DONANMA MECMUASI 127/78 – 3 Şubat1916
DONANMA MECMUASI 127 / 78 – 3 Şubat 1916
Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.
Merci donanma cemiyeti merkez umumiyesinde daire-i mahsusa
Perşembe: 28 Rebî-İ evvel 1334 – 21 Kânûn-i sânî 1331 – 3 Şubat 1916
Numara; 127 / 78
Şahid-i zafer: Osmanlı tayyarelerinin Çanakkale önündeki zaferlerinden biri.
Mecmuanın şekil ve meslekiyle gayri mütenasip makalat gönderilmemesi gönderildiği taktirde derç edilmeyeceği gibi iade de olunmayacağı katiyyen ilan olunur.
Cemiyetimizi her zaman gark-ı iltifat necibaneleri eyleyen veliaht-ı saltanat hazretlerinin irtihal hazînlerinden mütevellid tesirat-ı millete donanma bütün samimiyet ruhu ile iştirak ederek sevgili hakanımızın temadi-i ömür ve afiyetleri duasına terdifaten beyan-ı taziyet eyler.
<<<<<<<<<>>>>>>>>
Mürüvvet mesleğinde hürmet-i ecdâd lazımsa
Mahallede kadim, saf, fakat pek musib tabiri ile emr-i hak vaki olunca, derhal toplanırlar:
– Galiba merhumun vakit ve hali o kadar iyi değildi. Kızı da yetişti. Cihazı bizim borcumuzdur. Hayriye tüccarından Bekir efendinin mahdumunu
– Münasib. Çocuk da ağır başlı.
– İki ufağı. . .
– Bir tanesini ben dükkâna alırım.
– Bu akşam bir şey göndersek nasıl olur.
Yine kadim tabiri ile imam mahalleye:
– Haydi, hoca efendi bu iş sana düşer.
Hoca efendi, evin kapısını nazikâne, hatır şinashane çalar. Yeni matemiyle meşgul dul kadın, namaz bezi başında karşılar. Yetim kızcağız, kapının arkasında, matem zede iki masum. Anacıklarının dizi dibinde yürekten kopan birkaç kelime-i teselliyet, saf gözyaşlarına karışır. Ser hayattan henüz bir şey anlayamayan yavrular, yetimliğin kalplerine verdiği hun tabii arasında mütehayyir dururken, kapının arkasında bir fısıltı. . . Dünya bu. Üç ay sonra yine imam efendi kızcağızın vekâleti için adam gönderir. Bütün mahalle mesrur, kadınların kâffesi meşgul. İki delikanlı mutfakta, Bezzaz Hacı Mehmet Efendi atı göndermiş. Yağ kapanındaki dükkânından miktarı kâfi rugan sade yollayan güya gibi zade kendi kızı olunmuş gibi ağlıyor. Hacı hanım maa’l-iftihâr yengeliği kabul etmiş. Hâlâ yüreği dağlı anasının.
– Ah babacığı göreydi.
Diye gizli gizli gözyaşı döktüğünü gören imam efendinin haremi kadıncağızı bir köşeye çağırır.
A – Çocuk musun? Kızcağız içlenir. Dünya hali bu kardaş. Ufağın biri çare şu kibirde yağlıkçı dükkânında tafsile hacet var mı? Nedim’i analım:
<<bir nim neş’e say bu cihanın baharını>>
Bilirim, tahattürü kalbi sıkıyor. Hâlâ saffetini kayıp etmeyen bu cemiyet arasında kalmanın manayı hakikisi ile bir iki züppe bulunabilir ki, bu tarifi kıssa-hânlık ad edecek kadar güç nazardır. Zararı yok, ben milletimin şair hakiki kadar saf muhassenatıyla meşgulüm. Bunlar varaydı, çok zaman devam etti ve iyi Müslüman terbiyesi görmüş hakiki bir Türk inkâr edemez ki, diniyatda bile şair arayan evvelin beşeriyetin zib hatırası olacak kadar saftır. Temiz Yörüklerin mahsulü olduğu için rakiktir.
Ruh cemiyete, âlâ ettiği için mevzuu pek büyüktür. Şemdiler, bilenin de, bilmeyenin de ağzında pek çok gezen solidariyete’nin safvet-i ahlaktan, hep insaniyetten mülhem intibaatı olduğu için her zaman atılmağa layıktır. Medeniyet terakki eyledi. Kerimeyi teâvün safahat-ı muhtelife geçirdi. Şık kontesler, sefil evleri ziyaret etmek moda oldu. Cemiyet haberiye çoğaldı. Düşesler fukara için iane toplamağa başladı. Nataâm fukara mebhası hayliden hayli kesb-i ehemmiyet etti. Fakat bir Osmanlı Türkünün ruh teâvüne temas eden keraim halkıye ve halkiyesini unutamıyorum. Ben şarklı bir Müslümanım. Nazar-ı ibtisarım önünde – cenab-ı hak cümlemizi af eylesin – pek çok ihmal ettiğimiz faraza zekatın ihtiva ettiği hükümet-i aliye duruyor. Sonra sadkayı fıtrî düşünüyorum. Sonra, sonra bir hitab-ı mukaddes semavi semai tazimimde akisler bırakıyor.
<<teavün neva…>> titriyorum: büyük Allah, yetimler için ne kadar rahim. Hak eytamın mürtekipleri hakkında ne kadar şedid. Beşeriyetin bu talihsiz zümresine kim acımaz? Siyer-i celile-i Muhammedîyi düşünmemek kabil mi? O kalp Huda karîn eytam ve fukarayı tatyib emir mebrukunda bin dört yüz sene evvel cihana ne âli numuneler terk edip gitmiş. Şimdi ağlıyorum. Bu gözyaşı kefaret siyatım olsun yarabbi.
Yalnız ben mi ağlarım? Beşeriyet, ne zaman hakiki bir hissi kerim ra’fet ile ıstırap ve sefaleti tehvîne çalışmış ise gizli bir sel geriye kalpleri yakıp geçmiştir. Ya babasızlar. Babasının kucağında bahtiyar yavruları gördükçe boynu bükük duran biçareyi görünce hangi kalptir ki bu hükm-i talihe karşı titremesin? İşte bu lerziş Hüdâ-pesend ve fedakârın, memleketin sevgili bir ferzandini, Hüseyin Kazımın lâ-yenfekk bir rabıta-i uhuvvetle merbut bulunduğu bir refik hamiyet mendini daha bikarar etmiş, geçenlerde tercüman-ı hakikat gazetesinin şüphesiz hücum ceridenin adem-i mesaidesinden olacak, muhtasaran neşir edildiği veçhe ile müşarileyhin delalet hayriyesiyle donanma cemiyeti hizmet adide ve cezilesine ilave yeni bir emr-i hatır şevketperveriye daha rehber-i hayr olmuştur ki bu mebhasda delil-i hayrın evr-i faille mesab olacağı hakkındaki tebşir-i Muhammedi ile her iki taraf için istişhâd etsek yeri vardır.
O zat; Cemiyet-i muhteremenin rükûn mühim ve fiili müdür-i umumi Ziya Bey, bihakkın emr-i hatır ise şudur:
[Her sene cihad-ı ekberin ilan olunduğu gün eytam-ı şüheda için bir yevm-i mahsus telakki edilerek rical ve memurin, müessesat ve tüccar, şirketler, dükkânlar, hatta amele birer gündeliğini kaderin şanlı surette babasız bıraktığı yetimlere terk edecek.]
Asgari bir hesap ile defaten üç yüz elli bin lira cemi kabil oluyor. Nam-ı eytama güzel bir takdim olduğuna şüphe yoktur. Mesele merci itibariyle nezaret-i celile-i dahiliyeye, mütehalli olduğu keraim-i halkiye, meftur olduğu hissiyat-ı âliye-i vataniye hasebiyle Türkiye’nin girân-kader evladı Talat Beye arz olunmuştur ki beni burası ayrıca sevindiriyor.
Açık bir lisan-ı iftihar ile söylüyorum. Zade-i inkılap olduğum cihetle talih, birçok ekâbir memlekete ihtisas ve intisab şerefini olsun bahş etti. Bu meyanda elkab müşa’şadan sarf-ı nazar Talat Beyi pek çok sevmek itibariyle sözlerimin Mediha havanlığa atıf olunmayacağına – muharrir âcizi pekiyi tanımak itibariyle – yine müşarun-ileyha eşhad etsem yeri vardır. Yine Donanma Cemiyeti de pek güzel bilir ki vatanın
hayrına, milletin selametine, bu toprağın hayrına, bu dinin tealisine ait ne teklif edilmiş ise pişvayı hayır olmuş, hususiyle Donanma Cemiyeti bir manayı hususiyet ile kendisinin mazhar-ı enzar sahabetidir. Müşarünileyhe pek güzel takdir ederler ki nam-ı eytama ne takdim olunursa vatanın selamet hal ve istikbaline büyük bir işarettir. Çünkü her fedai-yi vatan incalli ve iyalinin unutulmadığını görür, her yetim ki, peder-i şehidinin hûn baha-yı şehameti olan nakdine-i hamiyet mâtele büyür. Elbette biri harbe giderken güler. Mutlaka diğeri hamire-i teşkilinin şükraneyi ümmet ve mâyayı re’fet olduğunu anlayarak büyür, elbette o şehide hayr-ül halef bay hal-i ümmet bais-i şeref olur, memleket de ancak bu suretle selamet bulur.
