DONANMA MECMUASI 84/36 – 8,Mart,1915
DONANMA MECMUASI 84 / 8,MART,1915
Numara: 84/36 – 21,Rebî-ül-âhır,1333 – 23,Şubat,1330 – 8,Mart,1915 – pazartesi.
Kabe-i ravza hürmetine: kabe-ül İslam pişgahında cemaat-ı kübrâ
Ya rabbi kabe-i ravza hürmetine Müslümanları mansur eyle.
. . . . . . . . . . .
Kahraman Mehmet çavuş
<<cihan titrer sebat-ı payı erbabı metanetten.>>
Çanakkale boğazını neticesiz bombardıman eden düşman Seddülbahir ve Kumkale civarını silahı Osmaniyeden hâlî sanmış olacak ki: oralara asker çıkarmağa çalışmış; Fakat her iki noktada yüze yakın telef vererek hasarane kayıklarına kaçışmışlardır. Topraklarını müdafaa eden bizim aslanlar arasında Mehmet Çavuş isminde bir yiğit bu müsademede birkaç yerinden yaralandığı halde yerde sürünerek takımını idare etmiş. Elindeki silahı fert-i istimalden dolayı bozulunca: Düşmanı, taşla kovalamıştır. En büyük silah zaten sebattır. Mutmainimiz ki bu eseri şecaat bizce çok emsal bulacaktır. Yaşasın kahraman müdafilerimiz. . .
BOĞAZ ÖNÜNDE
Düşman Çanakkale boğazını bombardıman ediyor. Cihanın gözü dört açılmış. Dört tarafına akurane (kuduzca) saldıran düşmanın bu son harekâtı mezbuhanesine bakıyor. Her şeyden evvel payitahta karşı hücum vaki olduğu cihetle ahaliyi beldede boğaz hücumlarını, pek tabii bir dikkatle soruyor.
İhtiyarsız sualler:
_ geçer mi, geçemez mi?
Bu sualleri soranları kimse ta’yib (ayıplama) etmez. Çünkü müstahkem bir boğazı geçmek de geçmemek de ikisi de varidi hatırdır. Onun içindir ki bizce düşmanın ne bu Çanakkale boğazını zorlayıp geçmesinde, ne de zaten muntazır olduğu üzere o seddi ahenine kafasını vurup çarpmasında bir ehemmiyet vardır. Dünyada kabili teshir (istila) olmayan bir mevkii müstahkem yoktur. O ahmaklar da hayatı bahasına Marmara’nın o sakin suları üzerinde bir iki gemi yürütebilirler. Evvela fennen sabit olduğu üzere bir boğazı geçtikten sonra öyle tehlikeler karşısında kalır ki, boğaz önünde batmağı cana minnet bilir.
Saniyen gelse ne olur? İşte orada duruyoruz. Çünkü hiçbir şey olmaz da ondan. Çünkü giriştiğimiz harptir. Hem öyle bir harp ki, ya hayat ya memat. Kahbe düşmanlar da son dakikalarını idrak ediyorlar. Onlar da öyle yapıyorlar. Demek iş top oyunu değil. Can bahasına ateş oyunu. Artık buna karşı yapılacak şey girer mi, giremez mi suretinde münakaşa değil, her ihtimale karşı hazırlanmaktır. Nitekim bu millet de onu yapıyor.
Bizce bombardımandan ziyade milletin azim ve kararı şayanı dikkattir. Zaten geçilmeyecek olan bu boğazın bombardımanı ne netice verirse versin yaşamağa azim etmiş olan bir milletin karşısında hiçtir. Hiç olmalıdır. Biz Çanakkale bombardımanı hakkında her ne zaman bir fıkra okusak, bir menkıbeyi kahramana ne ile tezyin ettiğini görür, bilâ ihtiyar, azmi millinin toplar, mitralyözler, dretnotlardan daha harika nema olduğunu tastik ederiz. İşte bu kanaat saikasıyla bu makaleyi yazıyoruz. İstiklali vatan namına top atışına göğsünü açan bir millet yaşar. Ölür, fakat öldürür.
Harp menâkıbı (hikâye) uzaktan işitilecek bir âlem değildir. Böyle itikat edenler yalnız yanılmakla kalmazlar. Hatalarını ahiren zayıf kalbine sebep olacak surette teşmil ederler ki burasını kabul etmek hiçbir vatan perverin karı değildir. Geçen gün söylediğimiz veçhe ile yaşamağa azim eden bir millet, hayat ve istiklalini bir iki mevkii müstahkeme değil, imanından iktisabı feyz eden kılıcına bağlar. Demek asıl olan azim ve imandır. Biz, bu kararımızı fiiliyat ile cihana karşı ispat ettikçe bin zırhlıya karşı selâhan olmaktan korkmayız.
Donanma
İttihadı İslam: mahamil-i şerifin sa’y ve tavafı.
İSTİKLALİ OSMANİ BAHSİ
Murad bey efendiye cevabımız. Mecmuanın 82/34 numaralı nüshasında iltifatkârane bir mektup üstadaneleri intişar etti. Zirine (aşağı) mecmua tarafından yazılan birkaç satırda tekrar olunduğu üzere; Mütalaatı âliyelerinin birçok cihetine donanma mecmuası heyeti tahririyesi iştirak edemediği cihetle lüzum gelen cevabın tahriri de acizlerine havale olundu. İdarenin bu emrini; İştiraki fikir ve nazarı hasebiyle kabul ettim. Eyyamı buhran siyasiyatı; Zatı âlileriyle şakirdinizi (öğrenci) birçok defa karşı karşıya getirmişti. Seneler geçip efkâra bil nasibe sükût kaldığı, farkı içtihat; Bir zamanlar olduğu gibi fitneler, veluleler icat etmediği şöyle bir zamanda üstat ile şakirdin bir bahsi ilmi etrafında buluşmaları mesut bir hadise değil midir? “1”
Bahsi aksi cihetten nazar etmek muvafık ise evvela imzayı âliyenizi ele alalım. Biz “Türklük” kelimesinin “Osmanlılık” lafzını gördüğümüz zaman bir şey anlamıyoruz. Çünkü en basit bir nazar ile Türklük medeniyetiyle, ihtişamıyla, mazisiyle, lisanıyla büyük bir millete ait bir kelimedir. Osmanlılık ise hiçbir zaman bir milliyet ifade edemez. Osmanlı kuvanini (dinamik) olabilir. Eğer Osmanlılık o kavaide (kaideler) riayet eden halkın küllüne matuf ise Türklük kelimesini kullanmak zaid olur. Bu devletin ismi Osmanlı olabilir. Fakat manası milliyet olmamak şartıyla. Milliyetin şeraiti ne ise onu Osmanlı kelimesinde bulabilir misiniz? Sıfat-ı tabiatı ifade eden bir kelime manayı milliyeti müfid (yararlı) olmak yeni bir kaide ise bid’at-i seyyie (fena yenilik) bu andan addolunsa layıktır.
İstiklali Osmani gününü bulmak mahaldir, buyurulur. Bu hususta hakkınız aşikardır. Çünkü siz; Yevmi istiklali saltanatı Selçukiyenin yevmi inkızâzında (iniş) arıyorsunuz. Onu bulmak mahal; bir iki şehr-yâr (hükümdar) yed bahtı nöbet ile Gazan Han elinde baziçe istiklal olduğundan eğer o tarihe binayı mütalaat edersek bittabi yevmi istiklali bulamayız. Çünkü 699 kabul olunsa 700 tarihli meskûkât (madeni para) Selçukiye ye tesadüf olunuyor.
Onun için kendisine malum sınıfını izafe buyurduğunuz 699 tarihi de kati değildir. O kadar ki zatı üstadaneleri bile tarihi umumideki istiklale ait mütalaatı son eseri nefisinizde kabul etmiyorsunuz. Efendimiz de pek güzel bilirsiniz ki bugün tarihin ruhu vesaiktir. Gerek vesaiki tahririye, gerek âbidâtı ruh tarihtir. Nazariyat ve faraziyat ve bunun üzerine yürütülen muhakemat; El farz itibarıyla parlak olsa da fennen ufak bir kıymeti bile yoktur. İstiklali Osmani gününün tayini hakkında erbabı tetebbu mecmua ile neşriyatta bulundukları, mahiyeti mesele gereği gibi tavzih etmekte olduğu cihetle bu bahis üzerinde çokça ısrar etmeyeceğim.
Aslımıza takrib iddiasıyla Osmanlılıktan tecrid ediliyormuş. Murad Bey Efendi! Lütfen bir defa aslımızı ta’yin (ayırma) edelim. Asıl teayyin ettikten sonra o, lübb-i milliyenin eşkali muhtelifesini tahlil eyleyelim. Sonra Osmanlılık ne demektir orasına bakalım. Bu devletin temelini Türkler kurdu. Demek Türklük asıldır. Osmanlılık sıfatı tabiyat olduğuna göre burada gelip tesisi saltanat eden Türklere nasıl izafe oluna bilir?
Bir saltanatı İslamiyenin mebdei (evvel) teessüs itibariyle verilen bu hükme sakın ittihadı İslam bahsini karıştırmayınız. İslam’ın ittihadı bir emiri dinidir. Fakat ortada bir de gayri kabili inkar vicdanı milli vardır. Medarı iftirak (ayrılık) olan cihet; Asabiyeti kavmiyenin mani ittihad olması noktasındadır. Yine bahse gelelim. En sakat tabiriyle diyarı Rum’a gelen biz Türkler Osmanlılık namıyla yeni bir medeniyet mi icad etmişiz? Yoksa akvamı mağlubeye hukuku hürriyelerini bahş ederek ibrazı atıfet mi eylemişiz? Bu vasının tavzihini (açıklama) rica ederim. Eğer Osmanlı denilebilecek bir milleti muttehide varsa onun nukatı mümeyyizesi nedir? Lütfen izah buyurunuz. Lisanı İsa akvamı saire ona bigane. Hemen hepsi muhtelif havalarıyla demsaz (dost). Edebiyat ise. . . . O acıklı bahsi kapayalım. Tarihte iştirak yok. Yalnız vazife mukabilinde bir hak, hak mukabilinde bir vazife itibariyle birleşmiş, yerleşmiş kitleler var. Buna sicili devlette Osmanlılık denilebilir. Çünkü devlet, tebaa itibariyle düşünür. Fakat siz nasıl düşüneceksiniz.
Şakırdiniz esma-yı hassenin tebdili taraftarı değilim. Fakat Fatihine nispet Eceabat var iken neden Maydos diyelim? Hak fethi de inkar etmezsiniz ya. .
Bilmem neden bahş edilen hukuku siyasiye ile medeniyeti milliyeyi yekdiğerine karıştırmaktan mahzûz oluyorsunuz. İstanbul’a biz bu namı vermişiz! Fatih hazretleri Rum patriğine asa ihsan buyurmuş. Bunlar bir milleti galebenin melel mağlubeye merdane atalarıdır. Bu atanın ise milliyete tesirini muhakeme etmek istiyorsanız, bu günkü kozmopolitliği göstermek kifayet eder. Yine düşününüz ki Türkler de temsil değil timsal hassası ziyadedir. O kadar ki Tebrizli Pir Hasan Can’ın oğlu Mevlana Saadettin “Etrak bi idrak” tabirini kullanmaktan çekinmez.
