinde bir çocuk kadar ehemmiyetden mahrum. Cemil bunları anladığı halde zayıf bir adam olduğu için zevcesi üzerindeki hakkını ancak yalvararak isteyebiliyor ve dediğim gibi Süheyla’nın görenin ibtilasını (tiryakilik) tatmin edecek bir teselliye malik olmasına rağmen bu aile ihtilâflar içinde bir cehennem hayatı yaşıyor. Cehennem hayatı; çünkü Cemil Süheyla’yı her şeyin fevkinde seviyor fakat Süheyla Cemil’den nefret ediyor. Onu anlayamıyor. Daha doğrusu istiyor ki Cemil onun anlaşılmaz “mana” larını anlasın. İş bu kadarla da kalmıyor. Süheyla kocasını sevmediği gibi kendi akrabasından ve tabiî ki kendisi gibi bir rasta olan bir doktoru seviyor. Hayır sevmiyor, izzet nefsini cerihadar eden kocansının ailesinden bir intikam almak arzusu ile bu doktora kendini vermek istiyor. Doktorun da Süheylâ’yı sevdiği yok; yanında tıpkı kendi gibi beyinsiz fakat güzel, iştiha verir bir genç kadın var, kocasını sevmediğini ifşa ediyor. Onunla gezmekten yalnız kalmaktan hoşlanıyor. Hatta doktor bu vaziyetten istifade etmeye acele bile etmiyor. Geri çekilmek, geri dönmek için nefsiyle mücadele bile etdiği anlaşılıyor. O kadar ki bütün avanslar Süheylâ’dan geliyor. Doğrusu aranırsa bu doktor karaktersiz bir adam. Harekâtını idare eden kuvvetin ne olduğu malum değil. Onda gayri ihtiyari olarak vukuat hayatiyenin önüne atılarak giden adamlar daki neşe ve lakaydi bile yok. Meyus bir adam. Mamafih ne olursa olsun Süheylâ şimdilik bu mahlûkattan hoşlanıyor, bu garip ve mütevazı mevcudiyeti, ötekine, parlak bir şahsiyet olmadığı halde yine hayatında zaferler temin eden, yine bir kahraman olan kocasına tercih ediyor. Elbette bir kahraman. Bir memlekette bir cereyan, hususiyle faydalı bir cereyan temin eden ve bunun başına geçerek hayatı siyasiyede büyük bir rol oynayan bir adam elbette bir kahramandır. Fakat bütün kahramanlar gibi bununda büyük bir zaafı var. Karısını çok seviyor. Zaten bu adamın kanaatinde, mesleğinde ailenin kutsiyeti vardır. Fakat zevcesini ne kadar zaafla seviyor. Karısını doktorla çiçek ta’ati ederken gördüğü zaman her şeyi koparacak, her şeyi parçalayacak zannediyor. Herkes de öteden biri hasıl olan şüpheleri çirkin bir hakikate inkilâb ettiren bu vaka ona henüz yeni bir şüphe zuhuru veriyor. Eniştesi Saffet’le aralarında geçen nefis bir mükâleme Cemil’in bu hususta zaafını gösteriyor.
Saffet ona: – Oraya bir şartla gidebilirsin; diyor.. Onları hemen öldürebilecek misin?
Bu küçük suale ne acı, ne elem bir tereddüt cevap veriyor. Fakat hayır, belki bu adam rezalet çıkarmaktan, ismini ailesinin namusunu kirletmemek istiyor, belki son bir tecrübe yapmak için karısıyla hususi bir anlaşma istiyor. Belki son derece tahmmülüne vasıl olan, yemek yemek için sofraya oturmaktan karısını men’ eden Cemil artık zaafla davranmayacak, izahat isteyecek; son sözünü söyleyecektir. Belki artık izzeti nefsini, namusunu ailesini ocağını bütün huşûnetiyle (haşin), erkekliğiyle müdafaa edecek, memleketini nazariyelerini prensiplerini sahneyi siyasiyetde nasıl müdafaa ediyorsa bunları karısının karşısında öyle kahramanca müdafaa edecek. Fakat ma’teessüf, hayır, zayıf adam bunları yapamıyor. Bağıracağı yerde yalvarıyor, nihayet zayıf adamların yaptığı gibi ona elini kaldırıyor. Anlıyoruz ki metin bir vatandaş olan Cemil zevcesinin esiri aşıkıdır. Ne kendini, ne ocağını, ne namusunu müdafaa eyleyebilecektir. Bereket versin ki onun samimi, âteşin bir müdâfai var. Bütün manasıyla bir yeni turan kadını olan Cemil’in hemşiresi kendisine ruhen yabancı, hatta hasım kalan Süheylâ’nın doktora vaad ettiği randevuyu bir paravan arkasından duyuyor. Eserin bu en güzel sahnesinde Süheylâ doktora o akşam onu odasında kabul edeceğini söylüyor. Süheylâ bu sukûta onu şok eden şeylerin neler olduğunu söylüyor. Kocasının Türklük ibtilâsı, yengesinin istihfâfları(ehemmiyetsiz), ailesine karşı gösterilen