Donanma Cemiyetinin bütün milleti davet ettiği bu emr-i celili lazım geldiği kadar takdir edecek bir uzvu kıymettar hükümet daha var ise o da Enver Paşadır. Şühedanın ervah-ı mübarekesine hürmet, gazete ibzâl takdir ve ifayı muavenet bahsinde yapılacak hizmetin bir ordunun maneviyatını âlâ için amil-i müessir olduğunu takdir hususunda da büyük bir nüfuz nazar gösteren genç Türkiye’nin Talat Bey kendi tarihini yazan genç nazırı da elbette çok sevdiği Donanma Cemiyetinin teşebbüs –i ahiri maddiyet ve tatbikteki suhulet itibariyle haiz olduğu manayı kıymettarı teslim edecektir.
Burada Ziya Beyi takdir için birkaç söz daha söyleyeceğim. Bu arkadaşım, tarihçe-i hayatımın en kıymettar sahifelerini işgal eden bir hatır-ı mefharetten olduğu üzere Donanma Cemiyetinin bidayet teşkilinde benimle beraber çok zaman çalışmış, cemiyet ondan o cemiyetten ayrılmamıştır. Kendisinin fezâil mefturesinden bahis edecek değilim. Fakat en ziyade şayan-ı tebrik bir hususası var ise cemiyetin her hatve-i icraatında sehl-ül-icra, azim-ül-tesir tedabiri, tekâlifi meydana koymasındadır. Bu türlü cemiyet-i Hayriye ve vataniye işlerinde hız-kesir, neticeyi müessire namına ne derece ibraz-ı suhulet ederse o derece muvaffak olur. İşte arkadaşım her zaman buna muvaffak olur. Hükümet; Memleketin her köşesinde bir dar-ül-eytam açmağa teşebbüs etmiş, hemen yarısı meydana çıkmış, nam-ı eytama rüsum-u cedide tarh olunmuş, hâsılı hasar-ı harp tabii kıymettar eller ile telafiye başlanılmış olduğu bir sırada büyük bir abide-i şefkat olacağı şüphe caiz olmayan teşebbüs ahiri samimi kalpten gelen bir his ile alkışlıyorum. Yukarıya bi-l-münasebe ve bir
[Resim: Tayyareci mülazım-ı evvel Ali Rıza Bey.
<<bu cephede tayyarecilerimiz son günlerde parlak muvaffakıyetler ihraz etmişlerdir. Tayyareci mülazım-ı evvel Ali Rıza Efendi ile rasdi Orhan Efendinin râkib bulunduğu harp tayyarelerimizden biri Seddülbahir mıntıkasında düşman tayyarelerinden birini ıskata muvaffak olmuş ve kuma oturmuş bir torpidonun tahlisine gelen bir kruvazör üzerine hücum edip bomba atmış ve kruvazörü uzaklaşmağa mecbur etmiştir. Bade bu harp tayyaremiz kruvazör ve torpido muhribinin üzerinde bulunanlara mitralyöz ile ateş açmış ve o esnada düşman tayyaresi tarafından duçar-ı hücum olmakla bunu da der-akab ateşleri altında ıskata muvaffak olmuştur.
<<21 Teşrin-i Sânî sene 1331 tarihli tebliğ-i resmiden.>>
nebze işaret ettiğim veçhe ile bu millet, dinen, irfanen, ırken büyük bir hissi insaniyetle perverde olmuştur. Vaktiyle iki yüz bin kişilik bir Yeniçeri ordusunu Aksa-yı Münteha garba götüren kuvvet yalnız o kitlenin zamanen haiz olduğu askeri satvet değildir. Milletteki kıyam müttehidane, halktaki teâvün mütekabil ruhlardaki his fedakârı, kalplerde yer tutan feyz-i uhuvvet Türkü hükümran-ı cihan edip bırakmıştır.
Ahkâm-ı ferâiz âyât-i celile ile tayin edinceye kadar eshab-ı kiramdan beri diğerinin varis emvali olacak derecede işaret teavünle piraye-dar olan bu dinin senalikleri elbette varis-i fezaildir. Kimlere vereceğiz?
Muhammed Mustafa’nın ravzasını İngiliz ayağı altında çiğnetmemek için kan akıtan gazilerin evladını kimlere muavenet edeceğiz? Halifet-l-İslam’ın makberine hücum eyleyen akurlara sinesini hedef eyleyen dilaverin bittabi boynu bükük kalan yavrularına, yarınki Müslüman ordusunun bu gün bizden himmet bekleyen erlerine. Biz bir milletiz ki, (Türkiye’de aç kalınmaz) darb-ı misalini garbın semasına isâl eyledik. Biz bir milletiz ki, bazu şehametimizle payitaht padişahını bütün Müslümanların ka’bet-ül-âmâl eyledik. Elbette bu mukaddesat için ölenlerin bize vediat-ullah olan yavrularını mazhar-ı refah ve ikbal eyleriz. Onun içindir ki her hitabe-i ateşini ile kalpleri lerze-dar gayret-i milliyet eyleyen büyük Kemal’e takliden
Mürüvvet mesleğinde gayret ecdad lazımsa
Bu gün bununla iktifa eyleriz. Cenab-ı hak ümmetin saadetine, vatanın saadetine çalışanlara ecir cezil ihsan eylesin.
[resim: Seddülbahir cephesine ait bir hatıra-i harp.]
Hüseyin Hazım
DONANMA CEMİYETİNİN KARARI
Ebette duvarlarda sık sık tesadüf etmiş, ruhi bir zevk ile okumuşsunuzdur:
– Donanma cemiyeti, donanma pusula ve listelerini kullanan mağazaların isimlerini ilan edecek.
Şu ihtarda mündemiç duran menfi bir neticede vatan perveran ümmet rûşenâdır. Bir meseleyi vataniyeyi ki, cemiyetin tamamı ihata ve fiiliyat ile ispat-ı idrak eder. Onun şükran ve ilanı bu türlü beyanata da ihtiyaç bırakmaz. Cemiyetin ilan name-yi ahiri ise bazı istisnaların vücudunu gösteriyor ki mesele bu şekle girince cihana hüküm eden kuvvetin üss-ül-esasi bulunan zat madde beklenildiği derecede semere-dar olmak için uhde-i cemiyete müretteb vazife ilan, zemmet-i cemiyete dini milli olan da icradır. O icra ise, yine Donanma cemiyetinin büyük inanmalar ile vatanı her meselede feyz ezeliyesini isbat eden halka anlattığı veçhe ile.
– Donanma pusula ve listelerini kullanmayan mağazaların bab-ı istiğnasını def etmemek.
Ruh-i makal, bu noktaya intikal edince evvela bu pusula ve listelerin suret-i ihdasını anlatmak, sonra cemiyetin ser teşkil ve muvaffakiyetine ait bir noktayı Donanmayı hiçbir zaman unutmayan milletin enzar-ı dikkatine bir daha arz eylemektir. Bu pusula ve listeler ne için meydana çıktı. Ve suret-i istimali nasıldır? İtiraf etmelidir ki, cemiyet bu meselede dahi mazhar olduğu teveccüh-i umumiye layık surette, yani vaz’îne hareket eylemiş, kuldan ziyade fiile ehemmiyet verdiği cihetle sakıt durmuştur. Hakikat ise şudur ki:
– Cemiyet daimi varidat taharri ettiği surette – halka hiçbir veçhe ile yar olmayacak esasat üzerinde hareket ettiği cihetle – bu pusulaları da güzel bir fikir icat ile ortaya attı. Bir mağazaya girdiğiniz, tezyinata, melbûsâta ait – asgari bir tahmin ile – elli kuruşluk ahz ve itada bulundunuz. Dükkâncı sizden elli kuruş on para istedi. Milletin saadet-i istikbali, ebnâ-yı vatanın hıfz-ı namus ve istiklali namına kalbi çırpınan hangi fert hamiyet kâr vardır ki, bu on parayı istikşar etsin. Hâlbuki bu on paralar birike birike bu günün gayz mağlubiyetini yarın dişlerini sıkarak, fırsat bekleyerek telafi etmek isteyen bedhah ve bed-endiş düşmanlara karşı ahenin ve seyyar kalelere tahvil edecektir.
Bir gazinoya girdiniz. Yediniz, içtiniz, dükkâncı sizden on para, yalnız on para fazla istedi.
– Vermeyecek misiniz?
Hâlbuki orada etmam-ı zevk ettiniz. Yarın o ekmeği düşmanın enzar-ı tahakkümü altında zelilane her lokması zehir olarak yutmamak için bu günden hazırlanmağı elbette unutmazsınız. Bu meselede dükkâncıların fedakârlığı, bu pusulaların bedelini bir veçhe peşin tediye ederek ceste ceste müşteriden almaktan ibarettir. Halkın hamiyeti, Donanmaya muhabbeti, cemiyete âtıfeti, misal sair hükmünde olduğunun onları hiçbir zaman, hiçbir veçhe ile kayd-ı zarar işgal edemez. Yalnız lokantaların listeleri dükkâncılara ait kalıyor ki, onların kârı da bu memleketin refah ve saadetine menût – hamiyyet ve fedakâr gibi mesail maneviye bir dakika için ihmal edilmek şartıyla – onlar da maddeten olsun bu toprağa merbut oldukça hisse-i intifadan bir cüz-i asgarinin fedasına kail olmayacak kimse tasavvur edemiyoruz.
