DONANMA MECMUASI – 96 / 145 15 Kasım 1917
Mülahaza
Maksada doğru
İki hadise
İki hadise. . . Fakat mesut, Ferahlı. . . . Siyasi cereyanlara kapılıp da Rusya, İtalya hadiselerinden bahis edeceğiz zannında bulunulmasın. Kendimizden, işlerimizden söz açacağız; serlevhanın natık olduğu veçhe ile maksada doğru yürüyeceğiz. Artık görülüyor ki harp son safhalarını idrak ediyor. Biz isteriz ki o gün gelince, bizi hazırlıksız bulmasın. Harpten sulha intikal, harp kadar mühim bir keyfiyettir. Tabii hayatın avdetine kadar geçecek günler, harp esnasında geçirilen günler kadar buhranlı olur. Bir takım içtimaı hadiseler ortaya çıkar. İktisadi meseleler ehemmiyetini büsbütün artırır. Nihayet yeni başlayan hayat, yeni kuvvet, yeni zihniyet, yeni teşkilat ister. İşte yarının vazifesi.
Herkesten evvel kendini düşünmek milletlerin hayatında hodbinlik telakki edile bilir mi? Bizde kendimizi düşünüyoruz. Her şubede yeni hayat için hazırlıksız bulunmamak hepimiz için borç olduğunu bilerek çalışmak emeli, bütün fiili kuvvetlerin hâkim cihazı olmalıdır ki istikbal temin edilebilsin. Herkes kendi dairesi dâhilinde çalışmalıdır ki sulh ile başlayacak yeni hayata müstahak olalım. İşte bizim mesut iki hadise dediğimiz de bu gibi fiiliyatlardan gördüğümüz iki numunedir. Biri birkaç hamiyetli sermaye sahiplerinin teşebbüs ve gayretiyle proje halinden fiile munkalib olmuş, diğeri en metin temeller üzerine kurulmakta bulunmuştur.
Bu sütunların mevzuu mahdut ve mukayyettir. Zira maksadımız, bu milleti kuvvetli bir donanmaya malik görmektir. Onun için mesut iki hadisenin denize, denizciliğe ait olduğu elbette anlaşılmıştır. Biz bu daire dâhilinde de vazifemizi ifaya çalışırken, görüyoruz ki, çalışmak bu toprağa hizmet etmek isteyenler de durmuyor. Faraza Milli İnşaat Bahriye Anonim Şirketi, iptidası ve resmi muameleleri bitirmiş, diğer kısmı da görüleceği üzere hisse kaydına başlamıştır. Cumadan maada her gün şirketin merkezinde icra edilecek olan bu kayıt muamelesi denizi ne kadar sevdiğimizi, neticede istikbale olan merbutiyetimizi gösterecektir.
Yevmi refiklerimizde ara sıra görülen ikaz nidası, emin olmalıdır ki pek samimi makûslar bulmaktadır. Daha iki gün evvel “ikdam” gazetesi Şirket-i Hayriye’nin Hasköy tezgâhlarını ziyaretten tahassül eden hislerini uzun uzadıya yazmıştı. Refikimiz, mütemeddin memleketlerde eflâka sır çeken fabrika bacalarını, onların her terakki pervere pek hoş gelen dumanlarını, hususi kokularını tahassürler ile yâd ederken şirketin tezgâhları, orada çalışan Müslüman evladı görerek tahassürlerini tadil etmiş, atiye pek ümitli nazarlar ile bakmağa başlamıştır. Emin olmalıdır ki bu gibi teşvikler devam ettikçe Milli İnşaat Bahriye Anonim şirketini de ati için bir ümit ve terakki abidesi olarak göreceğiz. Müesseseler bu ümidi izhar etmekle mübalağaya kapılmıyor. Çünkü hem milletin dirayetinden zamanın ihtiyaçlarını takdirdeki zekâvetinden emindir. Hem de yine ihtiyacın tabii bir cereyan ile umumi bir noktaya sevk edeceği takdir eylemektedir. Milli İnşaat Bahriye Anonim şirketinin teşebbüsleri bu gün yalnız hisse kaydına münhasır kalmıyor. Diğer taraftan tezgâh, kızak için şehrin en münasip mahallinde kâfi miktarda yar bulmuş, planlarını fiiliyatla tanzim eylemekte bulunmuştur. İlk hatve atıldıktan sonra “İkdam” gibi milli sanatların inkişafını tahassürler ile anan bir refikimizi gördüklerini nakle – şimdiden – davet ederiz.
Şirketin teşkilindeki mâye, sanat ve maddiyattır. Zira denizi sevmek, denizcilikte terakki etmek yalnız nazariye ile fikri muhabbetle olamaz. Bugün İngiltere ile boy ölçüşen Almanya’nın denizciliği yalnız fikir ve taharrir ilmine maksur kalmamış, inşaat tezgâhları birincilik mertebesine çıkmıştır. Şirket maddiyet, sanat vadisinde gezerken, donanma cemiyeti de fikir teşebbüsat yolunda ilerlemeğe başlamış, denizcilik yurdunun temelini kurmuştur. Yakında bina bütün güzelliğiyle meydana çıkacaktır. Gördüğümüz yazılardan da anlıyoruz ki, “Denizcilik Yurdu” memleketin düşünen ve bilen muhitlerinde kıymettar akisler bırakmaktadır. Denizci olmak için denizi sevmek bedihesı karşısında, donanma cemiyetinin attığı adım, vatanın istikbaline canlı birer ümit olan gençlere denizi sevdirmekten, denizin muhabbetine, dehşetine, sefasına, nimetlerine alıştırmak suretiyle tefsir olunacağından her tarafta memnuniyetle karşılanmıştır. Çünkü Türkiye’nin istikbali de denizlerde olduğundan atiyi ellerinde tutan gençleri mükemmel bir denizci olarak yetiştirmekten başka bir tedbir ile halli mümkün olamayan bu meselede cemiyetin hamiyeti, elinde durmaktadır.
Denizcilik yurdu, celil-üş-şan Osmanlı hanedanının ilim ve irfan ile pirayedar bir kıymetli uzvu olan Abdülmecid efendi hazretleri gibi ali bir reise malik olarak işe başlamış ve bunu hayırlı bir alamet telakki eylemiştir. Abdülmecid efendi hazretleri yurdun riyaset fahriyesini deruhte buyurarak hem ulu amal Necibiyanelerine. Hem de atinin ihtiyaçlarını takdir hususundaki kiyaset müsellimelerine yeni bir delil daha ibraz eylemişlerdir.
Halkı, bu hayati meseleye hazırlayacak olan en kuvvetli amillerden bulunan gazetelerden ise biz, pek çok şeyler beklemekteyiz. Fakat ortada “tasvir-i Efkâr” ın işe ehemmiyet vererek salahiyettar ve muhterem bir zat ile icra ettiği mülakattan, bahri hadiseleri büyük bir dikkatle takip ettiğini memnuniyetle gördüğümüz ( Le Soir ) refikimizin uzun bir bendinden, sonra da bu teşebbüse mühim bir hadise nazarıyla bakarak suret-i mahsusada sütunlarına nakil eden ( Edebiyat-ı umumiye mecmuası ) nın beş on satırından başka bir şey göremiyoruz. Biz isteriz ki refiklerimiz, maddenin bir cemiyete izafetinden ziyade umum millete ait olduğunu düşünmelidirler. Zira bu günkü harp gayeleri arasında ( denizlerin serbestisi ) en mühim noktayı işgal ederken hududu hemen denizlerden ibaret olan bu memleket, bu sevgili yurt için evladını denizci görmekten başka, halas ve terakki yolu yoktur.
Donanma
İcmal-i hadisat
Harp gayeleri
2
Rus diyarı ruz-efzun bir ihtilal har nine cilvegah İtalya orduları sille-i teeddüb önünde tebah olurken yine harp gayelerinden bahis etmeği münasip görüyor, daha doğrusu bir vazife telakki ediyoruz. Hangi şekilde olursa olsun << sahaif-i münteşire >> arasında gezinen gözler mütalaat memaileye tesadüf etmek emeliyle bi-karar duruyor. Ne türlü düşünülüyorsa düşünülsün, encam-ı harbi idrak etmek üzereyiz. Müddet-i farkının, sebe-i tereddüd olacak kuvveti yoktur. İttifak memleketlerinde kahir süngüler, itilaf diyarında ise yalnız alkışlar arasında her gün münakaşa edilen harp gayeleri namına burada, bizim de yazabileceğimiz kadar yazı olabilir. Vücuduna kail olduğumuz içindir ki bu üçüncü makaleyi yazdık [ 1 ]. İki makalenin meali belki unutulmamıştır. Haiz-i şeref hilafet olan saltanat seniyyenin pek tabii ve muhik bir şümul tasahab ile zulüm ve ihtiyal altında zebun ve nalan mazlumin İslam’ın, cephe-i insaniyet ve medeniyette siyah bir leke şeklinde duran perişanı ahvaline dair – agurunda işar hun-i hayat eylediği gaye namına – çok diyeceği vardır ki bu üçüncü makale ile onları söylemek istiyoruz.
Devlet-i aliye, bugün manen, maddeten ilm-i İslam’ın makam siyadetinde bulunuyor. [ 2 ] İslam’da şart hilafet, ikame-i adel ve dâd sırasında, emir mefruz cihadı da kayıt eylemiştir. Mısır’da halife-i abbasi << mütevekkil allallah salis >> bu şartı pek güzel bildiği, yavuzu ve bil iltica mensup olduğu ali Osmani şerait hilafeti edaya – vücûh ile – müstahak gördüğü içindir ki üçüncü hanedan hilafet, Oğuz Karahan evladına nasip olmuştur. Bu gün ise berat-ı hilafete, havn yek şüheda ile muvaşşah bir yet-ül fasid hamaset denilse sezadır. Galiba “Albert Sorel” olacak. Şarki mesele-i medfutesini fetih İstanbul ile ibtida ettirir. Bizim yine adele-i tarihiye ile ispata çalışacağımız üzere Roma’daki Capitol’ün mukaddes kazlarını önlerine katarak şarka gelenlerin garba döndükleri zamandan başlayan, [ 3 ] artık Müslüman kılıncı ile mezara gömülen bu meselenin bittiği yerde << garp meselesi>>, çıkmıştır. Onun tarihi de << şark meselesi >> ile hemzattır. Memalik-i Saltanat-ı Seniyyeden maadası erkân-ı itilafın dost gasbına geçerek milyonlarca Müslümanın hatt-ı hukuk hayatiyesi bile imha edildikten sonra, şark meselesi maksur, fakat ehemmiyeti mevfur bir daireye, şark karbe inhisar etmiş ise de, biz mebt medfunun zadesi olan garp sailesini bu daire-i mahdudeden çok uzaklara götürmekte tereddüt etmiyoruz. Çünkü:
Asya’da, Afrika’da, hatta Okyanusya’da adedi milyonlara varan mazlumin İslam mevcuttur. Ve cümlesi de düşmanlarımızın – mübalağasız –seyf zulmü altında bulunuyor. < garp meselesi > dediğimiz de budur. Bizce harp gayeleri meyanında < hukuk İslam’ın istikbali, atide ufak bir tealle meydan kalmayacak surette tayin etmek, maddesi en mutena bir mevki işgal eder. Siyadet kavimde bu demektir.
[ 1 ] – gazeteler, Londra’da Guildhall’da 800 kişilik bir ziyafet medbedbeden bahis ettiler. Orada İtalya sefiri pek çok alkışlanmış, demek İtalya’da, şampanya baharları arasında yükselen el şakırtılarına feda olup gitti.
