DONANMA MECMUASI 81/ 12 Ağustos 1917
DONANMA MECMUASI 81 – 12 Ağustos 1917
Donanma mecmuası 81
Pencişenbe – 12 Ağustos: sene 1333 – 13 şevval: sene 1335
İştirak şartları: İstanbul ve taşra için seneliği kırk kuruş, ecnebi memleketlere on iki franktır.
Gazi Süleyman Paşa türbesi. [İlk kaptan-ı derya ad edilmeğe layık olan Rumeli fatihi olunan Bolayır’daki türbesi.]
Keramet gösterip halka Suya seccade salmışsın.
Yakasın Rumeli’nin Pençe-i himmetle almışsın.
Münderecat:
Donanmayı sevmek: Donanma – icmal-i hadisat, evet. Zavallı Türkçe: Hüseyin Kazım – edebiyat mı, fen mi? Hakkı Tarık – şiir, duruş: Tarhan: Türk askerine: Halit Fahri – içtimaiyat, harp ve kadınlarımız: Kazım Nami – tarih, Varşova muharebesi: Ali Şükrü – yeni istidatlar; geceden tulua: h. S v S. H. – hatırat-ı edebiyye, şair ve filozof: Tevfik Fikret – tahtelbahirleri mağlup edebilirler mi? Abidin Daver – tehlike: Ali Haydar Emir, Ahmed Tevfik.
Donanma istiklal-i vatanın muhafızıdır.
Nüshası 40 para
Merkez tevzi Bab-ı Ali caddesinde Ayyıldız kitap hanesidir.
Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.
En meşhur muharrirlerin muavenet-i mahsusayı kalemiyesi temin edilmiştir.
Merci: mecmuaya ait her iş için donanma cemiyeti merkez umumiyesinde daire-i mahsusaya müracaat edilmelidir.
Matbua: Ahmed İhsan ve şürekâsı.
MUAVENET MUHTEREM-İ TAHRİRİYYE
Huruf hece tertibi ile isimleri yazılan, her biri ilimde, fende, tarihte, edebiyatta hakiki bir ihtisas ve şöhret sahibi bulunan zevat-ı muhtereme, daimi muavenet kalemiyyede bulunmayı vaad ederek maksad-ı milliyenin tamim ve intişarına ebdal-i himmet eylediklerinden bilvesile teşekkürlerimizi takdim ederiz.
————————-
İbnülemin Mahmut Kemal İnal Bey, Ahmet Rasim Bey, Ahmed Refik Bey, M. Burhaneddin Bey, Celal Sahir Bey, Cenab Şahabeddin Bey, Hüsnü Bedreddin Bey, Hakkı Bey, Hakkı Tarık Bey, Halid Fahri Bey, Selman Nazif Bey, Abidin Daver Bey, Arif Bey, Ali Canib Bey, Ali Haydar Emir Bey, Ali Şükrü Bey, Ömer Seyfeddin Bey, Galib Bahtiyar Bey, Kazım Şinasi Bey, Kazım Nami Bey, Köprülü zade Fuad Bey, Mehmed Emin Bey, Mehmed Ali Abti Bey, Memduh Şevket Bey, Mahmud Sadık Bey, Muhiddin Bey, Muhtar Paşa, Yusuf Ziya Bey, Yusuf Osman Bey, Yunus Nadi Bey.
Milli günler:
BARBAROS İHTİFALİ – MEKTEB-İ BAHRİYE
Geçen hafta yalnız donanma için değil, bütün millet için dikkate şayan safhat merasimi ihtiva ediyor. Bunlardan biri <millet bayramı> günü donanma cemiyeti tarafından reis-i bahri Barbaros Hayreddin namına yapılan ihtifaldir. Milletlerin seviyesi, büyüklerine gösterdikleri kadar şinaslıkla ölçülür. Büyüklüğün kadrini bilmeyen bir millet, büyümek hakkını kendi kendine ıskat etmiş olur. Barbaros ise bu millette değil, bütün cihan içinde pek nadir yetişen büyüklerdendir. Devri sabık, onun son istirahatgâhına bile etraf ve civarını en kötü komşular içinde bırakmak suretiyle el uzatmış, onu millet çoktan unutmuş idi.
Donanma cemiyeti, ifası yine milletin hasâîl fâzılasına delalet edecek olan bazı teşebbüsata girişti. Türbesine altın donanma madalyası ta’liki suretiyle başlayan bu teşebbüs hakiki esbaba mani hayhûletiyle henüz tamamen fiiliyata geçemediyse de merhumun çok sevdiği millet, hakiki hürriyet bayramıyla şadan iken ruh pakına hediyeler göndermeği unutmadı. Millet bayramı günü donanma cemiyeti merkez umumiyesini birçok kadir şinaslar ile doluyor, hususiyle istikbal-i bahriyi ellerinde tutan genç bahriyeliler ile Barbaros’un hakiki hayr-ül-halefleri olan bahriye askeri pek sevimli bir manzara arz eyliyordu. Bu heyet gezide önlerinde muzika olduğu halde evvela millet bayramını millete hediye eden ittihad ve terakki cemiyetinin merkez umumiyesine gitmeği kendi şîme-i kadirşinası ve şükür inkırazısına muvafık gördü. Bu vazifeyi tebcil oraca pek har bir istikbale mazhar oldu. Heyet-i idaremiz azasından Ahmed Talat Bey Efendinin lisan-ı hal ümmet ad edilecek kadar samimi bir eda ile irad ettiği nutka katib-i umumi Midhat Şükrü Bey Efendi güzel bir cevap vererek bu rasimeye revnak-ı bahs oldular. Merkez umumi azasından iki zat-ı muhteremin de iştirak ettiği heyet-i ihtifal oradan Nur-i Osmaniye kulübüne gitmiş, orada da hissiyat-ı tebcili alam ile İstanbul katib-i mesulü Kemal Bey Efendinin nutuk cevabiyesiyle mesrur kalmıştır. Heyet-i ihtifal Mahmud Paşa, köprü tarikiyle türbe-i münevvereyi Hayreddin önünde ahz-ı mevki ettiği zaman herkesin kalbinde merhumun yâd azimesi bir daha yer tutmuş idi. Heyet-i idaremiz azasından Ali Şükrü Beyin hissiyat-ı millete tercüman olan ve aşağıya derç edilen nutku alkışlar ile hatime ererken Ahmed Talat Bey dest-i küşayı tazarru olarak cümleyi tatlı gözyaşları döktüren duasını kıraat eyledi. Heyet, oradan Sinan Paşa cami şerifine azimet etmiş, mesubatı ervah şühedaya ithaf edilen ve Enderun hümayun efendileri tarafından kıraat olunan mevlid-i şerif bu ihtifale bir tırâz-ı manevi olarak, hazara şükürler dağıtılmıştır.
Donanma cemiyeti şu vesile ile Barbaros’un hâb-gâh enver ebedisi hakkındaki teşebbüsatının itmamını lûtf haktan niyaz eder.
Ali Şükrü Beyin nutku:
Yalnız Türk bahriyelilerinin değil, belki bütün bahriyun cihanın reis-l rüesası olduğuna, tarih vefatı olan <millet reis l Bahr> cümlesi ayan bir işaret teşkil eden gazi Barbaros Hayreddin Paşa merhumun hatırayı kudsiyet pahını tebcilen ikinci defadır ki burada, merkad mübareki önünde saff-beste-i ihtiram oluyoruz.
Gecen sene, merhum müşarünileyhin o saf ve mezâyâ aliyesiyle din ve devlete ifa ettiği hizmat bir güzideyi vatanperveranesi imkân nispetinde izaha gayret edilmiş ve aynı zamanda hukuk masumiyesinin istirdadı hakkında da bazı hayırlı makarrat ittihaz kılınmıştır.
Bu makarr-ratın fiiliyata inkılabını deruhte eden donanma cemiyeti, araya bazı mani ciddiye girmesi dolayısıyla vazifesinde maatteessüf tamamıyla muvaffak olamamıştır. Maa haza makarr-rat mebahis arasında en ziyade haiz-i ehemmiyet olanını, işte bu sene de merhum müşarünileyhe namına bir ihtifal tertibi suretiyle mevki fiile koyuyor.
Efendiler, her hangi suretle olursa olsun manevi bir temele isnad etmeyen maddi teşebbüsat istenildiği mertebe feyzdar mahsul veremez. Sevaik maneviyenin teşebbüsat-ı maddiye üzerindeki tesir terbiyetkarısı hiçbir veçhile inkâr edilemez.
Bu dakikaya binaendir ki Avrupalılar her hangi bir mesele hakkında cemiyetle ittihaz makarrata kıyam ettikleri zaman içtimailerini daima o mesele ile uzaktan, yakından alakadar olan muvakide veya heykel önünde akid ederler.
İngilizler her sene Trafalgar muharebesinin sene-i devriyesini, Trafalgar meydanında Amiral Nelson’un heykeli önünde tesid ederler. Trafalgar’daki adı verilen bu günün ne kadar muazzam bir içtimai, nümayişe ve İngiliz bahriyesi için de ne derecelerde feyyaz makarrata tecelli gâh olduğunu mensubun bahriye içinde işitmeyen, bilmeyen yoktur.
Bizim de hamdolsun yüzlerce Nelson’larımız, birçok Trafalgar’larımız mevcut olduğu halde bu güne kadar bunlardan hiç birisini her sene tesid değil hatta lütfen hatırlamak zahmetini bile ihtibar etmemişiz. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki öyle zamanlarımız olmuştur ki bilâ istisna bütün millet bizim de bahri bir devlet olduğumuzu, bizim de parlak bir mazi-i bahri sahibi olduğumuzu tamamıyla unutmuştur. Bu nisyanın cezasını müteaddit defalar, hem de pek feci surette çektiğimiz halde yine mütenebbih olmamışızdır.
Fakat bugün şayan-ı teşekkürdür ki bahriye hakkında umumi ve derin bir intibah mevcuttur ve donanma cemiyeti de bu cereyan mesut intibahı tenmiyedeki hissesiyle bihakkın iftihar etmektedir.
Bir gün maddeten pek küçük olan bahriyemizdeki büyük ruhların elyevm cereyan etmekte olan haileyi azime esnasında noksan-ı vesaite rağmen vakit vakit gösterdikleri müessir kahramanı, hepimizin göğsümüzü kabartacak vuruç meyus Hayreddin’i el hâk şad edecek meratibi bulmuştur.