Donanma Cemiyeti bu pusula ve listeler ile fenn maliyenin mühim bir bahsine daha temas etmiş oluyor. O da halkın kesesinden çıkacak parayı asgari hesap ederek bar olmamak, ya vasıta, bar vasıta her teklif ki bu şıkla girer. İhtiyacat halkı cebr etmez ve masarif cabayeti az olur. Ondaki muvaffakıyet yüzde hesabıyla azami dereceyi bulur. Munsıfâne düşünen her fert teslim eder ki, bu pusulaların hikmet-i ihdası hem müfid hem amelidir. Beklenilen netice ise onları alıp yine halka satacak olanlardan ziyade o pusulaları isteyecek, bulamadığı takdirde bi-hakkın izhar-ı çin-i cebin ve bu suretle de feyz istikbali temin eyleyecek olan halkın Müslim olan kıyaset ve hamiyetine mevduadır.
Yukarıda ne demiş idik. Zat-ı mesele, Donanma Cemiyetinin ser teşkil ve muvaffakıyetine ait bir nokta-yı mühimmeye de temas ediyor. O nokta ise daimi ve esaslı varidat bulmak, Donanma ianesini ani galeyanlar, hadisattan mülhem feveranlardan mütehassıl mübalağa mütehassır bırakmayarak bir vazife, his edilmeden verilen bir borç şekline ifrağ etmektir.
İşte:
– Ayda kırk para.
Esası da budur. Kariler pek güzel takdir ederler. <Ayda kırk para> ihtarı, mecmuanın tarz-ı şiarı olmuştur. Rakamın delalet katisiyle sabit olduğu üzere bu mübarek toprağa merbut evvela her fert, Donanma için ayda kırk para vermeği borç bilir ise, <iane ile Donanma yapılır.> Donanma Cemiyeti teşekkül ettiği zaman muhabbet-i vataniyesinde şüphe caiz olmayan bazı muhterem zevat bile, memleketin seviye-yi servetini nazar-ı dikkate alarak iane ile donanma yapılamayacağını ileriye sürdüler. Burada yâd-ı tahassürü kalbimizi yaktı. Fazıl mağfur Ahmet Midhat Efendi hazretleri bile mebde teşkilde, cemiyeti yalnız derç ianeye memur bir heyet tahmin etmiş, esnayı musahebette de ortaya bizce de inkârı mümkün olamayan bazı hakayık vaz etmiş idi. Biraz zaman geçti. Merhumun fezail muhsineyi ahlakıyesinden olduğu üzere hakikati teslim etti. Dem vâ-pesîn hayatına kadar kavlen, fiilen çalıştı. Çünkü Donanma Cemiyeti, yalnız halkın nisab-ı hamiyetine müracaat etmeyecek, ona donanma ihtiyacını anlatacak: ona duymadan, yorulmadan, <donanmayı ihya> emri hatırında pişva olacak idi.
Hayırlı har işde tevfikini refik eyleyen vehhâb hakikiye bin hamdüsena olsun, muvaffak oldu.
Bugün donanmaya ait ufak bir mesele yoktur ki, milletin nazar-ı dikkatini celb etmesin. Gün geçmez ki millet, elde bulunan sefain-i harbiyenin esamisini bile tadat ederek istikbale bakmasın. Bu intibah ve taalluk, faraza bin lira ianeden daha faydalıdır. İnsan bunu gördükçe ümid-i ati ile bi-karar ve müftehir duruyor.
Donanma pusula ve listeleri de bu noktalar, bu nükteler düşünülerek ihdas edildi. Ümittir ki, halk bilâ istisna nereye gitse, ittihad-ı umum ile olur. İrfan millete kailiz. Onun içindir ki, güzel ve mai semalı şarkın bir nüktesine telmihen işaretle iktifa ediyoruz deriz.
Cihana hükümran olan kuvvettir. Bu nazariyeyi elbette Bismarck icad etmiş değildir. Kuvvetle istihsal muvaffakıyet eden o demirden başvekil, altı bin senelik tarih-i beşeriyetten mülhem olmuştur. Habil ve Kabil vakası kab-l-tarihe ait olsa da yine şayan-ı ibtisardır ki, vusul yarada yumrukla nail olmuştur. Artık âcizin sesi çıkmıyor. Yunan kadimde Ispartalılar etfal malüleyi itlafa karar vermekle bi-râhim-âne hareket etmemişlerdir, itikadında bulunsak yeri vardır. Her ticaret kimisinin muakkıbı bir zırhlı, her fabrikanın muhafızı bir ordudur. Yarın bize iktisadi bir harp ilan edecek olan adayı bi-iman yine kuvvete istinad edeceklerdir. İngiliz’e kendini adalarda mahfuz görmekle kanî olamadı. Bir Alman gazetesinin tahtı-l bahrların hücum dehşet averinden kınayeten <tecrid muhteşem> dediği bu coğrafi mesaide o imla nâ-pezîr midesini kandıramadı. Çünkü nereye gitse karşısında çalışkan bir Alman taciri gördü. Almanya’nın Bağdat hattı ile Hinde nakl-i leşker emelinde değil. Hazine şarktan intifa edileceğinden korkan yine İngiltere’dir. İttifak murabba yarın dest-be-dest vedad yürüyecekleri şah-rah terakki etrafında yine fedakâran vatan bir kale-i ahenin – ebhar-ı cihana gönderecekleri her kaşti-yi ticarete bir kûh seyyar has hasin olacaktır. Ta ki füyûz müsalemetle cihan mütena’im olsun.
Moskof bu günkü hal-i âcizi arasında bile anana-i istilasına sadıktır. Karadenizi bir Rus gölü görmek ister. Avusturya’nın bar, ölgün limanlarına inmesi <irredantizm> taraftarının endişeler ile sararak Salandıra’yı ile sarstı. Yunanistan’a sui niyet atıf etmedense o açık sahillerini düşünmek bile vardır. Süveyş korkusu İngiltere’yi bi-karar ediyor.
Bizim sahillerimiz ise yarın al sancağı bekliyor.
Acaba donanmayı unutacak mıyız?
Manzume-i ittifak galiptir. Bu iman yalnız habb hakikat vatan mahsulü değildir. Elbette fiiliyata istinad ediyor. Fakat yarın galip ve mağlup da harbin tabii hasarını hesap edecek, cebr-i mâ-fâta çalışacaktır. Mâ-fât ise kuvvetle iade olunur.
Padişahımızın unvan yalnız Sultanu’l-berreyn değildir. Hakanu’l-bahreyn terazi ile de kühl dide-i İslâmiyandır.
Son söz olarak söyleyelim;
En müşkül, en mehâlik zamanlarda bile ihtilafat dâhiliyeyi unutamayan Fransa’da nadir yetişen bir reis mütefekkirin bir zamanlar hakikati unutanlara karşı dediği gibi hakikat yürüyor, onun seyrini kimse tevkif edemeyecektir.
Onun içindir ki ve’s-selam ali min ittiba allah’tı kul kerimini zîb hateme-i makal ittihaz ederiz.
SON HAFTAYA AİT POSTA
Harb-i umuminin her hangi bir cephesinde ehemmiyetle kayıt olunacak bir hadiseye bu hafta zarfında tesadüf etmedik. Sırbistan ne kendine ve ne de dostlarına ait olan Korfu ceziresine yerleşmekte, Avusturyalılar tarafından Karadağ istilası gayet emin ve salim bir tarzda ikmal edilmekte. Romanya iki seneden beri idhar ettiği ve her hangi manasız sebeplerle şimdiye kadar harice çıkarmadığı zahâiri düvel-i merkeziyeye fîrûht için isti’câl karane ibzâl-i mesai etmekte ve Yunanistan ise vah nizelosun ihanet vataniyesiyle düştüğü girdaptan halas için büyük bir piçtab göstermektedir. Harbin bu gün için
Almanya imparatoru efrada bizzat demir salib nişanını tevzi ederken.
en mühim bir safhası olan Balkanlarda vaziyet böyle olduğu gibi diğer cephelerde yine itilaf hükümetleri için müphem ve müşevveş vaziyetten bir türlü harice çıkamamaktadır. İtalyanların mukaddes hodkâmlık sevkiyle iştirak ettiği bu harbin neticesini pekiyi görmedikleri kendi matbuatları lisanından anlaşıldığı gibi İngiltere matbuatının son günlerdeki neşriyatına nazaran İsonzo taarruzunun akameti, Balkan harbine iştirakteki memaneti İtalyanların itilafçılar safında pek bi-lüzum bir mevki işgal ettiği artık dostları tarafından da anlaşılmış ve bunu kendisine ihtar lüzumu his edilmiş olduğu anlaşılıyor.