[ 2 ] – mealen hadis-i şerif.
[ 3 ] – bir nazara göre Abdurrahman el Gafeti’nin Povatiye önündeki hezimet elimesi mebde olabilir.
Saltanat saniyye-i Osmaniye, birçok hukukunu kendi silahını temin ve teyid ettiği gibi hukuk mağsube-i İslam namına da Irak’a eylediği hûn fedakarinin semeresini görmek istemesi de o kadar meşru bir gayedir. Bu gaye ise artık tedrici bir kem-nam olmağa mahkûm olan Emperyalizm değildir. Evvela mahvını düşünmek bile, en basit tabiri ile hakayık-ı eşyadan gaflet etmek demektir. Bu gaye-i meşrua ise ilm-i İslam’ın idrak ve iddia hukukidir. Harita-i âlemde devlet-i aliyeden başka müstakil hükümet İslamiye kalmamıştır. Bi-çare İran’ın hâkimiyet faaliyesi moskof – İngiliz mukavelesi üzerine takrir eden mantık nüfuz ile bitmiş, oradaki bazı müstevliyan umurun redaet halkiyesi sebebiyle mest zulme, zavallı mağdurin müslimin üzerine kir kaza gibi etmendir. Afrika’daki memalik islamiyenin hali ise malumdur. Petersburg’da 6 – 7 Teşrin-i Sani ihtilalinin mürettibleri reis kara geçer geçmez, cihana ilan ettikleri şerait silahiye meyanında arzu amme hilafette olarak melel sefirenin, hükümet hasma tarafından istilasına da maruz olmuşlardır. Bu gün itilafçıların gasben tasallut ettikleri iktar İslamiye üzerinde ise tarihen. Dinen, ırken hiçbir hakları yoktur. Keyfiyet gasp, şark meselesinin zadesidir. Peder, öldü, evlat gayri meşrusu da olmalı, herkes hukuk siyasiye ve idaresine kavuşmalıdır.
Bizim harp gayelerimiz meyanında cihan-ı İslam’ın idrak ve istidrak hukuk namına düştükleridir ki gafletten çıkıp kurtulmaları da mukayyed olmak lazım gelir. Bu gafleti ihzar ve idame edenler, yine düşmanlarımızdır onlar, cehl-i nasdan, cehlin pek mazlumu olan sui ihlafdan istifade ederek gasp memalike başlamışlar, idame-i satveti halkın idame-i cehlinde görerek her türlü hukuk siyasiye hatta insaniyeden mahrum ettikleri ammeyi marifetten de nasipsiz bırakmışlardır. İslam’ın mazlume-i inhitatında hükümran olan hep bu alettir. (lulu Frez) (ibni melcim) (Ulkeme) hep bunun yüzünden meydana çıkmışlar. (Hüseyin bin sabah) bu aletin mahsulüdür. (Almut) kalesinin duvarları hambere cehil ile yoğrulmuştur. Nizamı l Melik’e kıyan yine cehildir. Selahattin Eyyubi’yi bir sel müthiş şeklinde duran istilaya karşı yalnız başına bırakan da bu alettir. Dağ derin İslam olan (seb malum) zemimesi senelerce payidar eden yine budur. Medeniyet müthişeyi İslam’ın en büyük noksanı malumat umumiyenin hevese münhasır kalmasıdır. İmam-ı azam, imam-ı Hanbeli gibi uzma-i mücteheddin ve mütefekkirin de cehl ile onun zadesi olan ihtiras ile mücadele etmişlerdir. Haccac kendiliğinden meydana çıkmamıştır. Müesserat ihtimaiyesi meyanında yine cehl vardır.
Cihanın tevcih hatta takrib ettiği Kâbe-i kemalata amme-i muvahhidin de yetişmek hakkına haizdir. Onun en büyük medarı istinadı hak insaniyet ise, en kavi esas itimadı da salık olduğu din ve malik bulunduğu tarih şeref ayındır. Mütefekkirin şark, cehl ile beka himayat, kabil olmadığını elbette anlamışlardır. Saltanat muhalled-i Osmaniye ise erşed evlad-ı İslam olduğundan vazifeyi delaleti elbette ifa edecek, idrak hukukta cümleye rehber olacaktır.
Küçük milletlerin hukuku için harp ettiğini her zaman söylemekten huzur etmeyen İngiltere, 1400 seneden beri hassa-i intişariye ve nafizesini kayıp etmeyen büyük bir dinin mütekidlerini parça parça dest-i zulmü altında zebun bırakmakta ısrar ettikçe, hak daima kendisinden gürizan olacaktır.
Hüseyin Kazım.
Milletler nasıl terakki eder?
1
Üçüncü kısım
Üçüncü hamişi de yazmağa mecbur oldum. Ve yine mersiye ve mersiyeciler makalesine hasr edeceğim.
İddiamızı teyid için elimize geçen bir kitaptan bir fıkra almağı düşündüğümüz zaman o fıkranın ne makablini, ne mabadını nazar-ı dikkate alıyoruz. İşimize hangi nokta gelirse orasını nakil etmekle iktifa ediyoruz. Kari’îde fena bir delalet fikriye içinde kalıyor. Yahut hiç görmediğimiz bir kitabın ismini yazmakla teyid müddea cihetini ilzam eyliyoruz. Bu da pek garip bir taslak oluyor. Biz bu hükmün misallerini de o makalede gördük. Üçüncü hamişin saik tahriri budur.
1 – Yine tekrar ediyoruz. Mukaddeme-i İbn Haldun’dan alınan parçaların makam ile hiç münasebeti yoktur. Onlar gelişi güzel oraya yazılmış, en açığı çok bilmek hastalığına uğranılmıştır. İbn Haldun’da bu bahis Cevdet Paşa merhumun tercüme ettiği kısımda ( 265 ) sahifeden başlar. Arzu eden o satırları dikkatle okursa neticeye varır.
2 – Muharrir: makalesinin sonlarında tekrar ettiği: [ daha muallâkâtdan başlayarak, Arap kasidesinin mahiyeti hakkında…ilh.)
Cümleleriyle geçtiği iddiamızı bir daha teyid ediyor. Çünkü muallakatdan evvel de kaside söylenmiş. Ve mualakat bir devreye tahsis edilmemiş idi. Kasideye ilim olmuştur.
3 – Cahiliyet devri şurası hakkında o makalede verilen malumatın ne derece toplama olduğunu ispat için çok uzağa gitmeğe hacet yoktur. Ufak bir misal. Faraza, muharrir tarih şairin şayan-ı ehemmiyet vakayıından ma’dud olan bir vakayı şu satırlar ile anlatır. O vakanın pek meşhur olan aslını bilemeyen bir adam ise elbette muallakâttan bahis edemez. Muharrirdir ki:
[ . . . Bir gün genç bir kız huzur-i Nebeviye gelerek, emir Nebevi ile idam edilen babası için söylediği bir mersiyeyi okudu.]
Vaka ise bu türlü cereyan etmemiş, lalettayin bir genç kız huzur-u saadette mersiye okumamıştır. Meşhur olduğu üzere meşahir şurayı cahiliyeden Nasr bin Haris İslam’a şiddet adavetiyle müştehir idi. Geçenki hamişte işaret ettiğimiz veçhe ile garip bir kabirde tevdii nefes eylemişti. Bedir muharebesinde esir düştü. Tövbeden evvel taarruz köleyi düşündü. Ve dima heder oldu. Kerimesi ise, katile namıyla maruf ve meşahir ül nas da mezkûrdur. Bir mersiye inşadıyla huzur-i peygamberiye arz eyledi. Bir kitap muteber der ki:
[ Katilenin bu mersiyesi ma’ruz atibe-i risalet penahi oldukta – Nasrın katl ve itlafından dolayı . . . . Hadis-i şerifinden müstefad olduğu veçhile – beyan-ı teessüf buyurmuş olduğunu rivayet ederler.]
Şu izahat, belki zaid ad edilir. Fakat biraz düşünülürse teslim edileceğine şüphemiz yoktur ki dekaik işar arabdan mütecasır-ane bahis eden bir muharrir, zat vakiden de haberdar değildir. O kadar ki cumhuriyet işar ül Arap kitabını görmediği için rivayet şifahiyye ile Abu Zaid Ansari’ye nispet eli verip geçmiş, bilmediği kitapla da ihticac etmiştir. Bizim elimizde bulunan cumhurat işar el Arap bu lafta matbua-i amireye da 1308 senesinde tab olunmuştur. 195 vasat sahifededir. İsim müellif mahallinde ise Abu Zeyd Muhammedîn ebu el hitab elkruşui kelimeleri muharrirdir!
4 – muallakatı bir devir ad ettikten sonra mühelheli evvel Emril Kıyası sonra farz eylemek, birini mevcut, diğerini muslıh makamına çıkarmak da ahval-i işar-ı cahiliye’ye vakıf olanlar nezdinde büyük bir hatadır çünkü onların zaman netaitleri de layıkıyla tavzih etmemiştir hatta Doktor Gustave Le Bon da bu ihtilafın farkına varmıştır. Edebiyat arabiyeye bi-hakkın vakıf olan zevat:
[ Kabail-i kadime Arap içinde zuhur eden şuranın onun zamanen yekdiğerine takdimleri katiyen malum olmadığından onları ve bilhassa zaman-ı cahiliyete mesadüf olanları umumiyetle bir tertip mahsus altında zikir etmeğe imkân yoktur] derler. Meşhurdur ki, Ömer bin Şube’nin tavzihi ve tahrici veçhile her kabile kendisine mensup şairi zamana takdim eder. Mesela yamaniye İmruü’l-Kays’ı , benvasıd Abidin İras’ı tegalüb mühelhel’i, bikr Ömer bin Kami’yi iyad Abu Davud’u zaman itibariyle de mukaddem gösterir. Müşarileyh sahib tabakat ise tedkikat amikaya binaen bu şuranın zamanen mütekarib olduklarını ve en kadiminin hicretten ancak yüz sene evveli gelmesi me’mul olduğunu yazar.
5 – Muharrir
[ . . . Bunlar ekseriyetle “recez” denilen ibtidai vezin ile söyleniyordu. . . ]
Hükmü ile de bir hata daha işlemiş, ozan aruzdan bi haber durmuştur. Ozan arabiye on ikidir. Biri de altı defa müstef’iîlün olmak şartıyla bahr recezdir. Hiş bir zaman ibtidai değildir. Hem de çok müstealiddir, zira istimali sahildir.
Daha fazla söze ihtiyaç var mıdır? Bilemeyiz. Yalnız şu kısa hamiş hazret-i peygamberin şurayı cahiliyenin hicviyatı vesilesiyle söyledikleri:
[ Allah’ım ıslah kavmi . . . . ] kelam-ı aliyesiyle hitam veririz.
H. K.
Harb-i hazırın menşei
Evvelki nüshadan mabad
İngiltere usul kadimesi veçhile iki tarafa dahi atılmayıp aralarında vasati bir mevki ahzını muvafık buldu. Serveti ve bahriyesinin satveti ve siyasetinin kiyaset ve şiddeti hasebiyle solda sağır farz olunacak kuvvetlerdin değil idi. Gerek ittifak müselles ve gerek itilaf müsenna kendini elde etmek için müracaat ve teşebbüslerden hali kalmadı.
