DONANMA MECMUASI 57 31.Agustos.1914
DONANMA MECMUASI 57 Numara: 57 donanma cemiyeti haftalık gazetesidir
Gasb olunan sevgili drednotumuz!
Sultan Osmanın en son resmi
YAD-I HAZİN:
Bu gün hangi müslümanın kalbini yoklasak orada bir yad-ı hazinin adeta tahcir etmiş olduğunu anlarız. Bu yadı hazin ise “Osman evvel”, “Reşadiye” ye aittir. Bu gün açıktan açığa söylemekten çekinmeyiz ki (Müslüman) olan her ferdin yüreğinde İngiltere’ye karşı derin bir iğbirâr (gücenme) vardır. Hukuku ahdiye ve düveliye ye mugayir olan gasbı malûmin bir de ciheti ruhiyesi vardır ki, bugün bütün Müslümanlar ve Türkler o hisi müşterekin tesiriyle hareket etmektedir.
Bâlâyı derc ettiğimiz resim, Sultan Osman dretnotunun en son resmidir. Bu şekli ile Marmaranın mai sularını yarıp milleti sevindirecekti. Milletlerin terbiyesinde tesellisinde nedametin, musubetin, acının büyük, pek büyük bir tesiri olduğunu bildiğimiz için biz bu resmi millete takdim ediyoruz ve cenabı kuran’ın “ Fe se ya’lemu ellezine zalemu ( Zulmedenleri o bilecektir) 26/ Şuara Suresi 227” Hitabı celilini tekrardan sonra:
Felekten intikam almak demektir ehli idraki
Edip tezyid gayret müstefid olmak nedametten
Deriz.
İSTİKBAL İÇİN
Mazi ebedi zulmet, hali son nefes imiş… İstikbal ise milletin hayatıdır. İşte bu gün biz de istikbal için yaşıyoruz. Bu büyük, fakat mesaibzade milletin mazisi pek parlak idi… ebediyete intikal idi. hal, en feci ser-keziştler, en elim facialar ile milletin kalbinde istikrar-pezir oldu. Şimdi millet istikbale koşuyor… şimdi bizim vazifemiz istikbaldir. İstikbal içindir. İstikbal için olmalıdır.
Donanma için, İngilterenin bile resmen ve alenen itiraf ettiği milli fedakarlıklarda karib ati için idi. istikbal için sayik lüzumunu takdir ettiğini fiilen isbat eden millet, gazap ve gadr elinden çıktığını düşünerek yarına hazırlanmalıdır. Hem öyle bir hazırlık ki, bu gün bir birini yiyen, didikleyen, parçalayan, boğan nihayet kan içinde yüzen Avrupanın çehresi karşısında bütün kuvvetiyle azametiyle haşmetiyle meydana çıkmalıdır. Yarınki tarih, dünden tahmin edilen tarihe yarınki haritayı alem bugün elde mevcut haritalara katiyyen benzemiyecektir.
1914 salnameleri müzelere, yeni unsurlar, yeni devletler manzumeyi malla girecektir. Bu arada, biz cürmün, islav anglesakson, latin mücadelatından sonra yeni unsurların, yeni medeniyetlerin mücadelesini hazırlayan istikbale ne ile çıkacağız?
Bu bir sualdir ki, bu gün her fedakarlığa, her meşakkate sevine sevine, güle güle katlanan millet cevabını verecektir. Kuvvetin her şeye hakim olduğu nazariyesi bu gün Fransa gibi medeniyetin, hürriyetin mahud kadimi olmakla cihana iftiharla, gururla nazar eden koca bir devletin sinesinde patlayan, kıyam kıyametten nişan veren 42 buçuk santimlik toplar cihan kadar büyük, sema kadar azametli misaller ile isbat ediyor. Göklerin saikası yere iniyor. Beşerin ini göğe çıkıyor. Umumi harp, ihtimal bir sene sürsün. Mutlaka bir intihaya erecek, mutlaka bir taraf malüp olacaktır. O zaman galip, malüp olmamak için, malüp; intikam için o derece çalışacak ki, bu gün 42 buçukluk toplardan kulaktan işitilerek titreyenler yarın havadan yağacak ateşlere karşı iltica edecek kaçacak bir yer bile bulamayacaklar. İşte istikbal bu kadar dehşetli muhtaç olduğu gayretle himmet bu kadar azametlidir. Bu harp, bu millet, bu devlet için aynı nimet olacaktır. Tabii yalnız kendinin değil, bütün alemi islamın hukuk muhasebesini istirdat edecektir. Türkiyeyi, İranı, alemi islamı perişan yapmak isteyenler karşısına cihanşümül ve cihanmuta hükmünü infaz edecek ali osmani hilafeti yarın mal mağsubunu kapdıranların hafi, celi hücumlarına maruz kalacaktır. Bu ihtimal, o kadar tabiidir ki, fazla söze de ihtiyaç göstermez.
Onun için iki senede bu kadar vakayık hedefi, şahidi olan millet; Hal için ne kadar azimkarane, fedakarane çalışmağa memur etse, istikbal için bu fedakarlığı tasnife mecburdur. İstikbal kuvvet emir ediyor. Kuvvetin ne ile tamam olacağı ise buğün pek acı misaller ile anlaşıldı. Bir dretnot ile, bir zırhlı kruvazör; yalnız malını çaldıran bu milleti sevindirdi. Muhtel olan muvazeneyi siyasette biz söz söyleyebilecek hale geldik. <<arş>> kumandası verilmiştir. Bir saniye durmak bile mahvı abad nısyana koşmak demektir.