Doksan tonluk küçük Sultan Hisar’ımızın dokuz yüz küsur tonluk bir İngiliz tahtelbahrini, sırf bir eser-i tesadüf olarak değil, belki uzun fakat nispetsiz olan muannidane bir mücadele neticesinde gark etmesi, milletin naktine cemiyetiyle cemiyetimiz tarafından mubayaa edilen Muavenet-i Milliye muhribinin, dünyanın en büyük ve müttehid iki donanmasına karakol vazifesini ifa eden HMS Goliath adlı büyük bir zırhlıyı batırması, tarih-i bahriyede emsaline pek tesadüf edilen kahramanlıklardandır.
HMS Goliath’ın İngilizlerce Câlût demek olduğu ve iki muhasım gemi arasındaki nispet-i cesamet nazar-ı itibara alınınca Muavenet-i Milliye’mize Davud ismi ve bu isimdeki kudsiyet çok görülmemek icab eder. İşte bütün bu işlerin ifasında mühim bir saik olan sâlif-üz-zikr intibahın pek yakın bir zamanda diğer bir mahsul Mesudiye görmekle de mübâhî olacağız. Bununla ahiren donanma cemiyeti tarafından müsta’inen tevfika teali inşasına teşebbüs olunan tersane meselesini murad ettiğimi elbette anlamışsınızdır.
Drama kruvazörünün, Sultan Osman, Reşadiye, Fatih dretnotlarıyla diğer bazı küçük sefainin uğradıkları akıbeti göz önüne getirilince cemiyet muhteremenin teşebbüs ahirindeki isabet, fevkalade ve hayati ehemmiyet olanca vuzuhuyla meydana çıkar.
Harb-i hazırın bidayetinde Armstrong gurubunun alakadaranın gözünden kaçmayan etvar-ı na-lâyıkası nazar-ı ibtisâra alınınca inşa edilecek tersanenin müstakilen donanma cemiyeti gibi milletin ruhundan doğan bir müessese-i milliye tarafından tesisi, meseleye bir kat daha kıymet veriyor.
Donanma cemiyeti birkaç aydan beri icra etmekte olduğu tetkikat ve tahkikat amikası neticesinde bu tersanenin inşasını – bittabi milletin hazineyi hamiyetine istinaden – her noktayı nazardan istitaatı dâhilinde görüyor.
Hazar Kerim! İsmini maalesef tahkik edemediğim eski bir bahriyelimizin <gemisi ve silahı için düşman veya rakip eline bakan devletin vay haline> diye izhar ettiği irşadkar teleffühün tazammun ettiği manayı mehleki tamamıyla anladığımıza delalet eden teşebbüs ahiri büyük bir samimiyetle alkışlayalım! Ve bu teşebbüs-i hayrın bir an evvel meydana çıkması için de el birliğiyle ve milletçe çalışalım.
Efendiler, emin olunuz ki kurtulmaya niyet etmiş bir milletin demir salabetinde olan azmini ilham eden bu alkışlar, şurada yatan pir bahrimizin ruhunu elhak şad ediyor. Hiç şüphe etmeyiniz ki Barbaros Hayreddin muhterem bir hayr-ül-halefi, belki de bizzat kendisi tarafından verilen nasihatin nihayet el emir nazar-ı dikkate alındığına ruhen büyük bir haz duyuyor!
Mekteb-i bahriyede merasim
Geçen Cuma günü Heybeli adadaki mekteb-i bahriyede adaya yeni isale edilen suya ait çeşmelerin merasim küşadı vesilesiyle istikbal bahriyenin faâl, güzide ellerdeki tekemmülatı vükela ve ekâbir memlekete gösterilmiş, milletin donanma ile olan alakası bu suretle de ispat edilmiştir.
Merasimde sadrazam paşa hazretlerinin, harbiye nazırımızın ve rical saire ile münevveran memleketin inbât-ı vücut eylemesi devletin bahriyeye olan enzar-ı ihtimamını ispat etmekte olduğundan merasim mezkûre son derece şayan-ı dikkattir. Onun için donanma mecmuası bu hadiseyi kemal-i ehemmiyetle kayıt ve ilanı meserret eder. Mecmua, mekteb-i bahriyenin terakkiyatına son derece alakadır olduğundan bu hafta yalnız merasimin tafsilatı ita ediyor. Mektep erkânı bu merasime donanma cemiyetini daveti unutmayarak iki taraftan fikir-i nezih ve dakiklerini ispat eylediklerinden ayrıca beyan-ı teşekkür ederiz. Merasimde muavinin tahririyemizden bir zat ta mevcut idi. Tetkikat ve maşhudatına inşallah gelecek nüshaya mufassalan derç etmek suretiyle ifayı vazife edecektir.
TEŞEKKÜR
Mecmuamız, bu ikinci intişarıyla da muhterem milletin pek büyük, ümit ve istihkak fevkinde bir teveccühüne mazhar oldu. O kadar ki birinci nüshanın izhar edilen rağbet nispetinde tevziine imkân bulunamadı. Bu sebepten ikinci defa olarak tabına teşebbüs ettik. Bunun için lütufkâr karilerimize bilhassa arz-ı şükran ederiz. Bazı rıkamız tarafından teşvik-i hizmet yolunda dinmez takdirlerde bizde büyük bir his-i minnettarı uyandırmıştır. Mukabele-i takdim-i teşekkürat eyleriz.
<o> <o> <o>
Bu yüksek tabakasını iltizam edemeyenler nazarımda ferdiyetçilerin mehalik takımından olur. Çünkü lisan gerçi içtimaı zaruretinden doğmuştur. Fakat içtimai yapan ve tahkim eden de odur.
Kemal Bey <edebiyatsız millet dilsiz insan kabilinden olur.> diyor. İnsanlar dilsiz olsaydı kemal ve temeddün noktasına daha mı kolay varacaklardı? Beşerin bekasını bulacak ve yapacak lisanıdır diye mübalağa bile edebiliriz. Zira edebiyat hocaları derler ki <üslup beyan, aynıyla insandır. >
Ancak bazıları, bu ihtiyacı marazi bulmadıkları halde de bunu midenin tahassüslerini tatminden sonraya bırakıyorlar. Evvela can, sonra canan. Diyorlar. Benim fikrim, bütün göz kamaştırıcılığına rağmen, bu iddianın da zıddınadır. Bence, insanın güzellikten mütehassis olmaya başladığı anın hululü, uzvi hayatının, kemali değil, tamamı demektir. O her ne suretle, her ne şekil ve miktarda olursa olsun yemiş içmiş tabiatın doğrudan doğruya sun’imize müftekir olmayan mevhibeleriyle var olmuş, beslenmiş, büyümüş ve bunun zevkini tatmıştır. Varlığımızı yapan eczanın her teceddüdü ile teceddüd eyleyen şu zevk olmasaydı ikinci defa sağlığımızı idame edecek unsuru tedarike ihtiyaç duymamız tasavvur bile edilemezdi. Bizim şehvet âlemine gelişimiz bir toklukla başlıyor ki hayatın devam mebdeini bil ki şu zevke medyun çıkacağız, diyebilirim. Bizi yeni bir nefes daha almaya sevk eden yeni bir cennet vaadi, ümididir. Bu sebeple midede de aynı zevkin hükümran olduğunda şüphe etmem. Edebiyatçılardan az hayali olamayan mütefennin sınıftan Meçnikov (Rus mikrobiyolog) ları uzak yakın bir günde hayatın külfetli rabıtasını mideden keser gibi oldukları, yaşamak için istimal edilmemiş bir tabiat kuvveti bırakmadıkları zaman insanların hemen yapacakları yegâne iş, çalıp çağırmaktan, gülüp oynamaktan ibaret kalmaz mı? Ab-ı hayatlar, mebzul kusurlar, hatıra gelince oluvermiş meyvelerle câvidânî bir ömre kavuşmak belki bizim hayalimizde canlanmakla kalmıştır. Lakın ilim ve fen erbabı – mesailerinin hedefini iyi tayin edebilirsek göreceksin – bu engin hayale doğru kürek çekip gidiyor. Buna biz bilâ kayd ü şart müteşekkir ve minnettar olmalıyız. Bu amellerin bir nevi tevzii ve taksimidir. Bu taraf düşünüp bulursa o taraf tezgâha koyacak! Julivern “Jules Verne” ni bir tarafa bırakın, “Joseph-Michel and Jacques-Étienne Montgolfier” biraderler balonlarını şişirmeden bir asır evvel, “Cyrano de Bergerac” ismindeki Fransız muharriri, kamerle telaki için dumanla doldurulmuş bir küre tahil ediyor. Bunu da edebi bir eserinde yazıyordu. Keyifleniyorsun, değil mi? Eğer bununla kalsaydı, razı olmazdım. Fakat işte bir misal daha. Cyrano de Bergerac, kamerin sekinesinde bir nevi kitap tasavvur ediyor ki bir takım sinirlerle sarılmıştır. Bunlardan biri istenilen sahifeye getirilip tatbik edilince işitilen ve anlaşılan bir ses intişar ediiyor. Bilmem anlaşıldı mı? Tıpkı şimdiki gramofonlar! Bak, zevk ve hayal, yalnız kendisindeki evveliyetle mübâhî değil, fenne takdim eden rehberliğiyle de müftehir olabilecek, ne kadar yazık ki bu < cihan ulum > içinde hala edebiyatı, güzel sanatları boşluk zan edenler vardır. Bense asıl edebiyatın yarın fenni bir hayat almasını hiç de istib’ad edemiyorum. Görülmüyor mu ki, şair feylesofların vardığına fen ve tecrübe asırlarca sonra vasıl oldu. Bugün bir felsefe, bir tarih eserinin yeri beynelmilel bir makamdır diye söyleyenler görülüyor. Dikkat ediyormusun, edebiyatı bilime esselam red edenler beşeriyetin manevi hayatını çiğneyip gidiyorlar. Bu manevi hayatı çiğnedikleri, bu insanı ulumu hiçe saydıkları içindir ki tabi, şiiri, musikiyi, felsefeyi nefsinde toplayan eski beşeriyet mürşid ve mürebbiyelerinin bu gün de kesrette ve hudut göstererek çalışması lazım geldiğini anlayamıyorlar. Hem ne anlaşamayış! Temiz, sahih bir temaşa tasisini bekliyorlar da ötesine esas olan edebiyatı istemiyorlar ve anlamıyorlar. [ * ]
Ben tekrar ediyorum: şiir ve emsali – ki ya edebiyat bunlarda, ya bunlar edebiyat mefhumunda mevcut telakki edilmektedir – beşerin kemalini gösterir. Tabiattan alınmış, tabii bir cereyanla yerleşmiştir. İnsan için bunun yaratılmıştır. Bunu vakaya etmek bidaate, hüsnü muhabbeti okşamak lazımdır, zaruridir. Bedii terbiye olmayan yerlerde hayatın eğlence unsuru sunmuştur. Vazifelerimiz çekilmez bir yük olmaktan kurtulmaz. Hayatı zevk haline koyacak, mesudum hükmünü verecek budur. Beklediğimiz azade saati bedii geçen saatlerde buluruz. Keyfimiz için sarf ve israf ettiğimiz kuvvetin bize hiç yorgunluk bırakmadığını görmez miyiz? Çobanın kavalından koyunların bile müteessir olduğu kayıt olunmuştur. Ya bunun kendi ruhuna o yalnızlıkların hüsranı içinde nasıl bir iş, nasıl bir zindelik verdiğini bilmiyor muyuz?