Müracaat vakalarına hiçbir zaman redd-i kati ile mukabele ittimamınla beraber Kraliçe Victoria devrinde sadra şifa verecek surette rey mümaşat göstermedi. Ve miyanelerinde tahaddüs edebilecek müşkülat ve ihtilafatı sulhen tesviye etmek için muhafaza-i nüfuz eyledi. Filhakika onun tavassutu sayesinde bir takım mesail menazi fiha diploması tarikiyle hal ve fasıl olundu. Yedinci Edward’ın cülusuna kadar İngiltere’nin şu mesleği Avrupa politikasında mucib-i muhassenat olmuştur.
Üçüncü Napolyon’un tatbikini tasavvur eylediği milliyet politikası yirminci asrın hululüyle sureta modası geçmiş ve Panslavizm ve pan germenizim gibi tabirler istimalden sakıt olmuş ise de, hakikat halde alakadar olan ve hal-i siyasiye o fikri enzar-ı himmetlerinden devir tutmamış ve husulüne el altından çalışmaktan fariğ olmamıştı. Aşağıda izah olunacağı üzere bu hakikat Rusya devletinin Balkanlarda takip ettiği politika ile sabittir.
Yekdiğerini tevazün eden işbu iki gurubun otuz sene zarfındaki meşgalesi bir taraftan inkişafat iktisadiye ve diğer taraftan istihzarat harbiye idi. İlim ve maarifin terakkiyatı hususunda on dokuzuncu asır eslafına kıyas olunamayacak raddede feyyaz idi. Funun tecrübiyeye verilen ehemmiyet sayesinde erbab-ı danış her nazarıye-i ilmiyeden bir cihet tatbik-i taharri ve istihraca çalışarak sanayi mekanikiye fevkalade bir inbisat kesb eyledi. Kurun sabıkada olduğu veçhile servet yalnız ziraat ve harasete münhasır ve toprağa bağlı olmayıp, sanayi ve ticaret, servet millide büyük bir mevki kazandı. Her millet mahsulat sanayisini nakte tahvil için vesait ticariyesini teksire çalışıyor idi. Sefain ticariyenin ve şimendiferlerin tezyidine serbest mübadelenin temini munzam olup beyneldüvel ticaret ve seyr-i sefain mukavelatı akdi ile münasebat melel nevamâ kanun dairesinde ahkâm koya ya menka kılınarak hukuk mütekabillerinin tecavüzden masun kalmasına itina olunuyor idi. Mahsulat ve masnuat mahreç tedariki lazım geldiğinden bu ihtiyaç, müstemleke politikasına ziyade revaç veriyor idi. İngiltere’nin mine’l-kadim birleşmiş olan servet istimlakiyasına tebaan Almanlar ve İtalyanlar kıtaat baidede müstemlekat edinmek hevesine düştü. Fransızlar dahi vaktiyle zayi ettikleri müstemlekat cesimeyi yeniden telafiye yeltendi. Afrika kıtası işbu düvel erbaa beyninde mukasım olundu. Rusya Asya şimali vasatiyi istila ve ilhakı ile iktifa etti, yalnız Avusturya mevkiinin adem-i müsaadesi yüzünden işbu müstemleke politikasına iştirak edemedi.
Meşgul olduğumuz otuz sene de en büyük terakki Almanya’da görüldü. Her sene teksir eden nüfusu Almanya toprağı istimaya kâfi olmadığından onları ahir memalike hicrete muhtaç etmemeğe ve Alman olarak alıkoymağa müstemlekat cedide yardım ettiği gibi sanayi mekanikenin sureti fevkalade de terakkisi her türlü istirkaba meyden okuyacak raddeye vardı. Cihanın Pazar mübadelesi Alman emteasıyla doldu. İngiltere de İngilizlere has olan mamulatın
Hatırat: Kayser hazretlerinin ziyaretleri: [zat-ı hazret-i hilafetpenahi Abbas Hilmi Paşa, sadrazam Paşa, Şeyh-ül İslam efendi, Enver Paşa]
Hatırat: [Kayser hazretlerinin seyahati: Sofya’da merasim ve Bulgar kralı.]
yanında Alman mamulatı da satılır oldu. Hatta yalnız mamulatıyla kanaat etmeyip sanatkârlarını da memalik saire ye yaydı. Mesela İngiltere fabrikalarında birçok Alman sanayi mühendisi müstahdem idi. Almanlar her yaptıklarını en büyük mikyasta ve fennin son derece-i tekâmülünde yapıyorlar idi. İstidat milletin göze çarpan cevelangahı ticaret bahriyesi oldu. Memalikleri muzafferiyetler üzerine kurulmuş ve harici alın teriyle yoğrulmuş olan imparatorluğun tesisindeki zahmet ve meşakkati tatmayarak hazıra konmuş olan bir neşe ve pür gurur Alman nesli cedidi ikinci Wilhelm’de şevk ve iştihalarını tahiyye edici bir genç imparator buldu. Cülusu 1888 Moltke ve Bismarck’ın himmet ve fatanet ve fedakârlıklarıyla kazanılmış olan minnet berriye ve siyasiye ile kanaat olunmuyor ve faaliyet ve şevket milliye ye başka cevelangahlar aranıyor idi. Bismarck’ın batı şakirdi zan olunan ikinci Wilhelm ihtiyar vatanperverin akıl hocalığını istiskale başlayıp günün birinde reis idareden teb’id etti 1890. Hudut berriyesi dâhilinde Alman müştehiyatı inbisata kâfi saha bulamayarak dış denizlere, bi-had ve payan Bahr-i Muhitlere açılmağa azim etmişlerdi. O geniş meydan, hırs inkişafını ancak tatmin eyleyecek idi. Kuvveyi bahriyenin tezyidi amal oldu. İhtimamat mütevaliyet sayesinde bütün gözlerde ve kıtaat cihanın her iskelesinde izhar-ı mevcudiyet etmekle başlayan Alman gemileri cesamet ve intizam ve ehveniyet ücret cihetleriyle ihraz tefevvuk eyliyor idi. En uzak beladın mesela Amerika-i cenubiyenin ve Avustralya’nın nakliyatına gereği gibi vaz yâd etmişler idi. Rekabeti en güç olan tarik-i bahriyede dahi muvaffak oluyorlar idi. İngiltere’nin zeban-zed olan hâkimiyet ticariye-i bahriyesi bir dehşetli rakip ile uğraşmağa mustar kalıyor idi. Diğer milletler ise bu mücadele-i iktisadiyeyi bahriyede ikinci dereceye itmişler idi.
Bu milleti temeyyüz eden bir hassa da cesurane fikir teşebbüsü oldu. Dünyanın her tarafına birçok sermayeler dökerek tesisat ta ki imtiyazları aldı. Hele şimendifer inşaatında büyük vukuf ve muvaffakıyet gösteriyor idi. Bu gün Almanya ile muharip bulunan Amerika cenubi hükümetlerinde böyle tesisat nafıaya konmuş Alman sermayelerinin yükünü bir meblağ külli teşekkül etmektedir. Almanya ticareti ve sermeyesi cihanın her köşesine girmişti. Servetten ziyade işgüzarlığa müstenit olan işbu teşebbüsat yar ve ağyara velev Rus idi.
İntibaat: [Moskof ihtilali Petersburg’da Lenin – Kornilov taraftaranı arasında kanlı müsademeler]
Fransızlar tasarrufa riayet edici bir kavimdir. Ne kadar az kazansalar yine bir kısmını artırmak adet hisselerindendir. Toprağı Almanya’dan çok zengin olan Fransa sanayii cihetinde dahi kemayenbağı inkişaf eyleyerek servet müdahhirada Avrupa’da birinciliği ihraz etmiş idi. İstikraza muhtaç olan her devlet evvel-be-evvel oraya başvurmağa mecbur idi. Almanların teşebbüsat nafia ve gavrine döndükleri sermayelere bedel Fransız altınları istikrazları tetviç eyliyor ve hazain malla cûş-bâr feyz ve yesar akıtıyor idi. Paris muamelat sarrafiyenin kalbgahı olarak banka sandıklarında ve ahali çekmecelerinde mevcud tahvilatın miktarı yüz milyar frangı mütecaviz idi. Fransa müstagrak yesar ve umran ve terakkiyat ilmiye ve fikrîye hususatında üç bulend tarihiyesinde kema-fi’s sabık durahşan idi.
İntibaat: [ Baltık harekât harbiyesinde Alman donanması önünden firar eden Rus filotillası.]
İngiltere hariç olarak Avrupa milletleri icabat terakkiyi takip hususunda sarf-ı gayretten geri durmuyor ise de içinde Almanya ve Fransa mertebesine suûd eden yok idi. İtalya ve Avusturya kendileri bir hayli toplamış ve iktisadiyatta iyi ileri gitmişler idi. Sakinesinin kesret izafiyesi ve sanayinin revacı ile meşhur olan küçük Belçika kema-kan işine müdavim oldu.
İngiltere’ye gelince yeni kazançlardan müstağni görünen bu devlet meslek kadim tamahkaranesini takipten bir dakika hali kalmadı. Hint imparatorluğu tesis eyleyerek oradaki mevkii rafine müceddeten verdiği gibi müstemlekat cesime-i sairesinde tevsi mezuniyet kaidesini bozmayarak anavatanın siyasi iktisadi bilcümle menafiini temin eyliyor idi. Müsta’mirat hususlarında Almanlar ve Fransızlar her nereye gittilerse karşılarında İngiliz’i buldular ve evvel be evvel-be-evvel onunla uğraşmağa mecbur oldular. Siyasi ve iktisadi zincir nüfusuyla bir asırdan beri dünyayı bağlamış ve sanayi ve serbest mübadele hususatında milli saire ye isnat ve rah-nümâ olmuş olan İngiltere bu zincire başkalarının el sürmesini çekemeyecek ve Alman rekabetinden his ettiği tesiratı kolaylıkla hazım edemeyecek idi.
Hâlbuki Almanlar fabrikalarını en yeni makinalarla mücehhez ve fennin son ihtirag eylediği sistemleri kabul ve imalatta üst ve dürüst ve pratik ve cevval bir fikir takip eylediklerinden İngilizlerin eskiden beri kurulmuş kâr-ı kadim makinaları ve itiyad halini almış olan köhne usulleri müsabakada acaba müsavatı muhafaza edebileceği mi idi? Sanayi azimenin rüknünü ad olunan kömür ve tümür İngiltere gibi Almanya’da dahi mebzuldür. İngilizler. Ve bahusus Fransızlar mamulatlarının nefasetiyle öğünürler iken, Almanlar kesret ve ehveniyetle beraber müşteriye zevk ihtiyacına göre mal yapmak ve tediye-i din için uzun vade vermek ve hatta metaını ayağına götürmek gibi tedabir teslihiye iktisadiye ye tevsil eylediklerinden harç-i âlem olan emteaları her yerde revaç buluyor idi. Uzun hatlarda işleyen sefaine her türlü tekemmülatı idhal ettikleri cihetle başka bandıraları altında seyir ü sefer eden gemilerden ziyade celb-i rağbet eyliyor idi. Velhasıl İngiltere’nin anane şekline girmiş olan tefevvuk ve rüçhanına rekabette Almanya kâbus gibi görünen önüne dikiliyor idi.
