DONANMA MECMUASI 126/77 27 Ocak 1916

DONANMA MECMUASI 126/77 27Ocak 1916

Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.

Merci donanma cemiyeti merkez umumiyesinde daire-i mahsusa

Yavuz Sultan Selim (İmparatoriçe Maria) ya ateş yağdırırken.

Perşembe: 21 Rebî-İ evvel 1334 – 14 Kânûn-i sânî 1331 – 27 Ocak 1916 Numara; 126 / 77

Son haftaya ait posta:

     İtilafçılar bu haftayı büyük bir buhran-ı asabi içinde geçirdiler. Ruslar Besarabya’dan mahkûm akamet hücumlarını tekrar ede ede duçar oldukları müthiş telefat yetişmiyormuş gibi Kafkas cephesinde de aynı taarruzları ile bizi beyhude işgal edip duruyorlar.

     Bir kere Rus ordusunun bir seneden beri mütevaliyen uğradığı hezimetler düşünülür ve kayıp ettiği zabitan yekûnu göz önüne getirilirse bizim gibi Rus Erkan-ı Harbiye’sinin de bu ordu için iki cephede birden muvaffakıyetli bir taarruz yapabilmenin imkânsızlığına kail olması iktiza ederdi. Hal böyle iken vakit ve zamanda ve mesela İngilizler boğazdan, Fransızlar Voj’lardan, İtalyanlar da İsonzo’dan herçi bâd-âbâd teşebbüs ettikleri yarma harekâtına kemal-i şiddetle devam ettikleri bir sırada icrası lazım gelen bu teşebbüslerin; Zikir olunan harekâtın mahkûm-i akamet kalmasından sonra yalnız başına Ruslar tarafından; İcrasındaki mantıksızlığı idrak edememek gibi bir gaflet-i müthişeyi – doğrusunu söylemek lazım gelirse – Rus erkân-ı harbiyesinin isnat edebilecek derecede kendimizde bir kudret his edemiyoruz.

     Ancak bu harekât; Olsa, olsa Karadağ’dan başlayan sulh talebinin itilaf heyet-i umumiyesine sirayet edeceğini ışık içinde pek yakından bulunmak itibariyle neticenin uzak veya yakın olduğunu hariçte bulunanlardan daha iyi takdir eden Rusların müzakerat-ı sulhiye masasında velev ki asgari olsun bir faide temin edebilecek bazı muvaffakiyetler kazanmak arzusundan tevlit etmiş olabilir.

     İtalya’da da aynı hâli görüyoruz. Bir taraftan nazar ötede beride irad-ı nutuk ederek muharebeye devam edileceğini ilan etmekle beraber diğer taraftan hükümete mensup gazeteler sulh için, belki Karadağ gibi bir sulh-i münferit için efkâr-ı umumiyeyi hazırlamakla meşgul oluyorlar. Her iki cereyan arasındaki tezat mütevali mahrumiyetlerin, kırılan yüksek hallerin bıraktığı buhranın bir netice-i tabiiyesidir. Bir kere bu buhran zail olunca ve hakikat daha ziyade bariz bir şekilde tezahür eder ve ıztırârı sulh cereyanları da bittabi daha müsait bir cereyan alır. Her nevi buhranın umur tabii kısa bulunduğu için biz bu cereyan mesudun artık uzun müddet gecikmeyeceğine kail oluyoruz.

     İtilafçılar duçar oldukları hümma asabiyetin en müthiş bir safha-i buhranını zulüm ve itisaf ile müterafık bir tarzda biçare Yunanistan üzerinde geçiriyorlar. O halde ki Yunanistan’ın bu günkü hali tetkik ettiler. Hükümet mezkûrenin İngiltere ve Fransa tarafından iki kolundan tutulmuş ve kalbine hançer dayatılmış, zor ile iştirak-i harekâta sevk edilen vaziyet içinde yuvarlandığını anlarlar.

     Akıl kralının, devr-i endiş hükümetinin ve intihabat ahire neticesinde tebeyyün ettiği veçhile milletinin arzusu hilafında cebren aldırılan şu vaziyetin ne kadar manasız olduğu meydandadır. Bu hükümet bu manasız vaziyetiyle ne vakte kadar pençeleşecek. Bunu şimdilik takdir ve tebeyyün edemez isek de her halde her hangi bir buhranın çok yaşayamayacağına iman ve itikat ettiğimizden burada vaziyetin pek yakında inkişaf edeceğine mutmainiz. Ve sulh hakkındaki ümitlerimizi takviye eden de itilafçıların son günlerde duçar oldukları buhranların son devre-i şiddete girmesidir.

     Haftalık musahabemize hitam vermezden evvel sene-i devriye-i vefatı güzerân olan şehid muhterem Mustafa Necib Bey merhum için karilerimizden Fatiha niyaz ederiz.

     Donanma.

KARADAĞ

     Şu günlerde kendisinden pek çok bahis ettiren Karadağ, devr-i istilamızın evâilinden ta Balkan muharebe-i meş’umesinin sonlarına kadar Osmanlı tarihi içinde yaşamış ve harp hazırın taalluku hasebiyle dahi yine bu tarihe dâhil olmuş bir kıtadır.

     Ekseri müellifinin dediklerine göre Karadağlılar Yugo – Slav cinsine mensupturlar. Slavlar ale-l-umum üç şubeye münkasım olup garbî Slavlar şubesini Lehliler, Çekler Slovaklar.

   Şarkî Slavlar şubesini Rusya da mukim büyük Ruslar, küçük Ruslar, beyaz Ruslar.

     Cenubî Slavlar şubesini de Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar ve Slovenler teşkil etmektedir. İşte Karadağlılar bu üçüncü şubeye mensup olmak üzere maznundurlar. Fakat bu babda nazar-ı amik sahibi müellifin Osmaniye’den Şemsettin Sami Bey merhum diyor ki:

     Karadağlılar cenubi Slavlardan Sırp cinsiyetine mensup olup ancak cüsse ve kametçe, hatta bazı adet ve ahlakça Slavlardan ziyade Arnavutlara müşabehetleri vardır. Bu da şundan ileri geliyor. Gerek Karadağlılar ve gerek Boşnaklar ve Hersekliler ve Dalmatlar sırf Slav olmayıp Slav ile Arnavut cinsiyetlerinin ihtilat ve imtizacından mütevelliddirler. Zira yedinci karn miladide Slavlar o cihetlere gelip yerleştiklerinde Preveze, Selanik körfezlerinden Trieste civarlarına kadar İlirya denilen kıtanın bütünü Arnavutluk ve Arnavut ahali ile meskûn idi. Slavlar Kelişli olup Arnavutlara mukavemet edememekle bir takımları dağılmış veya şimdiki Arnavutluk’a çekilmiş olmaları melhûz ise de bir hayli miktarının dahi kalıp yeni gelen ahali ile karışmış olmaları dahi tabiidir.

     Yedinci asır miladide şarkî Roma imparatoru Heraklius, hükümetini üç asır kadar Avrupa’yı tahrip etmiş olan Ural – Altay cinsine mensup Avar denilen barbarlardan masun bulundurmak emeliyle bir takım Slav kabailini Galiçya’dan celb ve davet etmiş ve bunlar evvel emirde Sırbiye taraflarında temekkün ederek bilahare aralarında zuhur eden nifak üzerine bir kısmı Hırvat namı altında olarak garba hicret eylemiş idi. Bir rivayete göre Karadağlılar kabail mezkûre meyanından ayrılarak menâat mevkiyesine mebni Karadağ’ı mesken ittihaz eylemişlerdir. Osmanlıların bunlarla mebde temasları ilk Kosova muharebe-i meşhuresinin vukua geldiği 791 sene hicriyesine mesadüf 1389 sene miladidir. Avrupa müverrihlerinden bir kısmının da kabul ettikleri veçhile bu muharebeden furce-yâb halas olan yirmi bin kadar Sırplı Karadağ’a iltica ederek orada tahassun eylemişlerdir. Bu rivayet doğru olmakla beraber Karadağ’ın sebeb-i teşkili olmaktan biridir. Çünkü on dördüncü asır miladide Karadağ’ın Venedik Cumhuriyeti tabiiyetinde bulunduğu muhakkaktır. Bu günkü İtalya hükûmetinin eski Roma imparatorluğunu ihya etmek maksadıyla öteye beriye saldırdığı sırada Karadağ krallığıyla da akid zuhuriyet eylemesi bu tabiiyeti Venedik Cumhuriyeti ananatından ad eylediğine az çok delalet eyler.