Sonra insanın vicdanı < ne kadar zihni ve irade ise aynı zamanda o kadar hissidir > ve maddi, manevi telakkisiyle hissi! Beşerde bu vicdanı terkib edecek his, elbette hislerin en mümtaz ve münferidi bedii his olacaktır. O vicdanı, tarif edilmeyen, fakat his olunan güzellikler, yükseltir. Ahlak üzerine tesiri de işte buradan başlar. Bilmem sana şekerli zarflar içinde sulfata vermişler midir? Birçok fenalıklar, yaldızlanırsa, cazip görünür. Fenalığı çirkin göstermek bedii terbiye görmüş bir ruhu fenalıktan kaçındırmak için kâfi geldiği gibi iyiliğin de güzel gösterilmesi intihabı için bize tereddüt vermez. Spencer, hiçbir büyük sanatkârın tasvir ve tersim, hiçbir büyük şairin terennüm etmediği bir devir, diyor: talim ve terbiye için kaidesiz ve lüzumsuzdur. Peygamberin de <an min-l-şiir l- hikmet> buyurduğunu söylerler. Önümüze bakalım, bize gelen milli sermaye yalnız fen değildir. kos koca bir unsur, sanat unsuru da beraber bulunuyor. Bunu bir tarafa atmak mümkün olur mu? Hem unsur ki onun içinde fennin hiçbir zaman veremeyeceği bir millet gayesi, bir hayat gayesi vardır. Sen edebiyata itiraz edenlere sor. Beşerin gayesini tecelli sahasına çıkaran ve o gaye için kalbe kuvvet veren çiftçisi, bankeri, mühendisi midir? Yoksa şairi mi, musikişinası mı, feylesofu mudur? Doğrusu ben memleketimi dilber araziye baş koymuş dilber denizlerine bakarak sever, sevdiğim için de korumak isterim. İşittim ki dost Alman, düşman İngiliz misafirlerimiz Anadolu’nun yollarını, köprülerini bugün bizim hesabımıza pek ali döşeyip koruyorlar!
Senin tarih hocan, benim de hocamdır. Oğlum eski Yunan esatiri her zaman yeni kalacak. Her zaman okunulacak ve düşünülecek sahifeler yazdı. Bunlardan birini [Athena = Minerva ] işgal eder ki irfan ve sanatın yezdânıdır. Atina’yı o himaye eder ve Jüpiter’in o kudret külliyenin başından çıkmış olarak tasvir edilir. Athena doğduğu zaman Atina, yani bütün bir devlet, bir hükümet, coşan bir altın yağmuru ile mesut olmuştur. Türk esatirindeki bozkurt’un ateşi de acaba şu manevi kuvvetten, hayat aşkından başka bir şey mi?
Bilmem, bu kadar delil, sa’y müsterih etmek için kifayet etmiyor mu, oğlum? Ben memleketimi Lozan’dan görmüyorum, lakın aldanmıyorum da; Bütün fakr ve ihtiyacımızı biliyor, gidimizi saydırmak için fenni vesaitle mücehhez olmanın lüzumuna kani bulunuyorum. Fakat bunun yanında bir kanaatim daha var ki bu fenni vesaiti hazırlarken bu günkü kavgaların hikmetini gözden kaçırmamalı diyorum. Eğer bizler böyle hudut kavgası yapmakta istikbale nazaran da haklıysak, sonra bir ruhumuz var, bir manevi hayatımız var ve derlenip toplanmamız için bu varlık da bir azimet noktası olmak lazım gelirse, yani bizler hayatı sürmüyorsak, o fencilerden, makinacılardan evvel, daha musadekar olalım. Onlarla beraber memleketleri, ruhları idare edecek dimağda adamlar yetiştirelim. Belediyelerde çalıştığım için bilirim. Memleket tabibi reisimizin müstevli olan cehli yüzünden muvaffakıyeti yolunda semere almak şöyle dursun, bir tohumcuk da koymaya vakit bulamamıştı. Lykurgos bir Sparta ilmi ebedi ettiğinden bi haber miyiz? Solon, Atina’yı Atina yapanlardan biri, bir şair değil mi? Ergenekon kahramanı halkın ruhunu tahlil edemeyen bir demirci olsaydı esaretten kurtulamaz, kurtaramazdı; Hele bizim tarihin Fatihleri baştanbaşa birer şairdir. Fatih, Selim ve Süleyman; Nihayet devlette büyük bir hareketi uyandıran Reşid Paşa bile edebi bir devrin bir rengidir. Ziya Gökalp Beyin, Salih Zeki Beyden çok nafi olduğunu gözümüzle görüyoruz. Cihan medeniyetinde Luther’in yeniden açtığı devir. Yahut Luther’le yeniden başlayan devir. Yalnız baronun kârına olmamıştır. Baronu müfid kılabilmek ateşini kullanmaya vabestedir. Sen, isterim ki edebiyatta, bir Luther ol ve sen de istersek hokkanı şeytanlarına fırlat. Tabiat erkeği dişiyi nasıl yakın bir nispetle müsavi yetiştiriyorsa, edebiyatçı ile fenciye de hemen öyle hafi bir tesir hâkimdir. Hâsılı ben edebiyatı birinci derecede görmekte sabitim. Onlar ikinci diye iddia ede dursunlar. Eğer sen ikisini bir seviyede birleştirebilirsek <hayr-ül umur ustaha> yı bulmuş olursun, yavrum.
Nişantaşı 18 Temmuz 1333
Hakkı Tarık
[ * ] – Ahmed Cevdet Beyin Viyana’dan gönderilmiş bir diğer makalesi de bu tesisin lüzum ve ehemmiyetini bildirir.
KÖYLÜ İLE KONUŞMA
Selâmün aleyküm! Belki hatırındadır. Askere gitmeden evvel köye kadar getirip okuttuğun donanma mecmuası seni hiçbir zaman unutmamış, senin için ayrı bir yer hazırlayarak her hafta seninle olanı biteni anlatmış, donanma için sana çok yazı yazmıştır. İşte yine işine başlıyor. Sana verilecek çok havadis var. Onları birer birer sayıp dökecektir. Bu hafta için bir haber vereyim de çok sevin. Hem bu haber ne kadar kısa olursa olsun, sana çok ferahlık verecek!
Bu sefer de moskof bozulmuş, kaçıyor.
<<Sağlam irat sahibi olmak ister misiniz? İşte donanma piyangosu>>
İçtimaiyat:
HARP VE KADINLARIMIZ
Kadınlarımız, en yakın akrabalarından başka erkeklere görünmüyor, dükkâncılardan başka kimse ile görüşmüyorlardı. Şimdi iş değişiyor, kadınlar da, erkek meslektaşlarıyla beraber aynı dairede aynı oda içinde iş görüyor. Bu suretle erkek ve kadının münasebeti daha sıkı ve daha samimi oluyor. Bundan bir zarar tevellüd edebilir mi?
İffetin, nisviyy vakarın kadrini anlamış hanımlar için erkeklerle bu derece münasebette bulunmanın kuvvetli bir mahzur tevlid etmeyeceği zan olunabilir. Vâkıâ asırlardan beri, bir birinden ayrı, bir birinden habersiz yaşamağa alışmış olan iki muhtelif cinsin karşı karşıya gelmesinden ahlaki bir tesevvüş husule gelebilmesi mümkündür. Fakat hayânın icaplarıyla beraber yine karışmak ihtiyacında kalan bu iki cins o icapları yerine getirmek lüzumu karşısında birbirlerini daha iyi anlamağa, daha iyi tanımağa çalışacaklarından ilk heyecana tabiatıyla hevâ vü hevese mağlup olmağı düşünemeyeceklerdir.
Kadının tabii hicabı erkeğin mütemadi huzurunda kıymetli bir ciddiyete tahvil edecektir. Pek yeni olmakla beraber şu birkaç aylık tecrübe, iş başında kadının, erkekten daha iyi yapmak, ondan daha çok çalışarak kadınlığa hürmet celb etmek, kendilerine verilen mevkii layık olduklarını göstermek emellerini takip ettiğini iddiaya salahiyet veriyor. Bu garip istihalenin ekseriya şuursuz bir halde vuku bulmakta olduğunu görüyoruz.
Kadınlar muvacehesinde kalmak, erkeklerin de ahlakındaki huşuneti ve laubaliliği hafifleniyor. Kadının huzuru erkeğin te’dibini intaç ediyor. Yavaş yavaş erkekle kadın birbirini daha iyi anlıyor, yekdiğerinin kıymetleri hakkında meçhulata bina edilen yanlış akideler birer birer yıkılıyor, kadının kuvveti erkeğine yar oluyor.
“ Prag şehrindeki tezyini sanatlar” mektebini ziyaret etmiştim. Orada on altıdan yirmi beş yaşına kadar kız ve erkeklerin birlikte, hem de zarif bir muhitte muhtelif cinslerden üryan modeller karşısında büyük bir ciddiyetle çalıştıklarını görmüştüm. Bunlar arasında münasebetsiz bir halin hudüs edip etmediğini sormak cüretinde bulundum. Bana buradaki teâtuflar, ancak izdivaç ile nihayet bulur. Ahlaksızlığa tek bir misal bile gösterilemez. Cevabını vermişlerdir.