Avrupa milli müterakkiyesi bir taraftan bir veçhe germi-i mesâî-i sanayi ve ticariyeleriyle hazinelerini doldurmakta ve diğer taraftan medeniyet ve memuriyet âleme hizmet etmekte iken maalesef istihzarat askeriyeye himmette de dakika fevt etmiyor idi. Funun-i harbiye esliha-i tarihiyenin yevmen füyumen teceddüd ve tekemmülüne göre tebdil kavaid eyleyip her gün yeniden yeniye çabuk ve daha çok ve daha kolay adam öldürücü silahlar ihtira olunması ve orduların teşkilat ve talimat ve sevkiyat ve tefriat sairesine fevkalade ehemmiyet verilmesi beynelmilel vuku bulacak muharebatın şekil mahuf ve her birini tecessüm ettiriyor idi. Hikmet ve medeniyet, insaniyetin tahfif bar acz ve ızdırabına çalışmak lüzumundan dem vurur iken ihtiras e istirkab ona ne büyük akitler, ne kara matemler i’dad eyliyor idi. Milyonlarca askerler milyarlarca kelime ve hambere ile ifritler gibi biri birini yaralaması bir işarete, bir emire bakıyor idi. Çünkü silaha ve müsalemet emniyet azalmış ve büyük küçük her devlet ala kadr-il-istitaa tedarikat harbiye alat müstevliyesine uğramış ve mülük ve zimamdaran çocukların yavrumu kapamazsın oyunları gibi hukuklarını ve mülk ve milletlerini siyanet etmek kaygısına düşmüş idi. Avrupa barutla memlu bir mahzen dehşet halini alıp infilakına bir kıvılcım kâfi idi.
Otuz sene zarfında 1878 – 1908 şerare-i fitneyi parlatıcı birkaç ihtilaf milli tahaddüs ettiyse de sulhen teskini müyesser oldu. Ve zuhur-yafta olan üç harbin Osmanlı – Yunan – İspanya – Amerika ve Rus – Japon harpleri tevsii daireyi sirayet etmedi. Rekabet milli tahlil ve İngiltere’nin Rusya ve Fransa’ya keyfiyet inzimam muhadenetini mütalaa edelim.
İngiltere kraliçesi mesut Victoria altmış dört sene hükümetten olmuştu. İngilizlerin hod-pesendlik ananesi müşarünileyhe zamanında devam edip durmuştu. Bu kavim tefevvukuna mutekid olup diğer milletleri kendiyle müsavi ad etmez ve bazen onları har ü has menzilesine indirir idi. Nazariyesini vaktiyle palmer sütun güzel bir misal ile ortaya koymuş ve bir İngiliz her nerede bulunsa kendi mülkünde gibidir hükmünü ilan etmişti. Mezkûr nazariyeye göre bir İngiliz dünyanın kâffe-i nukatında ben İngiliz’im demekle riayeti vacib, şahsiyeti nüfuz ve faik ammeyi nasdan mümtaz bir mevkide tatmak muhitçe müterakkib zimmet oluyor idi. Bu iddia efrattan hükümette tamim etmişti. Teverruların müdahale politikası avasında ser zede-i zuhur olan mesail hariciyenin İngiltere nokta-i nazarından hal ve tesviyesine çalışılır. Ve mesele ile alakadar olan hükümet ve milli sairenin menafii ikinci safa itilmek istenilir idi.
Yedinci Edward hurde-şinas ve dürüst endiş bir zat idi. Siyaset müttehaza diğer milletlerin izzet-i nefsine dokunmakta olduğu cihetle maksud olan İngiliz hegemonyasına iras-i zarar edebilir idi. Hürriyette hocalık hakkını dava eden İngiltere başkasının hukukuna riayetle ancak davasını burada bulup bu riayet sayesinde hem kendi menafiini temin ve hem diğerlerinin hukuk ve tatmin eylemek muktaza idi. Hasb-el-meşrutiye İngiltere kralları hükümet etmez fakat saltanat sürer. Yani idare-i devlete müdahale etmez ve umur-ı memleket vükela mesulenin rey ve tedbiriyle temsiliyet olunur. Hatta parlamentolarda irad olunan nutuk iftitahiler ki vükela tarafından tesvid ve kral tarafından imza edilir. Seneden seneye müttezadd mefhum ve hükümleri ihtiva eylediği çok kere görülür. Yani kral evvelce dediğini bilahare başka bir kabine zamanında çark eyler. İşte yedinci Edward bu usule tatbiki hareket eylediği halde nezaketi, vukufu, itidali, vesayasının mantıkiyeti hasebiyle vatanı alakadar eden pek çok mesalih-i dâhiliye ve hariciyede vükelasına rehber olmuş ve onları kendi nokta-i nazarına çevirmiştir. Ve hasâîl mümtazesiyle gerek Avrupa’da ve gerek kendi milletinde büyük bir teveccüh ve hürmet ve emniyete mazhar olmuştur.
Mabadı var
Abdurrahman Şeref.
İlim endişesi
Sadrazam paşanın kongredeki beyannamesinde bir de ilmi cereyanın küşad ve teşvikinden bahis olunmuştu.
Bizde çok zamanlar ilim ile malumat birbirine karıştırılmıştır. Henüz bu zihniyet bakidir. Birçok kitap okumuş, muhiti birçok malumat edinmiş olan kimselere âlim deriz. Hâlbuki böyle sadece malumatlı demek daha muvafıktır. Malumatlı, mütebahhir olmak başka, asıl manasıyla âlim olmak başkadır.
Malumatlı zatlardan istifade olunur. Bunlar malumatın tamimine, halkın tenvirine pekiyi hizmetler edebilirler. Fakat hakiki âlimler derecesinde tanılmaları doğru olamaz.
Âlimler, muhiti malumattan uzak derler. Ancak mütehassıs olabilirler. Bir ilimde ihtisas etmeyen, kimseler ilim vasfına nasıl istihkak kesb ederler?
Bu gün âlimler o kadar ta’did ve tenevvü’ etti ki hepsini değil, hatta bir kaçını birden etrafıyla ihata edecek bir dimağ bulunamaz. Şu halde bir âlemde âlim olabilmek için o âlemde esaslı bir ihtisasa lüzum vardır.
Bir de şimdilik ihtisas yalnız tıp sahasında bir dereceye kadar kendini gösteriyor. Mesela yakın zamanlardan beri, kadın, çocuk hastalıklarında, zührevi marazlarda, göz bozukluk, sinir hastalıklarında ihtisas etmiş tabiplerimiz olduğu gibi, bunları hassaten tedris eden kürsülerimizde vardır. Demek bugün bir tıp âlimi yok, tıbbi âlimler var. Bunun gibi her ilmin muhtelif şubeleri ayrı ayrı ihtisasları istilzam ediyor.
Bir ilim şubesinde ihtisas edilince, nispeten mahdud bir hadiseler sahasında derin tetebbular mümkündür. Bu sayede yeni keşifler istihsal edilebilir. Öğrendiklerini yeni nazariyeler, yeni keşiflerle tetviç etmeyen, cesim ve muhib ilim binasına velev naçiz bir taş koyamayan malumatlı zatlara âlim demek elbette caiz olmaz.
İlim bir halak ve icad membaıdır. Özenle esaslı tevaggul edilince mucitlik veya müceddetlikle temyiz edileceği şüphesizdir.
Filhakika herkes bu manada kolayca âlim olamaz. Fakat memleketimizde muhtelif ilim şubelerinde ne kadar az olsa, bir âlimler zümresi teşekkül ettiği vakit onların bulacakları hakikatler veya hakikat mahiyetindeki nazariyeler, vukuflu ve mahir tatbikatçılar tarafından icra ve infaz mevkiine konur, istifadeli neticeler elde edilir.
Zafere doğru: [ Ozel adası ve civarını zabt eden Alman askerlerinin vapurlara irkabı ]
Zafere doğru: [ askerin vapurdan ihracı ]
Muhtelif bilgi şubelerindeki âlimler, o şubelere müteallik tatbikat sahalarını tenvir eden birer güneş gibidirler. Böyle âlimlerden mahrum olan bir cemiyet, kendi hadisesiyle bocalayarak yolunu bulmağa çalışır. Aralarında ilim saffetini fuzulen ittihaz etmiş malumatlıların bulunması çok büyük bir zarardır. Bundan tevellüd edecek içtimai muzıratlar sayısızdır.
Artık bunu anlamalıyız: Dünyada ki bilgiler o kadar tenevvü etti, her nevi o kadar derinleşti ki bir fert için bir anda hem tabip hem ziraat mütehassısı olmak kabil değildir. Hatta iyi bir göz tabibi boğaz ve kulak mütehassısı olamaz. Bu uzuvlara müteallik marazları müessir bir surette tedavi edemez.
İçtimai iş bölümünü göz önüne getirelim: tabii zamanlarda, tabii hallerde bir doğramacı bir çilingirin yerini tutabilir mi? Demek ilmin haricinde bile ihtisasa ihtiyaç vardır. Devamlı ve derin tetebbular isteyen ilimde ihtisasın lüzumunu inkâr etmek artık nasıl kabil olur?
İşte sadrazam paşa ilimden ve ilimde ihtisastan bahis ederken bize bu noktayı efham etmek istedi.
Her daire, kendisine mahsus işlerde, bir veya müteaddit âlimin göstereceği ilmi neticeleri tatbik etmek ihtiyacındadır. İçtimai ve iktisadi tetebbulardan sonra iyi ve muvaffakıyetle tatbik olunabilir. Bu tetebbuları da ancak o şubelerdeki âlimler yapar.
Yalnız bir nokta var: âlimler menfaat alakasından mütecerrid, hasbi birer zattır. Bunlar para kazanmak, refii bir mevkie suud etmek için ilim ile tevaggul etmezler. Böyle bir endişesi olanlar, yani nefislerini hırsa tevdi edenler, ilmin müşkül ve muazzel meseleleri içinde çırpınamazlar. İlmi say’iler çok defa akimdir yahut o kadar vulud değildir. Nefi bir gaye ile ilimle iştigale teşebbüs edenler, çabuk bıkarlar, bereket versin ki hakiki âlimlerin bulunduğu yerlerde böylelerin mahiyeti çabuk meydana çıkar.
Kazım Nami
Milletler nasıl terakki eder?
1
Mukaddemesi geçen nüshadadır:
Mukaddemede bahis ettiğimiz kitabın ilk babını imparatorun müntahib iradeleri teşkil ediyor. Japon tarihi bizim için tamamıyla yabancı bir tarih olduğu cihetle mezkûr idareler içinde gecen bazı tarihi isimler, iradelerin hakkıyla anlaşılmasına bir dereceye kadar mani olur zan ediyorum. Binaenaleyh Japon tarihi hakkında mücmel bir fikir edinmek için evvela ikinci babı teşkil eden ve saray imparatoru teşrifat nazırı “baron Boşitan Sanoviya” tarafından yazılan “hanedan imparatoru” ser-nameli bahsi hülasa edeceğim:
<<iade-i hukuk>> Japon tarihinde bir tarih başı teşkil eden ve Japonya’ya aksâ-yı Şark’ta büyük Arap milletlerinin müttefik ve arkadaşlığını kazandıracak derecelerde mühim bir mevki temin eden muazzam bir hadise teşkil eder. Bu hadise kezalik imparatorun Japonya üzerindeki nüfuz hükümraniyesinin kable’l-milâd 660 – 584 tarihine kadar icra-yı saltanat eden birinci imparator “Jimmu”nun haiz bulunduğu hukuk ve nukudun aynı olduğuna delalet eder.
14 Kanun-i evvel 1867 de isdar olunan bir irade-i imparatoru 2527 sene evvelki esasat üzerine tekrar tesis-i nüfuz hükümranı edildiğini ilan etmiştir.