     Karadağ’ın bizimle Venedik cumhuriyeti tabiiyeti arasında muhayyer bulunduğu on beşinci asır miladide, bilahare Panslavizm’in balkan şebh ceziresinde bir çıbanbaşı olacağına kim ihtimal verirdi? Eski İşkodra vilayetimizdeki Mirdita kazasının halinde bulunan bu araziden Hükümet-i Osmaniye maktu ve cüzi bir vergi alırdı. Mehaza Karadağlılar kendilerine has bir idare tahtında müctemi idiler. Hem bütün bütün Osmanlı istilasına tutulmamak, hem de Sırbiye ve Arnavutluk’ta icra edegelmekte oldukları şakavetin ardını arasını soğutmamak için daima hal-i seferiyede bulunuyorlardı. O zamanlar Bab-ı Âli’ce bir müdüriyet derecesinde idi. On altıncı asır miladi evailinde Yergi Çernoviç namındaki ser-gerdeleri istifa ederek mevkiini Vladike tabir olunan hem ruhani hem de askeri ve mülki salahiyete haiz bir metropolite terk edilmiştir ki bu Vladike’lerden Nikoç ( Petrovic Njegos ) ailesi meşhurdur.

     1782 den 1830 senesine kadar Karadağ’da hükümet eden birinci Petar (Petro) namındaki Vladike nizamat şedide vaziyla dağlıları taht-ı inzibata almağa ve kısmen eşkıyalığı tathire muvaffak olarak ikinci Petro’dan sonra 1851 de makam-ı hükümete gelen Danio Karadağ prensliğini irsi olarak vaz ve tesis eylemiştir.

     Bu tarihlerde Panslavizm intişar etmeğe başlamıştı. Rusya garbi Slav ocağına el atıyor, Hersek taraflarında ateş-i ihtilal uyandırıyordu. Cennetmekân Sultan Abdülaziz Hanın bidayet cülusunda Hersekliler Mostar’da bulunan düvel-i ecnebiye konsoloslarına bir istida vererek bunda: Osmanlı memurları ile hükümet-i mahalliye arasında kendi menfaatlerini siyanet edecek bir kocabaşı bulunmasını, usul diniye ve mezhebiyelerine, hürmet edilmesini, klişeler inşa ve kiliselerine çan ta’lik olunmasını, kendilerine mensup bir piskoposun riyaset-i ruhaniyesi altında bulunmalarını, mektep açabilmelerini, zaptiyelerin evlerinde ikamet etmemelerini, Hersek bekârına mahsulat ziraiyeden dörtte birden ziyade vermemelerini, bu rubûn da kendi vekilleri tarafından cibâyet olunmasını, vergilerin hane başına maktu olarak tayini ile kocabaşılar tarafından tahsil kılınmasını talep ediyorlardı. İşte bu esnada idi ki Karadağ kendisinden nazar-ı gafletimizi ziyadece açacak bir surette bahis ettirmeğe başlamıştı. Filvaki bu tarihten on sene evvel bir Karadağ seferi daha vukua gelerek dört bini mütecaviz şehit ve beş binden ziyade mecruh vermiş, otuz milyon kuruş para sarf etmiş, fakat Avusturya tarafından verilen ültimatom üzerine emir teeddübü ikmal edememiş idik. Bu hal Herseklileri şımarttı. 1278 senesinde Serdar Ekrem Macar Ömer Paşa altmış bin kişilik bir ordu ile yürüyerek Derviş Paşa merhumun Zoga boğazındaki muvaffakiyetiyle Rika’da Karadağlıların mağlubiyet katiyesini Avrupa devletlerini sulh akdi için üzerimize koşmalarını icap etti. Elhasıl Osmanlı ordusu bu defa Avusturyalıların girdikleri Çetine’ye giremedi.

     Bizce mine’l-kadim Prens Nikola diye maruftur. 1291 – 1292 senelerinde Rusya’nın yine Hersek taraflarında ikad ettiği naire-i ihtilalde Prens Nikola kendisine garip bir vaziyet vermiş idi. İstanbul’da Mahmut Nedim Paşa politikası, Nikolay Pavlovich Ignatyev entrikaları yol alarak hükümet-i Osmaniye Balkan şibh ceziresinde cidden tehlikeli bir vaziyete girdiği esnada prensin sesi işitilmiştir:

Âtî-yi Milletin ümid-i irfanı;

Edirne Sultaniyesinin idare ve talim heyetiyle 330 – 331 seneyi dersiyesi mezunları.

 

     Hersek sancağının Novasin kazası Hristiyanlarından yüz altmış kişi agnâm rüsûmunun ziyadeliğinden ve zaptiye neferlerinin mezaliminden dolayı Karadağ’a geçmişler, bizim hükümetten prense şikâyette bulunmuşlar. Prens bunlara cevaben: İfadelerinizi Rusya’nın Der Saadet sefirine yazarım. Şikâyetinizi tahkik için devlet-i âliye tarafından bir memur mahsus gönderilmesini iltimas ettiririm, demiş. Hâlbuki Novasinliler prense cevaben; sonra Osmanlı hükümeti biri muâhaza eder, cevabını vererek yerlerinden kımıldamazlar. Bunun üzerine Nikola, ben bunları besleyemem, devlet-i aliye teminat versin. Yerlerine dönsünler tarzında Nikolay Pavlovich Ignatyev’e yazar. Fakat Hersek ihtilali kuvvetli ellerde bulunmak hasebiyle büyür. Bab-ı alinin terah politikası yüzünden kesb-i kuvvet eder. İgnatyev sarayla olan münasebat-ı malümesi ilcasıyla prens Nikola’nın tahkikat dediğini Rusya ve düvel-i muazzama konsoloslarına havale ettirmek gibi hukuk hükümranımıza büyük bir darbe indirtir. Velhasıl 1293 Rus muharebeyi zailesinin mukaddematı olan Hersek ihtilali ile Sırp, Karadağ, Bulgar kıyamı meseleleri zuhur eder. İşte şimdiki kral Nikita o zamanın prensi idi.

     Meşhur Berlin muahedesi Rusya’nın sahabet ve himayesi ile Karadağ’a kendisinin nısfı kadar yer vermekle beraber alnına bir istiklal tam çelengi taktı. Bundan maada Ülgün bombardımanı hadisesi Adriyatik denizinde Anti Vari limanını temin eyledi. Yalnız mezkûr muahedenin 29. cu maddesi mucibince sefain-i harbiyeye malikiyeti memnudur.

     Berlin muahedesinden evvel Karadağ sekiz nahiyeden ibaret iken muahede-i mezkûra mucibince üçü Hersek’in ve dördü Arnavutluk’tan olmak üzere yedi nahiye daha ilhak edilmiştir. Nüfus mülhak 92,000 kadar zaman ilerledikçe Karadağ dahi kendi havayı istiklalinde ilerleyerek evvel emirde o zamanlarda İtalya veliahtı olan kral III. Vittorio Emanuele’in kayın pederi olmak şerefini ihraz etti, bilahare Rusya’nın teklifi üzerine Karadağ’a irtika ederek gerçi harp hazırda sulh istidasında birinciliği ihraz etmiş ise de Balkan harbinde aleyhimize ibtida istimal sulh eylemişti. Slav ırkında daima kuvvete karşı riya göstermek ananevi bir halet-i ruhiyedir.