Fatih’in verdiği asayı taşıyan Rum patriği değil midir ki, devri Mahmud Han Sani’de idam olundu. İleri gitmeyelim. Mora isyandan başlayarak Balkan hükümetinin tarihçeyi teşkilini düşünelim. Nasyonalizm cereyanını tetkik eyleyelim. İşte o zaman Murad Bey Efendi âli cenabın idareyi devlet ve ruh siyasetteki manası, ufak bir gaflet veya zayıf saniyesinde mağlubiyet demek olduğunu siz de tastik edersiniz. Yine tekrar ediyorum. Osmanlılık turanilikten başka bir şekil tümden ise hatta kanunuyla, lisanıyla, mimarisiyle, hatta adetiyle izah idik. Yoksa deyin ki, Türkler akvamı mağlubenin kılıçlarını alırlar. Fakat kendi fikirlerini teslim ederler. Temsil onların ruh zaafıdır. Tarihi bendenizden çok iyi bilirsiniz. Bir daha tetkik edin. İstiklali Osmani bahsinin bile Turani yasasıyla başladığını lütfen tastik edersiniz. Burada duracağım ve soracağım:
Adranus zehab üstadaneleri veçhe ile Oranus demek ise yanılıyorsunuz zan ederim. Çünkü Adranus namı gerek şehre, gerek zata taalluk etsin Rumluğa aittir. Oranus ise düpe düz Türk’tür. Bu gün Yenice civarındaki mezarı üzerinde “Oran bin İysi” kelimesi yazılıdır. Gazi Mihal’e (Köse Mihal) gelince ihtidası (İslamiyet’i kabulü) mütealliktir. Abad Allah Mihal Gazi namıyla yâd edilen bu gayyur ve fedakar Müslümanın Rumlukla hiç alakası yoktur. Çünkü İstanbul’un Latinler tarafından zabtı üzerine İznik’e çekilen Rum imparatorluğu tarafından hücumu iadeye mukabili serhadde ikame edilen Frenklerdendir. Ba’de zaman orada ilanı istiklal eylemişlerdir. Şu halde o zaman olsun bir eseri gaflet gösterilmeyerek babı duhul açılmamış, fakat Osmanlı devletinin muhasımı ezelisi ve mukavim inkişafı olan Rum tekfurlarına karşı her vasıtadan istifade edilmiştir.
Bilmem neden Orhan Gaziyi bahse ithal etmişsiniz. Eğer Yeniçeriliği ileriye sürerseniz, devşirme usulü önünüze bir heykeli itab şeklinde çıkar. Çünkü Kemal Bey merhumun hamire müdafaası esnasında söyledikleri gibi milleti hakimenin teksiri tenasülüne hadim bir tedbirdir ki, hamir bunu cehennemi ve şeytani olarak tavsif eder. O zaman dikkat temsili ancak asker ocağında gösterebildik. Sonra o da harap oldu, gitti.
Akvamı mağlubeye hiçbir şey yapmadık. Onlar da bildikleri gibi davrandılar. Dikkat ediyorum. Siz hukuku siyasiye ile fikri milliyeti yek diğere karıştırarak aceleyi kalem eyliyorsunuz. Onun için bahsi ayırmak icab ediyor. Çünkü işin içinden çıkılmak imkanı münselib (kaçmış) oluyor. Cevabı âlinizi görelim. Ondan sonra bir daha görüşürüz. İhtiramlarımı kabul ediniz üstadı muhterem efendim.
“1” – Murad Bey Efendinin mektubu âliyelerindeki “. . . . Reşid ve Midhat Paşaları ve inkılabı ahire erkânını tahtie (hata bulma) etmek. . . . “ fıkrası sükûneti efkâr beliğ misaldir.
Hüseyin Hazım
İSTİKLALİ OSMANİ GÜNÜ
DÖRT MEKTUP
İstiklali Osmani günü hakkında bazı nukat (noktalar) nazarı muhtevi (kapsayan, içine alan) gönderilen mektublara dair mütalağatımızı ve adımızı veçhe (tarz, üslup, sebep, münasebet) ile yazıyoruz.
Birinci mektubun sahibi “Türk yılı” isminde laf ettiği “Osman gazi Türk hanlığına nasıl geçti? Serlevha (başlık) fıkra münderecatını (bilgilerin derecesi, sanı) tekrardan başka mektubunda bir şey göstermiyor.
His (duygu) ile zan ile vaka-i tarihiye keşf edemez. Türk hanlığı münhal (boş ,açık) olduğu zaman Türk beylerinden ve ululardan mürekkeb (terkip edilmiş ,birleşmiş bir kaç maddeden yapılmış) olmak üzere Türk meclisi “kurultayı” toplandığını inkâr etmiyoruz . Fakat kurultaysız kimsenin riyasete(reislik) geçemeyeceği iddiasını da kabul edemeyiz.
Nur Sufi (Karaman aşiret beyi) Türk idi. Kendi hayatında oğlu Karaman aşiret riyasetini (reislik) ihraz (kazanmak, erişmek) etmiş idi. Bunun beylerin intihabıyla (seçimleri) yani kurultayın kararıyla bu makamı ihraz ettiğine dair bir kayd-ı tarih yoktur. Yalnız Karamanın ferd-i şecaati ( yiğitlik) sebebiyle bir takım taraftar kazandığını ve bu sebeple riyasatı ihraz ettiğini tarihler yazıyor.
Ertuğrul beyin vefatını müteakip münhal hanlığa intihab edilecek zat içinde bir kurultay toplandığı bizce malum değildir. Bilakis efrad-ı aşiretten bir kimsenin Ertuğrul’un kardeşi Dündar beyin riyasetini kabul etmeleri böyle bir meclisin toplandığını isbat edebilir.
Bir de Osman beyin intihab edildiği beyan buyurulan hanlık hangi Türk hanlığıdır. Ve o makam kimin tarafından işgal edilmiştir. Evvela bu cihetleri halletmeli. Mesela o vakit kendi kendine tevzi’ (dağıtmak, pay ederek dağıtmak) eder.
Selçuk padişahlığının bir Türk hakanlığı olduğunu tasdik etmekle beraber onu izmihlal (bozulup gitmek, perişan olmak, yok olmak) ve inkıraza sürükleyen kuvvetinde bir Türk şahin şahlığı olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Osman beyin ise hiç bir zaman inhilal (çözülme, ayrışma, dağılma) eden Selçuk hanlığı tahtına bila netuhabbu cülus eylediği iddia edilemez. Malum olduğu üzere Alâeddin Keykubat bin Kaykavus’un Konya tahtından ib’âdından (uzaklaştırmak, sürmek, kovmak) sonra Konya tahtı pek az müddet boş kalmış ve bade (daha sonra) sultan Gıyasettin cülus-u taht Selçuk’u olmuştur.
İkinci mektuba yevmi-i istiklali Osmani olmak üzere altı yüz doksan dokuz senesi cemaziyülevvelinin dördüncü günü gösteriliyor. Sahib-i mektubunda itirafı veçheyle (yan, taraf, yüz) 1268 salnamesinden (senelik) başka yerde bu tarihe tesadüf edilmemesi ve bu seneye mahsus salnameyi tertib eden zatın hüviyetinin malum olmaması bu tarihin şayan-ı kabul bir şey olmadığını arai (fikirler, reyler) edebilir.
Sultan Alaeddin Keykubad bin Keykavus Konya tahtından çektirilmesi Şahinşaha Cihan-ı Gazan Hanını mülk-ü Mısır Mahmud Nasır bin Klavene galebesi olan 699 rebiyülevvel yirmi sekizinden sonra olacağında şüphe edilemez lakin bu tarihten sonra olması da 4 cemaziyülevvel ’in sıhhatini hiç bir zaman isbat edemez.
İlan-ı istiklalde “müraat-i (gözetme) hukuk” u kabulde imkân mutasavver (tasarlayan) değildir. Öyle dermeyan (ortada olan şey, arada) buyurulduğu gibi ilan-ı istikbalde hukuka müraat mevzuubahis olsa idi Alaeddin Keykubad bin Keykamuz’un halinden bir az sonra yerine ikad (bir hükümdarın tahta oturtulması) edilen Gıyas Alaaddin’e ve bir müddetçik mürurunda tekrar tahtına iade kılınan müşarünileyhe Alaeddin Keykubad bin Keykamuza ve andan sonra nail-i saltanat Selçukiyan olan Gıyaseddin Mesud saniye ve nihayet 704 senesinden üçüncü defa iclas (tahta çıkarak) olunan Alâeddin Keykubat bin Keykamuza Osman Gazinin tabi olmaması ve ilan-ı istiklalini dediğiniz gibi 699 da değil Alâeddin Keykubat bin Keykavus’un şahadetine müsadif 707 tarihine kadar tehir icab ederdi(1)
699 senesinde Alaeddin Keykubad bin Keykavus çektirilmesiyle Konya tahtına bir müddet-i cüziye için ihlali de Osman Gazi için bir sebeb-i istiklal teşkil edemez. Çünkü Selçuki tahtı ondan evvel yani 694-696 da (2)iki senelik bir inhilal geçirmiş idi. Bu halde bu müddet-i inhilal içinde Osman Gazi ve için istiklalini ilan etmedi? Bunlar cai sual değil midir?
Üçüncü mektub birçok müverrihlerimizin (tarih yazanlar) ilan-ı istiklali 699 da kayıt etmekte bulunmalarına ve Alâeddin Keykubat bin Keykavus’un Konya tahtından çektirilmesinin 699 senesi rebiyülevveli nihayetinden sonra olacağı tabi bulunmasına nazaran her halde bu tarihten sonra bir günün mesela 699 senesi zilhiccesi salahının ve yahut 700 senesi muharremi iptidasının yevm-i istiklali Osmani adıyla merasimin her sene muharremin iptidasında (başlangıç) icrası teklif olunur.
Eğer mutlak senenin bir gününde istiklali Osmani namına merasim yapmak maklub (uygun) ve onun hiç bir esası tarihiyeye istinad etmemesi lüzum ise buna denecek bir söz bulunamaz. Bu halde muhterem Murad Bey Efendinin buyurdukları kura usulünü kabul daha muvaffak gibi gelir.
Dördüncü mektubunda hutbe kıraatine müsadif 688 recebinde henüz saltanat-ı Osmaniye’nin teessüs (temelleşmek, yerleşmek, kurulmak) etmiş ve Osmanlılar ancak bir aşiret halinde bulunmuş olduklarından 699 senesinin saltanat-ı Osmaniye’nin teessüs ü itibar olunması lüzum geleceği ityan (delil getirmek zikir ve isbat) ediliyor.
688 recebinde Osman gazi namına hutbe okutmuş ve Dursun Fakih’i hatib ve kadı nasib eylemiş bu sürede ilk vergiyi de tarh etmiştir. Eğer bunları nişane -i teessüs-ü saltanat ad edilemez ise 699 de teessüs-ü saltanat adına şayan ne gibi hadisat gösterilebilir.
Murad Bey Efendinin pek güzel teşri’ (yolu açık ve vazıh kılma) buyurdukları veçhe ile öyle bir günde teessüs-ü saltanatı esasen müstebiyad görmemek kabil değildir. Bizim Osman Gazi namına kıraat edilen ilk hutbe tarihi yevm-i istiklali Osmani olarak kabul etmekliğimiz hutbe kıraatinin teessüs-ü saltanata nişane olmasına müstenidir (dayanmaktadır).
Ayn. F.
Mütercim: Remziye Aylin Serinpınar
OSMANLILARIN İSTİKLALİ GÜNÜ
Cemialmeknunatdan:
Altı yüz seksen yedi oldukda sal
Geçdi Osman tahtına bi cenk ve cidal
Tutdu şevket cenge devlet oldu yar
Oldu onun bu kamu malın ve diyar
Cem olur leşker katında bi giran
Cenge Rüstem adelle nuşin r. An
Oldu bu cümle gazata ol peder
Ok ve remahından fernin attı heder
Dar kefere düştü ondan zilzile
Onekrusa hem erişti ve lüle
İnegöl fetih oldu hem Karahisar
Oldu halkı anların hep tarumar
Ulubatı aldı Bursaya düşer
Almayıp bir havale yaptılar
Kaplı cada ol havale ey peder
Biri dahi Balabancık dediler.