Karilerimiz der-hatır buyururlar ki itilaf hükümeti bir meclis harb-i müşterek akd ettikleri zaman İtalyanlar için bu mecliste bir sandalye ayırmamışlar ve bu suretle sonradan iltihak eden hodkâm müttefiki istiskal eylemişler idi. İtalyanlar bu istiskali anlamadılar değil. Fakat bir kere girmiş oldukları işten ricat imkânı artık münselib olmuş idi. Avusturyalılar İtalyanları düşman sufufu arasında görmemek için neler feda ettiler? Bunların kıymeti maneviyesi takdir olunmasa bile kıymeti maddiyeleri her halde hiçbir İtalya’nın nazarından kaçamayacak derecede azimdir. Bilhassa bunlar içinde Avusturyalıların Arnavutluk’tan tamamı ile el çekmeleri İtalyanlar için yeni bir hükümet-i kraliyet feth etmiş derecede azim bir muvaffakıyet idi.
Neticenin evvelden yanlış tahmin edilmesi Antonio Salandra’yı bu harbe iştirak ettirdi. Fakat hudutta müsademeler başlayınca hakikat bütün üryanlığı ile tezahür ediyordu. General Luigi Cadorna’ya hayali tebliğler yazdırmakla İtalyan efkârı umumiyesinin sukut-i hayali önüne geçmek istediler. Fakat her yalanın olduğu gibi bunun da ömür tabiiyesi gayet azdı. Binaenaleyh bu tesir-i muvaffakıyet de pek çabuk uful edip gidiyordu.
Şimdi müttefikleri İtalya’dan ya İsonzo cephesini yarmak veya Balkan sahnesine asker göndermek şıklarından birinin mecburi olarak kabulünü talep ediyorlar. Bunlardan birincisi müteaddit tecrübelere nazaran gayri mümkün. İkincisi de yine o tecrübelerin verdiği netayice göre mümteni. O halde İtalyanların harbe devamdan müttefikleri için tasavvur edilebilecek yegâne kaide düvel-i merkeziye ordularından mühim bir kuvvetin Alp hudutlarında tevkifinden ibaret kalıyor. Bu, acaba itilafçılar için İtalyanları yanlarında taşımak külfetine değer mi? Burasını yalnız askerler anlaya bilirse de her halde ortada göze görünür başka bir kaide mevcut olmamasına göre Fransa ve İngiltere’nin yalnız bu nokta-i nazar için İtalyanların kahrını çektiklerine hüküm ediyoruz.
Her halde İtalyanlar, yolda giden dört arkadaşın en sarhoşuna benziyor. Diğerleri bu sarhoşun bütün ağırlıklarını bir zamana kadar taşıyıp bir gün her halde onu ortada bırakacakları şüphesizdir. O halde İtalyanlar bu vaziyet-i muhtemele karşısında ne yapacaklar? Sulh münferid mi? Belki. Fakat vakit geçtikçe şeraitin de ağırlaşacağını pekiyi bilmeleri lazım gelen İtalyanların – eğer niyet bu ise – işi bir an evvel tacil etmeleri lazım gelir.
Ruslara gelince, Galiçya’daki son taarruzları da eridi. Donaburg tarafında ise Almanlar taarruza geçiyorlar. Demek oluyor ki, pek mübalağakarane bahis edilen bu vahşet silindirinin de artık makinası kırıldı. İşleyemez bir hale getirildi.
Avrupa’dan, ötede yenidünyanın da garip sergüzeştlere girişmek istediği, Amerika reisicumhuru Wilson’un son irad ettiği nutuktan anlaşılıyor. Harb-i umuminin başlangıcından beri pek bi-taraf kalamayan müttehideyi Amerika reisinin fikri bahren yaşayan hastaların sayıklamaları kabilinden ikide bir, siyaset sahnesine telkinler yapıyor. Bundan birkaç ay evvel Avrupa’da muharip hükümetleri nezdine gönderilen murahhas miralay bizce hadisat-ı harbi teftiş ve muayeneden ziyade hükümet-i muazzama beyninde sulhun takririne yardım ve hizmet idi. Agleb ihtimal miralayın buna muvaffak olamadığıdır. Şimdi Wilson diyor ki:
<<artık Amerika’nın da harbe hazırlanmak zamanı geldi.>>
İstimzâç ile vücuda getiremediği sulh umumiyi müdahale ile mi idrak etmeği muvafık buluyor? Acaba hangi tarafa.
Müttefikler haklarına istinaden her ihtimali layık olduğu derecede soğukkanlılıkla ehemmiyetli karşılamağa hazır.
Biz ise Çanakkale de vazifemizi bitirdik. Kafkasya’da kahramanane müdafaa ile Irak’ta düşmanı tazyik ile diğer vazifelerimize devam etmekteyiz. Bundan sonra da kim bilir hangi dindaş ve hangi bir ırkdaşımızı kurtarmağa koşacağız? Cenabı hak tevfik ilâhîsini esirgemez ise emelimiz pek büyüktür. Yalnız şurasını millet unutmasın ki bugün için dünkünden daha fazla çalışmağa ihtiyacımız var.
Donanma
SADAKA VE DİLENCİLİK
Talih herkesi aynı derecede şefkatle kucaklamamıştır. Bazısına gülmüş, bazısına tebessüm etmiş, bazısına kayıtsız olmuş, bazısına dürüşt çehre göstermiş, bazısını hırpalamış, bazısını yerden yere vurmuştur.
Kimi servet ve refah içinde, mebzul ve süslü bir hayat yaşarken, kimi de altına serecek bir pösteki, karnını doyuracak bir lokma ekmek bulamıyor. Dünyanın her tarafında bu böyledir. Bir tarafta servetlerinin ihtişamı içinde güneşler gibi parlayan mesutlar, diğer tarafta karnına taş bağlayan fakirler var.
Fransız obüsleri patlarken.
Dünya böyle kurulmuş. Mesutlar, bahtsızlara bir parça gıda, bahtsızlar da mesutlara bol bol dua bağışlarlar. Ve bununla nisbi bir muvazene husule getirmeğe çalışılıyor.
Tasadduk, her dinde, her millette faziletten ad olunmuştur. Hali vakti müsait olanların, talihin hışmına uğramışlara az çok yardım etmeleri ahlaki bir usuldür.
İslam, sadakayı farz kılmış, İslam’ın beş rükûnundan biri <zekât> dır. Zekât, salât ile birlikte, Kurân-ı Kerimin bir hayli yerinde zikir buyurulmuştur.
Peygamberimiz efendimiz hazretleri, <<sadaka belaları def eder ve ömrü artırır.>> demiş. Fakat bu emirler, öyle ulu orta söylenivermemişdir. Elbette büyük bir hikmete mebni söylenmiştir.
Sadaka şartsız ve kayıtsız değildir. Sadaka vermenin bir yolu, erkânı vardır. Kimlere sadaka verileceği tasrih olunmuştur. Hal böyle iken ne zekât, ne de ale-l-âde sadaka şartlarına, rükünlerine riayet edilerek verilmektedir.
Ragıp Paşa merhumun:
Kâse-i leb-riz fağfur olsa da vermez sada
Servet efzayiş bulunca ağniya hissetlenir.
Dediği gibi, zenginler paracıklarının, mallarının zekâtını düşünemez oldular. Zekâttan bahis ederken kalemin ucundan çıkmak için sabırsızlanan birçok sözleri kâğıt üzerine sıralamamak için kendimi pek zorluyorum. Yalnız şu kadarını yazmağa cesaret edeceğim ki mektepte çocuklarımız <ilm-i hâl> okurken İslam’ın şartlarından dördünün tatbik olunduğunu görüyorlar. Dilinde <<kelime-i şahadet>> eksik değildir. Camilerde beş vakit namaz kılınıyor. Ramazanlarda oruç tutuluyor. Her sene yüz binlerce Müslümanın hacca gittiği görülüyor ve işitiliyor. Fakat ne zengin çocukları babalarının zekât verdiklerini görmüş veya işitmiş, ne de fakir çocukları kendilerine zekât verildiğini görmüş değildirler.
Onun için zekâtı bırakıyor, orta halli halkımızın ya gelecek bir beladan kurtulmak, ya ucuz kurtulunmuş bir bela için bir adağı yerine getirmek veya göreneğe tabiiyet etmek üzere ötekine berikine îsâr ettikleri sadakadan bahis etmek istiyorum.
Her memlekette dilencilik vardır. Her memlekette dilenciliği sanat ittihaz etmiş kimseler vardır. Fakat her memlekette dilencilik bir sa’yi olarak telakki edilmiştir. Bizde de şüphesiz dilenciliği ve dilencileri kimse sevmez, onlara karşı kimse hakiki bir merhamet duymaz. Saha göstermez. Bununla beraber dilencilik bizim memleketimizde pek ziyade revaç bulmuştur. Çünkü yukarıda zikir ettiğim sebeplerle sadaka vermek, müzmin bir âdetimizdir. Alnımızın teriyle kazandığımız paradan, bir iki onluğu ayırıp her elini uzatana vermek, her şeyde yaptığımız manasız israfın bir başka şeklidir.