Donanma.
ANA, BABA GÖZYAŞINI SİL, KARDEŞ
YARASINI SAR
Vazifeyi insaniyete davet
İnsanlar yıktıklarını yine kendileri tamir ederler
Hilâl-i ahmer’i unutmayınız
Vatandaş, hilâl-i ahmer cemiyetini tanıyorsun, değimli? Vaktiyle bazı gayyur ve hamiyetli Osmanlıların mesaiyesiyle teşekkül eden bu cemiyet yaşayamamış idi. 1312 Yunan muharebesinde de bir küçük hayat eseri gösterdiyse de tekrar söndü. Ancak meşrutiyetten sonra 1327 senesinde yeniden tesis ve ihya olundu. Demek ki henüz üç buçuk senelik bir hayata maliktir. Öyle iken Trablus muharebesinde vatanın devr ve mağdur bir köşesine kadar heyetler göndererek binlerce yaralı ve hasta tedavi etti. Onu takip eden Balkan harbinde ise dünyanın bütün salib ahmerlerinin tarihlerinde hemen emsali görülmemiş bir nisbette yararlık gösterdi. İki yüz bin lira sarfıyla elli altmış bin yaralı, hasta asker ve muhacır tedavi etti. Azası hekimleri, memurları geceli gündüzlü çalıştı. O felaket günlerinin kanları ve acıları içinde her tarafa şifa, teselli dağıttı. Senin ve uzak yakın yerlerdeki kan ve din kardeşlerinle insaniyetli bazı ecnebilerin verdikleri paralarla çoğalan sermayesinin mühim bir kısmını bu uğurda sarf etti.
Şimdi yine dünya en kanlı günlerini yaşamağa başladı. Askerler hudud başlarına koşuyor hilâl-i ahmer de vazifesinin başındadır. İnsafsız bir hastalık gibi Avrupa’nın her tarafına sirayet eden bu muharebe belki devletimizi de mevcudiyet ve hayatını muhafaza için çarpışmağa mecbur edecek. Avrupa ve dünya öyle bir vaziyette ki bu muharebede hariçteki kardeşlerimiz de bize geçen seferki gibi yardım edemeyecek. Hilâl-i ahmer’e yaşamak ve çalışmak kudretlerini veren menbualardan bu sefer belki hiçbir şey alamayacağız. Hariçteki İslam ve Türk âlemlerinden gelen yüz binlerce liralar belki bu sefer gelemeyecek. Fakat sen, Türk, Müslüman, Osmanlı vatandaş, sen varsın. Yaşıyorsun, Avrupa’da her devletin varlığını muhafaza için canını dişine takarak meydana atıldığı bir hengâmede, iki büyük harpten felaketzede ve yorgun çıkan senin devletin. Şeref ve hayatı için bir üçüncüsüne hazırlanırken kayıtsız duramazsın. Yarın öbür gün bir kere silah patlarsa her taraftan akın akın yaralılar gelecek. Hilâl-i ahmer’in yumuşak yatakları, müşfik elleri ve şifakar ilaçları hazırlanıyor. Bunlara hep para lazım. Sefil ve hissiz bir maden olan altın ve gümüş ancak fazilet ve insaniyete ait işlerde kullanılmakla kıymet kazanır. Sen de kesenin ağzını aç vatan için hudutlarda göğüs gererken yaralanan babalarına, kardeşlerine, çocuklarına dava ve hayat hazırlayanlara yardım et. Bu yardımın için anavatan ve büyük insaniyet seni tebcil (ululama) eder.
Hilâl-i ahmer’e senede yalnız bir lira, hatta bir mecidiye, hatta on kuruş vermekle onun azası olursun. Senede bir lira verirsek günde 12 paradan daha az bir mecidiye verirsek 4 paradan, on kuruş verirsek 2 paradan daha az, insaf et. Bunun on mislini israf etmediğin hangi gün var? Düşün ki senin on mislini hiç düşünmeyerek bedel ve israf ettiğin bu cüzi (az miktar) paralar ile bir yaraya bakılacak, onu bir hamiyet nişanı gibi taşıyan göğüs, iyileşerek yeniden vatanın için dövüşmeğe hazırlanacak. Sen vatana bir asker daha kazandıracaksın. Her gün bir bardak su eksik iç, bir lokma ekmek eksik ye, bir küçük zevkini feda et. Ondan birikecek parayı getir, Hilâl-i ahmer’e ver. Allah senden razı, kul sana hayran olur.