Bir yıl içre ikisini yaptılar
İl vilayet cümle ona çaptılar
Kaldı kale yalnız pes dermeyan
Bir şecir üzre senasın aşiyan
Oğlu Orhanı ve bidi ana
Takbe ide onun işin bir yana
Köse Mihal derlera yedi bir delir
Bile gitti onu kile dinle bir
Yeniceye gitti Osman cenk için
Çünkü küffarıyla nam ve nunun için
Attı küffarıyla bir cenği giran
Ki aferin etti zemin ve esman
Gaziler canını kıldılar feda
Hak inayet kıldı küffarı seda
Bursa halkı çün bu hali gördüler
Kalayı Orhana evvel gün verdiler
Pes tekuru kalmadan ayrık kadar
Kendi İstanbula ediyon firar
Yedi yüz yirmi altıydı sal
Bursa fetih oldukta ey şirin makal
On dokuz yıl sürdü Osman saltanat
Hem bu yıl Orhana dikti memleket
(tarihi Osmani encümeninin nazarı tetkikten geçirdiği asar hakkında 25 Şubat 1329 tarihinde gazetelere vaki olan tebliğinde ismini “camielmeknun” suretinde gösterdiği bu kitabın bâlâya nakil olunan “cülusu Osman Gazi” faslında müşarünileyhin cülusu 687 olarak musarrah olduğu halde 726 da Osman Gazi vakayına hatme vermesi ve müddeti saltanatı on dokuz yıl göstermesi sahibi eserce Alaeddin Keykubad’ın Feramuz’un vefatına müsadif 707 senesinde tesisi saltanat vukuunu ihsas etmektedir.
Yevmi istiklali Osmani hakkındaki tetkikata dair 25 numaralı encümen mecmuasındaki makalede bu manzumeye dair bir mütalaaya tesadüf edilememektedir. Elimizdeki Cemialmeknunat nüshası şu beyitler ile nihayet buluyor:
Dokuz yüz otuz altıda kala
Erişti bu kitabım ihtitâma
Tavarihi el Osmana sezadır
Kim anların işi fetih gazadır
Gelince bu deme ondan sevgi gör
İnanmazsın tavarihten oku gör
Kavminin süruru sultan Süleyman
Yedi iklime kıldı hükmü ferman
Yedi başlı özü bir ejderhadır
Ki bir kılına bin can kim bahadır
Derisin ve safın ana haşr olunca
Dinlemez binde biri neşr olunca
Siyamız kimse bahrın katrasını
Ne id oldukta halkın fıtrasını
Netekim bu ikiye yoktur id
Şahinşahın bulunmaz lütfuna ad
Kitabı okuyanlar ibtidadan
Diyanı yazanı ona duadan
Dua bir kıta üç kul huv Allah
Okunulana rahmet ide Allah
Diyenler bu dua hakkında amin
İşte sun daima hakkın selametin
<<kitabı el fakir el hakir Muhammed el katib>>
Gülşeni maârif:
Osman Gazi hazretleri Alaeddin emirasından olmakla sair emiranın aklı dergâhı Osman Gaziyi penah etmişler idi. Ol dahi gaza ve cihada niyet edip altı yüz seksen yedi salında leylen İnegöl üzerine İlgar ve Kolça nam kaleye hücum ve küffarını helak ve kaleyi yağma ettikten sonra ateşe vurdukta İnegöl ve Karacahisar Tekfurları birleşip Domaniç belinde gazatı müslimini beklediler Osman Gazinin küçük biraderi Savcı Bey ol muharebede şehit olmakla suhut kasabasında pederi yanına defin olundu. Ahir Osman Gazi leşker keferi kırıp Karacahisar’a tekvurunun karındaşı Klatur huzuru hümayuna getirildikte envai akıbet ile katl ettirildi. Ve ol sahra adaşını diye meşhur oldu. Ve Savcı Beyin meşhedinde vaki çam ağacına birkaç defa nur inmekle evvel çam ağacı dahi kandilli çam namıyla meşhur oldu. Pes Orhan Gazi firar eden küffarı takiple İnegöl karibinde vaki Karacahisar’a vardıkta darbı destiyle hisarını altı yüz seksen beş “2” tarihinde zabt edip orada bir camii şerif bina ettikten sonra namı hemamlarına hutbe okutdular ve bir derece adalet ettiler ki izdihamı nasdan mazâyıka hasıl olup düşman dinin hab-ı ve rahatı gitti. Sultan Alaeddin sani Moğol ile cenk ederken Osman Gazinin muvaffak oldukları fütuhattan Sultan Alaeddin ve taifeyi Moğol haberdar olacak böyle dilaver öyle cengaver asker ile Sultan Alaeddin imdadına gelirse hali müşkil olur diye Moğol taifesi perişan olmağın Sultan Alaeddin taifeyi Moğola zafer bulub merdelerinin husyelerinden saye-ban yaptırmakla ol mahalin ismi filan yazısı diye meşhur pes Osman Gazinin nusreti Sultan Alaeddin saniye bais fetih olmakla altı yüz seksen sekiz tarihinde Osman Gaziye baadel dua sancak ve kös ve nefer ve hançer ve esb gönderib Eskişehri ve İnönü tevcih eylediler.
İstanbul 1202 cild 1 sahife 408 ve 409
Hammer tercümesinden:
Ertesi sene “3” Alaeddin Osmanın hizmet ve ikasına mükafat olarak onun bir averdeyi desti istila eylediği Karacahisar’ı malikane suretinde ita eylediği gibi bütün alameti mahsusasıyla yani sancak, tabl, at kuyruğu (tuğ) ile birlikte prens (bey) ünvanını verdi. Osmanın yeğeni Aktimur “4” bunları ishale memur oldu. Yeni bey Aktimur’u istikbal için birkaç hatve ilerledi. Muzika bir cenk havası çalmakta olduğu halde elleri göğsü üzerinde kavuşturulmuş olarak bir tavrı ihtiramkarıde tevakkuf eyledi. İhlafı salavat hamişe zamanlarında muzika çalındığı sırada bu kaideye riayet ederlerdi. Ta ki Osmanın beşinci (altıncı) halefi Fatih Mehmet iki yüz on sene imtidad eden tazimin çok uzun olduğu bahanesiyle bu adeti lav eyledi.
Osman, bey ünvanına nail olduktan sonra ilk ihtimamı ikametgahı olan Karacahisar kilisesini camiye tahvil ile imam ve hatib ve her türlü mesaliha nazaret ve sükunu arasında alelade zuhur etmekte olan duaviyi hafta sonu olan Cuma günleri riayet etmek üzere bir minla (kadı) tayinine masruf oldu.
İstanbul 1329 cild 1 sahife 103 – 104
Haberi sahihadan:
Mukaddema “5” Karacahisar fethinde nasibi kadı ve hatib ile Osman Gazi namına hutbe okunmuş.
İstanbul, cild 1 sahife 15
Güzideyi tarihi Osmaniyeden:
Birinci padişah. Birinci vaka
Karahisarı fetihle heyeti devleti tesis ve teşkil ederek namı hümayunlarına hutbe kraat ettirdiler. Payitaht olmasının bazı esbabı noksan ise de resmen yeni şehir namı kasabayı derakap imar ettirib payitaht ittihaz ettiler.
İstanbul, 1300 sahife 3
Namık Kemal bey merhumun Osmanlı tarihinden:
***********************************
Fakat gerek cami namazı kıldırmakta ve gerek hutbeye iştirakta “6” Gıyasettinden istizana ihtiyaç görüldüğü muhakkak hükmündedir. Çünkü tarihler Karahisar’ı fetih ettiği hafta tahvilen peyda ettiği cumada hem Cuma namazı kıldırmış hem hutbede Gıyasettine iştirak etmiş olduğunu müttefiken beyan ediyorlar. Osman beyin birkaç gün içinde meseleyi Konya’dan istizan edip de cevap alabilmiş olması kabil görünmez.
Resimli ve haritalı Osmanlı tarihinden:
688 de Karacahisarı almış ve bunun üzerine kendisine Sultan Alaeddin tarafından tuğ, beyaz sancak ve kös, davul, zurna, nekkare, nefir ve saireden mürekkeb bir (mehter hane) ile beraber bir at gönderilmiştir. Bunları (Karaca baban çavuş) namında biri getirmiştir.
*******************************
Bu zamanın en mühim vakası Osman Gazinin ilk payitahtımız olan Karacahisar’da kendi namına hutbe okutmasıdır. İlk hutbeyi Dursun Fakih namında bir zat okumuştur.
İstanbul 1328 cild 1 sahife 9 – 10
Ali Osman el müeyyid hem ilahi el melik el diyanın diyarı şarkından ibtida zuhur ve huruçları hicreti nebuyenin sene arabi ve sittin ve setmaide vaki olup ve ibtida gaza ve cihadları gazat ve mücahidin ile hicreti nebuyenin Arabi ve semanin ve setmaide Bilecik ve İnegöl memleketlerin, tekvurları Karaca kale tekfuruyla müttefik behim olup Domaniç dağı başladığı yerde leşker küffar ile muharebeyi azim vaki oldu. Bi dinlerin serdarları olan Kalanuş demekle maruf bi dinle leşkeri islam cenk edip fırkayı meşrukin kesr ve hezimet ve gazatı mücahidin fetih ve nusret bulup evvel gazada sultan Osman Gazinin birader muhteri Gazi Sarı Batı (7) şehid oldu. Bu gaza ve cihad Osman Gazinin ikinci gazasıdır. Sultan Gazi Osman inarall bir hane bu cihad el kebiri edecek ganayım gazada eline giren tahtı nevariden ala peşkeş ve hedaya tertib etti. Ve ukrub akrabasından biraderzadesi Gazi Aktimur armağan ve peşkeş ile Konyada padiyahı islam el sultan Alaeddin Selçuki dergahına irsaline gönderdi. Sultan Alaeddin Aktimur gaziye envai riayet edip hazreti resuli sakilinin ak sancağıyla hazreti Osman bin ifan razı ullah taali ananın şimşir nasret tesirini bir veçhe hediye Aktimur (8) ile Osman Gazi cenabına gönderdi. Ve her zaman gazalarda nöbet padişahi çalına diyo muhterleri ile tavul ve nekkare ve zurna ve nefir ve zih tayin edip ve şimşir alem gir ile fetih ve teshirine gelen melaike istiklalen şehriyar keşurgir ola diyo Osman Gaziye menşur ve yelig yazıp cümlesi envai tahf ve hedaya ile ve tabi ve alem ile beraber bedevi Arab atların verilig lazım el tebliği Aktimur gaziye teslim edip sultan Osman gaziye ahdı ve irsal eyledi bir necanibden gazi Temur envai serur ve Behçet ile asitaneyi sultan Alaeddinin müracaat ve avdet edip Osman Gazi cenabına ahdi olunan taht ve hedaya ve esban badepa ve davul ve alm ile bir gün Osman Gazi cenabına erişti ve mehteran alm heman ol saat Aktimur gelip peşkeş ve hedayasın cenabı adalet babında nöbet şahi çalınmağa mübaşeret olundu nöbete ibtida oluncak sultan Osman Gazi hemen ayak üzerinde kıyam attı ve nöbet padişahı gayet ve payan bulunca tazimen ve tekrimen ayak üzerinde durup nöbet şahı ahir oldukta Osman Gazi devlet ve saadet ile sadr saadetlerine cülus etti ala hezalan şahan al Osman el müeyyid bitaeyyid hem alh. El melik ilminan sefer ve hazırda nöbet vakitlerinde kös ve haliliye mızrap vurulduğu zamanda ayak üzere kıyam eyledikleri Osman Gazi adet kılmıştır diye rivayet ederler bundan sonra Bilecik ve Yarhisar kalelerin tekvurları dokuna mübaşeret edip ve ziyafet dükunlarına sultan Osman Gazi bile davet olundu Osman Gazi davete icabet edip Abdullah Mihal bey ile mealen hazır olup dokuna azimet olundu meğer bu babda küffar nabekarın hile ve efkarı var imiş biri taraftan bunlar gazatı din mabeyn ile dokuna varid kılarında ferkayı meşerrekin keminlerinden huruç edip zümreyi müminin ile acayib muharebeleri oldu ve ol muharebeyi azimede evvel tekvurları serir saadetleri kesilip Yarhisarı ve Bilecik ve İnegöl kaleleri nevahisiyle bu tarikle fetih olunub kabzayı tasarrufuna dahil oldu. Ve Yarhisar tekvuru alacak dehter nazinine şehzadeyi civancennet Orhan Gazi hazretlerine nasib olub Osman Gazi ali dokuz edip ol nazenine Orhana tenkih etti ol nazenineden Süleyman paşa ve Gazi Murad han nam evlad ali nejadı alem vücuda geldi Osman Gazi bu dört pare kaleyi fetih edip zir tasarruflarına alıcak kiliseleri yakıp yerlerine cemi ve mederris bina etti ve saltanatta istiklali olmakla ibtida nam hemamına hutbe onda okundu.