Sadakamızı layık olana vererek, bir açı doyurmak, bir yüreğin sızısını hafifletmek, bir damla gözyaşını dindirmek aklımıza gelmeyen, gelse bile ihtiyar edilemeyecek derecede zahmetli görünen bir iştir. Biz meşakkatle kazanılmış olan onluklarımızı dilencilere verirken, belki açlıktan ölmekte, bakımsızlıktan inlemekte olan nice zavallılar bulunduğunu aklımıza bile getirmiyoruz.
İçtimai teşkilatı muntazam olan bazı medeni memleketlerde dilencilik bulunmadığını, fakir ve zaruret yüzünden kimsenin inleyip ölmediğini öğreniyoruz. <<Jol Paio>> ismindeki terbiye âleminin <mektepte ahlak> ismindeki kitabında Danimarka’da hiçbir dilenci bulunmadığı, verilecek sadakaları imdat ve muavenete layık kimse ve ailelere tevzi için şehir ve köy belediyelerinde birer heyet mevcut olduğunu yazıyor. Ne güzel, ne imtisale şayan bir usul.
Merhamet, şefkat, mürüvvet, muavenet, atıfet kelimeleri manasız sözler değildir. Bunların her biri ahlakın yüksek dereceleridir. İçimizdeki zavallılara acımak ve onların yardımına koşmak ne tatlı bir vazifedir. Fakat bunun da her vazife gibi, cennet taamı, cehennem korkusuyla değil, vicdani bir haz verici vazife itibariyle ifası lazımdır.
Dilencilik nasıl bir faziha ise, dilenciye para vermek de, o fazihayı müsamaha ile görmek veya teşvik etmek demek olduğu için o nispette ağır bir sa’yidir. Dilenciye para vermekten imtina edenler ne kadar çoğalırsa, dilencilerin sayısı o kadar azalır. Dilenciliği kanun men etse bile, dilenciye para vermeği men edemeyeceği için, dilencilik yine devam eder gider. İçtimai terbiyemize öyle bir istikamet verebilmeliyiz ki her iyi işe hepimiz birlikte el sunabilelim. Her fena işten hepimiz birlikte el çekelim.
Demek ki bu da bir terbiye meselesidir. Öyle yetiştirebilmeliyiz ki ortada fertler yığını şeklinde bir cemiyet değil, kalbi aynı bir emel ile çarpar, ruhu aynı bir nefha ile titrer, cüzleri birbirinden fark edilmez bir kitle, bir cemaat vücuda gelsin. Böyle bir terbiye, sadaka ve dilencilik meselesini de kökünden hal eder.
Hâlbuki bizde böyle milli bir terbiyenin esasları bile henüz düşünülememiştir. Ciddi düşünmek, bu nesli ve bu neslin ilim sahiplerine güç geliyor. Evet, en büyük kusurumuz bu. Çok tembeliz ve sebatsız hangi işe yapışsak, zahmetlice gördük mü, çabuk fütur getiriyor, işi yarıda bırakıyoruz.
Bu kusurumuzu, ati şiddetle muahaze edecektir. Çalışmak, bir alışkanlık meselesidir. Başlangıç zahmetine katlananlar, en büyük güçlükleri iktihama çabuk alışırlar. Ve bu muzafferiyette o kadar tatlı, ruhu okşayan bir zevk vardır ki. . . .
Hazım Nami
ÇANAKKALE ABİDESİ
Tarih elinde altın kâse asumanı bir belagatin ilhamını bekliyor. Yazacak. Akdeniz dalgaları o hengâmeye ait birer beste saklıyorlar. Sahillerde bu ebedi mefhareti çağlayacak. Boğaz, ordunun azim ve imanından, fedakârlıklardan yaptığı harikalar, mucizeler karşısında asırlara tahakküm etmiş katil gururların, kanlı nahvetlerin nasıl diz çöktüğünü önde beyaz başlı dalgaların mavi içtimaına, hiç susmayan bir hitabetle anlatacak.
Bir zamanlar haritaların maviliklerinde şeytanî bir gururla dolaşan gözleri şimdi boğazı Akdeniz’e müthiş ağzını açmış mafevk’t-tahayyül bir ejder, bir canavar görecekler. Onun kalpleri ısıran giran ve zillet endaz, kinli gülüşleri olacak. Ve diyecek ki işte burada, bütün mazi, o kuvvet, ihtişam ve azamet seneleri. Masum milletleri, zayıf bir insaniyet dünyasını, boa yılanları gibi sararak, emmekle tagdiye edilen günler. Hepsi burada, dişlerimin arasında. Vakarının doymayan derinliklerine indirilmiş donanmaların, sömürülmüş orduların enkazından hala geviş getiriyormuş gibi çenelerini oynatarak ilave edecek. İşte bütün bunların mezarları, üzerlerinde hiçbir insanı hissen gelip tavaf etmeyeceği mezarlar. Sonra müstehzi, intikamdan iştihasını tatmin etmekten mütevellit bir neşe ile gülecek. Onlara mahuf hadise-dar mavi dilini çıkaracaktı. Böyle boğaz, haritaların bir zehir Hint ile dişleri sırıtan pembe timsahı, onların orada kudurmuş ve sönmüş hırs ve hüsranlarına yakışır tabii bir abide değil miydi?
Nihayet dillerimizde hep Çanakkale ismi idi. Beşiklere söylenen ninniler ona dair teranelerdi. Onlar da büyütülen onun kıyamete kadar evrenin tutulacak azami, kini idi. Bulutlarımızda şehitlerinin kanatlarını görüyor, havada onun hatıralarını teneffüs ediyorduk. Fakat yine kâfi değildi. Ona yine bir abide yapacaktık.
Bir abide, mavi ufuklarımıza güneş kadar yakışacak, ruhlarımızı bir güneş hararetiyle samimi ısıtacak bir abide. Ne tehevvür ve gazab, korkunç pençesini kaldırmış, ufuklara böğüren bir Arslan, ne tırnaklarında muzafferiyet ağacından koparılmış zümrüt bir dalla kanatlarının siyah bulutunu germiş bir kartal. Böyle hırs, zulmü, vahşeti değil, orada Mehmetçiğin hak ile sıyırdığı süngüsünü, aşk ile siper ettiği sinesini gösterecek, o süngüdeki hakkın kudretini, o sinedeki aşkın asumaneliğini yükseltecek bir şey. Mimar Sinan’ın, Mehmet’in, Kasımın yüksek ve azametli bir inceliklerden, şiir gibi, hayal gibi, ziynetlerle işlenmiş sanatından mülhem, ufukları gurur ve kudretle temaşa edecek kadar mualla ve muazzam bir eser olsun. Yüksek, ehramlar, Altaylar, Kaflar, Kafkaslarla selamlaşacak kadar yüksek. Nil’in, İdil’in, Ganj’ın her zemzemelerini dinleyecek kadar yüksek. Semalarda yeni devirleri idare eden bir hâkimiyetle, şarkın güneş alınlı evladına daima cehd ü kuvvet, azim ve ümit telkin eden bir işaretle dikilecek bir abide. Sonra şarkın bütün sanatları. Altın gibi bariz ve ruhlu renkleriyle, sevdalı, cennetli hülyalar gibi hakikate, dünyaya temas eylemekten muhteriz, her biri başlı başına bir bediadan doğmuş, çiçekleri, çinileri, mozayıkleriyle, cansız hatlardan, ruhsuz inhinalardan, fakat sevdalar gibi bir birine örülerek, buseler gibi birleşerek, işlenmiş bir kalp kadar hayat ve bedâatla ra’şedar nakışları, oymalarıyla gelsin bu azamet ve kudret eserini süslesin. Onu, Çanakkale ismi etrafında dönen bütün hisleri, düşünceleri, tesirleri, hatıraları, fesâneleri söyleyecek şad ve hazin manalara bürüsün. Çinilerinde güller, demet demet sarkan lâ’l ve yakut güller olsun ki şehitlerin bir cevher ebediyetiyle solmayacak mübarek kanlarını hatırlatsın. Çanak çanak dolanmış zümrüt defneleri onu murad ve zaferden bir yeşil şaşaya sarsın. Koyu mavi, yeşil, mor, lâ’l çiçeklerin akşam gölgeleri gibi karıştığı köşelerinden, mihraplarından, uykularından şehit ruhların titreştiği, siyah ve kumral gözlerin ebedi ve mahviyyetkar bir nikâh ile süzüldüğü duygusu gelsin. Cephelerden altın mozayıktan yazıları. Kalplerde muazzez bir matem, mukaddes bir hicranla gelen anneleri, babaları, sevgilileri, yetimleri manasının Kutsi cereyanı üzerinde lâhûtî bir teselli ruhani bir vuslatla şehitlerine kavuştursun.
Bir abide, hayalime vuzuh ile sığdıramadığım muazzam ve mualla bir eser, Çanakkale zaferleri gibi harika ve mucizelere benzeyen bir temsil ki karşısında böyle hayaller dar, sanatlar hayran, kelimeler dilsiz olsun.