     Bakalım bu badireyi müthişeden ne suretle yakasını kurtaracaktır? Çünkü hami-i ekberi Rusya da büyük bir tehlike karşısında bulunmakta ve damatlığı İtalya ise en müzebzep bir hatt-ı hareket üzerinde çabalanmaktadır. Kral Nikita’nın erkân-ı itilafiyeye ihanet etmiş olduğu hakkında garp gazetecilerinin yazdıkları fıkrat doğru olsa bile kuvvet karşısında ezilen bir adamın daima hukm kuvveti kabul etmekte muztarr kaldığı hubût adamdan biri mücerrebdir.

A. R.

MELUN İNGİLİZLER İÇİN

Kan akıyor. .

     Mutlaka pek az satılmış, naşir gayur onun için açtığı hesap-ı ziyanla kapamıştır. Daima telehhüf ile analım ki, bu memlekete daha asar ciddiyeye rağbet, feyz istikbale merhûn bir keyfiyettir.  O ufak, fakat ibret ve intibah misalleri ile mali risalede aynı akıbet feciye uğramış, bazı tebaaların germine çeşmana, bi-bakane meydan-ı neşriyata attıkları kelime arasında kayıp olup gitmiştir. Vicdanımca elim bir itirafta bulunmak lazım gelirse ben de yakın zamana kadar okumamıştım.

– İngiliz imparatorluğunun sukut ve inhitatı –

     Yalnız unvanı bile enzar-ı dikkati açmağa kâfi gelen bu risale, bir Japon medkuku tarafından yazılmış, tabiat coğrafiye itibariyle de İngiltere’ye benzeyen Japonya’nın ebna-yı istikbaline hediye edilmiştir. Neşriyat âleminde iyi bir kadem kazandım. Yazdıklarımı düşünüyorum. Meşrutiyetin akab ilanında Der saadete gelen İngiliz sefiri Sir Gerard Lowther, 1st Baronet’e karşı memleketin farzâ merhum ümera efendi hazretleri gibi nadir yetişen evlad-ı fazle ve mütefekkiresi de dâhil olduğu halde gösterilen tehâllûk istikbal, onun tarafından da bardane karşılanmış, yine o kitle-i münevvere sefarethaneyi sayfiye kadar gittiği halde saadet hürriyeti henüz pek yeni idrak etmiş olan bir milletin güzide bir hizbine karşı o sefir, bizzat teşekkür zahmetine bile katlanamamış idi. Bir istitrâd olarak bilmünasebe tekrar edilse yeri vardır, inkılap hayr-ı ahir, pek yüksek bir endişe-i vatanperveranenin mahsulü olup sekiz sene evvel cihanı hayretlere gark etmiş idi. Fakat nazariyat itibariyle düşünebilenlerimiz meyanında aynı Fransa’nın meşhur hukuk-i beşer beyannamesinin zâde-i ilhamı olan hayali, adeta ma-fevka’t-tabîa desatir ictimaiyeye riayetkâr olanlarda görüldü. İşte İngiltere dostluğuna itimat, İngiliz’i akvam-ı saire içinde hürriyetperver tanıyarak muhabbette bu türlü bir içtihadın mahsulü denilse sezadır. Yine şayan-ı dikkattir ki rahberanımız hiçbir zaman doğruyu bulmak için ced ve gayretten hali kalmamalı, birçok memanatlara rağmen umuma da doğru yolu göstermeğe muvaffak olmuşlardır.

     Yine sadede gelelim:

     Kalemim o zamanda İngiltere’ye karşı isyankâr idi. Cereyan umumiye karşı durmamak mülahazasından ziyade zamanın pek tek hücum harcı ve daimi karşısında devletin mevkii pek nazik olması hasebiyle keff-i lisan ettim. Fakat yazmak zamanı geldiği vakit ne bilirsem, ne duyarsam yazdım. Mütehavvil politika cereyanlarına kapılarak değil, idrakımca tabiat-ı eşya hilafında gördüğüm İngiltere tevcihkarlığına karşı durdum. Bu hal, muharrir acize has bir fazilet değildir. zimâm-dârân umurdan erbab danışa kadar nice güzîde-gân memlekete piru olmuştum. Tabiat-ı eşya diyorum. Memleket ki, zir idaresinde milyonlarca Müslüman bulunur. Bir idare ki Müslümanları her türlü hukuk siyasiye hatta insaniyesinden mahrum etmeği şiar muvaffakıyet ittihaz eder. Sonra bir memleket ki Müslümanların kubbetü’l-âmâl olur ve bir payitaht ki, halifeyi rûy zemin ile terazidedir. Artık İngiltere dostluğuna inanmak lâ-yetegayyer kovanın tabiatı inkâr etmekle müsavi olur.

     Bunun içindir ki, İngiliz imparatorluğunun esbab-ı sukut ve inhitatını gösteren kitabı hırz-can edindim. Müverrih meşhur Edward Gibbon’dan mülhem olan Japon müdekkiki, İngiltere’nin sukutunu esbab-ı adiyeye tahvili pek muhtemel bulunan esbab-ı siyasiyeye atıf etmiyor. Sabit desâtîr ictimaiye, kati delail tarihiye önünde, harp umumiyi cihanın mesul yegânesi olan İngiltere’yi mahkûm inkıraz görüyoruz. Şayan-ı dikkattir ki köhne cihanı al kanlara boyayan bu badireyi müdhişeden birkaç sene evvel yazılan bu kitapta İngiltere’de mecburi hizmet-i askeriyenin kabul edilmemesinden mütevellid muessirat inkıraz layıkıyla gösterilmiş ve bu meyanda İngiltere halkının ve bil-netice askeriyenin ruhu ve bünyevi düştüğü dergeh enzar ibret önüne vaz edilmiştir. Bu bahsin dikkate şayan ciheti, Derby ismindeki İngiliz inatçılığına canlı bir misal şeklinde duran bir lord tarafından tatbiki tavsiye olunan ve bizce de hizmet-i mecburiye askeriyeden ziyade bi-hakkın devşirme usulü olmak üzere telakki edilen ahz-ı asker kanununun İngiltere’de müspet neticeler veremeyeceğini daha o zamanda müdekkikane şerh edilmesidir. İngiltere ezeli düşmanımızdır. Toplayabileceği iki milyonu istisgar etmek fikriyle bu satırları yazmamak. Bugün Almanya’yı cihana karşı galip durduran nokta her ihtimalin hesap edilmesi, en ufak hesaba icraatta en büyük ehemmiyet atıf olunmasıdır.

     Edibayı şarktan birinin bilmünasebe ihtarı veçhe ile azimet icraatta tarihte ibka-yı nam eden ekâbirin hasise-i mütemayizi, nazar yanda en ufak bir işe en büyük bir mahiyet vermek icraatta en işi en ufak bir meşgale telakki eylemektir. Birincisi hazım ve ihtiyat ve ihatayı mesele, ikincisi istihkar-ı hayat ve istisgar mahallin suretinde kabil-i tefsirdir. Bu sebeptendir ki iki milyon askeri ne bu hasâisi idrak ve tatbikte fiilen muvaffak olan ve efrada da teşmili için nice büyük misal gösteren ittifak murabba erkânı az görür, ne de hesab-ı maddi kabil-i inkârdır. Fakat ortada yine bu derece bariz bir hakikat vardır ki o da yine beklenilen neticenin elde edilememesi, beyhude kan dökülmesidir. Pek bariz bir hakikattir. Her fert asker olsa bile, her asker bir günde yetişemez. İngiltere’nin hatta asırlardan beri sadık kaldığı ananat-ı içtimaiye göz önüne getirilince orada bin türlü emekler ile yetişebilecek askerin kıymeti derhal anlaşılır. Hususiyle teşkilat-ı askeriye itibariyle o memleket bugün bir hiçten ibarettir. İngiltere’nin sadık kaldığı o ananat içtimaiye ise iptidasındaki sukutu büsbütün kayıp ederek bugün her İngiliz’i mütehakkim, mütehekkim, yalnız nefsine hadim, bu suretle maddi ve manevi salabetini çoktan kayıp etmiş bir fert cemiyet haline ifrağ etmiştir.