Zafere doğru: [ Baltık harekâtında berri askerin kumandanı piyade generali Count von der Goltz]
Zafere doğru: ( Baltık harekâtında donanma kumandanı: vis amiral Ehrhard Schmidt ]
Japon imparatorluğunun bidayet tesisinden beri imparator olan zat gerek ruhani ve gerek cismani her türlü hukuka haiz bulunuyordu. Fakat 1187 tarihinden sonra imparatorun tasdiki ve müsaadesi altında ihdas olunan << Seii Taişoğgun >> lik makamı Japonya’da esas itibariyle imparatorun elinde bulunan her türlü nüfuz hükümeti ikiye ayırmıştır. Memleketin idaresine ait her türlü idari kuvvet “şogun”un eline geçmiş ve imparatorun elinde yalnız nüfuz ruhani kalmıştır. Mehaza şogun umur idariyede doğrudan doğruya imparator namına icrayı hüküm ediyordu.
Şogunluk irsi bir hak olarak babadan evlada veyahut şogun ailesinin münasip bir uzvuna intikal ediyordu.
Birinci imparator Jimmu bütün memleketi zapt ederek imparatorluğu teşkil ettiği zaman reis-i hükümet sıfatıyla her türlü hukuk hükümranıyı ve ordu ile donanmanın başkumandanlığını nefsinde cem etmişti. Nasıl ki bu günkü Japonya kanun esasiyesi imparatora aynı hukuku vermektedir. İmparator Jimmu arkadaşları arasından birkaç nazır tayin etmiş, bunlar sulh zamanında hükümet-i idariyeyi harp zamanında imparatorun erkân-ı harbiye heyetini teşkil ediyorlardı.
Bu hal kable’l-milad 781 – 770 senesine kadar devam etmiştir. O tarihte Japonya imparatoru bulunan <<Konin>> askeri ve mülki vazaifin tamamıyla biri birinden ayrılmasını irade etmiştir. Bunun sebebi, memleketin uzun seneler nimet salihden müstefid olması ve bil-netice idare-i mülkiyenin büyük bir ehemmiyet peyda etmesidir. Bu hal, halkın gerek ziraat ve gerek ticaret cihetiyle büyük bir eser-i terakki göstermesine mucip olmuştur.
Elli altıncı imparator “Seiva” nın zaman saltanatında 859 – 876 ilk defa olarak nazırlardan birine imparator namına her veçhe ile idare-i hükümet hakkı bahşedilmişti. Bu imparator hin cülusunda dokuz yaşında olduğu cihetle <<Kocivara>> ailesine mensup <<Kocivara – no – yevşi fuza>> naib-i hükümet tayin edildi. İmparatorun yedinci sene-i saltanatında kuvve-yi saltanatının doğrudan doğruya Kocuvaraya tevdi edildiğini ve sugur –l-issan olan her hangi bir imparatorun cülusunda naib-i hükümet saffetinin irsi olarak bu aile erkânından birine verilmesini, imparator büyüdüğü zaman ise nihayet mevkiinde bulunan zatın baş nazır olmasını Mübin bir irade sadır oldu. Mehaza son şakda bile kuvveyi saltanat doğrudan doğruya baş nazıra mevdu bulunuyordu. Bu kuvvetlerin Kocivara familyasına verilmesi, bu familyanın gerek sarayda ve gerek hükümette oynamış olduğu pek mühim rollerin neticesi idi. İşte Şogunluk idaresi böyle çabalamış idi. Bundan sonra gelen bazı imparatorlar nüfuz hükümeti tamamıyla ellerine almak istemişlerse de içlerinde pek azı muvaffak olmuştur.
Nazırların öteden beri malik bulundukları kuvayı askeriye bilhassa imparator “Konin” den sonra tedrici olarak ziyadesiyle tevsi etti ve git gide bir askeri sınıf peyda olarak pek kuvvetli bir mevki işgal etti. Sarayda ve hükümette bulunan zevat uzun sulh asırlarında azimlerini kayıp ederek sevk ve safa, irtikâp ve irtişa ve entrika âlemlerinde yaşamaya başlamışlardı. Diğer taraftan Japonya’nın başlıca iki askeri kabilesi olan “kayra” ile “minamutu”lar daire-i nüfuzlarını mütemadiyen tevsi etmekte idiler. “Kayra”lar cenupta “Minamotu”lar da şark ve şimalde icrayı hüküm ve nüfuz ediyorlardı. Bir aralık sarayda sabık imparator ile lahik ve nazırları arasında ihtilaf zuhur etmiş ve bu iki kabilede meseleyi tesviye için davet edilmişlerdi. “Kayra” kabilesi yeni imparator “Go – Şirakava” ile nazırı “Koçivara-no-tedaviçi”ye Minamutularda sabık imparator “Sutoku” ile nazırı “Koçivara – no – yuri naga” ya yardım ediyordu. Bunların arasında vuku bulan muharebeye “Hoken” muharebesi denir. Bu muharebede Minamotolar mağlup oldular ve Kayra’lar da sarayda hâkim bir mevki kazandılar. Daha sonra vuku bulan <Hece> muharebesinde Kayra’lar bütün sarayı avuçlarına aldılar. Koçivara familyasının sarayda haiz bulunduğu nüfuz ve kudret bittabi Kayra’lara geçti ve nazırlar da bunların generallerinden intihab edildi. İmparator “Rokuco”nun zaman saltanatında 1166 – 1168 Kayra – no – Kibomori baş nazır intihab edilerek gerek sarayda ve gerek hükümette evvelce vükelanın haiz bulunduğu bütün hukuku ele aldı. Bu da, Şugodan devrînin ikinci kademesini teşkil eder.
Kayra kabilesinin askeri ve mülki hâkimiyeti, mesail siyasiyesinin sui idaresi yüzünden pek çok sürmedi. Seksen birinci imparator <Antoku> zamanında 1180 – 1185 “Minamoto-no-Yuritomo” Yezu eyaletinde isyan ederek Kayra’lara karşı muharebeye başladı ve kabilesinin kayıp olan şark askeriyesini iadeye teşebbüs etti.
1185 tarihinde vuku bulan <<Van-no-Evra>> “Genpei” muharebe-i bahriyesinde Kayralar tamamıyla mağlup oldular. Bundan sonra Yuritomo seksen ikinci imparator Go-Tuba (1183 – 1198) ya müracaat ederek bütün Japonya’da bir askeri idare tesisine müsaadesini talep etti. Çünkü bu kadar çok muharebelerin memlekette mucib olduğu karışıklıkları izale ederek sulh ve sükûnu iade için mutlaka bir askeri idareye lüzum görülüyordu.
İmparator müsaade etti ve Yuritomo, Sagami vilayetinde kâin <Kamakora> da tesis kamet etti. Bu mevki, askeri kumandayı elde tutmak ve bütün Japonya’daki Minamotu kuvvetlerini idare için pek münasip bir vaziyete malik bulunuyordu. Oğullarının birçoğunu bütün Japonya dâhilinde en muvafık sevk-ül-ceyş muvaziine yerleştirdi. Bunlar o mevkilerde askeri kumandan vezaifini ifa ve her şeyi merkeze yani Kamakora’ya ihbar ve işar edeceklerdi. Bu tarz idare, Japonya’da yedi asır devam eden derebeylik devrinin esasını kurmuştu.
1193 de imparator, Yuritomo’yu barbarlara karşı başkumandan nasb etti. Bu başkumandanlık <<Sei Ö Tay şagun>> makamı ilk defa olarak ellinci imparator <Kammu> tarafından ihdas edilmişti. Bu imparator “Sakanoe-no-Tamoramaru” yu asıl Japon adasının şimalinde sakin <Aynu> kabailinin isyanını teskin için başkumandan tayin etmişti. Sonra, elli ikinci imparator Saga 809-823 <<Yunya-no-Vatamaru>> yi yine aynı maksatla başkumandan yapmıştı. Yuritomo’dan evvel başkumandanlık “Sei-Ö-Tay Şagun” makamını iki zat işgal etmişti. Bunlar da icab ettikçe barbarlara veyahut Aynu’lara karşı hareket eden askere kumanda ediyorlardı. Binaenaleyh başkumandanlık mensubu daimi ve bir hak verasete mukarin değil idi. Yuritomo’nun zamanından evvel Aynu’lar tamamıyla teskin edildikleri cihetle esasen bu makama lüzum kalmamıştı. Fakat bilahare idare-i askeriyenin başında bulunan zata verilmiş olan bu unvan irsi olarak haleflerine intikale başlamıştı. Kamakura Shogunate veyahut bunun ihtisar edilmiş olan <Şogun> kelimesi Yurinomu zamanında yukarıda izah edilen makamı işgal eden zata alem olmak üzere kullanılmaya başlanmıştı ki asıl Şogun’luğun mebde-i budur.
Bitmedi
Ali Şükrü.
Deniz sesleri
Tahtelbahirler mi, muharebe gemisi mi?
Almancadan:
Harb-i umumi ticariyye üzerine çoktan bir neticeten hamle iktiran ettiği zan edilen bu mesele mevzuu bahis olunca birçok kari’îlerimizin kafa salladığı görülür. Filhakika harp umumi ticareti sarahaten pek başka bir netice-i hal göstermiş, cesim muharebe gemisi için itayı karara saik olmuştur. Enzar-ı dikkatimizi, ön safta bulunan ve calib-i merak olan tahtelbahir muvaffakiyeti ile işgal edip de büyük donanmaların, ale-l-ekser sarf mevcudiyetleri sebebiyle vaki olan tesiratından inhiraf ettirecek olursak yek cihet ve binaenaleyh yanlış bir hüküm ve takdire bağlanmış oluruz.
Harp umumi hengâmında tahtelbahirlerle pek çok kıymettar ve münferid muvaffakiyet elde ettik ve harbin akıbetini bu suretle taaccül ve tesri’ edileceği de müsellemdir. Maheza tahtelbahir, tabiyaten bahriye vadisinde katiyyen bir ehemmiyet katiyeye haiz değildir. Denizde muzaffer, denize hâkim olan, düşmanın sahillerine takrib edebilen, denizler üzerinde serbestçe icrayı harekâta kadir olandır. Maatteessüf itilaf donanmaları serbesti hareketleri tahtelbahirlerle bir dereceye kadar tehdit edilmiş olmakla beraber, bahren hâkim mevkiindedirler. Tahtelbahir itilaf devletlerinin yalnız bir tedbir ve tertip sevk-ül-ceyşisinde memanat edebir mi? Buna, hayırdan başka cevap verilemez. İngiltere, cihanın her tarafından tam tertip orduları olup istediği dar-ül-harbe getirebiliyor. İngiltere ve Fransa, Gelibolu yarım adasına bir ordu çıkarabiliyor. Mısıra vasi mikyasta asker nakliyatı ile Osmanlıların Süveyş kanalına karşı ileri hareketine memanat edebiliyordu. İngiltere, cihanın bütün teçhizat ve teslihat sanayiini, tekmil havaic zaruriye mustahselatını, tahtelbahirlerin mühim bir memanatına duçar olmadan, itilaf devletlerinin piş arzusuna vaz edebiliyordu. Filvaki, askeri nakliye gemileri batırılıyor. Birçok sefain-i ticariye imha ediliyor. Tahtelbahirlerin fiiline gayret ve mesaiyesi, ahval-i müsaade tahtında, İngiltere’yi açlığa ve bu suretle inkıyat ve teslimiyete icbar edeceği de müsellemdir. Karada olduğumuz için muvaffak olacağız. Maalesef bahren muzaffer mevkiinde değiliz. Çünkü İngiltere donanması, bütün satvet kahiresiyle meydanda bulunmaktadır. Harp umumi tüccarından alınması icab eden dersleri der-akab mevkii fiile vaz etmeyecek olursak birkaç sene istirahatten sonra yeni bir açlık harbine maruz kalırız. Öyle bir harp ki bunda tahtelbahir, bu günkü yaptığını bir daha yapmağa imkân bulamaz. Binlerce mütefekkir kafanın, tahtelbahre karşı elverişli ne gibi vesait müdafaa istimal edilebileceği meselesi ile uğraştığı da unutulmamalıdır.