Fransa hariciye nazırı vekili Alman eski Paris sefiri
<<felaketlerin ilk notası acı bir surette dinlenirken>>
Zırhlıların ıslahı esasiyesi
Ve
Tahte-l-bahr muhafazaları
1
Zırhlılarda süratin dereceyi ehemmiyeti ve bahusus Osmanlı donanmasının muhtemel olan sahneyi icraatına nazaran Osmanlı zırhlılarında süratin imtidad seyre nisbeten daha faik bir müesser olduğu geçen makalemizde izah edilmişti. Milleti Osmaniye’nin adeta göz bebeği demek olan iki güzel zırhlı İngilizler tarafından tevkif edildikten sonra – ümit edelim ki bu zırhlıları İngilizler kısa ve muvakkat bir zaman için tevkif etmiş olsunlar – mesut bir cilveyi talih Osmanlı kalblerini sevindirdi. Ve Yavuz’a sevgili sancağımız çekildi. Almanya’nın sabık Goben zırhlı kruvazörü, bizim sularımızda yalnız bir kruvazör değil, mükemmel bir zırhlı addolunabilir. Saatte 28 mil sürate malik olduğu Almanlar tarafından beyan edilmekte olduğu halde, İngiliz salname-i (yıllık) bahrilerinde sefineyi mefkûrenin hakikatte daha süratli olduğu, sürat aliyesinin tecrübelerde 28 mili mütecaviz bulunduğu, fakat Almanların bu hakikati ifşa etmek istemedikleri yazılmakta idi. Yavuz dretnotu, matlup zamanda arzu edilen mahalde Türkiye’nin emrine amade müthiş bir silah olduğu cihetle, bu güzel ve seri gemiyi mubayaa etmiş olan hükümeti Osmaniye siyaseti bahriye ve sevk ül ceyş (strateji)’e nakti nazarından ma fevk (üst)-l-tasavvur iyi ve mükemmel bir tertibatı yapmağa muvaffak olmuştur. Yavuz’un donanmamız meyanına (arasına) dâhil olması, Türkiye’nin vaziyeti bahriyesini bir anda tebdil etmiş, kuvveyi bahriyemizi âlâ eylemiştir. İki zırhlımızın gazabından mütevellit galeyanı milli ve umum âlemi islam’da hâsıl olan nefret ve infial akis-i tesirini icra etmiş ve İngilizler bu zırhlıları ba’delharp (harpten sonra) bize iade etmeği resmen ve katiyen vaad eylemiş oldukları için, bu sözden nükûl (vazgeçme) edilmediği takdirde, Sultan Osman, Reşadiye ve Yavuz’a malik olan Osmanlı donanması, Türkiye’nin her türlü ihtiyacatına kâfil (kefil) mükemmel bir zaman hazire donanması olacaktır. Hassaten (özellikle) Yavuz, iki zırhlımızın yanında büyük bir boşluğu doldurmuş bulunacaktır.
Zırhlıların bir donanmada rükn (temel direk) esası olmaları hasebiyle, bunların islahı esasiyesi ve taht-l-bahr sureti müdafaaları hakkında bazı malumat i’ta eylemeği ve inşa edilecek zırhlılarının tarz ve islahası hakkında en muvaffak görülen projeleri izah etmeği faydadan hâli bulmuyoruz.
Bir zırhlıda islahanın sureti tevzi-i ve tabiyesi, her şeyden ziyade, fenni harb ve tabiri diğerle tabiri bahriye icabatına tabidir. Mevcut toplardan azami istifadeyi temin etmek için, bu icabat tabyaya iktifa edilmekten başka çare yoktur. Fakat tabiyeyi bahriyenin icabatı hakkında muhtelif nukat nazarı mevcut olduğu gibi, icra edilen muharebatı bahriyeden doğru ve yanlış istihsal edilen netayiç dahi bu tertibata icrayı tesir eder. Bundan başka, muayyen bir zamanda bir memleketin siyaset bahriyesini idare eden veyahut donanma kumandanlıklarında bulunan zevatın da bu hususta nüfuz şahsileri tesirden hâli kalmaz. Velhasıl zırhlıların tarzı tabiyesinde esaslı ve daimi bir hattıhareket takip edilmemiştir.
Hattı harb sefaininin sistemleri üzerine dahi tabiyeyi bahriyenin icrayı tesir edip etmeyeceği meselesi erbabı ihtisas arasında daima mucib ihtilaf olmaktadır. Japonya inşaatı bahriye müdir (idareci) umumiyesi 1910 senesinde Londra’da ictima eden seyri sefain kongresinde bilmünasebe şöyle söylemişti.