Filhakika başka türlü olamaz. Birlikte yaşamağa alışmış olan erkekler ve kızlar, birbirlerini alçaltacak ve düşürecek muamelelerden içtinap eder. Tek bir kadınla tek bir erkeğin bir yerde bulunmasından çıkabilecek mahzurlar, birçok kadın ve erkeğin bir yerde çalışmasından katiyen tevellüd edemez. Buna mani pek çok sebepler vardır.
Öyle zan ediyorum ki bu birlikte yaşayış, birlikte çalışış, bir biriyle sa’yide ve iffette müsabaka ediş, ahlak nokta-i nazarından çok hayırlı neticeler verecektir. Belki ara sıra bu umumi cereyanın saf sathını kirletecek bir iki münasebetsiz hadise zuhur edebilir. Bundan ne çıkar? Pek cüzi bir zarar için, pek külli bir hayrı red etmekte elbette mana yoktur. Fena bir misalin bir ekseriyete numune olabileceğinden korkmak kadar da sathi beyinlik olamaz.
Ne kadar derin düşünürsek düşünelim, bu yeni hayatın ahlak itibariyle, zarar yerine büyük büyük faydalar temin edeceğini tasdikte muztarr kalırız. İş görmezin önünde, kadınların müstahdem olduğu her hangi bir daireye gidebilir ve istediğimizi öğrenebiliriz.
İşten çıktıktan sonra bu hanımların çok daha açık ve çok daha hafif meşreb olduklarını iddia edenler bulunabilir. Bu iddia doğru olmamakla beraber bunu niçin erkekler beraber çalışmaktan mütevellid bir hadise telakki edelim, belki bu, o ananevi müteferrid hayatın, ayrılık ve tanışmamazlık hayatının zaruri bir neticesidir.
Kadınların umumi hayata atılmasından husule gelecek ahlaki faydaları böyle açık sütunlarda şerh ve tafsil etmek kabil değildir. İşte bu da açıklığın ister istemez müeddib ve kâmil bir tavır takınmağı icap ettiğine delildir.
Kazım Nami.
<<Ak deniz bir zaman yalnız Osmanlı donanmasının fermanını dinlerdi.>>
İtizar-ı iftihar:
Nev-demide zekaların, yeni istidatların inkişafına hizmet etmek üzere bir kısm-ı mahsus küşad edeceğimizi geçen nüshamızda ilan etmiş idik. Bir hafta zarfında gelen âsârın kemiyetinden ziyade keyfiyetinden anladık ki, istikbal, his ve tasvirde bizlerden daha ziyade müdekkik olacaktır. Bu âsâr meyanında bilhassa intihab ettiğimiz bir mensûre ile – ki Hakkı Tarık Beyin “edebiyat mı, fen mi?”- makalesini ithaf ettiği tilmizleri tarafından yazılmıştır. – bir manzume bilhassa nazar-ı takdiri celb ediyor. Münderecatın çokluğundan bunlardan yalnız birini derç ile diğerlerini tehire mecbur olduk.
<<donanma için ufak bir hizmet: donanma iğneleri her yerde satılır.>>
VARŞOVA MUHAREBESİ
– 1 –
Lehlilerin son büyük
Hürriyet mücadelesi:
1831 senesi bütün yaz Varşova adeta bir ölü şehir halini almıştı. Muhteşem sarayları metruk bir halde, sokakları tenha, evlerinden dışarı çıkmak cesaretini gösterebilen bir kaç kişi ise adeta dayak yemiş gibi muhteriz bir tavırla geziniyorlardı. İdare-i örfiye resmen ilan edilmediği halde fiilen mevcut gibi idi. Kahraman Leh milletinin uzun zamandan beri büyük bir azim ve şiddetle devam edegelen hürriyet mücadeleleri artık nihayete ermek üzere bulunuyordu. Bu ana kadar mubadin harpte muzaffer oldukları halde bil netice Rusya’nın hesapsız muhikk sürüleri önünde boyun eğmeye mecbur kalacaklarını herkes acı acı his ediyor, anlıyordu.
Kıyam bir sene evvel başlamıştı. Milyonlara karşı ancak bir avuçtan ibaret oldukları hakikatini bildikleri halde, son zamanlarda Fransa ile Belçika’nın göstermiş olduğu misallerden cesaret alan Varşova Lehlileri, Rusya’nın müthiş, ezici istibdadına karşı isyan etmişlerdi. O istibdad ki şehirlerinin valisi olan canavar Konstantin de teşhis etmişti.
İsyanın sebeb-i zahirisi, böyle işlerde her vakit olduğu gibi pek ehemmiyetsiz bir mesele idi. Muhayyel bir cenah üzerine maruf bir zabit hakkında icra edilen sahte bir muhakeme, gayet kuvvetli delailin tamamıyla aksine bir karar, harbiye talebeleri arasında bir sokak kavgası; Bir düzine kadar talebenin derhal sokakta kırbaçla dövülmesi, bir o kadarının da zindana tıkılması. İşte isyanın sebebi. Genç Lehliler Kanun-i Evvelde silahlı isyana sarıldılar ve hiçbir merasime riayet etmeksizin zindan kapılarını kırıp arkadaşlarını kurtardılar. Sarayın kapıları kırıldı. Vali her tarafta arandığı halde, vaktinde firar etmiş olduğu için bulunamadı. Vali kurban istibdadı olan Lehlilerin intikamından kaçıp kurtulduğu halde avenesi, yavruları cezalarını buldular. Bunların birçoğu düşmanlarının merhamet bilmeyen ellerine düştü. Bu anda Lehistan’ın payitahtı artık Lehlilerin elinde bulunuyordu. Rus zadegânı ve kübrası ortadan kayıp oldular. Her sokak başında içtimalar yapılıyor, hatiplerin irad ettikleri ateşin nutuklar mütemadiyen yaşasın Lehistan! Nidalarıyla kesiliyordu.
Bu hal 1830 senesi kışı imtidadınca bu yolda devam etti. Buzla kaplı olan Rusya çölleri Rusların harekete geçmelerini men ediyordu. Fakat Çar bir kere intikam almaya yemin etmiş ve meşum yemininde de sebat etmekte idi. Baharın ilk günlerinde asi Lehlere karşı General Józef Chłopicki kumandasındaki büyük bir ordu göndermişti. General Józef Chłopicki on üçüncü, on dördüncü kolordular kumandanlığında bulunduğu zaman kıtaatına “Varna aslanları” namını kazandırmıştı. Rus taburları iyi talim görmüş ve muktedir kumandanlar idaresinde, bahusus mazideki muvaffakıyetleriyle sermest bulundukları cihetle Lehlilerin acemi askerini, kibirdarcasını geçen büyük bir itimad-ı nefis ile karşılıyorlardı. Vatan aşkıyla meşbu olan Lehliler ise, bu mücadelenin mevcudiyet veya ölüm demek olduğunu takdir ettikleri için aslanlar gibi çarpışıyorlar, ne aman veriyorlar ve ne de aman diliyorlar; Binaenaleyh tüyleri ürpertecek bir şiddet ve dehşetle boğazlıyor ve boğazlanıyorlardı. “Battle of Olszynka Grochowska” da Lehlilerin meydan harbinde bıraktıkları yedi bin ölüye karşı Rusların zayiatı on beş bini geçiyordu. “Battle of Wawer” de Lehler bir hayli toptan maada on bini mütecaviz esir almışlar ve bunları halkın nihayetsiz alkışları arasında sokaklarda teşhir etmişlerdi.
Bütün hatt-ı harb boyunca dayak yiyen Rus ordusu, hayatta kalan en güzide zabitlerini Varşova zindanlarında bırakarak çekilmiş ve Lehlilere de biraz nefes alacak ve istirahat edecek zaman bırakmıştı. Fakat bu da çok sürmedi. Yaz iptidasında diğer bir Rus ordusu Varşova üzerine yürümeğe başladı. Haziran nihayetinde bu ordunun başına Çar tarafından suret-i mahsusada intihab edilen General Ivan Paskevich geçmişti. Ivan Paskevich, Rusya hükümdarının şahsi dostluğuyla şerefyab idi ve efendisinden Lehlilere, hiçbir zaman unutamayacakları kanlı bir ders vermek hakkında kati talimat almıştı.
General Paskevich faaliyete geçmekte tehir etmedi. Fakat selefinin planlarını tamamıyla değiştirmişti. Bu zamana kadar Varşova üzerine her bir teşebbüs, Vistol nehrinin sağ sahilinden icra edilmişti. Varşova şehri, Prag varoşu müstesna olmak üzere tamamıyla nehrin sol kenarındadır. Binaenaleyh nehri şimalden zapt etmek için Ruslar Vistol’u, Prag sokaklarından ve köprüsünden Leh toplarının ateşi altında geçmek mecburiyetinde idiler. Paskevich nehrin sağ sahilinden aşağı inip Prusya hududuna yakın bir yerden nehri geçmeye ve sol sahili takiben ilerleyerek nehre garp ve cenup cihetinden hücuma karar verdi. Nehri geçmek için icap eden köprü malzemesini ve sair levazımı Torn kalesinden gizlice almaya muvaffak olmuştu. Varşova, bu cihette kendisini müdafaa edecek – ve şimdiye kadar Rusların ilerlemesine en büyük bir hail olan – geniş Vistol nehrinden mahrum idi.
Bu esnada Leh hükümetini, General Jan Zygmunt Skrzynecki namında tahsili mükemmel ve iyi bir aileye mensup muktedir bir zat idare ediyordu. Skrzynecki tehlikeyi anladı. Der-akab 30.000 kişilik bir kuvvetle Bzura nehri hattında kuvvetli bir mevzi işgal etti. Bu veçhile Rus taarruzunu tevkif ümidinde idi. Fakat Ağustos’un on beşinde Ruslar fevkalade faik bir kuvvetle biçare Lehleri nehrin sahilinden sürerek Varşova üzerine attılar. Şimdi altmış bin kişilik bir kuvvet şehirlerini tehdit ediyordu. Bu kuvvet şehrin, Vislol nehrinin cenubunda bulunan havale ile olan rabıtasını kat etmişti ki o ana kadar Lehler, tekmil levazım ve imdatlarını buralardan celb ediyorlardı. Paskevich Lehleri bu veçhile cenuptan sıkıştırırken diğer bir Rus ordusu da Prag’ı gözetliyordu. Ağustos nihayetinde bütün yollar Ruslar tarafından kat edildiği cihetle biçare Lehler, adeta kapana tutulmuş fareye benziyorlardı.