Harp bahri silahlarının tarih-i tekâmülü, her iki silaha mukabil derhal icap eden vasıta-i tedafüiye bulunmuş olduğunu gösterir. Hambereye mukabil zırh torpidobota karşı projektör ve seri ateşli top meydana çıktı. Binaenaleyh tahtelbahre karşı da behemehâl bir vasıta-i müdafaa bulunacaktır. Harp donanmaları daha bugünden bile tahtelbahirlere karşı temin-i mahfuziyet çarelerini pekiyi biliyorlar.
O halde ne yapılacak? Bu günkü vaziyet, buna sarih bir cevap iddiasına elverişlidir.
İtilaf devletleri, muharebe sefaini ve kruvazörleri itibariyle faikıyet sebebiyle düvel-i merkeziyeyi tamamen abluka yaran ticaret tahtelbahirleri ancak terşıh eden birer katre mesabesinde idi). Âlem hariciyeden kat edecek, ahalisini açlıkla tehdit eyleyecek ve kendileri ise bütün cihandan istifadeyab olacak bir vaziyettedirler. Düvel-i merkeziye, tahtelbahirlerinin faikıyet eline teknik dolayısıyla itilaf sefain ticariyesini ağır surette zarardide etmeğe muvaffak olurlarsa da hiçbir zaman bunları imha etmeğe ve itilafın ahenin abluka çemberini kırmağa zaferyab olamıyorlar. Bir tahtelbahrin İngiltere’ye azim hububat için faydalıdır. Fakat ka’r-ı bahre inen hububat, bizim açlığımızı teskin etmez. İtilaf usulü, katiyen en mükemmelidir. Çünkü itilaf usulü, cesin muharebe sefainine istinat eder. Bir ikinci, bir üçüncü İskajerak muharebe-i bahriyesi vukua gelse, itilaf devletlerinin karşı muzafferiyet tam elde edilirdi. İngiltere dahi kendisine teklif edilen her türlü şerait sulhiyeyi kabul mecburiyetinde kalırdı. Çünkü İngiliz açık deniz donanmasının duçar-ı mağlubiyet olmasından sonra İngiltere tamamen abluka edilebilir ve bizim için yalnız açlığa delalet eden şey İngiltere için mahf ve harabi olurdu. Bundan istidlal edilecek netice: [ ba’d-el harp, itilaf donanmaları derecesinde kuvvetli açık deniz donanması, yapmalıyız. Aksi takdirde denizlerin serbestisi, bu ana kadar olduğu gibi İngiltere’nin kayf mayeşai serbesti harekâtı suretinde kalıp gider.] hükmünden ibarettir.
Merkezi devletler, kemal-i azim ü cezm ile açık deniz donanmalarını ikmal ve tevsiye çalışacak olursa bu gayeye vasıl olmak mümkündür. Bu gaye, icab-ı ittifak siyaseti ile de temin edilebilir. Ba’d-el harp Fransa veya Rusya ile bir ittifak akdi, siyasiye-i gayri kabil-i husul olmamakla beraber vasati Avrupa mıntaka –i iktisadiyesini, açlığa mahkûm etmek siyasetini katiyen imkânsız kılacak veçhile tevsi faidesini cam’dır. Bundan başka böyle bir ittifak, itilaf donanmasının kesb zaaf etmesini ve merkezi devletleri donanmasını da bu nispette takviyet bulmasını müstelzimdir. Lakın bu, atiye muallak bir hayaldir. Şimdilik cesim muharebe gemisi mi? Veya tahtelbahir mi? Sualinin cevabı; (cesim muharebe gemisi) şeklindedir. Tahtelbahir, deniz muharebesi için parlak bir muavin silahtır. Mamafih bir devletin kuvveyi bahriyesi, sırf açık deniz donanmasını terkip eden gemilerin adedi ve cesameti ile ifade olunmaktadır. Bu cihet, Amerika düvel-i müttehidesi nezdinde dahi mültezim ve müsellem bulunmuş ve medid bir vukufe-i tereddütten sonra burada dahi vasi bir donanma inşaatı karar-gir olmuştur.
Ahmed.
İSKAJERAK MUHAREBE-İ BAHRİYESİ
“JUTLAND”
Gecen nüshadan mabad
Alman sefaiin-i hafifesi, İngiliz ana filosunun şimal şarki istikametinde bulunduğunu amiral Scheer’e haber verdiği vakit, bütün İngiliz Kuvayı bahriyesinin muharebe sahasında tecemmü ettiğine şüphe kalmamıştı. An tarihi hulul eylemiş, yani genç Alman donanmasının, kendisinden hemen iki misli kuvvetli bulunan İngiliz donanmasıyla çarpışması lazım gelmişti. Harbin neticesi donanma kumandanının vereceği karara merbut bulunuyor idi.
Amiral Scheer’in kararı, ya der-akab muharebeyi kat ederek henüz amiral Jellicoe ile amiral Beatty birleşmeden bütün süratiyle kaçmak yahut cenuba, üss-el harekesine doğru itmek suretiyle harpte devam etmek olabilirdi. Hava sisli ve akşam yakınlaşmış olduğu cihetle amiral Jellicoe’nun kahir faikıyet adediyesinden tamamen ve bihakkın istifade edebilmesi mümkün değildi. Binaenaleyh harbe devam etmek suretiyle üss-el harekeye doğru inmek şakının kabulü takdirinde düşmana bazı darbeler indirmek mümkün olabilirdi. Amiral Scheer, genç donanmanın şecaat, maharet ve fedakârlığına güvenerek kemal-i cüret ve cesaretle muharebeye karar verdi. Evvelce İngiliz ana filosuna karşı hücuma kalkmış olan Alman muhrip filotillaları hücumlarına devam ettiler. Bu hücum, küçük bir düşman kruvazörünün sevk ve idaresi altında garba doğru ilerleyen İngiliz muhrip filotillalarıyla karşılaştı. Vukua gelen top muharebesinde Almanların iddiasına nazaran, iki düşman muhribi battı ve torpido filolarının başında bulunan İngiliz kruvazörü ile diğer iki İngiliz torpido muhribi de ağır surette hasara uğradı. [ İngilizler, yalnız” şark” muhribinin battığını itiraf ediyorlar.]
İntibaat: [Yeni Almanya başvekili Georg von Hertling]
İngiliz zırhlı kruvazörlerinin tahribi:
Amiral Jellicoe’nun kuvvetleriyle beraber saha-i harbe gelmiş olan altı İngiliz zırhlı kruvazöründen ikisi HMS Defence ile HMS Warrior, meyden muharebeye muvasalat eder etmez, küçük bir Alman kruvazörüne tesadüf ederek onunla harp etmişlerdi. [bu küçük kruvazörün, muahharen battığı İngiliz raporunda ifade edildiğine nazara, wiesbaden olması muhtemeldir.] salif-üz-zikr iki İngiliz zırhlı kruvazörü, müteakiben diğer arkadaşlarıyla birleşmişler ve İngiliz hafif kruvazörleriyle muhrib filotillalarını takviye ederek Alman donanmasına hücuma teşebbüs eylemişlerdir. Bu tabiye hareketi, İngilizler için pek elim bir neticeye müncer olmuştur. Fransa’nın en meşhur bahriye mütehassıslarından mösyö Bertan ( 1 ) tarafından İskajerak muharebesi hakkında yazılan makale-i mahsusada <<Bu an muharebenin İngilizlerin büyük zayiata uğradıkları muellim devresini teşkil eder.>> suretinde izhar-ı telehhüf edilmiştir.
Zayiat: [ahiren batırılan İngiliz’in HMS Drake kruvazörü]
Filhakika zırhlı kruvazörler filosuna kumanda eden Amiral Arbuthnot muharebe meydanını kaplayan sis ve dumanlar arasında yanlışlıkla Alman dretnotlarının yakınına, onların ağır topçu ateşinin en müessir menzil dâhiline düşmüş ve bu gafletini hem gemilerinin hem de kendinin hayatıyla ödemiştir.
Amiral Arbuthnot fırkasının uğradığı hezimet Alman raporunda şu suretle tasvir edilmektedir.
Bu sırada, denizlerin keyfine sürüklenip durmakta bulunan Wiesbaden kruvazörü istikametinden doğru kemal-i maharetle icra edilip yine aynı cihetten ilerleyen küçük kruvazörlerle “Minotaur”, “Ahiles”, “ Duke of Edinburg” ” sınıflarından beş zırhlı kruvazör tarafından muzaheret edilen muhriplerin hücumu, sisli havada yanlışlıkla, nâ-gâhân, Alman muharebe kruvazörleriyle Alan açık deniz donanmasının pîş-dâr hatt-ı harb gemilerine tesadüf eylemiştir. Düşmanın küçük kruvazörlerinden biri Alman dretnotlarının ateşi ile gark olmuş, diğeri ağır surette hasara uğramış, mütebaki sefain şark istikametinde firar eylemişlerdir. “Defence” ve “Black Prince” zırhlı kruvazörleri mütevali isabetleri müteakip şedid ve müthiş iştialler neticesinde batmış, “Warrior” zırhlı kruvazörü dahi, enkaz halinde İngiliz hattı harbine iltihak etmiş ise de bilahare terk edilmiştir.
Amiral Jellicoe ise raporunda vakayı şu suretle hikâye ediyor:
<<Saat 8,16 da “Defence” ile “Worrior” un pek müthiş bir ateş altında Alman ve İngiliz hatt-ı harbleri arasından geriye doğru geçip gittiği görüldü. “Defence” gözden kayıp oldu. “Warrior” muharebeden sakıt olarak gerilere çekilmişti. Zırhlı kruvazör filosu, ağleb ihtimal, düşmanın küçük kruvazörlerini takip ederken, havanın sisli olması hasebiyle, muhasım kuvveyi asliyenin takribinden gafil bulunmuş, böyle bir akıbete duçar olmuştu. “Black Prince” in ne vakit battığı malum olamamıştır.
Black Prince ile Defence’in mürettebatı – Defence’de bulunan amiral Sir Robert Arbuthnot’da dâhil olduğu halde – kâmilen gark olmuş; Yalnız bu badireden bir müddetcik olsun kendini kurtarabilen Warrior’un mürettebatı, mezkûr sefineyi yedeğine almış olan “HMS Engadine” tayyare sefinesi tarafından tahlis edilmiştir. Warrior, Engadine tarafından bir müddet yedekte götürüldükten sonra gece suyun yüzünde duramayacak bir hale gelmiş ve kendi haline terk edilmekle nihayet batmıştır.