Köylü ile Konuşma
Çok şükür bu günlere de eriştik… Biliyorum senin köyde de genç kalmamıştır, donanma mecmuasını sen okuyorsun. Artık gözlüksüz göremeyen gözlerin “çok şükür bu günlere eriştik” gelmelerini okur okumaz, dalıyor. Hudut boyunda, Kafkas Dağlarının bir şahini gibi duran oğlunu düşünüyorsun. Evde anacığı elbette ağlamıştır. Mutlaka sen de biraz mahzun oldun. Sen de geçen Moskof muharebesine giderken babanda öyle idi…
Bak! Görüyorum. Çok daldın küçük oğlun balkan muharebesinde Allahına kavuşmuş. Bana köy muhtarı haber verdi. Büyük oğlunu, bir hafta evvel yolladın. İşte ben de bunun için seviniyorum ya… Allah şefaatinden mahrum buyurmasın. Oğulcağızın şehit bile olsa, nerede şehit olacak düşün. Sen otuz sene evvel hangi harbe gittin. Kiminle dövüştün. Şıpka geçidinde, sen de bulunmuşsun. Rahmetli Süleyman Paşa (Süleyman Hüsnü Paşa*) seni pek çok severmiş. Canım inkâr etme! Bunu bana söylediler. Ayastafenos sulhî (Ayastafenos Barışı) için ağlamışsın kardeşinin oğlu Suhumi’de kalmış. Büyük kardeşin Gedikler muharebesinde bulunmuş… Şimdi oğlunda öyle olacak…
Biliyorum yüreğinde bir yara var: Küçük oğlun şehit düştükten sonra Hıristiyan köylüleri gözlerini oymuşlar. Allah dîdârıyla (yüzüyle) onu sevindirecek. Bunu da biliyorsun. Fakat bir şey daha biliyorsun ya! Büyük oğlunu da şehit verirsen, cennette kendine bir makam daha hazırlarsın, merak etme! Cenazesini yer de bırakmazlar. Müslüman köylüler, geçtiği yerlerde o kadar çoktur ki, Kazaklar bile korkarlar. Şehidi alırlar. Mushaf-ı Şerif (Kur’an) okurlar. Hem oğlun geçtiği yerde öyle ikramlar görecek, öyle dualar alacak ki…
Taburuna Müslüman delikanlıları silah ile karşıcı çıkacak… Kızlar, çiçekler serpecekler… İhtiyarlar dua edecekler… Hocalar tekbir getirecekler… Öyle yerlere gidecek, Al-i Osman; yine Kaf’tan Kaf’a hükmedecek… O kadar yüksek dağlara çıkacak ki; oradan denizi bile görecekler… Coşkun dalgaları Kara, Deniz… Orada da toplar patlayacak…
Gördüm, gülüyorsun… Anladın da beni üzüyorsun. Sen bile davrandın. Yanında ki muhtara ne diyorsun… İşittim:
– Eski düşmandır.
– Ben de kulağına bir şey söyleyeceğim:
– …
– Yüreğin kabardı. İşte oraya gidiyoruz.
– Bak tekbir getirdik.
– Allahu Ekber…
– Yarın oğlunda o yüze dağlarda tekbir getirecek o da:
– Allahu Ekber Diyecek.
Dağlar:
– Allahu Ekber
Nidasıyla mukabele ederken, Şeyh Şamili bilen bir ihtiyarın başbuğ olduğu Müslümanlar.
– Felleh ül hamd
– Diyecekler…
Neye ağlıyorsun. Bak sen de şimdi benim gibi.
– Çok şükür bu günlere eriştin
Diyorsun…
Donanma
mütercim: Birsen Sezgin
Zırhlıların ıslahı esasiyesi
Ve
Tahte-l-bahr muhafazaları
1
Zırhlılarda süratin dereceyi ehemmiyeti ve bahusus Osmanlı donanmasının muhtemel olan sahneyi icraatına nazaran Osmanlı zırhlılarında süratin imtidad seyre nisbeten daha faik bir müesser olduğu geçen makalemizde izah edilmişti. Milleti Osmaniye’nin adeta göz bebeği demek olan iki güzel zırhlı İngilizler tarafından tevkif edildikten sonra – ümit edelim ki bu zırhlıları İngilizler kısa ve muvakkat bir zaman için tevkif etmiş olsunlar – mesut bir cilveyi talih Osmanlı kalblerini sevindirdi. Ve Yavuz’a sevgili sancağımız çekildi. Almanya’nın sabık Goben zırhlı kruvazörü, bizim sularımızda yalnız bir kruvazör değil, mükemmel bir zırhlı addolunabilir. Saatte 28 mil sürate malik olduğu Almanlar tarafından beyan edilmekte olduğu halde, İngiliz salname-i (yıllık) bahrilerinde sefineyi mefkûrenin hakikatte daha süratli olduğu, sürat aliyesinin tecrübelerde 28 mili mütecaviz bulunduğu, fakat Almanların bu hakikati ifşa etmek istemedikleri yazılmakta idi. Yavuz dretnotu, matlup zamanda arzu edilen mahalde Türkiye’nin emrine amade müthiş bir silah olduğu cihetle, bu güzel ve seri gemiyi mubayaa etmiş olan hükümeti Osmaniye siyaseti bahriye ve sevk ül ceyş (strateji)’e nakti nazarından ma fevk (üst)-l-tasavvur iyi ve mükemmel bir tertibatı yapmağa muvaffak olmuştur. Yavuz’un donanmamız meyanına (arasına) dâhil olması, Türkiye’nin vaziyeti bahriyesini bir anda tebdil etmiş, kuvveyi bahriyemizi âlâ eylemiştir. İki zırhlımızın gazabından mütevellit galeyanı milli ve umum âlemi islam’da hâsıl olan nefret ve infial akis-i tesirini icra etmiş ve İngilizler bu zırhlıları ba’delharp (harpten sonra) bize iade etmeği resmen ve katiyen vaad eylemiş oldukları için, bu sözden nükûl (vazgeçme) edilmediği takdirde, Sultan Osman, Reşadiye ve Yavuz’a malik olan Osmanlı donanması, Türkiye’nin her türlü ihtiyacatına kâfil (kefil) mükemmel bir zaman hazire donanması olacaktır. Hassaten (özellikle) Yavuz, iki zırhlımızın yanında büyük bir boşluğu doldurmuş bulunacaktır.
Zırhlıların bir donanmada rükn (temel direk) esası olmaları hasebiyle, bunların islahı esasiyesi ve taht-l-bahr sureti müdafaaları hakkında bazı malumat i’ta eylemeği ve inşa edilecek zırhlılarının tarz ve islahası hakkında en muvaffak görülen projeleri izah etmeği faydadan hâli bulmuyoruz.