     Japon müdekkiki eser-i nefisinde İngiltere’nin sukut ve inhitatını birkaç sebebe atıf ediyor.

     1 – Şehir hayatının köy hayatına tercihi ve bunun sıhhate ve itikada mahallin tesiri.

     2 – Yirminci asırda İngilizlerin gittikçe deniz hayatını terk etmelerini ve ancak iade-i sıhhat için denize çıkmaları.

     Müellifin buradaki ihtarları kendilerini hala ebhâr-ı cihana hâkim olarak iddia eden İngilizler için ne acı bir ihtardır.

     Müellif diyor ki;

     Kendilerini hala deniz mahlûkları diyen İngilizler yirminci asır ilerledikçe deniz hayatına rağbet etmez oldular. Şarklı ve Avrupalı ecnebi gemiciler ile dolu büyük posta vapurları her sene sıhhat derdine düşmüş birçok hasta İngiliz zenginlerini deniz aşırı nakil ediyor. . . . Biliyoruz ki davet vukua geldiği vakit ve düşman Avrupa ile yüz yüze geldikleri vakit harp gemilerini donatmak için lüzumu kadar bahriye ihtiyatı bulamadılar. Kezalik biliyoruz ki taifeleri ecnebi olan zahire gemilerinde isyan zuhur etti. . . . .yine biliyoruz ki inhitatın son safhalarında gerek donanmanın, gerek ticaret gemilerinin eksiklerini ale-l-acele Londra polisleriyle ve sivil makinistler ile doldurdular. Bilmem bizim tarafımızdan bu yazılara bir şey ilavesine lüzum var mı?

     3 – Nezakete ve hıfz-ı nefse iptila

     [Memlekette görürüz ki bendegânına azim meblağlar saçıp döken mamafih mirasyediliğin ancak cemiyet menfaatine sarf olunduğu halde meşru ve makbul olacağını idrak edemeyen mesuliyetsiz sermayedarlar gittikçe çoğalmaktadır.]

     Doha geçen gün Times gazetesi o zengin İngiltere’ye iktisada rağbeti tavsiye ederken birkaç sene evvel her şeyi pek güzel gören Japon müdekkikinin şu ihtarı ne kadar şayan-ı ibrettir:

     “Uçurumun kenarına yaklaşırken geçinmek masrafı pek çok ziyadeleşiyor. Halkın zarureti meselesi gittikçe vahamet kesb ediyor.”

     Yıpratma usulüyle ittifak murabba mahv etmek isteyen İngiltere’nin zımâm-dârân umuru hiç düşünmüyorlar ki orası bir memleket sanaattır. Ruhu ise ihracattır.

     4 – Zevk-i edebinin zevali.

     5 – İngilizlerin bedenlerinin ve sıhhatlerinin tedrici inhitatı.

     Şurada İngiltere’de devşirme usulüyle asker toplanırken Japon müdekkikinin birkaç satırını Türk karisine ithaf ediyorum. “yirminci asır bidayetlerinde İngilizlerin cenubi Afrika’da hezimeti bertaraf etmelerine hizmet eden tüfek kendilerine pek ağır geldiğinden bahis ve şikâyet edilmesi üzerine onun yerine daha hafif bir tüfek ikame olundu. Bizim piyademize gayri müşabih olarak İngiliz piyadesi kendi çantasını ve kaputunu pek nadir taşımağa muktedir olur. Sulh zamanında yol üzerindeki yürüyüşlerde ayrılıp geriye kalan yahut merhametli zabitleri tarafından silahları alınıp yükleri tahfif edilen efradın adedi göze çarpacak derecede idi. Gözüyle gören birinin rivayete göre bir yoklama esnasında vazifeleri uzunca bir müddet hazır ol vaziyetinde durmaktan ibaret olan hassa alayından on iki kişi olduğu yere düşmüştür. Aynı zamanda hizmet-i askeriye için miyar ad edilen zannıyla sadr mesahası tenzil edilmiş ve bununla beraber müracaat edenlerden binlerce halk ifrat derecede cigara içmekten ve umumiyetle gayri sıhhi hayat sürmekten hizmet-i askeriyenin yorgunluklarına gayri mütehammil diye ret olunmuştur.

     Geçenlerde Tanin gazetesi bir başmakalesinde İngiltere’deki tenakus nüfus bilâ-sene dair şayan-ı dikkat bazı erkamı enzarı ibrete vaz etmiş idi. Bu sırada Japon müdekkikinin şu sözlerini hem de sevinçle okumayalım mı?

    1904 Senesinde İngiltere’de halkın kuvvetçe inhitatına dair bir layiha neşir edildi. Kalplere yas veren bu layihanın bahis ettiği maddeler arasında izdiham, gayri sıhhi ahval-i hayatiye, sui idare altında fabrikalar, bilhassa kadın amele ve müstahdemiyenin terlemesi, etfalde ve fiyat, pis süt, ispirto ve tütüne fevkalade iptilanın seyyieti, su, tagdiyye, hiddetin tezayüdü gibi maddeler vardı.

     Burada bütün milletin düşüneceği bir madde vardır ki, Türkiye’de “taklit-i sarf” seyyiesinin bir milleti yalnız marifetçe tedenni mehaza değil, inhitat-i külliye uğratacağı bedihisinin tekrarıdır. Erbab-ı tefekkür çok söylediler. Tanzimatçılık iflas etti. Ruh-i terakki, ruh-i milliye riayetle olur. Fakat tahzir fert için söyleyelim. Aramızda bilâ kayıt taklit aleti henüz seyrini ikmal edememiştir. Bazı ananat takdir ve taklit vardır ki, fen, tecrübenin, zamanın hakayık katisi karşısında zail olmak muntazırdır. Faraza bir her nedense İngilizleri koy albeniye, hıfz-ı sıhhate rağbetkâr bir millet tanırız. Futbol, hokey gibi idmanatı da onlara hasr ederiz. Hakikat hal ise külliyen bunun aksinedir. Hatta Japon müellifi bile bu idmanlar ile bowling gibi iyi bir oyunu İngilizlerin artık unuttuklarını söyleyerek diyor ki;

     Hâlbuki İngilizler bir taraftan bu oyunu kendileri oynamaktan vaz geçiyorlar. Bir taraftan biz oyuncu milletiz diye öğünmekte ısrar ediyorlardı. Zaten İngiliz ruhu buna tefâhür değil midir? Yine sözü Japon muharririne bırakalım: bu zat esbab-ı inhitatı tetkik ederek diyor ki;

     6 – İngilizlerde hayat-ı akliye ve diniyenin inhitatı [burada biz ihtar edelim ki askerliğin ruhu imandır. İmansız bir ordu şuursuz bir kitledir. Enver Paşa Müslüman ordusunun başına geçer geçmez Balkan faciasının ruh ulviyetinde bıraktığı acı yaralar ile temas muvaffakiyeti âleme ilan etti.

     Orduda iman.]

     7 – ziyade vergi ve israfat-ı belediye;

     İktisaden Almanya yı mahv etmeğe uğraşan İngiltere’nin iki manasıyla da kör olan zimâm-dârânı rakamın hakikat katiyesi, âlemin, delalet-i müberhenesi karşısında yine inatçılıktan vaz geçmeyerek avamil sukutu elleriyle ihzar ediyorlar. Vakti sulhta bile İngiltere’yi uçurumun kenarına sürükleyen bir hakikat, her gün milyonlar sarf eden İngiltere’yi bir dakika olsun tefekküre saik olmaz mı?