tezyîfler (değersiz göstermeler). Görüyorsunuz ki bu sükûtun esbabında ne manasız şeyler var. Burada Sühaylâ doktora “seni sevdiğim için senin oluyorum” demiyor. Onları sevmediği için sükûta karar veriyor. Ortada mukavemetsiz bir aşk yok. Onun için her şeyin yoluna gireceğine kanaatim var. Süheylâ’nın şimdiye kadar bir aşkı yoktu. İstiyor, fakat ahlâk, aile evvelâ buna ma’ni olacak, ve saadeti yerine getirecekti. Bu noktaya kadar zannediyordum ki bütün nakayıs ahlâkıyesine rağmen yine mağrur olan Süheylâ kendisini o cansız, şahsiyetsiz doktora vermeyecektir. Mutlaka son noktada öyle bir hadise vuku bulacak ki Süheylâ kendini affa hazır olan kocasına ister istemez avdet edecek. Bunun böyle olması için de müellif gayet güzel bir sebep tehiyye etmiş. Fakat istifade etmeyerek eserin sonunda bir ek gibi kalan bir neticeyi bimâna vermiştir. Yine bu eserin en güzel meclislerinden birinde Saffet bey doktora o akşam saat onda Süheylâ’nın odasında hazırlanan rezaletden haberdar olduklarını ve bundan vaz geçmelerini Süheylâ’yı Cemil’den ayırıp kendisine nikâh etmek vaadiyle teklif ettikleri zaman doktor anlaşılmaz bir hissetmezlikle inkârda devam ederek Süheylâ’yı asla zevceliğe kabul edemeyeceğini beyan ediyor. Bu güzel komedyanın en mantıki ve en mesud bir neticeye iktirân (yaklaşmak) etmesi için bundan güzel bir vesile olurmuydu? Doktorun bu itirafını o esnada aynı odada pederiyle bezik yapan Süheylâ işitmeli ve zaten bu evde ne bir akraba ne de bir tabib sıfatıyla hak kararı olmayan adamı geldiği yere göndermeli idi. Filhakika doktor da bu ailenin daireyi samimiyetine girecek bir sıfatı yok. Bir süt kardeş sıfatıyla girmiş ise bir süt hemşire ile aşıkdaşlık etmekdeki ahlâksızlığı pek gayri tabii olduğu gibi Cemil’in tabib müdavisi olmasını da yine mantıksızlığın en sonu telakki ederim. Çünkü evvela doktordan nefret ediyor, onu evinde bile görmek istemiyor. Karısıyla münasebette bulunduğundan şüphe ediyor. Nasıl kendi hayatını ona teslim ediyor? Yine bütün bunlar Süheylâ’nın Cemil’e rücûuna mani olamazdı.
Bu noktaya kadar muhterem Akagündüz’ün eserini pek seviyorum. Tertibdeki suhulet, tabi’ilik, tabâyi eşahası tasvirdeki maharet, makalelerdeki ciddiyet ve doğruluk, mevzuun intihabında ki yenilik ve bu yenilikde ki itidal cidden şayanı tebriktir. Fakat üçüncü perdede muharrir yolunu şaşırıyor, tamamiyle kaybediyor. Cemil gibi düşünen bir adamla Süheylâ gibi düşünemeyen bir kadın arasında hayatın gayri kabil olduğuna kâni olan bir muharrir için bile bu netice çok gaddar ve çok mazlumdur. Bir kere bu perdede Akagündüz de tiyatro muharrirliği kudretini bulamıyoruz. Sonra perde açılır açılmaz doktorun elbisesini tekrar giymesi bizi çirkin ve müstekreh iğrenç bir manzara karşısında bulunduruyor. Bizi iki saatten beri hissiyata ilişdiren bir müellif bize böyle galiz bir manzara vermemeli idi. Hususiyle şimdiye kadar na tamam kalan bu sukûtun bu şekilde tamam olması niçin? Daha sonra Cemil’in tecennün (delirme) etmesi lazımıydı? Vaziyeti soğukkanlılıkla tetkik etseydi daha mı fena olurdu? Bilakis, çünkü haksız ve zülümkâr bir iş yapmış olmazdı. Bilakis Cemil masum bir yavruyu, kendi yavrusunu yakmış olmazdı. Bu yangın çok elim, çok haksız, çok lüzumsuz bir şeydi. Piyesin tarzı temsili gibi tarzı tahriri de şayanı memnuniyet idi. Yalnız Eliza hanımın Süheylâ rolünde daha hafif meşrep, Kanâr hanımın da yeni turanın kadını rolünde daha sade ve daha vakur olmasını isterdim. Nureddin Bey pek iyi bir nevorsteni hastası idi. Yalnız heyecanlı zamanlarında ellerini cebinde tutuyordu. Ellerini sakin adamlar ceplerinde tutarlar. Fehim efendi ihtiyar sefir rolünü pek güzel yaptığı gibi Eznif hanım da hizmetçi vazifesinde küçük rollerin büyük artistleri inkâr edemeyeceğini isbat etdi. Doktor olan Dülgeryan efendiye gelince tatsızlıkta asıl doktoru fersah fersah geçmişti….