Dretnotlar arasındaki musâraa:
Bu üç zırhlı kruvazörün garkını intaç eden mücadele, tarafeyn kuvayı asliyeleri arasında cereyan eden muazzam ve müthiş meydan muharebesinin müteferri ve müteferrik bir hadisesi idi. İki tarafın büyük kuvvetleri arasında şedid bir top muharebesi cereyan ederken amiral Arbuthnot Fiseher’in fırkası Alman dretnotlarının yakınına düşmüş ve bunların şöyle bir iki yaylım ateşiyle beş on dakika zarfında tepelenerek ortadan kayıp olup gitmişti. Asıl muharebe ise gittikçe şiddet ve dehşeti artırarak, tarafeyn dretnotları arasında devam edip gidiyordu.
Alman kuvveyi asliyesinin piş-dar sefainini, cesim İngiliz hatt-ı harp gemileriyle mücadeleye girişmiş, yalnız düm-dâr filo, muharebe hattının en gerisinde bulunan HMS Queen Elizabeth fırkasıyla cenge tutuşmuş idi. Bu musaraa esnasında tarafeyn hatt-ı harp gemilerinin yekdiğerine cehennemi bir ateş yağdıran ağır topları – Alman tarihçisine nazaran – atideki miktarda idi:
İngiliz Alman 50 tane 38,1 lik 133 tane 30,5 luk 120 tane 34,3 lük 32 tane 28 lik 120 tane 30,5 luk 154 tane ağır top 290 tane ağır top. |
Saat 8,10 dan 8,45 e kadar gecen müddet zarfında muharebenin şekil ve vaziyeti ber-vech-i âti idi.
Almanlar, cenup garbiden ve garptan evvela şarka dönmek, ba’de cenuba doğru inmek suretiyle tedricen bir nısf daire resim ediyorlar, İngilizler ise bu nısf daire çevre haricinde aynı istikametlerde daha büyük bir nısf daire çeviriyorlardı. Saat 8,45 de bu manevra hitama erip de her iki donanma cenup istikametinde yol almağa başladıkları zaman Almanlar garpta, İngilizler şarkta ve Alman donanması ile üss-ül-harekesi arasında ahz-ı mevki etmişlerdi.
Mabadı var
Abidin Daver
Zafere doğru: İtalyanların bırakıp kaçtıkları İsonzo köprübaşı ve Tolmayn “Triglav” ın manzarası.
İntibaat: Medeni İtalyanların (!) istimal ettikleri dum dum kurşunları.
BAHR-İ MUHİTTE KRUVAZÖR AVCILIĞI
Mabad
İngiliz mülazımından sonra bütün gezinti güvertesinde meşhur bir İngiliz şarkısı aks-endaz oldu. [o ne iyi adamdır!]
Bu şarkıyı mülazım için mi, yoksa benim için düşman için mi söylüyorlardı? Vapuru sükûn ve nezaketle salıvermiş olduğum için, Times gazetesi böyle yazmıştı. Bence farksızdı. Tekrar kaptan dayıya döndüm ve İngiliz zabitleri vaktiyle beni tetebbu ettikleri sırada bu şarkıyı bir defa daha söyledilerdi dedim.
Pek az sonra Kaiser, Galissen’yi önüne katarak cenuba doğru az yol ile hareket eyledi. ( Çünkü Galissen vapuru ancak on bir mil yapabiliyordu.) mürettebat ve yolcuları kruvazörümüze nasıl birleştirebileceğimizi maiyet zabitimle bütün gece müzakere ettim: zira iki yüz elli kişi idi. Mürettebatın yalnız bir medhali bulunan güverte arasındaki bir yerde, diğer eseranın yanında ikame edilmeleri lazım geliyordu. O suretle iyi nezaret olunabileceklerdi. Zabitlere, kadın ve çocuklarda kamaralar mahsus olunacaktı. Bu taksim için uzun uzadıya kafa patlattık. Fakat bundan sonra iaşe meselesini tanzim etmek istediğimiz de gemide iki yüz elli kişi fazla bulundurmakla mevcut kumanyamızın dört gün zarfında bitireceğimizi kemal-i havf ve endişe ile gördük. Zira hiçbir iskeleye uğramaksızın sekiz yüz nüfus için, tam sekiz yüz nüfus olacaktık, yiyecek ve içecek tedariki pek müşkül bir iş olacaktı. Bundan maada nevzadlar için gemide ne süt, ne de başka bir gıdamız vardı. İhtimal ki çok geçmeden çocuklar öleceklerdi. Yeni avcılık sahamızda Kanarya ve Kapfer adaları arasında enine boyuna dolaşıp karakol vazifesi ifa eden İngiliz kruvazörlerine çatabileceğimizi de dâhil hesap ettik. Gemide çoluk çocuk ile harp etmek, işte bu olamazdı. Hem pek fena olurdu. Biz bu veçhile hesap ve kitap ile meşgul iken Galissen’deki halkın fazla olarak kabulü meselesi yeni mülahazaya da meydan verdi. En geç yirmi dört saat sonra Afrika sahilinde İngiliz gümrük vapurunun yanında bulunmağa mecbur idik. İki yüz elli erkek, kadın ve çocukların, bazı erzakın biraz oynak denizde yan merdivenlerinden gemiye alınması beş altı saat, ortalığın açılmasından itibaren karanlık basıncaya kadar devam edecekti. Şu surette bütün bir gün ticaret harbi yayılamayacak, zaman zayi edilecekti. Kim bilir? Bir daha ne vakit fırsat oluverecekti. Çünkü bu yirmi dört saat için kömür almamız lazımdı. Bu ise lâ-âkall on gün devam edecekti. Kömürlüklerdeki dört bin ton kömürle büyük bir kruvazör seferine teşebbüs edemezdik. Elhasıl sabahleyin erken saat dörtten evvel Galissen yolcularının gemiye alınması hakkındaki endişeleri kumandana arz ettim. Kumandan uzun uzadıya düşündü. Müzakere etti. Taaccüb olunmaz. Böyle bir ganimet isteye isteye tekrar elden kaçırılmaz. Bir Alman limanına götürmek de olamazdı. Çünkü biz Almanların bahr-i Muhit’de hiçbir nokta-i istinadımız yoktur.
Bu halde kumandan Galissen vapurunu serbest bırakmağa karar verdi. Ortalık ağarır ağarmaz Galissen’in güvertesinde yolcuların vapurdan çıkma zamanını bekleyerek sandıkların üstünde oturmakta olduklarını gördük. Cesim tahlisiye sandalları yüzdürülmüştü. O sırada bir işaret haberi geldi ki bunu İngiliz vapurunda hiçbir kimse beklemiyordu. (beraberinizde bulunan kadınlara ve çocuklara tercümen geminizi batırmayacağız. Serbestsiniz.) bunun üzerine vapurda ibtida bir ölü sükûtu hükm-ferma oldu. Bade kaptan Dayın güvertenin fevkinden bir şeyler bağırdığı görüldü. Müteakiben bilcümle yolcular ve mürettebat koştular. Yan korkuluğa toplandılar, cin çarpmış gibi işaretler etmeğe ve haykırmağa koyuldular. [ Alman kaptanı hip, hip hürra.] böylece üç hurra zabitler hakkında, üç hurra da mürettebat hakkında bağırdılar. Hayatlarını kendilerine yeniden kazandırmış olduğumuzu pekiyi anlamışlardı. Bu tarz muamelenin bize faydalı olduğunu da yakında göreceğiz.
Galissen şimale doğru gitti. Biz de en büyük süratle cenuba yollandık. Galissen tarafından artık görülmeyecek bir noktaya geldikten sonra şarka dönüp Afrika sahilinde demir atmak üzere tayin ettiğimiz mahale tevcih-i istikamet ettik. Fakat Galissen’e karşı gösterdiğimiz kahramanca muameleden dolayı meğer mükâfat görecekmişiz. Kumandan Galisseni serbest bıraktıktan sonra iki saat geçmişti ki karşımıza dört direkli zarif bir yük vapuru çıka geldi. Tayin-i hüviyet işaretimiz vapura istop ettiremediyse de kurusıkı bir top atıverince hemen tornistan etti. Ganaim sandalına atladım, vapurun süratle yan tarafına gittim. Ancak birkaç kuvvetli söz fırlattıktan sonradır ki güvertedeki mürettebat sandalımıza bir halat attılar. Halata sarılıp yukarıya çıktım. Hayret içinde kaldım. Ne de zarif, yeni bir vapurdu.
Kaptan iskele üzerinde beni sıkılarak kabul etti. Ben de kendisini kısaca isticvab ettim. Nereden? Nereye? Hamuleniz nedir? Hilekâr herif < yün > diye cevap verdi. << lütfen hamule defterini gösteriniz! >> yapraklarını çevirdim ve kaptanın yalan söylemi olduğunu gördüm. Vapurda yalnız cesim miktarda et vardı.
Son derecede sevindim. Nihayet İngiliz’i bir defacık ızrar edebildim. Alıklaşmış olan kaptana sual ettim. Muharebeye dair bir şey biliyor musunuz? < hayır > dedi. Yalan söyledi. Yanımıza gelen nöbetçi zabitine sual ettim; bir şey biliyor musunuz? Evet, dedi. Cevap verdi. Telsiz telgraf jurnali her gün muharebeye dair haberler alındığını irae ediyordu. Kumandana işaret verdim.: İngiliz Copiyara vapuru, Avustralya’dan Londra’ya gidiyor, hamulesi donmuş et. Öteden derhal cevap geldi. Mürettebat Kaizer’e gelsin. Vapur batırılsın! İş tecil edilmesin. Emrin son fıkrasına sebebine İngiliz kruvazörlerinin ezcümle hms Gunahon zırhlı kruvazörünün işitilmiş olmasıdır.
Bitmedi.
TEHLİİKE
Mabat
İşte, kapanan ve benim cesur dostum korvet kaptanı Stefan’ın ölümü, kitabe-i seng-i mezarı da aynı gazetenin bir köşeciğine rekz edilmiştir:
Hububat borsası: vasat buğday 66 mısır 48 arpa 50, mademki Stefan ebediyete gitti, o halde benim taz’if fiiliyat emekliğim lazım gelir.
Bütün cuma ertesi gününü Koniş sahilinden aşağıya geçmek ve “londus tend”i dolaşmakla geçirdim. Yolda iki gemiye rast geldim. Vaki Stefan’ın ser-güzeştinden büyük sefain torpido lamanın daha hayırlı olduğunu öğrenmiştim. Fakat İngiltere hükümetinin tekmil muavin kruvazörlerinin on bin tonun fevkinde olduğu da biliyordum. Bu halde hücum mezkûr dununda olan gemilere karşı top istimal edebilirdim. Yeland, ve Yelı Bay isminde olan bu iki Amerika gemisi pet zararsız sefaindendi. Binaenaleyh bordalarına sokuldum. Ve içindekilerin filikalara girmesine müsaade ettikten sonra derhâl batırdım. Açıklarda daha başka gemiler de vardı. Fakat yeni tertibatımı mevki-i icraya koymağa pek arzukeş bulunduğumdan onlara tasallut için rotamdan çıkmadım.
Bununla beraber, guruptan bir az evvel saha-i seyrime o kadar cazip bir şikâr düşmüş idi ki artık kendimi zapt etmek mümkün değildi. Denizlerin bu şanlı kraliçesini hangi gemici tanımaz? İşte siyah tepeli dört sarı bacası; Yüksek siyah bordaları; Kırmızı köprüleri ser-a-ser beyaz aksam fevkaniyesiyle Manş’tan yukarıya doğru yirmi üç mil süratle çıkıyor. Ve kırk beş bin tonu güya beş tonluk bir motor yutmuş gibi kolayca sürüklüyordu. White Star kumpanyasının RMS Olympic nam vapuru! Bir zamanlar, yolcu sefaininin en büyüğü ve hal-i hazırda en rahatı. Azim bodoslaması, (korniş) denizlerinin beyaz köpükleri ile ihata olunmuş ve bu muhteşem tablo, akşam yıldızının nurlandırdığı bir sema gül-gün gurup ile çerçevelenmiş, ne latif manzara!