Lehler vaziyetlerinin vahametini ancak şimdi anlamışlardı. Merhametsiz, hûn-hâr bir sürü tarafından ihata edilmiş, levazım ve imdat celbinden aciz oldukları için pek haklı ve mukaddes olan davalarının merhamet bilmeyen ihtiyaç karşısında kayıp olduğunu görmekte idiler. Rusya’nın bütün menabi kuvvesi karşılarında idi. Gerçi Avrupayı garbi efkârı umumiyesi, hürriyet için çarpışan bu bir avuç vatanperverin lehinde idi. Fakat bu lehdarlık maatteessüf temenniyat ve teveccüh sahalarından öteye geçemiyordu. Diğer taraftan ise resmen bitaraf olan diğer bir devletin düşman umumiye yardım etmesi, her türlü ümid-i muvaffakıyeti mahvetmekte idi. Bu muavenet keyfiyeti ta Haziran ibtidasından beri malum idi. General Skrzynecki Prusya kralına bir mektup yazmış ve nazırlarının Ruslara karşı göstermekte oldukları muavenetleri birer birer sayarak bunlara nihayet verilmesi hususunda delaletlerini istirham etmişti.
General Skrzynecki tarihi olan bu mektubunda Ruslara Torn kalesi depolarından erzak verildiğini malum topçular iare ettiğini, başka yerlerde ihzar olunmuş elbise ve mühimmat verdiğini ve mühendisliğe ait bütün işlerin – Vistül üzerine köprü kurulması da dâhil olduğu halde – bitaraf devlet mühendisleri tarafından yapıldığını ispat etmişti.
Lehler bu mektubun cevabını beklerken Varşova’da ahval her gün daha ziyade vahamet peyda ediyordu. Bundan başka tehlike yalnız hariçten gelmiyordu. Lehlerin avam kısmı da gürültü etmeye başlamışlardı. Hatta muhafaza-i asayiş için şehre bir hayli asker celbine mecburiyet hâsıl olmuştu. Maa haza bu gibi tedbir ile de avam-ı nası durdurmak mümkün olamıyordu. Rus ordusunun gayri kabil-i mukavemet olan ilerlemesi avamı, alicenap Skrzynecki’ye karşı harekete sevk etmişti. Skrzynecki mahsurun arasında temin-i ittihada hadim olur ümidiyle Leh ordusu kumandanlığından istifa etmiş ve yerine General Henryk Dembiński tayin olunmuştu.
Hatta bu tedbir bile avamı teskine kâfi gelmemişti. Ağustosun on beşinci gecesi bu baldırı çıplak güruhu muharebede esir düşen Rus zabitlerinin mahpus bulunduğu zindana hücum ettiler. Avamın heyecanı derece-i gayeye vasıl olmuştu. Kanları beyinlerine hücum etmişti. İşte Lehistan tarihini lekeleyen iğrenç bir hareketin yegâne bahanesi bundan ibaret idi.
Zindanın kapıları kırıldı. Esira dışarıya çıkarılarak her türlü muameleye duçar ve bilintica hepsi parça parça edildi. Bu veçhile parçalananlar arasında dört Rus generali ve düşmana karşı teveccüh beslediğinden şüphelenilen yüksek tabakaya mensup birkaç kadın da mevcut idi. Bu facia iki gün devam etti. Nihayet asker iade-i sükûnete muvaffak oldu. Fakat bu asker şehrin hatt-ı müdafaasından alınmıştı.
Kübra Şükrü
Vatanımızın denizleri karalarından çok uzundur.
Tahtelbahir makalelerine ait resimlerden: müsellah bir İngiliz balıkçı gemisi ile Alman tahtelbahiri arasında müsademe.
Vatanını seven, donanmayı sever.
Yeni istidatlar
Geceden Tulua
[bize his ve ruh veren muazzez hocamıza]
Bundan dört yıl evvel idi, o zaman daha ser-azad gibi idik. Her tulu gönlümüzde başka bir neşe ve ruh bırakarak geceye varırdı. Gün doğduktan sonra anne ve kardeş elleri öpülürdü. Çantalar akşamdan hazırlanmış kitaplarla koltuk altına girerdi. Mektebe gelirdik. Hiçbir elem, hiçbir helecan bilmezdik. Sesler genç ve billuri idi. O hiçbir dert ve melal taşımayan gönüller o kadar çorak idi ki; bir secde bilmez, bir hüsn tanımazdı. Mesut idik diyeceğimiz geliyor, fakat kanatlarında yaşadığımız saadetin gözlerini ve yüzünü görmemiş ve öpmemiştik. Çılgın bir kahkaha bir tabutun arkasından sürünürdü. Yangın, gönül için zevk olarak kalırdı. Bir feryat, genç, sarı bir dudaktan dökülen bir çığlık, ağlatmaz ve düşündürmezdi. Deli, dedirtirdi.
<0> <0> <0>
Nasıl bir sabah idi. Şimdi öyle duyuyoruz, daha genç olarak kalktık. İlk tramvay daha süratli yürüyordu. Her zaman sürtündüğümüz türbenin kenarından daha fazla acele ederek geçtik, mektebe girdik. Çantalar bir kenara bırakıldı gelen gelmeyen hocalar soruldu. Türkçe hocası dediler, Türkçe hocası değişmiş. Sevindik sevinmedik. Bir iki gün geçti. Bir ders saati idi. Yeni hocaya ilk selamı verdik. Belki bakışına güldük, oturuşunu tuhaf bulduk. Fakat çatılmış iki kaş ve iki göz önünde hürriyetimizden biraz feda ederek uzaklaştık. Gönülden gönüle geçen bir ruku’ ile sustuk.
Günler haftalar geçti, bir zamanlar gönül tırmalayan şiirler gayri ihtiyari dudaklarda gezmeğe başladı. Gözyaşı akıtan kavaid dinlenir oldu. Öz bir ihtiyaç yolunda yürüdü. Rüştiyede bize kesr-i adi okutan hesap aynı zamanda Türkçe hocasının önünde, ezberi kekelemek için el bağlayıp sallanan vücutlar, duyuyorduk veyahut duymadan görüyorduk ki, onun önünde çözülüyordu, çözülüyordu da kendinde hocasına karşı başına bir vaz’ ihtiram buluyordu. Okunan parçaların, derslerin nağmesini ruhlar ve hisler gayri ihtiyari takibe başladı. Bir engel önünde kalırken azarlandı, hatta ağlatıldı ve kanatıldı bile. Fakat her damla yaş kalbin sahifesinin başka bir ufuk tulu çizdi ve başka bir tulu doğurdu.
O zaman daha taze acılar vardı. Fakat gönülde değil kulaklar ve dudaklarda geziyordu.
Ana toprağı için o zaman yazılan her parça bize daha ağlatıcı ve asil geldi.
Mina cephesinde: [dört fırka İngiliz askerini mağlup eden kahraman kıtaatımız yürüyüş halinde.]
Sene oldu ve en son imtihan ile düğümlendi. Son dersten çıkarken hançerelere bir hıçkırık doldu. Kalpler daha fazla çırpındı. Defterler, kitaplar, çekmecenin gözüne yavaşça konuldu. Sınıfta ses yoktu. Her ayak son Türkçe dersinden çıkmak için daha yavaş hareket etti. Tahtaya son yazılan parçayı hiçbir el silmedi. Mubassır geldi, hepimizi dışarı çıkardı. Dertsiz gönüllerde şimdi dinlenilmek istenen bir melal vardı. Ve biz o melalden o kadar memnun idik ki.
Her derse sene zarfında Türkçe kadar çalışmış idik. Hendeseyi anlatan korku idi, hayvanatı anlatan ezberlenen, merak. Fakat Türkçeyi? Onu nasıl sevdiğimizi bilmedik. Ve şimdi hala o kadar nakıs, natamam biliyoruz ki.
Seneler bizi aynı mabedin dehlizlerinde ve kubbesi altında yürüttü. Üzerimizi örten lacivert ve yıldızlı boşlukta öyle sesler çınlardı ki o soğuk sütunların arkasına siper alır, niyaz kâr ve huşu kâr titrerdik. Bir dilim ekmek için uzanan el şimdi bize daha ziyade muhtaç-ı merhamet bir levha halinde kalırdı. Öksüz bir çocuk görmek istemiyorduk. Kırmızı ve beyaz bayrak bize her mevcesinde başka bir terane dinletiyordu. Gönüllerden doğan ateşler, kardan ve boradan titreyen ben her zavallı köye bir şifa olsun isterdi. Kimsesiz ve bî-vâye bir damın altında genç bir kadın ahı bize o kadar dokunur oldu ki şu aczinden sızlayan gönlümüzün bütün yoksulluklarıyla o gözyaşlarının önüne bir demet, bir kucak saadet atıvermek isterdik. Susardık da hıçkırıklar gönülde bir sızı bırakırdı. Büyük aile mabedinde böyle büyüdük. Kırmızı beyaz yürüdük, yıldızları, ovalarını, en uçuk bir papatyasını bile incitip kanatmamak için dayanmayan ve bilinmeyen çocukların kalbine böyle esrarengiz bir ruh bırakıldı. Fikretler, daha henüz vatanın bir köşeciğinde mezarı kurumayan hatip Naciler, Ekremler öldü. Gönüllerde birçok yaralar belirdi. Kardeşler, ileri siperlerde büyük atamızın saadeti için öldü. Gömüldü, unutuldu. Geri ufuklarda bizsiz ve ezansız saadet ocakları kaldı. Fakat gönülde vatan sevgisi ufuklarını genişletti, derinletti.