Osman Ferid
“1” mecmuanın 81/33 – 83/35 numaralı nüshalarına müracaat.
“2” silsileyi vakayi’dan 685 değil 688 olacağı ve hin-i tab’ada sehv vaki olduğu anlaşılıyor.
“3” yani 688 de.
“4” Aktimur değil Baban Çavuş.
“5” yani 688 de.
“6” hutbeye iştirak meselesi vesaik tarihiye ile kabili tevfik değildir. Buna dair eski tarihlerde bir şey görülmüyor. Bunlar hep müerrihlerin tarzı istiklali tahvil için kullandıkları rüşveti kelamiyeden başka bir şey değildir.
“7” cami el tavarih eseri Mehmet defteri Nuruosmaniye kitaphanesi numara 327
“8” batı = bahadır.
“9” Aktimur Osman Gazi tarafından sefaretle Alaeddin nezdine gönderilen zattır. Mukabilen hedaya ve menşuri getiren zat Karaca Baban Çavuşdur.
ÇANAKKALE GEÇİLEBİLİR Mİ?
Fransız, İngiliz müttehid filolarının payitaht saltanat-ı seniyenin kilidi müşâbesinde bulunan Çanakkale boğazının harici istihkamatiyle icra ettikleri muhaberat, harb-ı umumiyenin bu günkü vakayı mühimmesinden birini teşkil ediyor.
Altı ayı mütecaviz bir müddetten beri bütün dar-ül harblerde, karada ve denizde mütevali mağlubiyetlere uğrayan, hiç bir muvaffakiyeti ciddiyeye mazhar olamayan itilâf müselles devletleri mezbuhane bir gayret ve şiddetle kafalarını Çanakkale boğazının kayalarına çarpmağa başladılar.
Dünyanın en iyi seri ateşli toplarına malik olduğunu münasebetli münasebetsiz her vesileyle bağıra bağıra âlemin başını şişiren, ordusunu, önüne çıkan her mâniayı yıldırım suretiyle devirib geçen bir sürat katarına teşbiye eyleyen Fransa, Belçika ve İngiliz ordularının muavvenetlerine rağmen müteaddid mağlubiyetlere uğramaktan başka bir şey yapamadı.
Müttefikleri tarafından evvela: Şose taşlarını düzleten azim ve sakil silindirlere, sonra döne döne iş gören harman makinalarına kıyas edilen pis, cahil vahşi Rus ordusu Alman ve Avusturya ordularını ezip çiğneyecek ve Teşrinievvel efranci esnasında bir taraftan Viyana, diğer taraftan Berlin’e girecek iken Mareşal Von (Hindenburg) (Mazuri) bataklıklarında, (Kutnev)de Avusturya da (Limanova) da (Karpat)larda muntazam ve müthiş bir makinadan ziyade battal, delik deşik bir bostan dolabına benzeyen bu moskof makinasının dişlerini söktüler. Rus hücumları Kafkasya’da da metin ve kahraman ordumuzun sufûf müdafaa ve mücahimesine çarparak kırıldı.
Bu harbin en büyük müsebbibi olan İngiltere ise hâkim-i ebhar donanmasıyla yalnız İngiliz harb limanlarında icrâyı ahkâm edebildi. Vaktiyle bütün âlemi korkutan bu donanmayı bilhassa Şimal denizinde pek ziyade korkutan bazı anâsır kuvvet zuhur etti: Alman tahtelbahirleri bu küçük gemiler yalnız İngiliz sefain-i harbiyesini değil ticaret vapurlarınıda limanlara hapis ettiler. Binaenaleyh İngiltere de mütemadi muvaffakiyetsizliklere uğradı yakında ordumuzun müessir bir darbesiyle Süveyş kanalında uğrayacağı hüsran ise İngilizler için pek acı ve elim olacaktır. Görülüyor ki itilaf müselles devletleri altı aydan beri bütün dar-ül harplerde hiç bir muvaffakiyet elde edememişlerdir.
Şimdi zu’mler nice bu muvaffakiyetsizliklerin acısını Çanakkale boğazını geçmek suretiyle çıkarmak istiyorlar. Hem Süveyş üzerine yürüyen ordumuza karşı bir tesir husule getirmek hem de müttefikleriyle her taraftan muvâsalası kesilmiş olan ruslara boğazlar tarikıyle muavenet etmek üzere yapılan bu harekat ne netice verecektir!
Bu suale en belîğ cevabı haftalardan beri düşman donanmasıyla döğüşmekte devam eden boğaz medhalindeki dört istihkamımızın topları vermiştir. Düşman onu mütecaviz büyük zırhlısı altı şubattan beri bu istihkamatları iskât için uğraşmaktadır. Hâlbuki müdahil bataryaları, Çanakkale mevkii müstahkeminin müthiş ve müteaddid vesait müdafaasından bir cüz’ kalildir. Esasen yed kudretin ihzâr eylediği bu istihkâm tâbîî küçük, orta, büyük çapta yüzlerce toplar, müteaddid torpil hatları ve zikir etmek istemediğimiz sair bazı vesait ile mücehhez bulunmaktadır. Boğazın darlığı münasebetiyle vasat hatta küçük topların bile mürûra teşebbüs eden sefain-i harbiyeye mühim hasarlar ikâ’ edeceği büyük topların ise böyle yakın mesafelerden dretnot bile tahrib eyleyeceği aşikârdır. Bundan mâadâ boğaz dahilinde düşman sefineleri fedakâr torpido botlarımızın gayrikabil def’i muhacimlerine uğrayacakları gibi sefain -i harbiyemizin müessir ateşleriylede istikbal edileceklerdir. Metin kale topçularımızla fedakâr bahriyelilerimizin mesai-i müşterekleri karşısında düşmanlarımızın nihayet hâsir ve mağlup olacakları şüphesizdir. Çanakkale’ye yapılacak hücumların son derece meşekkel ve ümid-i muvaffakiyetinde o nispetle zayıf olduğuna dair serd edilen efkâr ve mütalaat hemen umumidir. Romanya, Bulgaristan hatta Yunanistan’daki mütehassıs bu fikirde olduğu gibi İtalya, Avusturya ve Almanya’da aynı mütalâalar serd edilmektedir. İngilizlerin en büyük muharrer münekkidi askeriyesi olup (tayms) gazetesine makalâtı harbiye-i bahriye yazan miralay (Rapington) Çanakkale boğazının bombardımanına hasr ettiği bir makalesinde bir veca ati…. Beyanı mütalaa eylemiştir: Boğazın yalnız bahren zapt edilmesi gayrı kabildir. Bunun için karaya külliyetli miktarda asker çıkarmak icâb eder. Sefain-i Harbiye’miz boğazın harici istikametini tahrib etseler bile bu muvaffakiyet, ancak bundan sonra icra edilecek harekâtın bir mukaddemâsini teşkil eder. Asıl muşkulata boğazın medhalinde tesadüf edeceklerdir. Zira boğaz dar olduğu için gemiler serbest harekete malik bulunmayacaktır. Diğer cihetten Osmanlı bataryaları ile gizlenmiş toplar gemilerimizi daima bir ateş altında bulunduracaktır.’’
İngiliz donanmasının bir harb-I müstakbelinde that-elbahirler ve merakib-i havaiye taaruzatından pek büyük müşkilat ve mazarrata uğrayacağını bundan dört beş sene mukaddem keşif ve tahmin eyleyen Miralay (Rapington)un bu mutalaatı şayan-ı dikkattir. İngiliz münekkidi askeriyesi karaya külliyetli asker çıkarmaktan bahs ediyor.
Ingiliz ve Fransız’ların külliyetli askerleri olsa tabidir ki onu şimali Fransa’da Alman safûf harbyesine karşı en luzumlu mevkide istihdam ederlerdi. Düşmanlarımızın öteden beriden toplayıb teşkil edecekleri ihraç kıtayı ise, karşılarında daima fâik Osmanlı kuvvetleri bulacaklar ve esasen karaya asker çıkarmak pek müşgül bir iş olduğuna göre ordumuzun müdafaat şedîdesi İngiliz ve Fransız askerlerinin harekat-ı ihraciyesine mani olacaktır.
Çanakkale boğazı iki haftadan beri metin ve haşin bir kale halinde düşman gemileriyle harb etmekte ve müttehid filoyu teşkil eyleyen vâhid harbler her gün topçularımızın gönderdikleri demir ve ateş hedâyâsınden hisselerini almaktadır. Boğaz muhafızları bütün alemin nazar-ı takdirini celb eden fedakarane müdaafalarına bugün de yarında devam edecekler ve düşmanlarımıza devlet-i Osmaniye’nin zayıftan zannettikleri noktalarının Türk hemâset ve kahramanlığıyla bilakis kavi bir halde bulunduğunu göstereceklerdir.
Mütercim: Remziye Aylin Serinpınar
YALVARIŞ!
Ulu tanrı!bana biraz ışık ver
kucağına varan yolu bulayım .
bir kimsesiz viran yurdum,ıssızım…
şenleneyim,senin ile dolayım.
yürüyorum :önüm,ardım karanlık
tırmandığım göz karartır bir yamaç!
alev olsun ışıklatan yolumu
cehennemden bir kapı aç..! delik aç ..!
güneş küsmüş gündüzüme çıkmıyor!
gecem örtmüş günahımı yüzüne!
bin senedir tırmanıyor yüreğim
çıkamadım bu yokuşun düzüne.
bir öksüz var içerimde ağlıyor .
yanıyorum göremedim yüzünü!
Bir yabancı bildiklerimiz,biz bize
İsterim, anlayamam sözünü!
Dediler ki götürelim seni biz
Rakib ile gelirmiyim sana ben!
Ateşinden bir kıvılcım benliğim
Ulu tanrım!başka mısın bana sen!
Bir kıvılcım..! yere düşmüş kor olmuş!
Hasretini tütüyorum içimden!
Bir ışık yak! Yıldırım yak! Alev yak…
Ocağından parlayayım yine ben !
Bir ayrılık yüreğimi dağlıyor .
Yetim kalmış dileklerim ağlıyor.
Aşkın ile ey ulular ulusu
Gönül gözü yaş değil kan çağlıyor!
Ben var iken yok olur mu var eden!
Özüm sana yaradanım bellidir
(altay)mıdır merdiveni arşının
Dinim özüm gibi (turan ) ellidir.
Ahmed Kemal
RÜYAİ ZAFER
Yalçın kayalarla sırıtkan ulu küh-sâr.
Bir melce-I hüsran idi feryad ve cidâle.
Nalişleri zulmetle boğan leyl cefakâr,
Örtmüştü siyah perdei bidâdı cibâle
En kanlı hayalet o mahuf leyl leyalin,
Âgûş hasarında demâdem görünürdü.
Bir renk mükedderle solan kûh kııtalın,
Makberlere şehbal riyaha sürünürdü.