11 Kanun-i Sânî 1331
Rabbani Fehmi
SLAVLAR
1
<<Slavlar sahaif tarihiyeye nispetle harita üzerinde daha ziyade yer işgal etmektedirler. Johann Gottfried Herder>>
Harb-i umuminin şu günlerde istihsal eylediği netayiç, nezaretçimizi bir daha Slav tarihine irca edecek bir mahiyet iktisab eylemiştir. Slav şubelerinden Lehistan’ın Alman kabza-i teshirine düşmesi, cenubi Rusya’nın en faal kısmı olan Ukrayna yani küçük Rusların şimali Ruslardan infikâka gayret etmekte bulunmasını, Rus ordularının aylardan beri hezimet ve ricattan başka bir eser-i faaliyet gösterememesi, Sırbiye ve Karadağ’ın ortadan kalkmaları, Bulgarların Sırp, Karadağ ve Ruslar aleyhine yürümesi, Osmanlıların şu geçen Balkan harbini müteakip, Ruslarla muharibe ve Bulgarlarla müttefik olmaları [Tarih-i insaniyet felsefesi /” This Too a Philosophy of History for the Formation of Humanity (1774)”] namı eser meşhur sahibi Alman Herder’in kavil maruf ve tarihiyesini tadil edecek zeminler ihzar eylemektedir. Bahusus Avrupa’da mevcut cereyanat-ı siyesiyenin en başlıcalarından olan Slav’lıgın bugün Germanizim’in önünde malul ve perişan bir vaziyet almış olması da bu müddeayı teyit eder.
Slav ırkı hakkında en son tahkikatı muhtevi görünen “Ernest Lavisse” tarihi, ırk mezkûrun büyük “Arya” veyahut Hint Avrupayı ailesine mensubiyetinin gayri kabil-i ret bir hakikat olduğunu yazıyor.
Slavlar, Latinlerden, Germenlerden, “kelt” celtslerden pek çok sonra zuhur etmişler ve Asya’dan gelen akvam-ı müstevliye muhacematına karşı Avrupa’nın pişdarı sıfatını takınmışlardır.
Arya ırkına mensup akvamın nasıl olup da bu ırktan ayrıldıkları keyfiyeti henüz malum olamamakla beraber Slavların Germen – leto – Slav şubesine mensup oldukları ve Germenlerin bu şubeden ayrıldıklarını müteakip Media muharebatına kadar Litvanyalılarla beraber yaşadıkları kaviyyen maznundur. Bunların hayat hususiyelerine başladıkları zamanda dahi vasati Avrupa ovasında Don, Dinyeper, Vistol nehirleri havzalarında, şimalen 55 derece arzdan cenuben Karaağaç ormanları mıntıkasına kadar imtidad eden arazi dâhilinde bulunmuşlardır. Şimal ve şark taraflarında Finuvalar, garp taraflarında Leto – Litvanyalılar, Germenler, cenup taraflarında da Keltler mütemekkin idi.
Birçok zaman Keltler Slav olmak üzere tanılmış iseler de Slavlar Asya akvamı müstevliyesi güzergâhı olan Karadeniz sahiline sonra inmişlerdir.
Slavlar biraz sonra garba doğru hareketle bu harb-i umumide pek çok telefat ve zayiata duçar oldukları halde geçemedikleri Karpat dağlarını geçmişler ve vasati Tuna sahilini zapt etmişlerdir. Rus vaka nuvistlerinden Nistor’un beyanına göre burada bulundukları zamanlarda Ulahlar tarafından üzerlerine hücum edilerek cebren taht-ı itaate alınmışlardır. Meşhur Roma imparatoru Trajan’ın mağlup ettiği Dacia kralı Decebalus zamanında Slavların bu hükümet dâhilinde bulundukları muhakkak olup Trajan’ın namı elan küçük Rusların, Sırplıların, Bulgarların milli
Rusların tahliye ettikleri memleketlerde yolları bozmak için kullandıkları alet-i tahrib
Ağa hamamı mecruhin hasta hanesi.
şarkılarında mevcut bulunmakta ve hatta bizzat Trajan Slav olmak üzere kabul edilmektedir. Roma askerlerinin Karpat dağlarında görünmesi üzerine Slavlar arasında büyük bir hareket vukua gelerek garba doğru yürümüşlerdir. Karun evveli mesail ictimaiyesi arasında şimal barbarlarının garp ve cenuba doğru ilerleyen Germenleri Vistül nehri ile Oder nehirleri arasında istihlaf eyledikleri rivayet tarihiyesi bu esasa mübtenidir.
Germenler, o zamanlar Slavlara “Vendes” namını verirlerdi ki (büyük çayır ahalisi) demektir. Fakat Slavların kendilerine Sırp “Serbe” dedikleri muhakkaktır. Bu kelimenin Bizans muharrirlerinin sık sık kullandıkları Spor kelimesine yakın olduğu görülüyor ki millet, ahali manasına mevzuadır. Bilahare bu kelimenin yerine şekil kadimi Sloven, Slovan olan kelimelerden muharrif Slav kelimesi kaim olarak dokuzuncu asır miladide işitilmeğe başlanmıştır. Slav kelimesinin kelam manasına olan slov, zafer manasına gelen slava’dan müştakk olduğu da rivayet ediliyorsa da mütehakkik değildir.
<< Slavların muhib müsâlemet oldukları, zapt ettikleri arazide şiddet göstermeyip velvelesizce davrandıkları hakkında şayia olan fikir batıldır.>>
(müverrih: Dani)
Slavların cenuba ve vasati Avrupa’ya doğru vuku bulan büyük ileri hareketleri, ikinci asır miladi evâhirine müsadiftir. Bunlar bilhassa cenuba Balkan şibh ceziresine doğru yayılmışlardır. Bizans imparatorluğu tarihinde dört asırlık müddet, Slavların tahribat ve hasâreti menakıbıyle malidir
Müverrih Mösyö Dani bu babda diyor ki;
Her ne kadar Bizans imparatorluğu akvam-ı müstevliye hücumlarına mukavemet ediyor idiyse de yine bir takım barbar anasırın derun hükümete halel etmesine mani olamıyordu. Binaenaleyh kendi hâkimiyet ve matbuatını tanımak şartıyla bunları düşman olmaktan ziyade müttefik suretinde kabul etmeği bir hatt-ı siyaset ittihaz etmeğe mecbur olmuştu. Slavlar da bu müttefiklerden biri olmuştu. İmparatorluk bunlara hizmet-i askeriye, vergi, teklif ediyor, aralarında bi-l-intihab sergerde tayin etmelerine rıza gösteriyordu. 659 tarih miladiden itibaren Selanik civarında Slav kabaili görünmüştür. Biraz sonraları bunlar, Tesalya’ya, Epir’e, Atina’ya hatta bütün Peloponez’e girmişler ve eski istilaların tahliye ettikleri mahallere dolmağa başlamışlardır. Bunlar, bu halleriyle imparatorluk dehşetli misafirleri idiler.
İstiklale pek ziyade düşkün olmaları hasebiyle daima müstaidd-i isyan bulunuyorlardı. 675 den 681 tarihi miladiye kadar Selanik bila ârâm Slavlar ve Bulgarlar tarafından muhasara edilmiştir. Bizans imparatorlarından Constantin Pogonat ile II. Justinianos Trakya ve Makedonya Slavlarını taht-ı itaat almakla uğraşmışlar, hatta 688 tarihinde bunlardan otuz bin kadarını Asya’ya nakil etmişlerdir. Bilahare imparatoriçe İrene Yunanistan’da bulunan Slavları zir itaate almağa kalkışarak Stavros dahi vergiye bağlamak için Yunanistan’ın Tasayla, Helada, Peloponnes kıtalarını dolaşmış ise de bunlar 807 de ilan-ı isyan ederek Patras’ı muhasara etmişlerdir. Meşhur imparator Constantin VII bile Peloponnes kıtasının kâmilen Slavlaşmış olduğunu söylemiştir.
Slavların üçüncü asır miladiden itibaren Roma vilayetlerine yerleştikleri ihtimali mevcuttur. Bunlar buralara evvel emirde birer kafile-i muhacirin, asakir muavine veya esir sıfatıyla girmişlerdir. Beşinci asır miladiden itibaren İstanbul imparatorluğu ricali mühimmesi arasında Slavlarda bulunmuşlardır. Hatta imparator Jüstin ve Justinien’in Slav oldukları hakkında rivayet-i zaife vardır. Mehaza imparator Jüstinien’in generallerinden ekserisinin Slav olduğu muhakkaktır. Roma imparatorluğunun hesabına olarak Tuna sahilinde birleşmiş olan Ostrogot namındaki Germen kabailinin İtalya’yı istilaya gittikleri beşinci asır miladiden itibaren Slavlar şark imparatorluğu iki asır bi huzur etmişler, pek çok defa İstirya’dan Tuna ağızlarından Pelopones kıtasının cenubuna kadar imtidad eden
Kudüs’te ana mektebi.