Biz vatanı Halid Ziya’nın “Osman” ından, Fikret’in “Hasanın gazası” ından Emin Bülend’in “Kin”inden öğrenmedikse de onlarla sevdik. Gönül için bir âşk, bir elem, bir feryad, bir ah ve bir saadet lazımdı. Bunları topladık ve sonra bize bu muazzez vatan; Bu bin bir minareden okunan ezan o kadar büyük göründü ki gönülde bir fazıla-i muhabbet his edildi ve o büyük ve muazzez ana ile yavruları arasındaki sevdanın yıldızlı ve kamerli bir izi ve yolu oldu.
Biz işte bunları bilip duyduktan sonra hücra köşelerde ağlayan nineleri susturmak, yarılmış ayakları iyi etmek, halas isteyen bayrağı ileri ufuklara götürmek için demir döğmeyi, kılıç bilemeği bir ihtiyaç olarak bulduk. Bayrağı ileri diken kılıç ve top ise onu dalgalandırmağa sevk eden gönülün dudaklarına aşkı ve hissi sunan kalem olduğuna inandık. Artık büyük bir kubbe altındayız. Yüzlerce genç, sesleri tınan ve billuri çocuk, önünde vatan bayrağı, gönüllerde onun en ilk ve en son derdi arasında toplanan ahı. Arkalarında da yavrular, ihtiyar ve buruşuk yüzlü nineler, dedeler. Genç ve altın saçlı hemşireler var. Geceden tulua doğru yürüyoruz ve o tulu büyük ana için. Kırmızı beyaz bayrak için ebedi ve lekesiz olacaktır.
Erenköy 24 Temmuz 1333
H.Ş – Ş.H.
– MECMUA –
Refik tahririmiz Hakkı Tarık Beyin milletçe çok düşünülecek bir mesele üzerine geçen nüshamızda ilk kısmı derç edilen makalesi birçoklarınca ehemmiyetle karşılanmış. İşitip görmekle memnun oldu. Mühim bir bahs-i terakkinin bu derece nezih ve meşruhane bir lisanla tahlili üzerine birkaç mektup da aldık. Sırası gelince bu sütunlara geçecektir. Yeni bir isit’dâd tealinin şu yeni, hisli ve canlı numunesi ise Hakkı Tarık Beyin o makalesini itaf ettiği genç arkadaşı yani iki telmîzi tarafından yazılmıştır. Biz imla ve edasını aynen muhafaza ederek – zaten geçen nüshada açmağı vaad etmiş olduğumuz kısm-ı mahsusa mukaddeme olmak üzere – iftihar ile derç ediyoruz. Bu iki nev-mid zekâ, bize karib bir istikbal terakki vaad ediyor. Görüyoruz ki, his ve tasvirde istikbal, bizlerden daha samimi bir feyze muzahir oluyor.
Donanma kontrolü olmayan dükkâna girmeyiniz
Ser terakki[Berlin’de Türk sanatkârları]
Hatırat-ı edebiye
Edebiyat mı, fen mi; Bahsi hala devam ediyor, bir de bu münasebetle bir hatıra-i edebiyeden bahis edeceğiz. Refik tahririmiz, edebiyat mı, fen mi? Sualine cevap olan makalesinde Doktor Rıza Tevfik Beyin taraftarı edebiyatı tekziben yazdığı uzun bir manzumeden:
Sahiha öyle mi? Dum nün! Mefailen fa’ilat!
Mısraını yazmış idi. Bu mısrağı ihtiva eden uzun manzume yegâne sanatkârımız Tevfik Fikret merhuma cevap idi. Fikret, şair ile filozof arasında bir mübahâseyi tasviren ve yalnız fen ve sanatı tavsiye eden filozofa nazmen itirazda bulunmuş idi. Biz bir hatıra olmak üzere evvela Fikret’imizin itirazını, sonra filozofumuzun cevabını sütunlarımıza geçireceğiz. Bu eser manzum, Fikret’in Rübabında matbu değildir. o zaman bir risâle-i mevkutede intişar idi. Zaten bizde Ziya Paşanın, Mukaddeme-i Harabat’taki
Elvermedi mi Nedim ü Nef’î
Şi’rin bize hiç varmı nef’i
İhtarından sonra ne zaman böyle bir bahis açılsa evvela şiirin yalnız bir meşgale hayaliye yahut bir mevzuu hayali olduğu, ulum hakikiye müsbeteden müstefid olamayacağı düşünülmüş yahut yalnız funun ve sanayi ile bir kavmin esbab-ı terakkiyi ihzar eyleyebileceği ileri sürülmüştür. O zamanlar her suretle kaht-ı mevzua uğrayan bir muharririn başlıca tavsiyesi sözü bir mütalaa ile edebiyat aleyhtarlığı idi.
Biriktirdiğiniz parayı hem kendinize, hem vatanınıza menfaatli surette kullanmak isterseniz donanma piyangosu alınız.
Gazi Süleyman Paşa
Bu nüshamız, Rumeli fatihi Süleyman Paşanın Bolayır’daki türbe-i mübarekesi tasviriyle şerefleniyor. Ulu kaderi hangi millet içinde yetişirse onun tarihine fahr-i hakiki bahis edecek kadar büyük olan müşarünileyhin zikr-i namı mefahir-i milliyeden ma’dud olduğu kadar bizce ilk kaptan-ı derya ad edilmesidir. Çünkü müşarünileyhe bidayet-i saltanatta sal ile Bu nüshamız, Rumeli fatihi Süleyman Paşanın Bolayır’daki türbe-i düşman arazisine geçecek kadar büyük harekâtlar göstermiş, Akdeniz ise bu cüret karşısında güya tatil-i cereyan eyleyerek bu mevkib-i zafere yol vermişti. Nüsha-i atiye, hazretin menakıbıyla ziynet-pezir olacak ve bu meyanda bir de mensi bir manzume-i tarihiye nakil edilecektir.
Şair – Filosof
Diyor ki – aczine rağmen – muharrir-i aciz:
Bu günde nazm ile ziynetlenip musahabemiz,
Sahaif-i edep dehre yadigâr olsun
Hakir namını tezkire bir medar olsun
Bu bir emel ki mahal olsa da tabiidir,
Beka ümidi hayal olsa da tabiidir!
Evet, musahabe bir nefha, bir nefes demedir;
Nefes. hava. O nasıl kayd-ü zene rabt olunur;
Demek ki nazm ile sohbet latif olur, sevilir:
Yazılmış olsa fakat şiire hürmeten okunur
Ne derseniz deyiniz, nazmımız güzeldir pek
Hüner tabiatı zevk-i edeble mezc ederek
O musiki-i semaviyi hasıl etmektir
Ki ruha, bir bulutun düş ihtizazinde,,
Kavrar zarif ve mutarrâ bir isyan garâm;
O musikar muhabbet ki nar nazende
Kanatlı nağmeler eyler peri misali hirâm.
Kanatlı nağme.. Bu tabiri siz beğenmediniz
Değil mi? Hikmete pek uymuyor; fakat şair
Kanat verir neye isterse, bir nihayetsiz
Kanat hazinesidir hücre-i hayali onun,
Zaman olur ki bir asude ruh manzaranın
Remide hatr olup halet-i sükûnundan,
Ne sihir eder bilemem, nagehan kanatlanarak
Önünden uçmaya başlar bulut, çiçek yaprak!
Bugün risalemizin belki her sütunundan
Ziyade rağbete mazhar-ı sütun şi’riyat,
Niçin? O hikmeti ben bilsem iftihar ederim,
Fakat biraz düşünürsem – müdekkik-âne – derim
Ki şiir eder yine elbette şerh-i şiir hayat.
Diyorsunuz ki; bütün şiire hasr-ı bahis ederek
Mukayyet olmuyoruz hiç esas sanatla;
Güzel bu fikriniz ama, sebep ne olsa gerek
Zavallı şiiri telakkiye hep hakaretle!
Diyorsanız ki: zunûnun fünûna tercihi
Değil muvafık-ı akl ve hakikat ve hikmet;
Güzel bu zengin ama, zunûna teşbihi
Neden sayılmalı şiirin muvafık nasfet?
Bugün hakikat-i fen bizce şiire dâhildir,
Zunûn buyurduğunuz şey Fünûna şamildir.
Şu havz-ı paka bakın, bir avuç sudur mahdud
O bir avuç suda lakin bütün sema meşhud.
Yetişti felsefe, hadd-i hayâlı aşmayalım.
Kazalıdır uçurumlar, yakın dolaşmayalım!
TEVFİK FİKRET
TAHTELBAHİRLERİ MAĞLUP EDEBİLİRLER Mİ?
Düşmanların tahtelbahirlere karşı ittihaz ettikleri tedabir – sâbih torpidolar – çelik ağlar – tuzaklar – sefain ticariyenin teslihi – torpido batlar ve torpido bot muhripler – tahtelbahir muhripleri – karakol gemileri – tayyareler – beş aylık yekûn tahribatı – tahtelbahir silahı galip ve kahirdir.
Mecmuanın 80 numaralı nüshasındaki makalemizde tahtelbahirler muharebesinin safahat-ı muhtelifesinden, Almanya tarafından düşman sahillerine karşı ilan edilen ablukadan, 1916 Eylül’ünden 1917 Haziranı nihayetine kadar batırılan sefain-i ticariyenin miktarından bahis etmiştik. Bu makalemizde ise tahtelbahirler silahına karşı düşmanlarımız tarafından istimal edilen vesait-i müdafaadan ve bu vesaitin derece-i tesir ve ehemmiyetinden bahis edeceğiz, itilaf devletlerinin tahtelbahirlere galebe edecek silahlara malik olup olmadıklarını tetkik eyleyeceğiz.
Almanya tarafından tahtelbahirlerin faaliyetine istinaden abluka ilanı ve her gün binlerce tonluk sefine-i ticariyenin garkı üzerine itilaf devletleri evvelce istihfaf ettikleri tahtelbahirler silahının ağır bastığını ve işin şakaya gelmediğini gördüler. Amerika’nın harbe müdahalesinden dolayı ilan server-i şâd-mânî etmekle tahtelbahirler mukabelede bulunmak mümkün olmayacağını anlayarak derakap tahtelbahirlere silahına karşı tedabir-i tedafüiye ittihazına kalkıştılar. Bu tedbirler, ber mutad iki türlü idi. Biri doğrudan doğruya tahtelbahirlere karşı vesait-i harbiye ile mücadele, diğeri beyanat ve matbuat tarikleriyle tahtelbahirlerin ciddi bir iş göremeyeceklerine herkesi ve en ziyade kendi milletlerini ikna ve iğfal. .