Bir zırhlıda islahanın sureti tevzi-i ve tabiyesi, her şeyden ziyade, fenni harb ve tabiri diğerle tabiri bahriye icabatına tabidir. Mevcut toplardan azami istifadeyi temin etmek için, bu icabat tabyaya iktifa edilmekten başka çare yoktur. Fakat tabiyeyi bahriyenin icabatı hakkında muhtelif nukat nazarı mevcut olduğu gibi, icra edilen muharebatı bahriyeden doğru ve yanlış istihsal edilen netayiç dahi bu tertibata icrayı tesir eder. Bundan başka, muayyen bir zamanda bir memleketin siyaset bahriyesini idare eden veyahut donanma kumandanlıklarında bulunan zevatın da bu hususta nüfuz şahsileri tesirden hâli kalmaz. Velhasıl zırhlıların tarzı tabiyesinde esaslı ve daimi bir hattıhareket takip edilmemiştir.
Hattı harb sefaininin sistemleri üzerine dahi tabiyeyi bahriyenin icrayı tesir edip etmeyeceği meselesi erbabı ihtisas arasında daima mucib ihtilaf olmaktadır. Japonya inşaatı bahriye müdir (idareci) umumiyesi 1910 senesinde Londra’da ictima eden seyri sefain kongresinde bilmünasebe şöyle söylemişti.
Rus – Japon muharebesi sefin-i harbiye sistemlerinin esaslı bir surette tadilini istilzam (gerekme) edecek netayiç vermemiştir. Dretnotlar, inşaatı harbiyeyi bahriyede tabii bir tekemmüldür. Muharebe olmasa idi bile, yine ayrı, güç bu sistem kabul edilecekti.
Sefin-i harbiyenin sistemlerini tayin hususunda inşaatı bahriye mühendisleri, tabiye yi bahriye mütehassıslarınan mütealalarını nazar-ı dikkate almak mecburiyetindedirler. Mamafih, mühendisler bir geminin eslihasını ve bunların tarzı tabiyesini nazarı dikkat de bulundurmakla beraber, o geminin tertibat ve teçhizatı umumiyesini de en muvaffak bir halde yapmağı düşüneceklerdir. Bundan başka bir hadise veya muvaffakiyet, tabiye yi bahriye icadı hakkındaki mütalaatı muhtelifeden birinin lehine veya aleyhine zuhur ettiği takdirde, o geminin enzarı (bakış) umumiyede kıymetten sukût etmiş addedilmemesini temin için, mühendisler erbabı ihtisasın efkâr ve mütalaatını meh-ma emken (olduğu kadar) mezc (karıştırma) etmeğe gayret ederler. Bu hususta en ziyade nazarı dikkate alınacak esasat şunlardır;
Evvel emirde Klasik endaht namını almış olan borda endahtı temin edilmelidir. Bugün bir taret, eski zaman gemilerinin fiyatından daha ziyadeye mal oluyor ve gemide her taretin sancak ve iskele bordalarına endaht edebilmesi elzemdir. Bundan başka, gemide büyük topların mümkün olduğu kadar fazlası omurga istikametinde ateş edebilmelidir. Borda ateşinin lüzum ve takdimi kabul edilmekle beraber, ateş sahalarınan o suretle tertibi iktiza eder ki gemi bordalarında kuvvetli bir endaht icra ettiği halde baş ve kıça pek de kifayetsiz ana hat icra edebilmek mecburiyetinde kalmasın.
Zırhlı güvertesinde eslaheyi esasiyenin tarzı tabiyesi hakkında atide üç proje gösterilmektedir.
1 – İkisi hattı merkezi üzerinde ve ikisini bordalarda olmak üzere, aynı güvertede dört taretin kataratı bir suretde tabyası.
2 – İkisi hat merkezi üzerinde ve diğer ikisi eşalon tarzında bordalarda mevzi ve aynı güvertede dört taret.
3 – Hepsi hattı merkezi üzerinde dört taret.
Bu tarz tabiye yukarıda zikir edilen noktayı nazara, yeni topların cümlesi her iki bordaya da ateş edilebilmekle beraber bunların kısmı azami baş ve kıç cihetlerine endaht edilmek maksadına tamamen muvaffak değildir.
Taretlerin yekdiğeri civarında bulunması, baş ve kıç cihetlerine endaht edilmek maksadıyla tamamen muvaffak değildir.
Taretlerin yekdiğeri civarında bulunması, bahusus mutavassıt bataryanın mevcudiyeti ve inşaatın bu gibi hususattan mütevellid şekli hasabiyle zaviyeyi meytesi tezayüd eder. Yani her taretin kavis endahtı tenakus eyler. Eğer borda endahtı sefinenin tessebiyesine hâkim olur ise bu, ancak baş kıç ateşlerinden bir kısmını feda etmekle temin edilebilir. Fakat bu suretle hem müthiş bir borda endahtı temin etmek, hem de hattı merkezi istikamette matlub derecede müessir bir endaht icra edebilmek kabil değildir.
Birinci ve ikinci projelerde üçer taret omurga istikametine ateş edebildiği gibi, ikişer taretin kavis endahtı azami olur. Üçüncü projede ise taretlerin hepsi her iki bordaya 130 dereceden fazla bir kavis dâhiline endaht edebilirler. Fakat omurga istikametine yalnız birer taret endaht edebilir. Mamafih, elyevm fukani taret sistemi tatbik edilmekte olduğu cihetle asıl tetkikatın bu tarz üzerinde icrası icab eder.