     8 – İngilizlerin kendilerini ve memleketlerini müdafaadan aciz olmaları: Japon muharriri – yukarıda işaret ettiğimiz veçhe ile – Romalıların esbab-ı sukut ve inhitatını tetkik etmiş olan müverrih meşhur Edward Gibbon’dan mülhem olmuştur, onun için diyor ki:

     İngilizlerin inkıraza karşı durmak vazifeleri Romalıların bu vazifelerinden daha ziyade güç ve ağır idi. Evvela Romalıların karşılarında ekseriyetle maharetsiz barbarlar bulunduğu halde İngilizler Avrupa’nın medeni ordularına mukavemet etmek mecburiyetinde idiler. Saniyen Roma imparatorluğu Asya’yı sagar eden Britanya’da karnavala kadar mümted oldukça yekpare iken İngilizlerin müstemlekeleri ve himaye-gerdeleri denizler aşırı ve gayet dağınıktır. Mamafih ne kadar sevilmiş ve dinlemiş olursa olsunlar İngilizler memleketlerinin ne kadar vasi ve ne kadar suhuletle taarruz olunabilir olduğunu hiçbir vakit hakkıyla anlayamadılar. İngiltere imparatorluğunu o halinde muhafaza ve bütün âleme neşr-i adalet etmek lazım ise her bir İngiliz’in uhdesine ne gibi bir vazife düşeceğini de hakkıyla anlayamadılar.

     Ailesini muhafaza edemeyen hasta gibi ücretli askerler ile yerlilere itimat ettiler. Ve bunların işe yaramadığını ansızın anladıkları vakit taaccüb ettiler.

     . . . . İmparatorluğun bir küçük parçasını müdafaa için ne kadar çok askere ihtiyaç olduğunu onlara göstermiş idi. Lakin görünüşe göre onlar zan ettiler ki muhtaç oldukları şey ancak donanmadır.

     İngiltere bu gün de iki üç milyon askerden bahis ederken adedin hiçbir şey temin edemeyeceğini yine Japon muharririyle bir daha ispat etsek yeri vardır.

     . . . . Kezalik anlamaları lazım gelir idi ki taifesi ecnebi olan zahire gemileri. İngiltere’ye hariçten erzak nakil edecek en iyi vasıta olamaz. Kezalik düşünmeleri lazım gelir idi ki donanmaları pek ağır yük altında kalacağından dolayı malum bahriye zabiti, neferi olarak külli miktarda bir ihtiyat kuvvetine muhtaç olacaktır. Kezalik bilmeleri lazım gelir idi ki, bizzat Londra’dan maada Afrika, Mısır, Hindistan’ı hal-i harp zuhurunda iyice müdafaa için ücretli asker ile yerli efrada ihtiyat olmak üzere birkaç milyon muallim ve muntazam silah askerine lüzum vardır.

     Bunların hepsinden mühim olmak üzere şüphesiz bilmeleri lazım gelir idi ki sulh zamanında vakit geçirmek için kâğıt oynamış değil harp etmesini öğrenmiş azim miktarda ihtiyat zabiti lazımdır.

     İşte hakikat! Bu hakikate bizim tarafımızdan ilave olunacak söz yoktur. Yalnız, şurada tabiatıyla bir sual varid-i hatır oluyor ki, ona cevap vermek lazım geliyor; İngiltere bu acı hakikati herkesten iyi bildiği halde ne için çabalıyor?

     Bu suale verilecek cevap şudur ki;

Avusturya – Macar donanması Dırac limanını topa tutarken: ilk sıradaki sefine-i harbiye iki hafta evvelki icmalimizde Dırac önlerinde sâbih torpido çarparak gark olduğu bildirilen Lika torpido muhribidir.

   – İngiliz inatçılığı! İki milyon kişi daha toplanacak bir taraftan Rusya tazyik olunarak o sürüler, ittifak murabbaının teşkil ettiği seda hinine çarpacak, garp cephesinde yine neticesiz bir hücum olacak daha evvel, Selanik mıntıkası kana boyanacak. Sebebi İngiltere. .

     Moskofa el uzatarak, Hindistan’dan Arabistan dâhil olduğu halde Mısır, Sudan ve oradan Afrika’nın en mühim kısmını istila ve bu suretle Almanya’yı imha politikası harb-i umumiye sebep oldu. Elcezîre konferansına müntehi olan vaka esnasında İngiltere’nin sulh perverane hareketi vakit münasebe intizar fikrinden ileri gelmiş idi. Belki geçen sene harbi istemiyordu. Moskof çabuk ileriye atıldı. Sebebi yine İngilizler.

     Bu gün de yine melun İngilizler için kan akıyor.

     Hüseyin Hazım      

MARAZİ AŞK

     Aşkı nasıl tarif etmeli? İnsanlar düşünmeğe başladı başlayalı, aşkı birer suretle tarif eden mütefekkirler gelmiş, şairler de aşkı terennüm etmişler, hikâyeler de aşkı mevzu edinmişler.

     Aşksız hayat, güneşsiz, harâretsiz bir hayat olmuş. Gönlünde aşkın heyecanlarını duymamış olanlar, merhamet nazariyle görülmüş, şairler, en yüksek ilhamlarını aşka medyun olmuşlar. En dâhiyane güfteler aşktan doğmuş.

     Aşk kahramanları, vatan fedailerinden yukarı tutulmuş, onların felaketlerine sıcak gözyaşları dökülmüş; saadetlerine yürekten iştirak edilmiş.

     Aşk nedir? Bunu herkes kendi duygusuna göre tarif etmiş. Kendi âlemlerine göre eklemiş. Kendi saadetlerine göre onu adeta teellüh eylemiş.

     Aşk, o kadar delilikler yaptırmış ve yaptırıyor ki bazı fen adamları onu “aşk marazi” diye şifa bulmaz bir hastalık telakki eylemişler.

Sırp ordusunun münâzır facia-i inhizâm ve ric’atından.

     Aşk hayatta bu kadar mühim bir mevki tuttuğu halde terbiye sahasında ondan bahis etmek bile hatıra gelmemiş; Hatıra gelmiş ise bile bahse cesaret edilememiş, herkesin o kadar şiddetle taziz ettiği aşk, öyle tuhaf bir mevkide tutulmuş ki gençlerden mümkün olduğu kadar saklanmasına itina olunmuş.

     Leyla ile Mecnunlar, Tahir ile Zühreler, âşık Keremleriyle yetişmiş olan halkımız, ne gariptir ki, aşkı gençler ve hususiyle kız ve kadınlar için bir ayıp telakki etmeğe başlamış. Bununla beraber aşk yüzünden felakete uğramış, aşk yüzünden verem olmuş kimseler az değildir. Bu memnu meyveden tatmak, çok kimseye nasip olmuş.

     Fakat <aşk nedir?> işte bunu olduğu gibi anlamak isteyen, muhitlerinin tesirlerine tabi olmaksızın, sırf ilmi bir surette tetkike çalışanlar az bulunmuş. Aşkı sırf hayvani bir şehvetin tahrik ettiği bir heyecan zan edenler olmuş, yemek ve içmek gibi insanlar için hayati bir ihtiyaç ad edenler bulunmuş. Ondan ahlakî kıymetleri nez’ etmiş. Erkek ve dişinin birbirine tabii bir incizâbı, bütün zi hayattaki çiftleşmek, nesli idame etmek selikasının bir tecellisi.   İşte aşk budur.

     Şairler terennüm etsinler, feylesoflar ne söylerlerse söylesinler, aşkın hayatta pek mühim bir vazifesi vardır. Ve bu vazife ahlakı zabıtalara muhtaçtır.

     Aşk, marazi almadıkça ondan serbestçe bahis etmek, onu cemiyetin ahlaki bir nazımı olarak tetkik eylemek, ona yanaşmaktan korkmamak lazımdır.

     Bu halde aşk, terbiyede de büyük bir yer tutar. Fakat hangi terbiyecidir ki halkın yüzlerce asırlık batıl akidelerine rağmen ondan bahis edebilsin? Böyle bir cesareti kim gösterebilir ki daha ilk sözünde onu taşlarlar ve hatta öldürürler.