.
Muhabbed mütekabile: [Filistin’de meşâyıh arabın Alman zabitanına ziyafet vermeleri.]
Bu iki usul mücadeleden ikincisi birincisinden daha muvaffakıyet bahş olmuştur. Çünkü düşmanlarımızın doğrudan doğruya tahtelbahirlere karşı kullandıkları vesait muhtelife-i harbiyeden hiç biri denizin altından büyük işler gören bu küçük gemilere tefevvuk ve galebe edememişlerdir ki bu vesaiti hülasa ve derece-i ehemmiyet ve muvaffakıyetlerini kayıt eyliyoruz.
1- Sabih torpiller: dar-ü denizlerde tahtelbahirlerin harekâtını işgal edebilirse de kati bir mana teşkil edemez, açık denizlerde ise hiçbir fayda temin eyleyemez.
2- Çelik ağlar: yalnız liman ağızlarını sed etmeğe yarar.
3 – Tuzaklar: tahtelbahirlerin uskurlarına takılarak onları hareketten men etmek üzere denize atılan muhtelif şekil ve mahiyette bir takım tuzaklar istimal edilmekte ise de tesirleri tesadüfe bağlı ve ehemmiyetsiz şeylerdir.
4 – Sefain-i ticariyenin teslihi: Tüccar gemilerine top vazı tahtelbahirlerin rahat rahat ve endişesizce icra-ı harekât etmelerine mani olmuş ise de gerek suyun yüzünden top atışı ile gerek denizin içinde torpil ile gemilere hücum etmelerine mani olamamıştır. Tahtelbahirlerin pek küçük bir hedef teşkil etmesi ve toplarının daima mahir nişancılar tarafından kullanılması, sıkışınca dalıp torpil atması. Buna mukabil ticaret gemisinin pek büyük, batî bir hedef olmakla beraber toplarının daima maharet-i kafiye sahibi eller tarafından idare edilmemekte bulunması ve sıkışınca dalmak hassa ve suhuletinden mahrum olması tahtelbahirleri tüccar gemisine karşı mütefevvik bir vaziyette bulundurmaktadır. Esasen en fena bir harp gemisi bile müsellah bir ticaret gemisine, bilhassa mürettebat itibariyle faiktır.
5 – torpidobotlar ve torpidobot muhripleri: Seri, küçük, oldukça denize mukavim, açık denizlerde dolaşmağa kabiliyetli oldukları için tahtelbahirlere karşı bi-n-nisbe en ziyade muvaffakıyet temin eden vasıta torpidobotlarla torpidobot muhriplerdir. Mamafih tahtelbahirler, torpidobotlarla muhriplerin taht-ı himayesinde bulunan gemileri de hemen daima batırmağa muvaffak olduklarına göre, müteyakkız ve mahir eller tarafından idare edildikçe, en büyük düşmanları olan bu nevi gemilerden dahi pek korkulmayacağını ispat etmişlerdir. İtilaf devletleri, tahtelbahirlere karşı en muvaffakiyetli silah olduğu için Avrupa sularına pek çok torpidobot ve muhrip cem etmişlerdir ki bunlar meyanında Amerika, Japon, Rus, gemileri bile vardır.
6 – Tahtelbahir muhripleri: tahtelbahir muhripleri tesmiye edilen sefain, tahtelbahirlere karşı istimal edilmek üzere muhtelif cesamet ve süratte, bir veya iki topla mücehhez küçük motorbotlardır. Bazılarının sürati saatte kırk mile vasıl olmakta, bazıları ise alelade sürattedir. İtilaf devletleri ve bilhassa Amerika, tahtelbahir muhriplerinden yüzlerce inşa etmişler, denizlere salıvermişlerdir. Düşmanlarımız, bidayette bu küçük ve seri gemilerden pek büyük işler bekliyorlardı. Fakat bu ümitleri hayliden hayllye boşa çıktı. Çünkü bu motorbotlar, denize dayanıklı ve uzun seferlere kabiliyetli olmadıklarından hizmetleri sahil sularına münhasır kalmaktadır. Diğer taraftan tahtelbahirler, bunlarla topçu muharebesine girişmekten asla çekinmemekte ve galebe dahi etmektedir.
Fransızlar, daha büyücek bir nevi tahtelbahir muhripleri inşa etmişlerdir ki bunlar bizim Berk-i Satvet torpido kruvazörleri cesametindedir. Yalnız su kesimleri, torpil isabetini hadd-i asgariye tenzil için gayet az ve bölme tertibatı torpil yarasına ve netayicine daha iyi mukavemet edecek bir şekildedir.
Mamafih bunlardan hms Rigol isminde bir tanesini bir Alman tahtelbahirleri Bahr-i Sefid’de gayet rakid havada, alet rüyet göstermeden, birkaç saat fasıla ile iki torpil atarak batırmıştır. Binaenaleyh gerek küçük ve gerek büyük olsun tahtelbahirler muhripleri, hasımlarını ale-l-gafle bastırmadıkları takdirde, muvaffakiyetli bir silah değildirler. Yalnız şu var ki mukadderlerinin çokluğu, tahtelbahirlerin vazifelerini güçleştirmiş, daha büyük bir teyakkuz ve basiretle hareket eylemelerini icap ettirmiştir.
7 – Karakol gemileri: İtilaf devletleri gerek kendi memleketlerinde gerek bi-taraflarda buldukları işe yarar yaramaz ne kadar balıkçı gemisi, tenezzüh yatı, römorkör, motorlu merakib, büyücek kotra ve saire varsa hepsini toplarla teslih etmişler, tahtelbahir saydına çıkarmışlardır. Bu nevi sefain de ancak tesadüfe bağlı ve ehemmiyetsiz bir hizmet ifa eylemekte, kati ve müessir bir silah mahiyetine haiz bulunmamaktadır. Bu sefainin mürettebatı tahtelbahirlerin mürettebatından çok kıymetsiz oldukları için tahtelbahirler sayd edelim derken ale-l-ekser kendileri avlanmaktadırlar.
8 – Tayyareler: Denizin altında seyir eden tahtelbahirleri keşf ile tahrip gemilerine haber vermekte ve bazen bombalarla tahtelbahirlere hücum etmekte iseler de dereceyi faaliyetleri mahduttur.
Doğrudan doğruya tahtelbahirleri imha veyahut derece-i fiiliyatlarını hasr ve tahdit için istimal olunan bu vesait pek kesir ve mütenevvi olmakla beraber Alman tahtelbahirlerinin her ay aşağı yukarı bir milyon ve tahtelbahir muharebesinin teşeddüdünden beri geçen beş ay zarfında da 4.670.000 tonluk sefine-i ticariye batırmalarını men edememektedir.
Denizlerde cereyan eden müthiş mücadelede düşman vesaitinin değil Alman tahtelbahirlerinin galip mevkiinde bulunduğuna, ruh hadisatından doğan bu hakikatten daha aşikâr, daha beliğ, daha gayr-i kabil-i red ve cerh bir delil olamaz. Filhakika bütün düşman vesait ve tedabiri, tahtelbahirlerin vazifesini pek ziyade aşikâr etmiş, onların maruz bulundukları tehlikeleri ve ara sıra verdikleri kurbanların miktarını artırmış, fakat onları asla mağlup edememiştir. Bilakis her gün adetleri tezayüd eden, terakkiyat-ı ahire-i fenniye ile daha mükemmel bir hale gelen tahtelbahirler; Vazifelerinin müşkülat ve mehaliğini, daha fedakârane bir cüret ve cesaret, daha büyük bir azim ve metanet ile karşılayan kahraman ve mahir mürettebatın elinde bazen köpüklü dalgaların üzerinde topla, bazen derin suların içinde torpille her gün binlerce tonluk vapuru, kıymettar hamuleleriyle beraber kahr-ı bahre indirmek suretiyle denizlerde hâkim ve muzafferdirler.
Abidin Daver.
Diğer bir makalemizde inşaat-ı cedide ile tahtelbahirlerin yaptıkları zayiat ve tahribatı telafi etmek kabil olup olmayacağını tetkik edeceğiz.
A. D.
Donanma hesap pusulası, donanma listesi kullanan mağazalara dikkat ediniz |
Müslüman evladını sanat, servet sahibi görmek isteyen donanma piyangosu alır. |
TEHLİKE
Keşf-i istikbal
[Üç sene oluyor. Takdirlere şayan bir vukuf ve itina mahsulü olarak Erkân-ı Harbiye-i Bahriye üçüncü şubesi tarafından neşir edilen risale-i mevkute-i bahriye – tehlike – unvanıyla son derece cazip, meraklı bir hikâye-i bahriyeyi bir nüshasına tefrika etmiş idi. Kelimeleri fen ve edebiyat sahalarında güzide bir vukufiyet olarak tanınmış iki vatanperverin mahsul tercümesi olan bu eser, bizde – Şarlok Holmes “Sherlock Holmes” – esefle söyleyelim – yalnız Şarlok Holmes hikâyeleriyle tanınan İngiliz muharriri “Conan Doyle” nindir. Conan Doyle, halk için yazı yazmakla bütün halkça sevilmiştir. Dikkat olunursa tasdik edilir ki, karihasının vasati, ihata-i mesaildeki dikkati, tetebbu yüksek bir derecededir. Bizde âsâr-ı müfide nisyana mahkûm. Müdennesat kalemiye – her nedense – mazhar-ı kabul umum olduğundan Şarlok Holmes külliyatı yer yer mevki imtiyazı ihraz etmektedir. Fakat şurasını söyleyelim ki, İngiltere’de mühim bir mevki içtimai ve siyasi sahibi olan muharrir eseri Şarlok Holmes muhilatında bile tabiattan ayrılmamış, bu yolda âsâr-ı kalemiye kendisine takliden yazılmıştır. Tehlike unvanlı eseri ise 1914 senesinde intişar eder etmez bütün İngiltere’de dehşetli bir heyecana sebep olmuş. İşe Times bile karışmış, muharrir eserinin provalarını müşahir memlekete gönderip bunlar tarafından gelen cevapları ayrıca neşir etmiş, çünkü Conan Doyle bir gün gelip İngiltere’nin tahtelbahirler yüzünden açlığa mahkûm olduğunu ispat eylemiş idi. Hikâyeye zeyil edilen İngiliz müşahirinin mütalaatından anlaşıldığı üzere o kavm mütekebbir öteden beri Açlıktan ölüm tehlikesi karşısında çok titremiştir. Conan Doyle’nin eserini karib bir istikbal bütün dehşetiyle ispat etti. Çünkü haziran ayı zarfında Alman tahtelbahirleri bir milyon tonluk gemi batırdı. Açlık İngiltere’yi sardı. Almanya başkumandanlığı en kati hesabat riyaziye ile tahtelbahir silahının İngiltere’yi münkad naçarı etmek gibi bir muvaffakıyete mazhar olacağını pek kati söyledi. Hâlbuki Conan Doyle pek karib bir mazide milletdaşlarının enzar-ı intibahına bu hakikat müthişeyi bütün vuzuhuyla vaz etmiş idi. Bu hikâyede cazip bir ifade, merak uyandıran bir silsileyi mantıki görülür. Üç seneye varan bir ömr tab’a maliktir. O zaman biz de âmmenin rağbetine mazhar olamaması delil nefaset ve ciddi olan risale-i mevkute-i bahriyenin bu hayırlı hizmetini de bazı gazeteler birer tavsiye-i kıraâtla takdir ettiler. İşte o kadar. . . Hâlbuki mevzuu eser hikâye olmaktan çok uzak, harb-i umuminin sebeb-i aslı hata mı olacak bir meseleye temas ediyordu. Bununla da kalmıyordu, donanma mecmuası istikbal-i bahri madde-i hayatıyesine son derece alakadar olduğundan bu kıymetli mahsul-i tercümeyi de tamim fevaidi maksadıyla sütunlarına geçiriyor. Muntazaman ancak üç dört hafta devam edecek olan bu tefrikanın hitamında karilerimizin mütalaalarını dinlemek isteriz. Ve bu mütalaalar için – muhtasar olmak şartıyla – sütunlarımız açıktır.]