Fukani taret sistemi inşaat hususunda muvaffaktır. Çünkü taretlerin yalnız birer zaviyeyi meytesi vardır. Binaenaleyh bu tarz matluba pek muvafıktır. Dörtten fazla taret mevcut olduğu takdirde, kavis endahtlarda biraz noksan zuhur eder.
İkisi Fukani olmak üzere dört taret mevcut olduğu takdirde, her taretin yalnız bir zaviyeyi meytesi olacağı gibi sahayı endaht dahi hailesiz kalmış olur. Yani ateş kavsi zaviyeyi meyteden başka bir noktada duçar inkıta olmaz. Fukani ve Tahtani taretler yekdiğerine pek yakın bir surette vazi edildiği halde tahtani taretin zaviyeyi meytesi nisbeten fazla olur ve 70 dereceye kadar tezayid eder. Bu hesap, on iki pusluk çifte toplu taretlere göredir.
Yekdiğeri civarında bulunan taretler arasındaki mesafe tezayid ettikçe, bunların zaviyeyi meyteleri o nisbette tenakus (azalma) eder. Fakat bu mesafeyi arzu edildiği derecede tezyid etmek kabil değildir. Çünkü taretlerden birinin endahtından diğerini müteessir etmeyecek veçhile topların tabiyesi iktiza eder. On iki pusluk çifte toplu taretlerde tahtani taretin zaviyeyi meytesi 60 dereceye kadar tenkis edilebilir ve her taret iki bordaya da tevcih edilebilir. Bu suretle taretlerin bordalarda kavis endahtları 120 dereceyi tecavüz edemez.
Ahmet Vahid
(Zaferler kuvvetli dimağla elde edilir)
General Conrad Von Hötzendorf – Avusturya orduları erkanı harbiye reisi
TRABLUSGARBA NASIL GİTTİK
–altıncı nüshadan mabad –
Muhakkaktır, bazı oturanların kalblerine, ma’âyub (ayıplanan) bir iş yapıyor imişsiniz gibi gizlice, bazı sadakalar birakılabilir. Onlara ki; Artık sizi takip etmeğe iktidarları yoktur. Mefluç (felç), topal, harekete iktidarsız, kapının önünde oturmuş görür; Hasta gemiciler, bir camiin yakınında, kulakları dizlerinin arasında, bi mecal ve bi çare otururlar. Bu memlekette körler, korkunç bir surette terk edilmişlerdir. O şarkın pek güzel ve hararetli gözleri, bizim bilmediğimiz müteaddid işkencelerin tahtı tesirlerinde mahkûm fenadırlar. O uzun, makûs kirpikler, artık o gözleri hıfz etmek için çıkmıyorlar. Sahranın rüzgârı onları atıyor. Pislik, onları ölüme çekiyorlar. Bu görünen ve gayri kabili tahmin bir mikyasta tevsi eden şeyler; zayıf yüzleri daha ziyade tahrip eden yanmış göz kapakları, kirpikler ve üzerlerindeki akıntı pislik ve çapakları sineklerin mesken bilerek dolmalarından mütehassıl izdırap ve bu murdarlıkların altlarındaki göz bebeklerinin büyük bir aydınlığa tesadüfteki teşuşatı; bütün bunlar bu halkı öyle müthiş sefaletleri çekiyor ki, şahidi olmağa dayanılamaz. Bu muhakkir-bat ve istıraba, musabelerinin asla alışamadıkları görünüyor. Fakat biz iki gün içinde onları görmeğe alıştık. İtiyad tamam oldu. Metruklar, açlar ve kötürümler soğuk nazarlar şevkatsiz kalplerle görülebiliyor. Bir doktor hastane nöbetine giderken bunlara karşı daima lakayd bir nazarla geçiyor. Buna bedel Yahudi zenginleri şişman, arab orta hallileri, çizmeli Türk askerleri merkez müdafaada, kendi aralarında henüz gözlerini zayi etmemiş sefilleri görüyorlar.