Müfid Ratib
MÜTERCİM: Ayşe Önem Aydoğar
Zübde i vekayi
(vakaların özeti)
Son hafta
Cenk umuminin garp sahnesi bir sükûnu arzı ile sakin. Almanlar, Anvers muzafferiyetinden almış oldukları yorgunluğu Belçika – İngiliz kuvveyi müttehide sinin bakiyyet-üs-süyûf’unu (kılıçtan kurtulanlar) takip ile tezyit ettiklerinden midir nedir? Asıl neticeyi katiyeyi ihzar etmesi tabii olan cepheyi harpte kendilerine has olan şiddet ve savleti henüz gösteremediler. Fakat buna mukabil Anvers’i kazanmak ve oradan firar eden askerleri Fransızlar ile birleşemeyecek kadar süratle takip etmek neticesinde bütün saf harpteki mevkilerini pek kavi bir surette tahkim ettiler.
Bu güne kadar çelik kalelere hücum ve savlet eyleyen Alman askerlerinin her ne kadar kalpleri çelik metanetine haiz olsa bile düşünmeli ki vücutları yine, bildiğimiz teşkilatı uzviyetten, etten, kemikten ve sinirden başka bir maddeden yaratılmış değildir. Bunlar da beşerdir. Binaenaleyh istirahate ihtiyaçları inkâr edilemez. Bu güne kadar pek büyük gayretler ibraz ederek kazandıkları harplerin vermiş olduğu yorgunluğa bu günkü kış havalarının tesiratı da inzimam edecek olur ise arada geçen şu devri sükûnun neye atıf olunacağı kolayca anlaşılabilir.
Nitekim aynı ordu şark safhasında nispeten daha küçük kuvvetler ile bir dakika faaliyetten kalmıyor ve bugün Lehistan kadimin payitahtı önünde Rusları harpten içtinap ettirecek bir vaziyeti hâkime ile tehdit ediyor. Bu faal ordunun Galiçya’dan Rusları tarda başlayan Avusturya ordusuyla birleştiği gün şark sahneyi harbinin de neticeyi katiyeyi tasvir edecek en mühim bir perdesi açılmış olacaktır.
İ’tilaf-ı müsellese (üçlü anlaşma) Balkanlar da çevirmek istediği entrikalar Türkiye’nin vaz’ muhib ve vakuru karşısında bi tesir kalmakta devam ediyor. Türkiye adeta vahşetin medeniyete galebesini men’e memur bir jandarma vaz’ ve mevkiinde bulunuyor ki bu taraftan medeniyet ile vahşetin masarası (savaş meydanı) diğer taraftan pür gayz ve kin, bir intikam ile sükûn-pezir (sakin) bir histen işbu vahşete yardımını kayıt eden müverrihlerin (tarihçi) yazacağı kanlı sahaifi tarihiye arasında Türkiye için yazılacak satırların hatvet-i zerrin ile menkuş (altın işleme) olacağında hiçbir mütefekkirin şüphesi yoktur.
Zavallı Türkiye’nin bu harbi umumide oynadığı şu jandarmalık rolünün bi-hakkın kıymetini takdir edebilmek için bir kere iki sene evvelki hale irca-i nazar (geri bakış) etmemiz lazım gelir.
O zaman görülür ki Türkiye namussuz eller elinde medeniyetten hiç nasibi olmayan vahşi düşmanlar ile giriştiği bir muharebeden bütün münabi (kaynak) kuvvetini yeniden toplamak mecburiyet katiyesinde olarak çıkıyor. Muhafazayı mevcudiyet için her ne yapmak lazım ise ona henüz teşebbüs etmiş bir halde bulunuyor. Bu teşebbüsatın müspet bir neticeye iktiranı (yaklaşma) için hiç şüphe yok ki medid (uzun) bir devreyi sükûn ve sulha ihtiyacı var idi. Memleketin sülüsünü (üçte bir) kayıp etmiş, yarım milyon öz evladını bugün bile üzerinde düşmanı ka