Mecmua.
Zi sütürend magazin nam risale-i mevkutenin Haziran 1914 tarihli nüshasından
|
İngilizler gibi ameli olmakla şöhret-şiâr bir milletin, maruz bulunduğu en büyük tehlikeyi görmemiş olması ne kadar şayan-ı hayrettir. Senelerden beridir ki ordularına, donanmalarına yüz milyonlarca lira sarf ediyorlar; Beheri iki milyona mal olan dretnotları filo filo denize indiriyorlar; kruvazörler uğruna azim paralar döküyorlardı. Fevk-l-Bahr ve tahte-l-bahr torpido filoları fevkalade kuvvetli ve ale-l-husus havai kuvvetçe de hiçbir veçhile zayıf değildir. Bundan başka orduları da – adetçe mahdut olmasına rağmen – mükemmel olup Avrupa’daki kuvve-ı berriyenin en masraflısıdır. Hâlbuki tam iş günü gelince bu kuvve-i muhibbenin hiçbir kaidesi olmadığı görüldü. O muhabbet ve ihtişamıyla keşke hiç vücuda getirilmemiş bulunsaydı! Bir zırhlıları veya bir alayları bulunmamış olsaydı mahvları bu derece tam ve seri olmazdı. Bu iş benim tarafımdan, yani Avrupa’da mevcut en küçük hükümetlerden birinin bahriyesine mensup (kalyon kaptanı Chon Serpies) marifetiyle mevkii fiile çıkarıldı. Ve bu kadar büyük bir işi yapmak için kumandam altında ancak sekiz tahtelbahirden müteşekkil bir filotilla bulunuyor idi ki bunların mesarif-i baligası da 1.800.000 liradan ibaretti. Bu hikâyeyi senden daha iyi hiçbir kimse nakil edemez.
İngiltere ile hükümetim arasında tahaddüs edip müstemleke hududuna müteallik olan ve ahiren iki misyonların vefatı dolayısıyla kesb-i şiddet eden itilaf hakkında sizi uzun uzadıya tasdi etmeyeceğim. Zira bir bahriye zabitinin siyasetle alakası yoktur. Ben, sahnede ültimatom verildikten sonra arz-ı vücud ettim. Amiral Hurley huzûr-i Kralıya davet olunmuş ve benim de kendi refakatinde olarak kabulümüzü istizân etmişti; Çünkü düşmanın zayıf noktaları hakkında vazıh efkârım olduğunu ve bu noktalardan ne suretle istifade edilebileceğine müteallik bazı projelere malik bulunduğumu biliyordu. Kralın huzurunda in’ikad eden mecliste ancak dört kişi idik. Kral, hariciye nazırı, Amiral Hurley, bir de ben. Ve ültimatom müddeti 48 saat sonra hitama erecekti.
Kral ile hariciye nazırının arz-ı teslimiyet taraftarı olduklarını söylersem ısrarı fâş etmiş olmam zan ederim. Her ikisi de İngiltere’nin kudret muazzamasına karşı durmak imkânı olmadığına kaildiler. Hariciye nazırı, İngiliz tekalifinin kabulünü mealen cevabname mesudesini hazırlamıştı. Ve kral üzerinde bulunan masanın başında oturuyordu. O kâğıda baktıkça yanaklarından aşağı yeis ve hiddet yaşlarının döküldüğünü görüyordum.
Hariciye nazırı:
Haşmetpenah! Zan ederim başka hiçbir çare yoktur, dedi. Londra maslahatgüzarımız şu raporunda, efkâr-ı umumiye ile matbuatın, şimdiye kadar emsalini görmediği derecede müttehid olduğunu bildiriyor. Halkın hissiyatı, bilhassa Maluret’in sancağa hürmetsizlik göstermek gibi gayri layık hareketinden beri, fevkalade galeyanda imiş. Binaenaleyh İngiltere’nin teklifatını kabul etmeliyiz.
Kral, mukadderane amiral Hurley’ye baktı:
- Amiral! Muharebeye salih filonuz neden ibarettir?
- İki hatt-ı harb sefinesi, dört kruvazör, yirmi torpidobot ve sekiz tahtelbahir.
-
- Kral başını salladı:
- Mukavemet cinnettir.
- Haşmetpenah! Son kararı vermezden evvel, İngiltere ile harp için kati bir plana malik olan kaptan Serpies’i dinlemenizi istirham ederim.
-
- Kral sabırsızlıkla:
- Saçma! Dedi. Ne faidesi var? Yoksa bu planlarla koca İngiliz armadasını mağlup etmek hülyasında mı bulunuyorsunuz?
-
- Ben:
- Haşmetmeab! Dedim. Eğer vesayam kabul olursa bir ay, nihayet altı hafta içinde o müteazzım İngiltere’nin hakk-ı istimana serileceğini, hayatımı ortaya koyarak size temin ederim.
Sesimdeki kuvve-i iknaiye Kralın nazar-ı dikkatini üzerime celb etti.
- Kaptan Serpies! Siz nefsinize pek mu’temed görünüyorsunuz.
- Bunda hiç şüphem yoktur efendimiz.
- O halde planın nedir?
- Efendimiz, tekmil filo, Blankeburg istihkâmatının taht-ı
himayesinde tecemmi etmeli ve limanın seren ve kazıklardan yapılacak mevani ile bir hücumdan muhafazasına çalışılmalıdır. Bu sefain harp bitinceye kadar orada kalabilirler. Sekiz tahtelbahre gelince bunları istediğim gibi kullanmak üzere kumandama tevdi buyurunuz.
- O! Tahtelbahirlerle İngiliz zırhlılarına hücum mu edeceksiniz?
- Hiçbir İngiliz sefine-i harbiyesine sokulmayacağım efendim.
- Eyi, niçin?
- Haşmetpenah! Onlar beni tahrib ederler.
- Ne? Hem bir bahriyeli olmak hem de korkmak?
- Efendimiz, hayatım bence hiç ve yalnız vatana aittir. Lakin sekiz tahtelbahir? İşte bütün emellerimiz buna istinad ediyor; Bu sebepten onları tehlikeye atamam. Hiçbir şey onları muharebeye sevk etmek için beni icbar edemez.
- O halde ne yapacaksın?
- Arz edeyim efendim, dedim ve tasavvuratımı söyledim. Bu maruzat, yarım saat devam etti. Vazıh, kuvvetli ve kati söylüyordum. Çünkü mukaddeme, bu planın tafsilat ve teferruatını yalnızca düşünmekle saatler geçirmiştim. Planımı hırz-i cân eylemiştim. Kral gözlerini benden ayırmıyor ve hariciye nazırı da taş kesilmiş gibi duruyordu.
- Kral: bu yapacaklarınıza emin misiniz? Diye tekrar sordu.
- Tamamıyla Haşmetmeap, dedim. Ayağa kaktı ve :
- Ültimatoma hiçbir cevap vermeyeceksiniz. Dedi. Mebusan ve ayana da bildiriniz ki bütün tehditlere göğüs gereceğiz. Amiral Hurley ! Kaptan Serpies’in planını tatbik için lazım gelen her hususu temin ediniz. Kaptan Serpies! Meydan senindir. İleri atıl ve dediklerini icra et! Müteşekkir kalan bir kralın sözü ne yolda mükâfatlandıracağını görürsünüz.
Blankeburg müdafaalarını nakil ederek sözü uzatmak istemem. Çünkü cümlenin malumu olduğu veçhile istihkamat ile beraber bütün filomuz, harbin ilanından itibaren bir hafta zarfında İngilizler tarafından tahrip edilmişti. Ben yalnız, o derece kati ve muhteşem neticeler veren kendi planıma hasr-ı makal edeceğim. Alfa, beta, gamma, delta, epsilon, zeta, eta, theta, iota ve kappa nam tahtelbahirlerimin şöhreti öyle fevkalade bir surette şayi olmuş idi ki bu sefainin şekil ve kabiliyetlerinde bir başkalık bulunduğu zannı husule gelmişti. Hakikat ise böyle değildi. Zeta, epsilon, iota ve kappa ismini haiz olan dördü son sistem gemilerdi. Fakat hükümet saire bahriyelerinde, bunlara faik değilse bile muadil olanlar vardı, alfa, beta, gama ve theta’ya gelince bunlar hiçbir veçhile yeni gemiler olmayıp İngilizlerin eski F sınıfı sefainden idiler.
– Mabadı gelecek nüshada –
Donanma cemiyeti, istikbalin büyük tersanesini hazırlıyor.
|