Tarblusgarb’da, arapcanın öğrenilmesi daima elzem. İlk kelimesi; Barra! Derki, manası: alçak şey, defol, git demektir. Bu kelimeyi ben bile şu birkaç günde müteesir olmadan ahenkdar bir eda ile yüz defa söyledim. Şehrin üzerinde hükümran olan bu izdırapengiz levhayı, buna mukabil olan hayatı tetkik için bir şeffaf kristal gibi kullanalım. O şeffaf kristal gibi ki: Yaranın üzerine tevciye edilirse bütün hatvetini şaşırtmadan irâe (göstermek) eder ve hiçbir elem vermez. Şark hayatı kendi nevakıs (noksan) içinde, bu derece melus oyunlarının etrafında şad, müsterihiyet kafiye ile güzaren (geçen) olur. Yaracıkları görülmemeye muvaffak olunmuştur. Yollar, rengârenk ve ahenkdar bir hareketle zi hayattır. Küçük eşekcikler, iyi besilenmiş, narin bacaklar üzerinde, iki taraflarına su kırbalarını yüklenerek koşarlar. Sahibleri arablar, çıplak ayaklar ve bacaklarla, onları onları takip ederek, mesrur nidalarıyla onları daha ziyade koştururlar. Yüksek ve müteenni (temkinli) develer, tüylü ve makûs boyunları üzerinde başlarını kibarane sallayarak iki taraflarındaki yükleriyle yolları doldururlar. Vakit vakit beyaz ve asabi bir arab atı, sıkı bir trisınla ya bir un arabasını çeker yahut bir süvari götürür. Hayat fakiranenin bu üç mahreki arasında insan kalabalığı, başlarından ayaklarına kadar beyaz ehramlarına sarınarak Roma statüleri gibi bu rahat libasları içinde, omuzlarında asla terk edemedikleri ince ve arabkari çakmaklı tüfekleriyle sahranın kuru ve uzun biblo arabları. Bornoslarına bürünmüş, Akdeniz’in sahilinde yaşadıkları için nim rüyavi güzeller ve ağır adımlarla sevdanın, fezanın kömür karası rengindeki siyahları, sonra, eşekleri üzerlerinde yalnız ve acele işlerine koşan eğri burunlu, sarkık dudaklı, Yahudiler. Genç simalı, güneşten yanmış, kavi ve şerefdar, haki elbiseli Türk askerleri. Daha sonra kuvvetli zabitler, sert cengaverane, cenubiler gibi palabıyık, hiç kimseye bakmadan, bütün muhitin her şeyine, gayri kabili mukavemet bir lakaydı ile geçerler. Nihayet, muhtelif anasırlardan küçük nesiller. Bizim o yaşta iken anne sütü verdiğimiz arabcıklar, Yahudicikler, siyahcıklar ki, hepsi kendiişlerini düşünmeğe muktedirler, palasparalar içinde, oynamazlar ve asla ağlamazlar.
Her şeyleri gibi şayanı hayrettir ki, haraketlerinde kinişlerinde, levhanın kıymetinde, hepsi hiç anlamadan aynı seviyede arkadaş düşüyorlar. Bu şarklılar, esasen kendi dâhili odacıklarının renginde ve vaziyetinde hemen daima biri birine aşılanmışlardır. Üç renk ile yek ahenin, elvan kesire ile zi hayat elbise yapıyorlar. Eşek üzerinde de, deve üzerinde de heykel vaziyetinde durabilmeğe muktedir oluyorlar. Ne vakit, muayyen olan zamanın geçmekte olduğunu görürlerse, yolun bir köşesinde oturarak, arkalarını duvara verirler. Yahut bir masanın önüne geçerek, bir ciğara, yahut bir nargile içerler. Veyahut yine öyle oturarak boşluklara bakarlar. Onların vücutları daima gayri kabili tebdil bir istirahata vasi olunurlar ki, bu onlar için mükemmel bir hazdır. Ve istihlak kuvvetin hakiki kefareti ve debelenmesidir. Hatut ihtirasat ile tembelliği hem ahenin eder.
Her sokakta kapıları açık bir takım dükkânlar vardır ki, onlar da her hangi bir lüzumlu şeyi bulmak mümkündür. Rivayetlerine göre, kendi asari kadimeleri üslubunda, bazı madenler üzerlerine gümüş kaplama köstekler yaparlar. Ekmek fırınlarının ağızları sokağa doğru açıkdır. Oradan ekmek çıkarırlar. Fırıncılar ellerindeki uzun kürekleri gelen geçen kalabalığın içine doğru uzatmağa mecburdurlar. Rengârenk kumaş, basma satan dükkânlar Girit şarabı satan meyhaneler, Yahudi kasaplar, her şey satan büyük Avrupa pazarı (muharririn, büyük Avrupa pazarı dediği çarşı, Türk çarşısı namıyla marufdur. Mütercim.)
Kadınlar çarşıya nadiren çıkarlar. Arab kadınları, ikişer üçer olarak, beyaz ehramlarına sarılmış, yalnız sağ gözleri serbest, elleriyle yüzlerini kaparlar, böylece pek azının, yalnız senleri hakkında bir fikir hâsıl edilebilir. Güzel çirkin oldukları anlaşılamaz. Fakat Türk kayınları, arkalarında umuk bir kararsızlık ve esrarengizlik bırakırlar. Onları görmek için, her halde, valinin kasrından dışarıda Salıpazarı civarında, zabitlerin ikamet ettikleri taraflara gitmek lazımdır. Onlar, hemen daima küçük guruplar olarak sokağa çıkarlar. Daima başlarından, küçücük ayaklarına kadar ipek kumaşlar kibirler. Ağır ağır ve hıraman (edalı) olarak yürürler. Yüzleri alınlarından çenelerinin altına kadar siyah ipekten, bir ince kumaş ile tamamen örtülüdür. Bu, kapalı simayi cezb eder, gayri kabili tarif bir demettir. Gözler, o gayri kabili nüfuz, ince siyah ipeklerin düşmesine, tıfılane bir arzuvi müşahede ile merkûz (saplanmış) kalırlar. Bazen, o siyah ipek, pek incedir. Güneş o mechul başın arkasından gelir. O vakit profil için hüküm edememek kabil olamaz. Yahut renksiz temiz bir beyaz görünür. Diyorlar ki, onlar güzeldirler. Yalnız bu şafak perdeleri taşımaları Müslüman haşarılarına karşıdır. Çünkü gâvurların onlara bakmaları, yalnız İslam kadınlarının güzel olup, olmadıklarını anlamak raddesine kadardır.