Önünü kestirmek üzere daldığımız zaman bizden takriben beş mil uzakta idi. Hesabım gayet doğru çıktı. Bordasına doğru gelirken torpidoyu attık. Güzelce vurduk suyun sadmesiyle savrulduk. Yan tarafa yattığını periskopumla gördüm ve darbe-i mevti yediğini anladım. Yavaş yavaş batıyordu. İçindeklerini kurtarmak için çok zaman vardı. Denizin yüzü birçok filikalarla noktalandı. Ben de üç mil açığında satıh-ı bahre çıktım. Tekmil taifem o şayan-ı hayret manzarayı görmek üzere güverteye tecemmü etmişti. Baştan yüklendi. Ve müthiş bir taraka ile beraber bacalarından biri fırladı. Bu hadiseyi alkışlamak lazım gelirdi zan ederim. Fakat her ne dense hiç birimiz alkış arzusu duymadık. Hepimiz, mesleğimizin aşığı idik. Böyle muhteşem bir eser sanatın, kırık bir yumurta kabuğu gibi ka’ı deryaya inmesi yüreklerimize hançer saplıyordu. Boğuk bir sesle emir verdim. Ve gemimiz karaya doğrulurken herkes mevkiini almış bulunuyordu.
Londus Tend’i bir defa daha dolaşırken, iki refikimi çağırdım ve ertesi gün Yet Kurt Bay’in cenup nihayetinde Hart Landport’da buluştuk. Bu sıralarda Manş bomboştu. Bunu İngilizler bilemezdi. Lakin ben Olympic’in garkından sonra – hiç olmazsa – bir veya iki gün tekmil sefainin tevakkuf edeceğini tahmin ediyordum.
Zelta ve Nepsilon tarifinde bulunmak üzere tahşid ettiğimiz zaman süvarileri olan Miryam ile Var’dan rapor aldım. Her biri on ikişer torpido sarf etmişlerdi ve ikisi beraber yirmi iki gemi batırmışlardı. Zalta’da makine yüzünden bir genç vefat etmişti. Nepsilon’da da yatmak iştialden dolayı iki kişi yanmıştı. Bu mecruhları gemime aldım ve yerlerine taifemden birer kişi verdim. Her ne kadar bu gemiler arasında eşya nakli pek müşkül idiyse de, fazla yağ mı, erzak mı ve torpidoları mı aralarında taksim ettim. Ne ise, saat onda her şey tamam oldu. Ben ise baki iki torpido ile şimale, İrlanda denizine tevcih ettim. Torpidolarından biri, o akşam Milgort haven’a giden hayvan yüklü bir gemiye sarf olundu. Gece geç vakit Holyhest’i bordalayıp şimalde bulunan dört botumu çağırdım. Fakat hiçbir cevap alamadım. Bunların telsiz telgraf sahaları gayet mahdut idi. Ertesi gün ba’de-z-zevâl saat üçte hafif bir cevap aldım. Bu benim telsiz ile gönderdiğim talimatın vasıl olduğunu ve onların da mevkilerinde bulunduklarını göstererek beni büyük bir sıkıntıdan kurtardı. Akşam olmadan mukaddem Mall of Kinner’de Sasda adasının rüzgâr altı tarafında tecemmü etmiş bulunuyorduk. Beş tahtelbahri bir sırada görünce kendimi cidden bir amiral zan ettim. Panza’nın vapuru pek mükemmeldir. Bunlar Pendlandfort’u dolaşarak dördüncü gün saha-i cevelanlarına gelmişlerdi. Şimdiye kadar hiç bir kazasız, yirmi gemi tahrip etmişlerdi. Yağ ve torpidolarını diğer üçüne taksim etmesini Bata’ya emir ettim. Şu halde üç bot, geşt ü güzâra devam için iyi bir hale gelmiş oluyordu. Bade Bata ve ben, doğruca vatanımıza doğru yol verdik. Ve Pazar günü üss-ül-harekemize vasıl olduk. Cape Race açığında bir küçük oskunadan bir gazete aldım, şunu öğrendim:
[ Buğday 84, mısır 60, arpa 62 şilin.]
Mabadı var.
İskajerak muharebe-i bahriyesinin derece-i ehemmiyeti
İsveç bahriye yüzbaşılarından Ogust Jiron, İskajerak muharebesiyle ezmine-i kadimeden bu güne kadar olan muharebat bahriye arasında bir mukayese yapmaktadır. Haklarında malumat katiye mevcut olan muharebat bahriyeden birinci derecede zikir edilmeğe şayan olan “Lepanto – İne bahtı” muharebe-i bahriyesidir. 1571 tarihinde vukua gelen bu muharebeye 430 sefine ile 15000 taife iştirak etmiştir. İskajerak muharebesinde 833,000 ton bulunmasına nazaran bu, evvelkine takdim eder. İskajerak’tan sonra Coşima muharebe-i bahriyesi gelir ki, bunda harbe 320,000 tonluk sefine ile 28350 taife iştirak etmiştir.
Hâlbuki iskajerak muharebesine iştirak eden taifenin yekûnu 105,000 raddesinde idi. Vukua gelen sair muharebat bahriyede harbe iştirak eden bahriyelilerin yekûnu ber-vech-i âtidir:
İspanyanın Armada hezimetinde 44,320 dört gün devam edip Hollandalıların İngilizlere karşı parlak bir muzafferiyetiyle neticelenen muharebede 39,000 Ebukır muharebesinde 29,500 ve Trafalgar muharebesinde 48,000 dir. Bununla beraber Ebukır ile Trafalgar muharebatında birinciye 43 ve ikinciye 60 dan fazla sefine iştirak etmemiştir. Coşima karibinde vukua gelen muharebede sefainin miktarı 101 tecavüz etmediği halde iskajerak muharebesinde 346 sefineye mevcut idi.
Zayiat yekûnuna gelince ise İskejerak muharebesi şimdiye kadar olanların cümlesine faiktır. İskajerak muharebesindeki zayiat 223,180 tondur. Hâlbuki bundan sonra ikinci derecede gelen Ceşuma muharebesinde ancak 139,70 ton zayi olmuştur.
Tahtelbahirler ne batırdılar?
Der Vahter nam İsviçre gazetesi 10 Şubat 1917 tarihinden beri gark edilip yekûnu 6.303.000 tonilatoya baliğ olan sefainin gerek ticaret ve gerekse nakliyat nokta-i nazarından haiz olduğu ehemmiyet hakkında diyor ki: Batırılan sefain ve hamulelerin etmamı 15 milyar Franga baliğ olmaktadır. Mezkûr 6.303.000 Alman yük vagonuna yani beher katarı 40 vagon ve beher vagonu 15 ton hesap etmek suretiyle 15,757 eşya katarına muadildir. 1 Şubat’tan 3 Ağustosa kadar 212 gün, 5128 saat ve 3070680 dakika mürur ettiğine nazaran Şubatın birinden beri beher dakikada 2 vagonluk ve beher çeyrek saatte 30 – 35 vagonluk yani bir katarlık hamule gark olmuştur.
Alman gazetecilerinin mekatib bahriyemizi ziyaretleri
Geçen hafta zarfında misafiren şehrimizde bulunmuş veya taht-ı saltanat seniyenin şayan-ı temaşa ve ziyaret mahallerini, müessesatını gezip görmüş olan Alman matbuat heyeti, geçen Çarşamba günü Heybeli adaya azimetle mekatib bahriyemizi ziyaret etmiştir. Alman gazetecileri, beş altı seneden beri mükemmel bir hale getirilmekte bulunmuş olan güverte mektep bahriye-i şahanesini ziyaret ettikleri gibi henüz geçen sene tersanede tesis olunmuş olan çarkçı mektebi bahriye-i şahanesini de ziyaret eylemişlerdir. Erkan-ı bahriyemizin himmetleri ve müdür gayuru Ferit Beyin yorulmak bilmez mesaiyesiyle bu kadar az bir müddet zarfında cidden numune-i mükemmeliyet denilebilecek bir hale gelmiş olan çarkçı mektebi aliyesi Alman heyet matbuatı üzerinde derin bir hissen tesir hâsıl eylemiştir.
Memleketin ve bahriyemizin çok, hem pek çok muhtaç olduğu bir sınıfı, makine mühendislerini yetiştirmek maksadıyla tesis edilen bu kıymettar müessese-i fen ve marifet, hiçbir ecnebi muallim ve rehberin muaveneti olmaksızın, sırf Türk bahriyelilerinin sa’yi ve gayreti ile vücuda gelmiş olması hasebiyle Alman müntesibin matbuasına Türk milletin bir numune-i kabiliyeti olarak müftehirane irae edilmiştir. Bu kadar az bir zaman zarfında tesis edilmiş olan çarkçı mektebinin nezaket ve intizamı, talebenin hal ve şanı, tedrisatın ciddiyeti, talim ve terbiyenin yüksekliği. Alman meslektaşlarımızın hayret ve takdirini celb eylemiş, mektebin, Almanya’daki mümasili müessesat ile hemayar ve mevkiinin mümtaz letafeti ile onlara faik olduğunu kadar şahane itiraf ettirmiştir.
Alman heyet matbuatı mekanib bahriye-i şahaneyi böyle az her cihet mütekâmil ve müterakki birer müessese ilim ve irfan halinde gördüklerinden dolayı bahriye nezareti ikinci daire reisi firkateyn kaptanı Muzaffer Bey ile güverte mektebi müdürü Cevad ve Çarkçı mektebi müdürü Ferid Beylere suret-i mahsusada beyan-ı tebrikat ve takdirat eylemişlerdir.
————————————–
Donanma postası
Beykoz Faik Hüsnü Beye:
Mektubunuzu aldık. İltifat ve samimiyetinize mukabele-i teşekkür ederiz. Maksadımız gençliğe hizmettir. Bu hizmeti ifa eden kalemde kâh şedit kâh nisbi bir mülâyemet görülebilir ki, bu da “ ülfet seyyie “ dediğimiz itiyada hamil edilerek hamil edilerek mazur görülmelidir. Biz, sizin gibi istidatlı gençlerden – yine tekrar ederiz – ortada sürünüp duran kelimelerin ifade eylediği manalardan daha yüksek bir samimiyet bekleriz. Çünkü ümid-i istikbal sizsiniz. Sizler de bizim gibi mutavassıtını sürükleyip götürmekte olan cereyana tevdi-i nefis etmeyin. Faraza mektubunuzda itinalı kalemle yazdığınız ve yanına Fransızcasını ilave eylediğiniz “Sübjektif” kelimesi de çok söylenilip, fakat her ne dense manası bilinemeyen bir kelimedir. İşte taklit dediğimiz de bu idi. Manzumenizi, kıymeti olmadığı için değil, şahsi bir tecemmü ihtiva ettiği için derç etmiyoruz. Eğer bu gaflette bulunsaydık, yeni çıkan mecmualarda gördüğümüz fikir tekâpusunu başka nakilden taklit etmiş olurduk. Hâlbuki biz mütenevvi malumu meşur Neşet Efendi merhuma takliden söyleyelim – ab ruvi taharri, asiyab refahi tedvir için değil, bir şey öğrenmek için dizan etmeği nefsimizce medar mafharet biliriz, azizim.