Bir gölge seçilmezdi karanlıklar içinde.
Encüm bile gülmezdi bu kehsar mezara.
Korkunç kayalar gûl gibi taşlıklar içinde!
A’sar ezel ağlar idi hasta civara!
Tenhâca gezindimdi o eb’ad hirâsı.
Gördüm nice ecsâd mülevvel hâsir ve uryân!
Varlıkların olmuştu bu yerde sadası.
Hep kanlı şehitlerle dolu sahnei giryân!
Bir haleyi beslerdi uzaklarda âfaklar;
Âsûde sihirler ona dâmân açıyordu.
Etrafa konmuştu perilerle melekler;
Bir hale ki güldükçe şafaklar saçıyordu!
Gördüm uzaklardan yükselip gelirdi vakûr,
Bir şanlı gaziyi ; peşinde kehsar inliyor!
Gökseninden sel gibi alkan akardı yerlere.
Benzerdi güyâ kükremiş heybetli şîrlere.
Doğdu o dem altun sehâb içinde bir melek..
Güller saçardı piş-I nazarına etek etek!!.
Sardı cerihai gaziyi yükseldi göklere
Envar zafer saçardı afaka,her yere
Uyandım sabahı beklerken zalim leyl azalmıştı…
Fecir rüya nişan olmuş,gözüm hülyaya dalmıştı
Tekfur dağı – Kemal Fevzi
Mütercim: Remziye Aylin Serinpınar
YENİ BİR MAKALE MÜNASEBETİYLE YENİ BİR ESER
Mecmuanın otuz dördüncü nüshasında türk edebiyatı tarihi derslerinden garba ilk nazarlar’’ ünvanlı Ali Cenab beyin makaleleri ve mevzuu ,takriben üç ay evel intişar (yayınlanan) eden bir eser hakkındaki mütalaalarımın (görüş,inceleme) yazılmasına münasib (uygun) bir sebeb teşgil etti.
Tarih-i edebiyatımıza aid şimdiye kadar vücuda getirilen muellifata dair bir iki ay evel mecmuada dört makalem intişar etmiş, bu babda (mevzu) mukaddime ( önsöz) kabilinden erbab-ı tetebbu’(ustalıkla araştırmak,incelemek) bazı malumat arz etmiştim. İmtidatı nice okuyanlarca mültezim (takipçi) olan mezkur silsile-i mütalaatı hesaba icab, temdide lüzum görmemiştim. Halbu ki maksadım tarihi medeniyetin bir cüz’i olan (kısmı) tarih-i edebiyata memleketin şiddet ihtiyacını bildirmek ve otuzu mütecavüz eser arasında mukayese ve tedkik itibarıyle en güzel, en salis, ilmi, fenni yazılmış olanı kari’lere (okuyuculara) arz etmekten ibaretti.
O makalatımı (harabat)a tahsis etmiştim. Sırasıyla. Diğerlerini de nazarı tetkikinden geçirecektim. Onlarda yazdığım gibi (harabat) ne kadar indi, şahsi, gayri fenni, ibtidai bir eserse işte bugün yeni eser namıyle bahs etmek istediğim Köprülüzade Fuat Beyle Şehabeleddin Süleyman Beyin mahsul-u irfanları olan kitabda bazı noksan ve nisyanlarıyla (unutma,untulma) beraber kemale ermiş bir Osmanlı tarihi edebiyatıdır.
Mezkur eser ‘’tarih-i edebiyat ‘’terkibinin ihata (kuşatma) eylediği mana ve malumatı layıkıyle bir kaza-i ifham (anlatma) edebilecek bir suretde yazılmış ve hatta maarif nezareti tarafından mektebler ders cetvelinde kabul olunmuşdur. Kemaliyle nikazanı (karşıtlar,çelişkiler) mukayese lüzumundan azadedir (özgürdür). Yalnız eski milletlerin medeniyetlerinden uzun uzadıya bahs edilmişde edebiyatımızda, silsiletimizde yegane evâmilden (etkenler,faktörler) olan garb, Acem edebiyat hakkında (olsa da) mücmel (sözü az manası çok) olunsun bahs edilmemiştir. Burasını nisyanımı noksanımı hammal etmek iktiza (lazım,ihtiyaç,gerek) eder. Erbab tetebbuun nazarı-ı muhakemesine havale ederim.
Birinci cildi Nevşehirli İbrahim paşşanın zamanı sadaretine kadar yazılmış en yeni, ilmi kavâide (kurallar), düsturlara (tun) un vesair garb-ı urefâi (arifler) edebinin vücuda getirdikleri nazarıyet –i sahihaya (gerçek,doğru) tatbiken telif (eser yazmak) edilmiştir. Devirlerin halet-i ruhiyeleri, heyeti umumiyeleri üzerinde icmal siyasi ve ictimai, Türkiyat- fikiriye ve medeniye ve lisan gibi avamil (sebepler) ve avarız (arızalar) dakik bir surette tahlil edilerek tefsir edilmişdir. Dörtyüz sahifeye reside (erişmiş,ulaşmış) olan eser mezkur müverrih (tarihi yazı) (naima) ile hitam buluyor.
Vakayı tarihiyede doğrusunu ya gelişinden tefrik ve temyiz için en salim usul tatbiğ eserden muâsır (bir asırda yaşayanlar) istidlal (muhakeme,delil ile anlamak) ve muhakeme ile ve aynı zamanda mevcud tarih kitabelerini birer birer tetkik ederek vakayı ve hadisatı tatbikten ibaret değil mi? Edebiyatın tarihde bunun aynıdır. İnkilabatı, edvarı, ithalatı, teşkilatı selim bir mecrada aramak için asar-ı mevcudeye müracaattan başka bir çare yoktur. Aksi takdirde indiyattan, safsatadan tecridi (tek başına bırakmak) kalem ve fikir gayr mümkündür.
Maalesef evelce saydığım otuzu mütecavüz kitabların bir kısmı bisûd (faydasız,boş,neticesiz) tercüme-i hallerle, bir kısmı indi muhakemelerle dolmuş beş tanesi ihtiyacı bir dereceye kadar kafi zannedilmiş idi. Halbuki onlarda kifayet edemiyordu. Eslâfça (öncekiler) tarihi edebiyat terkibi (latif) ve (salim) gibi eski tezkirelerle tedkik olunur zannediliyor. Tarihi edebiyat denilince derhal tercüme-i hal hatıra geliyordu. Bazılarınca ise tarih edebiyattan maksadın, gayenin ne olduğu tevzih edememişdi. Halbuki bir milletin medeniyeti, ictimayatı, müttefiklerinin halet-i ruhiye ve zihniyetleri ancak tarihi edebiyatında görülür. Ali Cenab Beyin makalelerinde dahi görülüyor ki İbrahim Paşanın devrini tarih-i Osmanlıdan ziyade (nedim) şiirlerinde okuruz . (Nafi)nin, (Sabri)nin şiirlerindeki medeniyet, kılınç süsleri o devrin geçirdiği sevrişleri?? Cenk ve cidalleri bize bütün dehşetiyle nakil eder.
Ahlakı cereyanların inhatata yüz tuttuğu bir sürede fikri dahi şiirler o cem’iyyetin ruhundan neban ediyor. (Nabi), Sülbül zade Vehbi) gibi nazımlar ahlâki ,dini manzumeler vücuda getiriyor. İşte bütün bu malumatı, tarihimizin, mevcudiyetimizin bu kadar derin ve ince hayatını tarihimizden ziyade edebiyatımızın, tarihinde görüyoruz. Şüphesiz böyle güzel yazılmış bir esere şiddetle lüzum vardı. O lüzumu müdrik olan müteşebbis ve maharrurları şayan-ı tebriktir.
Ali Cenab Beyin makalelerine gelince İbrahim Paşa devrinin canlı mecmul, salis bir suretde mümessili olan mutalaarı (işte Osmanlı türklerini garbe ilk nazarları ve işte (garb mektebi) namıyla yad eddiğimiz edebiyat deviresinin kökleri …alî)suretiyle hitam buluyor.
Yeni Osmanlı tarihi edebiyatının otuz dokuzuncu sahifesinde biz şu serd edilen mutalağata göre tarih-i edebiyt Osmanlı, dört sene evel muharrirlerden birinin yazdığı bir eserdeki edası halakında olarak evvela iki büyük devire ayıracağız .. Biri may’i şarkla beslenen, gıdasını acem, garb edebiyatından ihza eden Aşık Paşadan başlayarak Akif Paşa – Şinasi devrine kalan devir tarihi edebi diğeride Akif Paşa ile başlayarak mayasını garbden ahz eden, hâlâ devam eden devir edebi’ tarihi.
Aşık Paşadan Akif Paşaya kadar olan devr tarihini mualif beş devire ayırmış (1) devri_tasavvuf (2) saray edebiyatı (3) devri kemal (4) devri fikir (5) devr-i şahsiyet ve inhitat… Akif Paşadan başlayarak Ethem Pertev Paşaları, Reşid Paşaları, Ziya Paşaları,Şinasileri ihtiva eden bir devir tereddüd bi kararı, daha sonra Hamid, Ekrem, Kemal ile başlayan bir devir tekrar, Naci ile zuhur eden bir devr-i fitret, edebiyat-ı cedide ile tayin eden bir devr rikkat ve tekamül gösterir…”
Devri tereddüd (ikirciklenme,gidip gelme) bi-kararıda tamamıyle maziye veda edilememiş tecdid (yenileme,yenilenme) bayrağı açılmamış, bunu yaşatacak kaidelerin tahrişiyle iştigal olunmuştur. Devr-i takârrurde (karar kılma ,yerleşme), hususuyla büyük Hamid’in dehasıyla büsbütün taayyûn (ortaya çıkma, belirtme) ve tavzîh ( açıklama ,açığa kavuşturma) eylemiş, devr-i fedret (duraklama devri) bir irtica (gerilik ,geriye dönüş) husule getirmiş, devr-i rikkat ve (incelik,hassaslık,acıma) ve tekamül (olgunlaşma,evrim) büsbütün garba nazarlarını döndürmüş. Mazi ile edebiyat alakasını büsbütün kesmiştir. Bütün bunlar cem’iyyetin (dernek,topluluk) tekamuluyle husule gelmiş, cem’iyyetin tahavvülâtı (değişimler) takib eylemişdir. Edebiyat-ı cedideyi (yeni edebiyat,servet-i fünun) büsbütün garb perest (batıya tapan) ile itham edenlere karşı o zamandaki halet-i ruhiyenin (ruh halinin) milliyetten ziyade garb-ı perver (besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan ) meyâl (eğim,eğilim) olduğunu göstermek, edebiyat-ı cedidenin ruh-u cem’iyyet muvaffak bir netice olduğunu anlatmak mümkündür” Tarih-i edebiyatımızca bugün kesb (çalışarak kazanma) kat’iyet (kesinlik) etmiş nazarlarıyla baktığımız izahat-ı mesrudeye?? Nazaran (garb mektebi) Akif Paşa ile başlıyor. Nazariyet sahihadandır ki bir mübdi (yenilik getiren ,yeni bir şey bulan) kendinden evvelki zaman doğurur, farz-ı misâl olarak Akif Paşayı bir mübdi kıyas etsek kendinden evvelki zamanın mahsulü olması icab eder. Halbuki Sultan Mahmud devrinden evvel memleket edebiyatça şahsi, zavallı bir halde idi.