Feshane’ye verilen donanma altın madalyası
Balkan şibh ceziresi arazisini tahrib eylemişlerdir. Bunların mebde istilaları Transilvanya, eski Boğdan, Eflak arazisi idi. Roma imparatoru Jovian, Daçya vilayetini terk ettikten sonra Romalılar buradan çekilmişler ve ovaları Slavlar zabt etmişlerdir. Yedinci asır miladide ise Balkan şibh ceziresi Slav muhacirini ile dolmuştur. Bu sebeple Trakya, Makedonya, Tesalya, Epir de ekseriyet teşkil ettiler. Yunanistan’da pek ziyade çoğaldılar. Peloponneste yerleşmiş olanları 587 den 815 tarihine kadar müstakil durdular. Bizim tarihlerin mayenat ve Sklaven dedikleri efrat dahi Slav olup ehl-i salib Venedikliler bu Sklavenlerle hayli uğraşmışlardır. Tarih-i Osmanimizde pek çok bahsi geçen Kazakların Şayika tabir edilen sandallarına benzeyen merakıb seferi bahriye ile Adalar denizinde, Yunan denizinde dolaşırlar, Sıklad adalarını tahrib, Anadolu kıyılarını yağma ederlerdi. Hatta müverrihin Arabi yeden bazıları bunları sarı saçlı Slavlar diye telkib etmişlerdir.
Slavlar, Avar denilen barbarların hücumundan kaçarak veyahut onlarla beraber harp ederek altıncı asırda Tuna’nın Sağ sahiline kadar ilerlediler. 568 tarih miladide İstirya, Karlovac Koprivnica da bulundular. Yukarı Drava nehri havzasını müthiş surette tahrib ederek hatta bunlardan bir kısım, Avusturya’nın şimdiki Tirol kıtasına dâhil oldular. Ferriyol ve İstirya’yı işgal ettiler.
Dalmaçya taraflarını dahi bunların bir şubesi olan Hırvatlar doldurdular. Sırplılar Belgrad’a, Yenipazar’a, Daraç’a doğru birleşerek Romalıların ellerinde birkaç belâd sahiliye ve adalar kaldı. Slavlar bu esnada Epidur ve Salon namıyla maruf olan şehirleri tahrip ederek karun vasati tarihinde pek ziyade şöhret kazanmış ve tarih-i Osmanide oldukça mühim bir mevki tutmuş olan Ragoza ve Dubrovnik şehirlerini tesis ettiler.
Slavlar, şimal taraflarında dahi terakki ettiler. Oder nehri havzasını Germenlerden sonra zapt ederek Baltık Denizinin sahil garbisine ve Elbe nehrine kadar yürüdüler. Hatta bu nehri geçip Saale suyunun iki sahiline, Luneburg’u işgal edenlerle ta Ren nehri havzasına kadar seğirtenleri bile vardır.
Slav ırkından olan Çek’lerin bu hempaya vürutları beşinci asır miladi o estana doğrudur. Bunlar Germen cinsinden olan Markoman’ları istihlaf ettiler.
Bunların arkalarından aşağı Avusturya da mukim Moravya’lılar gelmişler ve Morava nehri havzasıyla Karpat dağları maile-i cenubiyesinde temekkün etmişlerdir. Moravyalıların şarkında ise Galiçya Roten kavminin ecdadı Tatra dağlarını geçerek Macaristan’ın müntehayı şarkiyesini tuttular. Velhasıl Almanya’nın Saksonya, Türingiya, Frankonia, Baviera aksamına, İsviçre’ye bile girdiler.
Yedinci asırda Slavların yed zaptında bulunan arazi: Baltık Deniziyle Rusya’nın Novegrad vilayeti dâhilinde kâin İlmen gölünden ta adalar denizine ve Karadeniz’e Elbe, Saale, Enns nehrinden Dinyeper nehrine kadar imtidad ediyordu. Alp dağlarının ikinci sıraları bunların muhacerini ile meskûn idi. Avarların cevelangâhı olan Balkanların bazı nevahi-i cebeliyyesi ile tesis vasati Tuna çayırlıkları müstesna olmak üzere Tuna’nın vasatı ve aşağı havzası kâmilen ellerinde idi. Adalar, Adriyatik deniziyle Bahr-i Siyah, Baltık denizi şayıkalarıyla müzdeham olup Slav lisanı ise pek ziyade taamim eylemişti.
Gelecek makalede Slavların Osmanlılarla ilk temaslarından ve Avrupa’da ne suretle ihraz-ı mevki eylediklerinden bahis edeceğiz ki asıl şayan-ı cihet olan münasebetleri de ancak bunlardır.
Ahmed Rasim
HATT-I HARB GEMİLERİ
Mabad
Eğer sürat, vücuda gelen dalganın tulu geminin tuluundan uzun gelir bir raddeye çıkmış ise bu halde dahi her ne kadar mukavemet elan ala ise de o kadar ziyade olarak tezayüd etmez ve daha fazla tezayüd süratler nispeten mutedil iktidar ilavesiyle elde edilebilir. Bu yalnız, pek hafif ve seri işler makine konabilen motorbot ve muhriplerde mümkündür.
Bir gemi resminin ehemmiyetli bir ciheti de sudan aşağı cihetinin şeklidir. Ve hedef de asgari mukavemet verecek şekli çizmektir. Geminin tuluunun tesirini gördük.
Bundan başka geminin baş tarafı – hususiyle su hattında – narin olmalıdır. Çünkü eğer baş taraf küt olursa büyük dalgalar vücut bulur. Tecrübe ile bulunmuştur ki dolgun şekilli gemilerde dalga mukavemetini tasgir için mai-mahreci – vasat sefine muktaanı doldurarak – vasat sefineye tertip etmek ve nihayetleri narin bırakmak lazımdır. Kezalik geminin kıç tarafını da – suyun pervanelere düzgün olarak gitmesini temin ve kıçta suyun girdap vücuda getirmesini men edecek veçhile – narin yapmak son derece ehemmiyetlidir. Fakat şeklin resminde iknaı muktezi ilk iş lazım miktarda istikrar teminidir. Kezalik denk meselesi de düşünülür. Mühendis, umumiyetle geminin şeklini veren bir takım hutut çizer. Ve tecrübe sarnıcına gönderir. Burada bir modeli yapılarak geminin süratlerine mütenazır süratlerle seyir ettirilerek tecrübe edilir.
Bir gemiyi yedekte çekerken <<yapılan iş>> mukavemet ile süratin hâsıl zarbıdır. Ve bir dakikada yapılan 33000 kadem librelik 4562 kilo grametrelik iş bir beygir kuvveti olarak kabul olunmuştur. Yedek halatından nakil olunan bu beygir kuvvetine <müessir yahut yedek halatı beygir kuvveti> denir. Ve miktaren: Libre olarak mukavemet ile Knot olarak süratin hâsılı zarbının 326 da birine müsavidir. [Yahut kilogram olarak mukavemet ile saatte kilometre olarak süratin hâsılı zarbının 500 de birine müsavidir.] şu kadar var ki bu, gemiyi sevk için lazım gelen beygir kuvveti değildir. Şaftlardan nakil olunan iktidarın bir haylisi pervanelerdeki ziyaı ile israf olunur. Tecarib-i sabıkadan <müessir beygir kuvveti> ile <şaft beygir kuvveti> beynindeki nispetlerin kıymetleri malumdur. Bu nispete <emsal-i sevk> denir ve kıymet-i umumiyesi % 50 dir. Yani şu demektir ki – geminin yalnız sevki kâle alınması itibariyle – iktidarın nısfı müsriftir. Bu zayiin başlıca esbabı şunlardır:
1 – Su içinde devir ederlerken pervane kanatları kılıcına ve delgi mukavemete maruzdurlar.
2 – Pervanelerin kıçta bulunuşu kıç etrafından düzgün cereyanla gelen suyun intizam cereyanını bozar; hâlbuki intizam cereyan bozulmasa bu su geminin ilerlemesine yardım edecekti. Bu mukavemetin dolayısıyla artmasına sebep olur yahut buna <terast> ün yani gemiyi ileriye dürten kuvvetin tenakusu gibi bakılabilir.
3 – Devir ederken pervane suyu geriye doğru sürer. Ve bundan ileri gelen aksi tesirdir ki ileri terastı meydana getirir. Bu suyu harekete getiren amil mekaniki men olunamaz bir zayidir. Kezalik suya verilen bir de hareket muhitiye vardır ki bu da külliyen zayidir.
En iyi çalışması için türbin makinası âli adet devirlerle dönmelidir. Fakat eğer bir pervane seri dönerse faydasızdır. O halde bunlar bir biriyle uyuşturulmalıdır. Yani türbini pervanenin faidesini pek ziyade azaltması için biraz devir ettirerek ve pervaneyi türbinin faidesini pek ziyade azaltmaması için biraz ziyade devir ettirerek en faydalı terkip bulunmalıdır. Pervaneleri resimde – pervane kanatlarının kılıcına olan mukavemetini asgariye tenzil için – kanatların sehanı hususuna pek ziyade ehemmiyet verilir. Ve hususi tunçlar kullanılır. Bu tunçlar deniz suyunda paslanmadığı için delgi mukavemet mümkün mertebe azaltılmış olur.