Dün bir arkadaşımla, kasrın haricinde, deniz kıyısından geçiyorduk. Üç Türk hanımı, beyaz giyinmişler, siyah yüz perdeleri ile( “peçe” demeyip de böyle yüz perdesi, diye tercüme etmekte bir Avrupalı nazarını tavzih kaidesi buldum. F.) bize mukabil tarifin kumları üzerinden mevc nermin adımlarla geliyorlardı. İki evvelkiler kaçtılar, üçüncüleri arkaya kaldı, bizden tarafa döndü, yüzünün perdesini olabildiği kadar tekmil kaldırdı. Bir sima gösterdi ki taravettar, tatlı bir çift büyük musterih gözlerle münevver ve pür tebessüm. . . Bu bir an oldu perde, indi ve üç beyaz sima yavaş yavaş sahil boyunca uzaklaştı.
………………………………………………………………………………………………………………
Milletinin kalbinde olan hükümdarlar daima başaranlardır.
Berlin gençleri tarafından imparator Fransuva Jozef ve imparator Wilhelm hazreti için tertip olunan nümayişlerden.
Fransızlar da nümayiş yapıyorlar:
Mösyö Poincare’ye yağdırılan yaşalar.
Yaralılarını Fransalı general Guverd nişanlarla taltif ediyor.
BAHRİYEMİZİN NAZARI DİKKATİNE
İki sene oluyor. Yunan ile harp ettik ve mağlup olduk. Bu kadar acı ve bu kadar gayri me’mûl (umut) olan mağlubiyetimiz, karalarda olduğu gibi denizlere de şamil idi. bütün millet hakkında ve hakkınızda birçok tenkidat olduğu garazkarane olanlar neden sırf nazar, muahezat (azar) saireden hisseyi intibah temin etmiş isek elbette atimiz emindir.
Size Venezilos’un zahirde eskimiş olan bir mülakatını nakil edeceğiz. Sahip Hamit ve Himmet bir karimiz bize, bu küçük komşunun hareketi hakkında şayanı dikkat malumat verir. Aşağıya nakil ettiğimiz fıkrayı da epey zaman evvel göndermiş idi. hücum gavâil (gaile), vakit ve zamanıyla neşrine hail oldu. Fakat fıkranın ihtiva ettiği hüküm eskimedi. Belki o zaman ihtar ettiği hakikatle, bu günkü ahval arasında büyük pek büyük bir muşabehat vardır. Aynı ihtiyaç bu gün kendini daha ziyade ihsas etmiştir. Bir Venizelos, harbi bahriyedeki liyakatinden, temareseden bahis ediyor. Bilhassa nişancılığa ehemmiyet veriyor. Bugün biz belki o kuvvette değiliz. Bizarına karşı olsak da bazılarına karşı – icap ederse – muvazenetle meydana atılacağız. Zafer evvela Allahtan, sonra beşerin himmet ve cesaretinden beklenilir.
Venizelos mehil mülakat ve müzakerat olan Brüksel’e müteveccihen hareket ederken Patras şehrine uğramış ve iki saat müdür tevkif etmiştir. Şehir mezkûrun mebusu Siliyos ağa Pitos Venizelos’un rakip olduğu nemse vapuruna giderek onu ziyaret ve bir saat kadar mülakat etmiştir. Mülakatın sırf iki devletin donanmalarına münhasır kaldığını ve Venizelos’un beyanatı atiyede bulunduğunu mebus vapurdan hurucunda gazete muhabirlerine söylemiştir:
Osmanlı donanması birkaç ay sonra Sultan Osman ve Reşadiye zırlılarından ve Yunan donanması Kalkış, Limni ve Averof zırhlılarından terekküb edecektir. İkinci derecedeki vapurlar hesaba dâhil olmazlar zira o kadar mühim bir rol çeviremezler. Hafif filolara gelince; Yunanistan’ın keşşafları, torpido muhribi ve taht-l-bahr’leri pek çok olduğundan mukayese kabul etmez derecededirler. Zırhlıların mukayesesine gelince: Sultan Osman ve Reşadiye on dakika zarfında yüz on ve belki daha fazla tonluk gülle atabildiği halde, Kalkış, Limni ve Averof muhtemian aynı zamanda yalnız seksen tonluk gülle atabilirler. İşte Osmanlıların tefavvuku (üstünlük) yalnız güllelerin çokluğundadır. Fakat tonların agızından çıkan gülleler nazarı itibara alınmaz. Belki düşmanın gemilerine ne kadar isabet edebileceklerini tahkik etmek lazımdır. Bu noktayı nazardan Yunan bahriyelilerin tefavvuku her türlü şek ve şüpheden azadedir. Geçen haftadaki manevralarda mucibi hayret bazı haller görülmüştür.
İngilizlerde bile pek nadir görülen 7500 metrelik uzak nişangâhlara fevkalade isabetler ve muvaffakiyetler müşahade edilmiştir. Filvaki, bizim bahriyelilerimiz İngilizlerin durumuna kadar varamamışlar ise de, talim ve manevralar için hesapsız meblağ sarf eden devletlere nisbeten bizim muvaffakıyetlerimiz mucib şeref ve iftihardır. Zaten iki Balkan muharebesinde topçularımızın gösterdikleri muvaffakiyet her türlü sitayişin fevkinde olup her bir Yunanlının nişancılığa olan istidat ve mahareti bilfiil isbat olunmuştur.