Esasen İbrahim Paşa devrinden sonra o devrin bedai, ameliyatı, silsileti ,şaaşası devam etmeyüb sönmüş ve bilakis cem’iyyetler bir çok inkilabata tahvilata tabi olmuşdur. Şu tabiat ve inkilabler dolayısıyla yani ( 1100) tarihiyle (1300) tarihi arasında iki asırlık müddet bir zaman var. Binaenaleyh İbrahim Paşa devri bize yalnız (Nedim) yetiştirebilmişdir.. Eğer, bugünki garb mektebinin kökleri İbrahim Paşa devrinden başlamış olsaydı birkaç (Nedim) ile tarih-i edebiyatımız teşerrüf (şereflenme) ederdi. Ez cümle (Nabi) hiçbir zaman bir (Nedim) olamamışdır. Tarihi-i silsile itibarıyle garbe ilk nazarlar mezkur devirde in’itâf (bükülme,dönme) edebilir. Fakat edebiyatımızda garbe atılan ilk nazarları o bir asır sonra görebiliyoruz . Netekim Osmanlı tarihi edebiyatı (Nedim) devrini bir devir inhatât (sonlandırma) olarak kabul etmiştir. Biraz evvel arz ettiğim gibi hadisât-ı tarihiyedeki tereddüdlerimizin mercii tashih ve hali asâr ı tarihiye olduğu gibi edebiyattaki inkilab ve hadesatın dahş mecii hali tarihi edebiyattır.
Elimizde en son ve mükemmel ad eylediğimiz yeni Osmanlı tarihi edebiyatı bize bu nokta hakkında derc (meydana getirmek, göstermek) ettiğim izahatı serd (meydana getirmek) ediyor. Arada Cenab Beyin mütalaatları şu beyanatlarınca tarihiye tatbik etmiştir. Binaenaleyh muharir muhteremden bir istihzahımız kalıyor. Bu da edebiyatımızda pek mühim olan avamil-i esasiyede bulunan bu yeni nazariyelerinin kat’iyetin meş’ur esbabı muesaratı izah eder bir cevablarıdır. Ki bununla büyük bir hakikat inkişaf eder.
İbni Mevlana Sayid
Mütercim: Remziye Aylin Serinpınar
SABİH TAYYARELER
Şekli, tarihi, hizmeti
Havadan ağır alet tirandan biri de sabih tayyarelerdir. Esas itibariyle tayyareden hiç farkı olmayan bu aletler, fazla olarak suya inebilmek ve sudan yükselebilmek için hususi yüzgeçlerle mücehhezdir. Bu yüzgeçler âlel’ekser (umumiyetle) üstü kapalı sandala benzer ufak dubalardır. Binaenaleyh sabih tayyare altı kayık üstü tayyareden mürekkeb bir alettir. Avrupa ve Amerika’da bu husustaki, tecrübelere ek büyük medâr (vasıta), motorbot amillerinden oldu. Bilhassa yüzgeçlerin tarzı imaline bunların büyük dahli olmuştur.
Sabih tayyarelerin icadı; Tayyarede ileri gitmiş memleketlere nasip olmamıştır. Almanya, Fransa, İngiltere bu husustaki şerefi takdime sahip olamamışlardır. İtalya’da (Furnanini, Krako, Ricaldoni) Avusturya’da (William Cross) bu aletin mucidi olabilirler.
Filvaki (Arşıdükun, Vazan, Bileryo) 1905 – 1906 senelerinde bu hususta bir takım tecrübeler yapmışlarsa da kuvveyi mahrekenin o zamanki noksanı önünde mecburen yüzgeçli tayyarelerden vaz geçerek kara tayyareleriyle iştigal etmişlerdir. Çünkü; Tayyarenin sudan uçması fazla bir kuvveyi mahrekiye ihtiyaç mass eylemekte idi. Nihayet (Ganum) motorlarının tayyarelere tatbiki sayesinde sabih tayyarelerin tekmiline doğru bir adım atıldı.
Bu babda ibtida muvaffakiyet elde eden Anri Faber’dir ki; 28,Mart,1910’da Marsilya civarında Med ismindeki koyda birçok temaşâ-ger (seyirci) huzurunda evvel emirde denizin rakdi (durgun) üzerinde saatte 50 kilometre bir sürat temin eyledikten sonra iki, üç metre kadar bir mesafe kat etti.
Diğer bir tecrübe esnasında su sathından 4 – 5 metre kadar yükseldi. Aynı haftada tekrar eden bir tecrübe esnasında da 25 metre kadar denizden yükselip 5 kilometre bir mesafe devir edildi. Ancak nüzul esnasında tayyarenin kanatlarının zaviyeyi vürudu pek hadd olduğundan denize saplandı ve makinası hasara uğradı.
İşte asıl mucitler bu tarihten sonra işe başladılar. Ve bu meseleyi de ayrıca bir medarı iştigal add eylediler.
Bu babda en ziyade Amerika mütefennin ve mütehassısları saiy eylediler, bilhassa gemiden uçabilecek makinalar icadında ki mesaileri şayanı tezkardır (hatırlanmak). Hâlbuki Fransa’da o sıra herkes uykuda idi. Hatta bu babda tecrübeler yapmak isteyenlere hükümet hiç muavenet etmediğinden Andrew Bomon ve Konuv isminde iki kişi karada gemi güvertesi şeklinde yerlerde tatbikat yaptılar! Nihayet mesele o kadar umumi bir şekil aldı ki? Monako’da, Saint Malo’da yarışlar meyanında sabih tayyareler de bir mevki-i mahsusa verilmeğe başlandı.
Sabih tayyarelerden ne istifade edilebilir? Bu suale vereceğimiz cevabın müstenidi fen hazırın kavaididir. İstisnalar, harikalar kaide teşkil etmeyeceğine binaen sözlerimizin katiyetini ihlal edecek mahiyette misaller ender olursa muhatap olmayız. Çünkü, şahsi meziyetler, akıl ve mantık harici şecaatler çok şeyler yapar ve onlarda kaide aranamaz. Binaenaleyh cevabımızı o noktadan tahlil etmek değil, herkese nazaran bir aleladelik arasında tetkik etmek gerektir.
Sabih tayyareler bir gün yalnız küçük göl, nehir ve sakin dâhili limanlarda kabili istimal bir alettir. Filvaki son günlerde tertip edilen Monako yarışlarında mütalatım ve açık denizde sabih tayyare müsabakası da dâhil idi. Fakat bundan alınan netice bütün makinaların bozuk düzen deniz sathında çırpınmalarından ve ekserinin harap olmasından ibaret kaldı. Bir menfaati faniye temini mümkün olamadı.
Sabih tayyarelerin bugün en muvaffak mahalli istimali vesaiti nakliyeden mahrum olan yerlerde nehir ve göllerdir. Memleketimiz gibi vus’at (genişlik) derecesinde mamur olmayan, hududiyesi otomobil postaları mevcut olmayan yerlerde sabih tayyareler kadar nafi alet yoktur. Posta nakliyatı, teftiş muamelatı, ve sair sürate muhtaç münasebat için en ameli bir vasıtadır. Nehrin kabili seyir ü sefer olması da şart değildir. Mecranın bozuk ve arızalı yerlerinde yükselir. Düzgün yerlerinde iner ve üst üste saatte akli 60 kilometre yapar. Sabih tayyarelerden bugün beklenilen hizmet bundan ibarettir.
Eğer her zaman için ve her denizde kullanılabilecek bu sabih tayyare inşası meselesi piş-i nazara (göz önü) alınırsa iş güçleşir, hatta gayri kabili hal bir şekil alır.
Dalgalara mukavemet edebilmek için en mühim amil mai mahrecin ziyadeliği keyfiyetidir. Binaenaleyh hiç olmazsa bir torpido teknesi kadar bir yüzgeci hamil olmayan tayyareler matlubu temin edecek mahiyet iktisab edemezler. Hâlbuki bu büyüklükte bir tekneyi idare, sevk, tiran ettirecek kuvvette motor, bugün mevkuttur (kayıp). Onun için mesele hal edilmemiş bir haldedir. Bu itibarla sabih tayyarelerin tekmili hususundaki mesainin müsmir (verimli) olması için bunların mümkün mertebe denize dayanacak şekilde yüzgeçlerle teçhizine çalışmak lazımdır.
Bugün mevcut olan sabih tayyareler çift yüzgeçli, tek yüzgeçli olmak üzere iki nevidir. Bilhassa ikinci nevi aletler daha müsait neticeler vermektedirler. Zira bu suretle makine mütenazır bir noktayı istinat bulabildiği gibi istenilen şekilde yüzgeç’e rapt edilebilmektedir. Yüzgeç çift olursa birinin bozulması halinde alet büsbütün saftan hariç olur. Bu suretle yapılan yüzgeçlerin yalpaları az olur. Bir de yüzgeçlerin az çok bir su kesimine malik olması lazımdır. Ta ki büyücek bir dalga ile denizle rabıtası kesilmesin. Bir de, mütelâtım (çalkalanan) bir denizde, büyük bir süratle hareket eden bir sabih tayyare için dalgalardan dolayı mütemadi ve şedid darbelere maruz olmak mecburiyeti vardır. Hâlbuki motor ve makine teferruatı içerisinde bu darbelerin şiddeti ile kırılacak, bozulacak alet ve cihazda mevcuttur. Binaenaleyh bu mahzuru izale için yüzgeçlerin aletlerini keskin bir karine şeklinde yapmak ve yüzgeçlerle tayyare arasına şiddeti darbeyi imha edecek yaylar yahut bu kabil başka tertibat koymak lazımedendir.
Umumi bir nazarla tetkik olunursa bir sabih tayyare için sağ bir yapı, kuvvetli motor, mümkün olduğu kadar kabiliyeti sebihiye ve büyük bir satıh mukavim kanat lazımdır. Ta ki denizin sathına istediği mesafede kati mesafe edebilsin.
Bir de aletlerde merkez sıklet mümkün mertebe aşağıda bulunmalı ve motor, deniz sularının hücumundan masun olmak için kapalı, pervanede yine dalgalardan sıyaneti (koruma) kabil olduğu kadar yukarıda olmalıdır.
Sabih tayyarelerin en büyük bir mahzuru motor bozulması keyfiyetidir. Bu halde tayyare uzun müddet denizde kalamaz. Çünkü hareket halinde havaya mukavemet suretiyle alet bir istinat sathı olan kanatlar, bu halde adeta yelken vazifesi görerek aleti kapaklandırır. Zira yüzgeçlerin su kesimi fazla olmadığından kanatların bastırıcı tesirine mukavemet edemeyerek devrilir. Bu tehlikeyi izale için en muvafık çare kanatları teşkil eden bezlerin toplanılır bir tarzda yapılmasıdır. Bu halde alet mümkün mertebe fazla müddet denizde – kanatların yelkenlenmesinden korkmayarak – kalabilir. Şu mülahaza her ne kadar ehli fennin nazarı dikkatini celp etmişse de henüz tayyare amilleri tarafından tatbik edilmemiştir. Esasen sabih tayyarenin bu günkü hali yalnız arz ettiğimiz gibi nehir, göl ve sakin limanlarda kabili istifadedir. Geçen sene James Cooper isminde bir Amerikalı Makri koyundan (Bakırköy), Haydarpaşa’ya bu kabil bir makine ile uçtu ve Haydarpaşa önünde denize indi idi. Emin idik ki, o zat eğer biraz fazla lodos esse idi, bu işe teşebbüs etmez idi.
M.B. İdris
– İDMAN SÜTUNLARI –
Bizde: gaye var mı?
Bedihi (kuşkusuz) bir misli darb ederek söze başlayacağım. “her başlangıç zordur” binaenaleyh bu üç kelimelik hakikatin ihtiva eylediği bütün mani başlangıçlarda daima belirir.
Tenmiyeyi (geliştirme) ırk kastıyla olduğuna inanmak istediğimiz; bizim idman iştigalatı da bu gün bir başlangıç buhranı içindedir. Kimse iddia edemez ki, biz bu yolda kat-i merâhil (yol alma) etmiş bir milletiz. Bu şubeyi fen esef ki, bize uzak düşmüş ve ancak bir iki senelik bazı hususu ünsiyetlerle (alışma) mahiyeti hakkında birkaç söz işitilmiştir.