     Onun için ben aşkın marazi kısmına şöyle bir dokunacak ve vaki tedbirlerin ne olabileceğini araştırmağa çalışacağım. Hastalığa tutulduktan sonra, eşfiyesine himmet etmek elbette lazımdır. Fakat en birinci vazife hastalığa tutulmamaktır. Bu gün tababet eşfa kadar ve belki daha ziyade vakaye ye himmet hasr ediyor. Hastalığa tutulmamanın yollarını göstermek tabibin en birinci vazifesidir. Bunun için hastalığı ve tevlid edeceği zararları açık açık göstermek, sonra da buna tutulmamanın çarelerini öğretmek lazımdır.

     İşte marazi aşkta böyle teşrih edilecek, ondan tevakki çareleri gösterilecek içtimai bir hastalıktır.

     Bir kimse görürsünüz ki evlenmiş, nur topu gibi birkaç çocuğa malikiyetle mesut bulunmuştur. Bir gün gönlünü başka bir kadına kaptırmış, evini barkını erkeksiz, çocuklarını gözü yaşlı yetimler gibi, babasız bırakmış, gitmiş. Gözünde dil-dadesinin hayalinden, gönlünde onun ve visali emelinden başka bir şey yok. Bu aşk mı?

     Hayatta insanın bir kadınla beraber bulunmaktan çok mütealli vazifeleri var. Hâlbuki en dahi şairler, bu marazi aşkı terennüm ederler. Hikâyeler, romanlar size memnu aşklardan, sukutlardan dem vururlar. Onların kahramanları, içtimaı vazifelerini ihmal ederler. Aşkları her türlü ahlaktan yoksundur.

   Acaba ulvi heyecanlar, yalnız böyle nefsini haz ve elemlere kaptırmakta mı vardır? Birinin kolları arasında hazzın şedid bir sevkiyle titremek, baygın ve her şeyi unutturan birkaç dakika geçirmek, saatlerce, günlerce düşünülecek, yürek tüketilecek, aile, servet ve hayat feda edilecek kadar kıymetli bir şey midir? Bu nefsi hazzın bir kadeh rakıdan, bir tutam afyondan, bir nefes sigaradan alınan haz ile manevi farkı nedir?

     Hayat için rakı, afyon, cıgara şüphesiz muzırdır. Fakat iki cinsin bir birinden bulmağa çalıştığı haz, bence daha çok muzırdır. Tabiat bu haz için bir derece koymuş. Cemiyet ona hudutlar tayin etmiş. Bu dereceyi ve bu hududu geçen hazlar, marazi bir aşkın ihtilaçlarından başka bir şey değildir.

     Gözleri dönmüş, ağzından salyalar akan bir asabi hastanın buhranı acıma ve tiksinme hissi verir. Hazzın böyle buhranlarını araştıran âşıklar, acınacak hastalardır. Onların fazilet namına tedavi edilmesi lazım gelir. Bunun böyle olduğunu his edenler, gençleri roman okumaktan tahzir eylemişlerdir. Şüphesiz pekiyi etmişlerdir. Fakat daima ana ve babanın müsamaha nazarları, kitapçı dükkânlarında yayılan hikâye ve romanların çocukları tarafından okunulduğunu görmek istemiyor. Bizde çocuklara ve genç kızlara mahsus bir edebiyatın yokluğu, marazi âşıkları fena bir üslupla pek fena teşrih eden ve iştiha verici bir resimle müzeyyen kaplarıyla on paraya kadar satılan o menfur kitapların, çocuklarımızla kızlarımız tarafından merak ve iştiyakla okunmasına sebep oluyor.

     Bunu men etmek kabil mi? Bir dereceye kadar. Zabıta-yı ahlakiyenin en mühim vazifelerinden bir bu olmalıdır. Lakın yalnız men tedbirleri, hiçbir şeyi ıslaha kâfi değildir. Hayati bir ihtiyaç müspet bir tatmine nail olmazsa, menfi bir tatmine koşar.

     Milleti yüksek bir ahlak ile terbiyeye çalışacak cemiyetler ister. Bunlar kitapları ve mevazalarıyla çok hizmet görürler. Aynı zamanda mekteplerde verilecek terbiyenin tanzimine tesirleri olur. Muzır kitapların intişarını mene ait makul tedbirleri hükümete telkin ederler.

     Bu cemiyetleri teşkil edecek olan ilim adamları münferit terbiye ile muhtelit terbiyeyi tetkik ederler. Muhtelit terbiyenin şeriata, örf ve âdete giran gelmeyecek bir surette temini çarelerini ararlar.

     Milletimizin sinirleri hasta fertlerden terekküb etmesini istemediğimiz için biz de cemaat mefkûremize göre umumi bir terbiyenin esasları kurulmasını isteriz. Etrafımıza baktığımız vakit ya tamamıyla bahi veya tamamıyla marazi âşıkların kurbanlarını artmakta görüyoruz. Buna çare bulmalıyız. Şairlerimiz, salim aşkı terennüm etmeli, hikâyecilerimiz salim âşıkların saadetlerini tasvir eylemeli, temaşalarımız böyle mesut hayatları temsil etmeli. Çünkü bunların hepsi milli terbiyede müessirdirler. Şairleri, muharrirleri muhitleri doğurur. Onlar ilhamlarını kendilerine muhit olan cemiyetlerden alırlar. Fakat onların da yazılarıyla cemiyetin maneviyatı üzerinde müessir olduğunu unutmamak lazımdır.

     Ana ve baba, çocuklarını yalnız kendileri için büyütmek isteyen hodbinlerden olsalar bile, onların yalnız bedeni sıhhatine değil, ahlaki sıhhatine de büyük bir ehemmiyet vermelidirler.

     9 Kanun-i Sânî 1331

     Hazım Nami

KAÇTIKLARI GÜN

     Vapurları, boğazın mai haclesinde donanmış bir gelin gibi dolaşıyorlar gördüm. Direklerinde her renkten bayraklar, kâm almış emellerin mesut heyecanıyla çırpınıyorlardı. Öğrendim ki dün Çanakkale’de bizim harika ve mucizelerden doğan kati zaferimiz onların zillet ve inhizam ordularını teşyii etmişti. Onlar kaçmışlar, kaçmışlardı.

     Güya deniz bütün fushatını, mailiğiyle ruhuma dolmuştu. Önümde yeni bir ufuk, yıldızlar, hilaller, altın âlemler kaynaşan kırmızı bir alem açılmıştı. Osmancığın bayrağını denizler, semalar, topraklar, bütün mahitatla aguş bâ-aguş görüyordum.

     Ordu, asker! Bu gün senindi, bu zafer çırpınan bayraklar, içine heyecanlar sığmayan kalıblar, son mağdur ecdadın intikamı alındığı günü şâdân ağlayan kadınlar, ihtiyarlar, onların sürmedi bahtiyarlığı, hepsi senindi, hepsi sendendi.

     Yirmi asır kuvveti ve silah tahrip namına ne varsa almış, gelmiş hepsini senin azimli başın üstünde patlattı. Dalacak, taşacak kahredecek ne bildi ise hepsini senin kalene, göğsünün kalesine tevcih etti. Üzerinde cehennemler patladı. Yerlerden kayalar fışkırdı, ellerin ezeli bir his ile rahmet dilemek için açıldığı semalardan bile ölümler, oklar yağdı. Sen yine orada, elinde süngün, göğsünde dönmez imanınla yine orada idin. Halife ve hakanının kapısında semayı asumana sığmayan muazzam bir musiki, bir beste-i kıyametle kanlı bir hâile oynanıyordu. Ve sen bu kızıl ve mavi sahneyi siperlerinden cevheri sana mahsus siyah ve süzgün gözlerinin lakayt gibi, hissiz gibi, donmuş gibi duran mütevekkil gururuyla sakin ve fütursuz temaşa ediyorduk. Asırların cehennemi dehalarıyla buldukları bu kahr ve tahrip vasıtaları, bu zırhta, çelikte, betonda, toprakta muvaffakıyet veren ateşler senin çürümemiş sinirlerinde, zehirlenmemiş kalbinde, senelerdir memleketin başı üzerinde döndürdükleri desise ve cenabet siyasetleriyle ser-nigün edemedikleri ırkının azimli, imanlı göğsünde soğudu ve seni yakmadı, sarsamadı. Kanlar döktük ki ne kadar guruplar boyar, bütün tepelere kandan birer puşide giderdik. Güya cenk ederken birer kızıl kâ’be şeklinde zaferinin abidelerini kendin kuruyordun.