Bir muayyen gemiye en faideli gelecek pervaneleri bidayeten tayin pek güç bir meseledir. Ve bazen pervane – nef’li olarak – ne yolda tadilat yapılabileceğini tecrübe netayiçi gösterir. Mesela İngiliz’in Dreyk zırhlı kruvazörü ilk pervaneleriyle 23 knotluk <saatte 42,6 kilometrelik> yol yaptı. Tecrübeler gösterdi ki slep pek fazla ve kanat mesahası gayri kâfi idi. Bunun üzerine yeni pervaneler takıldı. Ve bunlar yolu – aynı beygir kuvveti ile – 24 knot’ta <saatte 44,5 kilometreye> çıkardı.
İstim tecrübeleri:
Sefain-i harbiyede, kontrat şeraitini ifa için, yapılan tecrübeler <iktidar> için olup sürat için değildir. Kontratları, tahmil ve istikrar gibi şerait-i muayene tahtında sürat için yapılan bazı torpidobot muhripler müstesnadır. Bir müddet muayene için bir muayyen ve mükerrer iktidar idame edilmelidir. Ve elde edilen süratin mesulü inşaiye mühendisidir.
Mabadı var.
İCMAL
Bir haftalık vakayı berriyye ve bahriyye
* * *
Garp cephesinde: Almanlar siper muharebatında geçen hafta zarfında iyi faaliyet ibraz ederek bazı düşmen mevâziini zapt eylemişlerdir. Hava müsaade ettikçe şedid topçu ve tayyare muharebeleri de icra edilmiştir.
Almanlar bilhassa Neville, Arras karibinde lağımlar iştial ettirmek ve hücumlar yapmak suretiyle müteaddit düşman siperlerini zapt eylemişler, Fransızlardan birkaç bin esir, müteaddit mitralyözler ve torpil endaht makinası almışlardır.
Garp cephesindeki mükemmel siperlere, el humbaraları veya süngü ile piyade hücumu yapmak pek ziyade telefatı mucip olduğu için en ziyade lağımlar kazmak ve bu lağımların işalımden mütevellit çukurları işgal eylemek suretiyle harp edilmektedir. 830 kilometre tulunda bulunan bu cephedeki musâdemât tarihinde bir misli daha görülmemiş, azim bir kale muharebesi şeklini almıştır.
İngiliz monitörleri Westend sahilindeki Alman sahil bataryaları ile ber mutat neticesiz surette mermi teati etmişlerdir. Miç ve Freiburg şehirleri, Fransız tayyare filoları tarafından bombardıman edilmiş, Alman tayyarecileri de hatt-ı harbin gerisindeki düşman istasyonlarıyla müessesat-ı askeriyesine bombalar atmışlardır. Apremont civarında bir Fransız tayyaresi Alman topçuları tarafından ıskat edilmiştir.
Alman erkânı Harbiye’si efranci 1 Teşrin-i evvelden 28 Kanun-i Sani ye kadar geçen dört aya karib müddet zarfında Alman ve İngiliz – Fransız – Belçika ordularının tayyare zayiatı hakkında atideki listeyi tanzim ve neşir eylemiştir. Almanlar muharebat havaiyede 7 yerden vuku bulan endaht neticesinde 8 ve kayıp olarak 1 ki ceman 16 tayyare, düşmanlar ise muhaberat-ı havaiyede 41 yerden icra edilen endaht neticesinde 11 ve Alman hududu dâhiline inmek üzere 11 ki ceman 63 tayyare kayıp etmişlerdir. Bu iki rakam Alman tayyarecilerinin muharebat-ı havaiyede hasımlarına karşı nasıl azim bir tefevvuka haiz olduklarını tamamen irae ve ispat etmekte olup fazla bir söz ilavesine lüzum yoktur.
Bir zeplin balonu Paris üzerinde uçarak şehre bombalar atmıştır.
Şark dar-ül-harbinde: Rus dar-ül-harbi, moskof memleketine has olan şiddetli kışı münasebetiyle, yalnız keşif müfrezeleri arasında vukua gelen musademata sahne olmaktadır. Geçen hafta Hindenburg ve Prens Leopold Von Bavaria ve General Alexander von Linsingen guruplarının taht-ı işgalinde bulunan havalide yalnız bu nevi musademat vukua gelmiştir.
Mezkûr dar-ül-harbin General Flacher Balton ve General kont Felix Graf von Bothmer orduları cephesindeki meydan muharebesi eski şiddet ve azametini kayıp eylemiş olup Ruslar bir iki münferit hücumda bulunmuşlarsa da ber mutat zayiat-ı azime ile def edilmişlerdir.
Bu havalideki Alman – Avusturya hatt-ı harbi yarmak için vaki olan moskof taarruzu umumiyesi tamamen tahmin ve ümit ettiğimiz gibi çıkmış, Rus ordusunun kanlı zayiat vererek bitap kalmasını intaç etmekten başka bir şeye yaramamıştır. Rus başkumandanlığı icra ettiği bu muhacemat ile dost, düşman, bi-taraf bütün âlemin nazarında moskof ordusunun artık semere bahş olacak bir kuvvet-i tarruziyeden mahrum bulunduğunu ispat eylemiştir ki bu da müttefiklerimiz için, ilkbaharda icra edecekleri harekât-ı umumiyeyi taarruziye planlarının tanziminde bilinmesi pek elzem bir nokta idi.
Yeni teşkil edildiği anlaşılan Rus tayyare filosu, pek fena bir mukaddeme ile işe başlamıştır. Mezkûr filo 11 tayyareden mürekkeb bulunduğu halde 28 Kanun-i Sani’de Stripa cephesi gerilerine taarruz etmiş ise de 2 tayyare Avusturya topçu atışlarıyla imha 3 tanesi de Rus hudut harbiyesi arkasına nüzule mecbur edilmişlerdir.
Avusturya – İtalya hududunda: son İsonzo muharebesinin İtalyanları pek bitap bir hale getirdiği İtalyan ordusunun son haftalar zarfında gösterdiği adem-i faaliyetten anlaşılıyor. Filhakika İtalyanlar geçen hafta da, topçu ateşlerinden ve ara sıra münferit muhacemattan başka bir şey yapmamışlardır. İlkbahar yaklaştıkça, galiba İtalyan başkumandanlığı da, bu defaki Alman – Avusturya taarruz umumiyesi kendi başlarına patlar, korkusuyla şimdiden kuvveyi mevcudiyesini tanzim ve tensik ile meşgul bulunmaktadır. Buna mukabil Avusturyalılar Slavyada bir İtalyan mevziini bil hücum zapt etmişler 45 i zabit olmak üzere 1197 esir almışlar 2 makinalı tüfek iğtinam etmişlerdir.
Balkan dar-ül-harbinde: Selanik ve havalisinde karşı karşıya duran tarafeyn orduları hiçbir harekette bulunmamışlardır. 45 Fransız – İngiliz tayyaresi Manastır’ı bombardıman etmişler, ahaliden birçok kimseler mecruh ve telef olmuştur.
Selanik’teki Karaburun istihkâmatı da itilaf kuvayı askeriyesi tarafından işgal edilmiştir.
Karadağ harekâtına gelince; Karadağlıların teslim-i silah etmeleri muamelesini hemen hemen hitama ermiş olup harekâtın bidayetinden şimdiye kadar Karadağ’da Avusturya kıtaatı tarafından 314 top 50,000 tüfek ve 50 mitralyöz iğtinam olunmuştur.
Bu havalide icrayı harekât eden Avusturya ordusunu, Karadağ’ı tamamen istila etmiş olup Arnavutluk’ta da İşkodra, Şingin’i işgal eylemiştir. Binaenaleyh Dereağaç ve Avlonya’daki İtalya kıtaatıyla da çarpışmaları yakınlaşmış demektir.
Denizde: Alman tahtelbahirlerinin bilhassa Bahr-i Sefiddeki faaliyet mahsusalarından başka denizlerde hiçbir hadise vukua gelmemiş olup mezkûr tahtelbahirler, Selanik sularında bazı İngiliz – Fransız sefain-i nakliyesini torpilleyerek batırmışlardır.
Osmanlı dar-ül-harbinde: Irak cephesinde Kût’ül-Amâre’de mevzi muharebeleri devam ediyor. Mevki-i mezkûrda muhasır bulunan Tümgeneral Charles Townshend ordusunun tahlisi için Kût-ül-Amâre’nin 35 kilometre şarkına kadar gelmiş olan korgeneral Fenton Aylmer’in ordusu ile kıtaatımız arasında vuku bulan muharebe altı saat devam etmiş ve İngilizler 3000 maktul vererek birkaç kilometre geri çekilmişler ve Felahiye mevkiinde tahkimat icrasına başlamışlardır. Esir edilen bir yüzbaşı ile bir miktar askerin isticvaba tından Şeyh Saad civarında vuku bulan muharebatta da düşmanın 3000 maktul ve mecruh verdiği anlaşılmıştır. Bu muharebelerde mücahidin İngilizlerden 1000 deve iğtinam eylemişlerdir.
Kafkas cephesinde, mühim vakayı cereyan etmemiştir. Çanakkale’de firari düşmanın sefain-i harbiyesi bermutaden ara sıra arz-ı endam etmekte ve tayyarelerimizin hücumuna maruz kalarak çekilmektedirler.
Pazar ertesi: 18 Kanun-i Sânî
Abidin Daver.