Memleketimizde idman ya terbiyeyi bedeniye kabilinden yapılmakta olan şeyleri birer birer gözden geçirirsek bu halin ayan bir şahidi oluruz. Evvel emirde terbiyeyi bedeniyeyi nazarı itibara alalım. Daha doğrusu bütün idman, spor vesaireyi ihtiva eden bu umumi terkip yerine asıl tabiriyle “Education Physique”i yani bir de jimnastik tabiri altına giren ve esasen elyevm İsveç usulü takip edilmek istenilen harekâtı bedeniyyeyi göz önüne getirelim. Bu mahiyette harekâtı kendine meşgale ittihaz eden hiçbir cemiyet ya kulübümüz yoktur. Şu yoksulluk kaderde bir millet için jimnastiğe bigânelik tasavvur edilemez. Yalnız yok kelimesinin manasını mükemmel hiç olmazsa orta halli bir varlığın zıddı olarak kabul etmelidir. Çünkü mevsimlik ve bugün mevcut yarın mefkud (yokluk) kalabalıkları – olsa da – yok addetmek muvafıktır.
Böyle cemiyetler, heyetler olmazsa halk jimnastiğin havâss-ı hayatiyesini nerede görür? Nasıl anlar. Onlara bunu kim anlatır. Görünen köye kılavuz istemez, görünmeyene elbette ister. Bu da aynıdır. Terbiyeyi bedeniyyenin nef’ini (yarar) ancak görenler, tetebbu edenler derk (anlama) eder. Diğerleri mutlaka bigâne kalır. Anlarsa da teşebbüs etmez. Görmediği şeyi çabuk kabul etmemek esasen beşeriyetin hilkatinde meknuzdur (hazine). Bu yoldaki mesaiyi hususiyemizin fıkdanı muvacehesinde mekteplerdeki terbiyeyi bedenîye dersleri şayanı tetkiktir. Bidayeti meşrutiyetten beri muhtelif istihalata (değişim) uğrayan bu ders bazı mekteplerde muntazam bir şekil muhafaza ederken bazılarında bütün şeraiti sıhhiye ve fenniyeden ari olarak yapılmaktadır. Zaten talebenin bu dersi, bir eğlence olarak kabulü ve bunu diğer ulum gibi bir cebri maddi veya manevi altında yapmayarak ruhi bir zevk edinmek suretiyle de temini istifade eylemesi elzem iken bu yolda hatve atmış bir jimnastik muallimine bilmem ki; Tesadüf etmek bahtiyarlığına nail olabilir miyiz? Son demlerde jimnastik muallimlerinden ekserinin vazifeyi askeriyeleriyle iştigalleri mecburiyeti altında yeni tayin olunanların da az çok bu acemilik olacağı pek tabiidir. Ancak bu acemilik bazen doğrudan doğruya bir âdem-i vukuf halini alırsa ahenkli olur. Vakıa terbiyeyi bedeniyenin mekteplere ithali gençlerde az çok bir fikri hareket uyandırmışsa da maksat, matlup bu mudur? Altı yedi senedir bir mektebin hatta bir sınıf olsun terbiyeyi bedeniye iştigalatı dolayısıyla alınan ebadını görmek müyesser oldu mu? Hâlbuki böyle maddi mesaideki netayiç ne kadar “kabil-i lems” (dokunulabilir) olursa o derece onun tamimine mucib olur. Mekteplerdeki terbiyeyi bedeniyenin az çok semeredar olması için de muhitte bir zevki mahsus uyanması; Onu yapanın ve yaptıranın yalnız o zevkle çalışması lazımdır. Fakat bizde böyle mi ya! Kaç kişi, bu hususta mütalaa ve tenebbü (yerden kaynama) sahibidir? Kaç kişi bu gibi meşakkatli dert maişetten uzak bir düşünce ile takip eder? Alelhusus kaç tanesi tam bir terbiyeyi bedeniye mütehassısıdır. Terbiyeyi bedeniyenin vezaifi aza ve ahval ruh âlemlerinden terekküp eylemiş olduğunu ve bunların alâikinin (yüce) terbiyeyi bedeniyedeki tesiratını ve elhasıl vücudun ve dimağın mesayii müşterekesini bu yolda tevlid edebilecek kaç kafa bulabiliriz? Biz bu sualin cevabını vermemeği tercih ederiz. Zira vereceğimiz cevap nefi (faydalı) olmasa da ümit verecek miktardan pek uzak düşecektir.
Spor ve atletizm denilen zor müsabakalarına nakli kelam ediyoruz. Hele evvela gözümüze çarpan şu futbol oluyor. Bunun kadar teammüm etmiş bir spor bizde yok. Bu da sırf zevk için tatbik ediliyor. Yalnız bol zevki, “zevki galebe”dir. Dikkat olunuyor mu? Zevki galebe futbol takibe sebep oluyor. Hâlbuki galebe futbolda bir gaye değil, bir vasıtadır. Gaye nemayı vücut ve dimağdır. Futbolun tesiratı ruhiyesini şerh edecek değiliz. Ancak dimağın her halde vücuttan ziyade sahibi vazife olduğunu söyleyeceğiz. Binaenaleyh dimağı, vücudu mükemmelleştirmek gayesi terk olunarak “galebe etmek” meselesi hedef ittihaz olunuyor ve esef ki bu gayeye ekseri tecrübesiz olan bu takımlar maksatlarına nail olamayınca yani galib gelemeyince hedefi gözden kayıp ediyorlar. Dağılıyorlar. İşte bu gayenin yanlış tayininden münbais bir hastalıktır.
Küçük takımlara gelince; Bunlardaki zevki sırf eğlenceden ibaret kabul etmekle beraber kendilerinden ziyade başlarında bulunan zevatı şayanı tenkit görürüz. Çünkü 100×80 mesahasında bir çayırda, 95 santim boylu, bir gaz tenekesinden hafif çocukları bir buçuk saat bir biriyle didiştirmek, bilmem ki, insanda his zevki mi, merhamet mi uyandırır? Futbol gibi fazla şiddet ve kuvvete tevakkuf eden sporlar azıcık nemalanmış, esaslanmış ve vücutların karıdır. 13 – 14 yaşındaki çocuklar ondan kaide yerine mazeret görürler ve görüyorlar. Onları bu tarzda çalıştırmak lazımsa dar sahalarda alelhusus gayet az müddetlerle oynatmak olabilir. O da müsabaka şeklinde değil. Yani o ufak dimağları hissi rekabetle had bir şekle sokmayarak.
Diğer koşu, atlama, sıçrama, disk, bisiklet gibi şeyler tadada hacet yok, mahal de zaten bunlar senede bir iki defa görülür şeylerdendir. Değil hususi kalıpları, hatta layıkıyla tatbik edenleri bile yok. Ondan dolayı bunları tetkike lüzum görmedik.
Gerek bizde mevcut, gerekse gayri mevcut şa’batı (cemiyet) için olsun terbiyeyi bedeniyenin böyle gayesiz şekli kadar fenası ve muzır olamaz. Her şeyde olduğu gibi bunda da gayenin hakiki bir şekilde tayini lazımdır. Dediğimiz gibi başlangıcında bulunduğumuz bu işte çekeceğimiz güçlük ne kadar büyük olursa olsun işi sağlam tutarsak bilahare geri dönmek ve tekrar başlamak mecburiyetten kurtuluruz. Yok, bu tarzda gidersek ne kadar uzak gidersek gidelim, yolumuzun çıkmaz olduğunu şimdiden arz ederiz. Terbiyeyi bedeniye ve futboldaki şeklini izah eylediğimiz yanlışlıkları tashih eylemek katiyen la-buddtur (gereksiz). Bu da zan ederiz ki; Gözü kapalı çalışmaktan ziyade tenebbü arzı hacet eder.
Teneffüsün vazifesi:
TENEFFÜS
Teneffüs – vazifesi – muvellid-ül-humûza’nın (oksijen) ehemmiyeti – hamz (oksit) karbon ve muzırrat – saf havanın terkibi – havanın telvisi (kirlenmesi) – tuzların muzırratı – ciğerlerde istihlak olunan muvellid-ül-humûza miktarı – tesemmüm-i havai – tecrübesi – kapalı yerlerde hava – en iyi yatak – mihanikiyyet-i teneffüs – hava sarfiyatı – teneffüs a’sâbı – hamız-ı karbon (asit karbonik) teneffüse tesiri – hararetin tesiri – kudreti teneffüsiye – şehik (hıçkırık) – âdla’ (kaburga) ve azim kasın vazifesi – adelat-ı şehikiye – hicabı haciz çekerlerin vaziyeti – vazifesi – çevf (iç) cenabın ehemmiyeti – sadr cerihalarının vahâmeti – zifir – tecrübe – şehik ve zifirin imtidadı (uzun sürmesi) – harekatı teneffüsiye desturu (izin) – kısa ve derin şehikler – din teneffüslere hicabı hazırın hareketi – talik vaziyetlerinin ehemmiyeti.
Terbiyeyi bedeniyye ve jimnastikte fiili teneffüsün mevkii pek büyük, vazifesi pek şümullü, buna rağmen de bu babdaki vukuf ve ihata dairesi pek dar bulunuyor. Beden makinasıyla oynayanların onu tanımaları lazımdır. İyi nefes almak demek iyi yaşamak demektir. İşte bunun içindir ki, açık havada yaşayanlar daha sağlam, nazarları daha parlak, fiiliyata daima amade bulunurlar. Rengi hayata malik olurlar. Son zamanlar terakkiyatının açık hava müesseseleri, hava banyoları hep teneffüs meselesine aittir. Saf hava sıhhatin ilk şartıdır. Bu şart hiçbir istisna, hiçbir izarla kabili takyid değildir.
Teneffüsün vazifesi: dem (kan)verdiği hava–havanın yüzde yirmi birini teşkil eden muvellid-ül-humûza–ile temasında bulundurarak tasfiye etmektir. Hareket-i bedeniye ile doğrudan doğruya münasebetdardır. Muvellid-ül-humûza’sız hayat ve hareket olamaz. Her hareket kanın merkibatı ile mübadele etmek suretiyle boğazdan bir mikdar istihlak(boş yere harcamak) eder.
Hulûl ( gelme, gelip çatma) vasıtasıyla mübadelat (değiştokuş, alışveriş) teneffüsiyenin vukua geldiği (meydana gelme, cereyan etme) ciğerler, evaye-i demuya(kan damarları) ve havaiyeden müteşekkil bir sünger manzarası arz eder. Hava ile temasda bulunan idaiye-i dumuya (kan damarları) iki yüz metre murabba (metrekare) sathında tahmin olunuyor. Hava,teneffüs nihayetinde dem vurudiye tekrar muvellid-ül-humûza vermiş ve havai olduğu hâmız-ı karbon (karbonik asit) harice def etmiş oluyor.
Dem şiryânının ( atardamar)muhtevi olduğu mevadd (madde) içinde, muvellid-ül-humûza nüfuzlu bir vazife ifa eder. Ensicenin (dokular) kuvve-i hayatiyesi muvellid-ül-humûzasız muhafaza edilemez; Ensice-i asabiyede hayat ve hareket menbaı olan bu menbah gaza karşı haseden hassasdır. Muvellid-ül-humûza kanda hal-i inhilalde değildir. Küreyvat-dumiyenin (hemoglobin)i ile terkib eder. (hemoglobin) küreyvat-ı hamratın (alyuvarların) madde-i mülevvenesidir (rengarenk) bir milimetremik’ab (milimetreküb) tabi kanda beş milyon kırmızı küreyvat (kırmızı kan hücreleri) var 100 gram hemoglobinde .13 santimetreküb muvellid-ül-humûza bel’ (yutma. yutulma) edebilir. Bundan, kanın havadaki muvellid-ül-humûza ya ne kadar taşıma olduğu anlaşılıyor.