     Bir gün geldi sen de o cehennem hazinenin yolunu, tılsımını bulmuştun. Şimdi senin de düşmanlara yağdıracak volkanların, yıldırımların vardı. Sen de muazzam, haşr-engiz bir musiki besteliyor, bir hâile hazırlıyorduk. Fakat onlar beklemediler, bekleyemezdiler. Kaçtılar, bayraklarında medeniyet ve namus insaniyeti taşıdıklarını iddia eden düşmanlar ayaklarının altında bayraklarını, namus ve şereflerini, ölülerini bırakarak kaçtılar. Korkak hırsızlar, caniler gibi kaçtılar.

     Dün istihfaf ettikleri Türklerin, Plevne’de, Yanya’da, Edirne’de, İşkodra’da – heyhat – kılıcı düştüğü vakit şerefine abideler yükselmişti. Onlar gurur ve kuvvetlerinin diz çöktüğü yerde şereflerinin mezarını kazdılar. O kadar tantana ve alayışla başladıkları bu şeref ve haysiyet işinden bir sis gibi sessiz sıyrıldık sandılar. Onlara da mağlup olmadı, oldu diyeydiler ne olurdu?

     Onlar kaçtılar, yalnız bu şereften kaçtılar. Fakat asker sen aynı azim ve iman ile bu zaferden bir kat daha bilenmiş, kılağılanmış kininle bugün ve yarın her sahada onların daima ya karşısında veya arkasındasın.

     Akşam, al bir şefkatle şehr-âyine başlamıştı. Bu al şefkatin ufkunda ebediyetlere tahakküm eden vakar ve heybetiyle kubbeler lahuti heyûlâlarını dizmişler, minareler, narin ve ser-efraz, renkli bulutların müphemiyetleri içinden Çanakkale’nin şanlar, hatıralar, efsaneler kaynaşan ufuklarını gözlüyorlardı. Bu akşam gönüllerde Mısırları ruhlandıran camiler daha mütehakkim bir benlikle azimet-gizin edilir. Minarelerin daha uzakları, o ufuklardan doğan yeni atileri görmek istiyorlar gibi kebir uzanışları, yükselişleri vardı.

Hecin süvari taburu Medine-i Münevvere’de ahali-i belde tarafından istikbal edilirlerken.  

     Her gece Haliç’in esrarlı esrarlı kıvranan pembe, erguvani, mor sularıyla kucaklaşmış, elemlerini, düşüncelerini, sakin ve hülyadar hayatlarını baş başa vererek rüya ve hayalden bir sis altında esmer izdihamını örtmüş uyuyan İstanbul bu akışan ziyalar, neşeler teraneler içinde şehr-âyin yapıyordu. Her taraftan davullar ferahlı veluleler ile inliyor, büyük şehrin kalıbı davullarla hem darbân döğünüyordu. Minareler yanmıştı. Halife ve hakanın muzafferiyet şehr-âyine dalmış payitahtı üzerine semalardan elmas çelenkler yağıyor, gurupların al hadikalarından toplanmış demetler atılıyor sanmıştım. Ve kendi kendime minareler yerdeki donanmayı gönüllere sirayet ettirdiler diyordum. Fakat sonra büyük, dalgalı bir bulut altında kandillerde gizli bir hüzün, düşündürücü bir mana sezdim. Kandiller şehr-âyinin nurdan kahkahalarıyla gülmüyorlar, ziyadan demet demet çiçekler gibi saçılmıyorlardı. Kandiller bu geceyi saran neşât ve servere gözyaşlarını içeren müezzin matemimizdeler. Analar, babalar, sevgililer, yetimlerin gönüllerine benziyordu. Nasıl onlarda, bu günkü zaferle duydukları server içinde bir elemin ateşi yanarsa, nasıl onların gözlerinin nebeânında gam ve hicran beraber akıyorsa bu kandiller den birer kürre gibi ateş damlaları döküyorlardı. Evet, kandiller çiçeklerdi. Üzerlerinde birer gözyaşından jale ile. Minareler bu çiçeklerden ördükleri çelenkleri Çanakkale şehitlerinin arş-ı güzîn ruhlarına uzatıyorlar ve o büyük, dalgalı buluttan serpilen katreler bu çelenkleri aşağıda ağlayan mukaddes hüsrânlar namına şeb-nemliyorlardı.

     Rubanı Fehmi

Katil Sırbistan’ın ceza-yı sezasını gören askerleri esira karargâhlarına giderken.

 

AMERİKA TARİHİNDE İNGİLİZLER

     [Garip bir cilve karşısında bulunuyoruz. Harb-i hazırın en mühim müsebbiplerinden biri olarak tarihte siyeh nasiye olarak kalacak olan İngilizlerin Amerika tarihinde cidden nazar-ı ibretle görülecek mezalim ve menakib istibdadı vardır. Vakıf olanlar pek âlâ bilirler ki; Amerika’yı şimali bir İngiliz müsta’miresinin isyanıyla vücut bulmuş bir mevlûd siyasidir. İşte o asi müsta’mere bugün sanki senelerin burayı ihtifasında kalmış olan mezalimj unutarak eski matbualarına tarafgirliğe çalışıyor.]
Fransızcadan:

     İngiltere’de hüküm etmekte olan Stuart Hanedanının manasız taassuplarından kaçan binlerce Protestan aileler Amerika’yı şimaliye ye hicret etmekte idiler ki bunların adedi bir asır kadar zamanda Amerika’da on üç müstemleke teşkil edecek kemiyete varmıştı.

     Tıpkı İngiltere’de olduğu gibi kontluklara münkesım olan bu on üç hükümet tebaa 1760 tarihine doğru İngiltere mamulatına bir mahreç mühim teşkil etmekte idi.

     İngiltere hükümeti ibhar-ı muhita ile ayrı olduğu bu malikânesinin bütün inhisar-ı ticaretine malik ve seyr-ü sefain hususu müstakilen kendine ait olduğu gibi emvali eşhastan aldığı vergilerin miktarı da hükümet için pek mühim bir menbağ-ı varidat oluyordu.

     Amerika ahalisi varidatının bir lirasından 18 pens (9 kuruş kadar) alıyor, sanayi ve iştigalat ehlinden de beher lira için 12 buçuk kuruş kadar bir para tahsil ediyordu. Bu suretle Amerika, İngiltere’nin çiftliği mahiyetini almış İngilizlerin hırs ve tama’-ı onları çıkmaz yola saptırarak işin kusvâsına vardırmış ve nihayet Amerika’da adem-i itaat emareleri baş göstermişti. Her türlü uhûd ve mukavelattan damga resmi istifasına karar verilince bütün Amerika müstemlekesi murahhasları New-York’ta içtima ile 1765 damga kanununu kabul etmediklerini ve buna karşı vasıta-yı tahdidiye olarak İngiliz emtiasına boykot edeceklerini bildirdiler.

     İngiltere bunun üzerine bu vergiden vaz geçtiyse de üç sene sonra merkezden Amerika’ya gelen cam, kâğıt, deri, boya ve çaydan bilvasıta bir vergi ahzını arzu eyledi. Fakat aynı mukavemete maruz kaldı. Bu defa Amerika sermayedarları içtima ile İngiliz emtiasının ithaline mümânaat için fabrikalar yapmağa karar verdiler ve Amerika sanayiinin temeli bu suretle atılmış oldu.