Maalesef, küreyvat dem yalnız bu müfid (yararlı) gaza karşı haris değildir? odun kömürüyle yahud ihtirak (yanma) batî (ağır, yavaş) ile yanan sobalarla teshin edilen salonlarda alialakesr münteşir (yaygın) bulunan hamz -ı karbon (ekşilik) ilede aynı derecede sühûlet (kolaylık) imtizâc (uyuşma, uzlaşma) eder. Hamz-ı karbon ile de terkibe gayri salih (işe yarar, elverişli uygun) olur ki yüksek derecede hamz-ı karbon tesir-i simyasını (nişan,işaret,alamet) gösterir, ihtinak (nefes alamama, boğulma) husule gelir.
Saf havada yüzde 21 kısım muvellid-ül-humûza ve 79 kısım da azot bulunur azotun hizmeti sırf muvellid-ül-humûza nın yakıcı tesirini izole etmekdir; Yoksa bizzat teneffüse elverişli değildir.. İnsanların büyük türlü mazeret-i sıhhat maddelerle kucak kucağa yaşadığı merakiz-i medeniye (merkezleri, karar yerleri) ve sanaiyenin havaları mazar (zarar verme, zarar) gazların, uzvî (organik) madeni tuzların, tesidat-ı uzvîyesinin teşkil ettikleri fesad (fenalık, karışıklık) uçakları tarafından daima ifsad (bozmak, azdırmak, fesata uğratmak) telvis (bulaştırmak, pisletmek, bozmak, berbat etmek) edilir.
Meskenlerde ise tecdid-i (yenilenme, tazeleme) hava zaten her zaman gayr-i kafidir. Derininde çok miktarda gayr-ı kabil teneffüs-ü mevad (madde) vardır: Fuzuli miktarda hamz-ı karbon ve her nevi tuzlar bulunur. Bir kere dahil olurlarsa pek çok fenalıkları mevcub (kendisine vacib) olurlar. Gerçi şiryan-ı şezan (kırmızı kan damarı, atardamar) ve kasabatın cidar (duvar, iki yeri birbirinden ayıran zar) dahiliyesinde bu gibi tuzlar tevkif (alıkoyma) etmek için bir takım (ehdab) (kirpikler) varsa da her halde tuzlu bir havanın teneffüsü pek tehlikelidir. Havada asid karbonun miktarının ifrât (aşırıya kaçma), kâni kendisinin havi (içine ala, ihtiva eden, kaplayan) olduğu aynı muzır (zararlı) gaza tasfiyeden mani eder. Temaşa salonlarında, mekteblerde ,fuzuli olarak tütünde içilen kahvelerde daha ziyadekesb (kazanç, çalışma) vehamet (tehlike, korkulacak hal, neticesi kötü) eder. Ciğerlere , yüzde yirmi muvellid-ül-humûza yı hâmil (taşıyan, sahib) olarak nüfuz eden hava bu miktarın (4,77) kadarını kana verir. Bu halde ciğerden harice çıkan havada ancak yüzde (16,33) kadar muvellid-ül-humûza vardır.
Havanın muvellid-ül-humûzası kana intikal ederken kandaki hamz-ı karbonda havaya geçer; Ve bununla birlikde (petumain) denilen mevad uzvi yede (organ, üye) intikal eder; Kan semi (toksik) bir hal iktisab (kazanmak, elde etmek) ettiğinden teneffüse gayri salih (işe yarar) olur. Bunun tesiri pek zahirdir (aşikar, görünen): Eekseriya, izdihâm (aşırı kalabalık, aşırı yığılma) konser salonlarında bir müddet ârâm (durma, dinlenme, eğlenme) edilirse havanın ciğerlerden huruç (çıkma, dışarı çıkma) ettiği mecrada, burun deliklerinde, halef (yerine geçen, arkadan gelen) bölümde (yutak) kırmızılık görülür ve yanmağa başlar; Hastalıkdan mütevellid -i mebzul (bol, çok sarf olunan) doğan, hasıl olan) ifrazat (vücuttan çıkan ) ile beraber nevbet (nöbet) gelir. Bunlar intânî (mikroplu) nezle, müstevliye( istila eden, ele geçiren, zapt eden, yayılan) alaimi (izler, işaretler, deliller) dir ki! Tesmim (zehirlenme) havaiyeden neş’et (kaynaklanma, ileri gelme, doğma, doğuş) eder.
Temaşa kerân (uç, kıyı) ile memlu bir salona, buz ile tebrid (soğutma) edilmiş bir cam balon talak (bağlı olan şeyi cözmek, ayırmak) edilse, bu balonda tesrib (sızıntı) eden su–tevsih (kirletme, pisleme, paslandırma) delil olmak üzere müteaffin (kokuşmuş) rahiyalı, kesif bir buhar hasıl ider. Bu su şırınga ile bir köpeğin tavşanın derunine ithal edilirse, onu derhal telef eder. Gerçi her odanın, her salonun havası bu derece mülevves (kirli) değildir. Fakat gazları izdihamın, nisbeten ve asalının derecesine göre az çok muzır gazları havadır. Sıhhat üzerindeki mahalin teisiride biltabi bu münasebet dairesinde olur.
mütercim: Remziye Aylin Serinpınar
FUTBOL MÜSABAKALARI
ANADOLU: 4 sayı – GALATASARAY: 1 sayı
Anadolu takımı: kaleci; Şemsi, müdafaa; Halil, Atıf, muavin: Hüsnü, Hasan, Raif muhacim: Hüdai, Mazhar, Cemal, Macid, Kadri beyler
Galatasaray takımı: kaleci; Hamdi müdafaa; Sedat, İzzet muavin; Mehmet, Celal, Jan, muhacim; Hüsnün, Muzaffer, Yusuf, Ziya, Danış, Fazıl beyler.
Birinci müsabakada bir sayıya karşı on dört mağlup olan Anadolu bu ikinci müsabakada bize karşı dört sayı ile ihrazı galebe eyledi. Bu garip tezat nasıl vukua geldi? Birinci müsabakada Anadolu biraz zayıf teşkilatla meydana çıkmış, Hüsnü beyin bulunmayışı ve Macid beyin kolunun kırık olması arkadaşlarını münkesir etmişti. Buna mukabil Galatasaray’ın bilhassa muhacim hattı, Mösyö Ober’le de dâhil bulunduğu için son derece kuvvetli idi. Hududu müdafaa ise o zaman Galatasaray’ın çıkarabileceği en kavi şekilde olmamakla beraber yine pekiyi idi. Bu defa ise Anadolu hem daha kavi teşkilatla hem de ilk müsabakadan beri mütemadi bir gayretle tezyid edilmiş fazla bir talim ve mümarese ile meydanı müsabakaya gelmişti. Buna mukabil Galatasaray ise şimdiye kadar hiç görülmemiş bir derecede zayıf bulunuyordu. Kaleci müdafaaların biri, muavinlerin ikisi, muhacimlerin biri hep ikinci takımın oyuncularından idi. Binaenaleyh Galatasaray takımının teşkilatı itibariyle mağlubiyete namzet bulunuyordu. Müsabakanın sureti cereyanı üzerinde çayırın ahvalinin de dahli olmuştu. Bütün oyun sahası ıslak ve çamurlu olduğu gibi merkezde biriken sular da epey vasi bir havuz teşkil etmişti. Oyuncularının ekserisi daha gürbüz ve kavi olan Anadolu çamurlardan istifade ettiği halde, Galatasaraylıların bilhassa ikinci takımdan gelen oyuncularından bazıları bu sular ve çamurlar arasında esasen noksan olan maharetlerini büsbütün kayıp ediyorlardı.
Oyunun daha iptidasında Anadolu takımı hasımlarını sıkıştırmağa başladığından Galatasaraylılar tamamen müdafaa ile meşgul oldular. Mamafih Galatasaray kalesinin önündeki çamurlar hem Anadolu muhacimlerinin sayı yapmasına hem de Galatasaray müdafaa ve muavinlerinin topu def etmesine meydan bırakmıyordu. Bu suretle Anadolu’nun birçok emekleri boşa gitti. Arada Galatasaray’ın son cenah akıncıları, nispeten kavi bulunan kendi taraflarından birkaç hücum yaptılar ve bir danesinde muvaffak olarak ilk sayıyı kazandılar. Müsabakanın birinci kısmı alelkesr Anadolu takımının ve ara sıra da Galatasaray’ın müsmir bir netice vermeyen hücumlarıyla nihayet buldu.
İkinci parti esnasında her iki taraf da müsavi surette mütekabilen taarruzlar ve müdafaalar icra ettiler. Fakat Galatasaray’ın akınları, evvelce Anadolu’ya olduğu gibi ekseriyetle çamurlara ve Anadolu’nun güzel ve müessir müdafaasına çarparak neticesiz kalıyor, Anadolu’nun muhacimleri ise semeredar oluyordu. Anadolu takımının sağ taraf ve merkez muhacimleri iyi oynayarak topu ileri sürdüğü halde Galatasaray’ın mukabil taraf yani sol muavin ve müdafaa vazifelerini ifa edemiyorlardı.
Bu suretle oyunun ikinci kısmında Anadolu takımı dört sayı yapmağa muvaffak oldu. İkinci yarısının hitamına yarım saat kadar varken Galatasaray sağ açık akıncısının kolu inciterek çekilmesi muhacim hattının da zayıflamasını ve esasen lazım geldiği kadar intizam ve muvaffakiyetle yapılamayan akınların daha ziyade gevşemesini intaç etmişti. Anadolu takımı ise neşv ü muvaffakıyetle daha iyi oynuyordu. Bilhassa müdafaa ve muavin hatlarındaki bazı oyuncular şayanı takdir bir surette Galatasaray’ın hücumlarını tevkif etmeğe muvaffak olduklarından müsabaka Anadolu takımının galebesiyle hitama erdi.
Oyun sahası hakkında bir iki sözümüz var. İttihat kulübü çayırı bakımsızlık yüzünden seneden seneye daha berbat bir hale girerek biraz yağmur yağınca futbol oynamağa değil hatta doğru yürümeğe bile mani bir batak ve göl şeklini almağa başladı. Bu hal müsabakaların intizamını tamamen ihlal ettiği gibi idmancı gençlerimizin saatlerce müddet ve acınacak bir surette çamurlar içinde yuvarlanmalarını intaç ediyor.
Sonra bu yetişmiyormuş gibi müsabaka esnasında seyircilerin oyun sahasını dört taraftan beş altı metre tecavüz etmeleri ve hariçten bazı kimselerin kendi takımlarının oyuncularını teşvik ve teşci için yine çayırın ta ortasında aşağı yukarı koşmaları da ciddiyet ve intizamı son derece ihlal ediyor. Sahipsiz bir halde bulunan ittihat çayırına donanma veya müdafaayı milliye cemiyetlerinden biri tarafından vaziyet edilip müsabaka meydanı biraz tanzim ve tathir olunmaz, seyirciler ve oyuncular bir zapturapt ve nizamname tabi tutulmazsa gençlerin idman yapmaktan ziyade çamurlar içinde ve karma karışık bir halde yuvarlanıp duracaktır. Binaenaleyh her iki cemiyet erkânından bu ciheti nazarı dikkate almalarını gençlik ve idmancılık namına rica ederiz.
Abidin Daver
Hayatı askeriye: orduda neşat
Hayatı askeriye: Terakkiyatı ahiremizden numune – köprücülük
bahadırlar geçerken
Cezireyi Muhammed’de: Medine-i münevvere de müteşekkil aşayirden mürekkep hecin süvari taburumuzun birkaç neferle zabitleri.
ESER-İ ŞEVKAT: Konya’lıların saha-i harbe gönderdikleri dört yüz yataklı seyyar hastahane hey’et-i sıhhiyesinin resmini kâri’in kirama arz eder ve bu münasebetle konya’lıarın bu şayan-ı imtisâl hamiyetlerini tebrik ederiz.