     İngiltere yine tereddüt etti. Ve çay vergisinden maadasını lâğv eylediyse de bunun üzerinde ısrar ederek, merkezin vergi tarhında salahiyet ve hâkimiyeti olduğunu beyan ve bunun kuvvei teyidiyesi olmak üzere Amerika umur adliyesini kendi yeddine alarak bir taraftan vergi tarh edip diğer taraftan bu hususta şikâyetçileri dinlemeyerek, zaten parlamentoda azası bulunmayan Amerika’yı büsbütün esir gibi kullanmak istediğini ifhâm eyledi. İşte Amerika’yı şimalinin istikbalini intaç eden isyan-ı meşhur bu meselenin tesiriyle hadis olmuştur.   İngiltere bu isyanı bastırmak için Avrupa’da ne kadar ipten kazıktan kurtulmuş, katil, cani, hırsız varsa onları para ile toplayıp Amerika’ya sevk ediyor ve oradaki tebaasını böyle haydutlara kırdırıyordu. Prensler, âmiller, hâkimler zir idarelerinde olan birçok halkı bu uğurda aylıkla gönderiyorlar. Fakat Amerika’da kalan her reis insan için muayyen ve mühimce bir para vermesini kararlaştırdıklarından bunlardan hiç birinin salimen avdetini de istemiyorlardı. Bu hal o kadar nefretengiz bir şekle girdi ki; Değil Avrupa’nın muhtelif mahafil medeniyesinde hatta İngiltere parlamentosunda “Lord Chatham William Pitt” – din ve namus, cins ve nevi bakmayarak bir alay haydudu ve eşkıyayı Amerika’da zayıf ve bi-silah kimselerin kanlarını içmek üzere gönderiyoruz. Bunlar bizim refik müttefikimiz oluyor. Esef, esef, İngiliz silahı üzerine öyle bir leke düştü ki bütün Bahr-i Muhit suları ile temizlenemez. – diyor, bu halden o bile feryat ediyordu.

     Vahşet bu kadarla da kalmıyor, asi Amerika ahalisi üzerine Amerika’nın yerli vahşileri sevk olunarak her Amerikalı kellesi için muayyen paralar veriliyordu. O tarihte Yüzbaşı “Captain Crawford” isminde bir zabitin yazmış olduğu mektubun şu nakil edeceğimiz parçası ve vahşetin en fasih tercümanıdır:

Toros dağlarındaki nakliyat-ı askeriyemizden bir safha.
     – Buradaki vahşi reisin ibrâm ve ısrarı üzerine zat-ı alilerine sekiz denk kesilmiş ve tahnit edilmiş Amerikalı kellesi gönderiyorum. Bu cesur ve namuskâr adamların mesaisini maddeten mükâfatlarla takdir etmek lütfunu deruğ etmezseniz –

     İngilizler bu harpte ellerine geçen Amerikalı kumandanlara da insaniyetle hiç münasebeti olmayacak muamelelerde bulunmuşlardır. Mercer ismindeki Amerika generali belki yirmi defa yaralandıktan sonra teslim-i silah etmiş, İngiliz silahını tetviçe çalışan efradı bu kahraman kumandanı zabitlerinin çadırı ve gözü önünde tüfek dipçiğiyle öldürmüşlerdir.

     İzandan ismindeki Amerikalı miralay da teslim olduktan sonra bilâ-muhakeme kurşuna dizilmiş ve erkânı ve ümera için olduğu kadar da efrat için en hafif ceza bu olmuştur.

Kudüs-ü şerifte ahiren inşa edilen bir mektep.

     Mamafih şayan-ı teşekkürdür ki: Amerika’da bulunan Kuvayı asiye İngiliz kuvvetlerini ekseri yerlerde mağlup ve münhezim ederek arz edilen bu cellatlıklara meydan vermemeğe muktedir oluyor ve bu suretle meseleyi isyan artık bir meseleyi istiklal haline gelmek istidadını gösteriyordu.

     Nihayet Washington gibi mert ve çelik yürekli adamların gayretiyle Amerika istiklali bir emr-i vaki olmak ve İngiltere böyle güzel ve mahsuldar kıtanın ziyaı tesiriyle müteellim ve hem de bir müstemleke halk pejmürdesine mağlubiyet gibi bir şeyin ağırlığı altında müteessir olup kalmıştır.

     1782 tarihinde Amerika istiklali meselesi görüşülürken, İngiltere parlamentosu azasından birisi şöyle diyordu:

     – Bu harpte sarf edildiği bildirilen bu 100 milyon lira ile ne yapıldığını araştırdım. Gördüm ki; Bu para yüz bin kişinin itlafı ve büyük bir kıtayı arazimizin terki için feda edilmiştir.

     Evet, öyle olmuş ve İngiltere Amerika tarihinde şu tafsilatını telhis etmeğe çalıştığımız lekeli harekâtıyla ilelebet ellerini kirletmiştir.

     M.C.

İcmal

Bir haftalık vakayı berriyye ve bahriyye

* * *

     Garp cephesinde: Geçen hafta, garp dar-ül-harbinde münferit fakat şedid siper ve lağım muharebeleri ve müsâdemat-ı havaiye vukua gelmiş. Harekât mühimme-i harbiye cereyan etmemiştir. Fransızlar Lens şehrini ağır toplarıyla bombardıman etmekte ve bilhassa şehrin kilisesini hedef ittihaz eylemektedirler. Kiliselere bir iki Alman mermisi isabet ettiği zaman, almanlar asar-ı nefise-i atikayı tahrip ediyorlar, diye kıyametleri koparan Fransızlar şimdi kendi ateşleriyle kendi kıymetli kiliselerini yıkmaktan hiç çekinmiyorlar. Demek ki neticede muzaffer olmak için ne müze, ne kilise, ne de saray düşünülürmüş.

     Garp cephesinde geçen hafta havaların ekseriyetle açık olması hasebiyle tarafeyn topçuları pek ziyade ibraz-ı faaliyet ettikleri gibi tayyarecileri de epey işler görmüşlerdir. Bu meyanda 18 Kanun-ı Sanide Flander’de vukua gelen bir muharebe-i havaiyede, Almanlar tarafından iki İngiliz tayyaresi ıskat edilmiş ayrıca bir Fransız tayyaresi daha düşürülmüştür. 19 Kanun-ı Sani gecesi bir Fransız tayyare filosu Miç şehrine bombalar atmıştır. Bu sırada da bir Fransız tayyaresi daha sukut eylemiştir. 20 Kanun-ı Sanide iki mitralyözle mücehhez bir İngiliz harp tayyaresi, bir Alman tayyaresi tarafından ıskat edildiği gibi İrer nehri üzerinde Alman tayyare topları ile bir İngiliz tayyaresi daha tahrip olunmuştur. Aynı gecede Alman tayyareleri Nancy şehrindeki müessesat-ı askeriyeye bombalar atmışlardır. İngiliz – Fransızlar geçen hafta altı tayyare kayıp etmişlerdir.

     Şark dar-ül-harbinde: Cephe-i harbin, Feld Mareşal Hindenburg ve Prens Leopold Von Bavaria ve General Alexander von Linsingen guruplarının taht-ı işgalinde bulunan aksamında şedidkâr fırtınaları hükm-ferma olmaktadır. Ruslar bu fırtınalardan bil istifade Riga etrafında, Alman ileri karakollarına hücum ederek bazılarını dağıtmışlardır. Bundan maada dar-ül-harbin muhtelif mevkilerinde topçu muharebeleri ve devriye müsademeleri vukua gelmiştir. 19 Kanun-ı Sani de Alman tayyareleri Tarnopil’deki Rus tayyare istasyonuna ve levazım mağazalarına hücum etmişlerdir.

     Besarabya ve şarkî Galiçya’daki meydan muharebesine gelince: 130 kilometrelik bir cephe üzerinde 24 Kanun-ı evvelde başlamış ve ufak tefek inkıtalarla 24 Kanun devam eylemiş olan ve Avusturya karargâh-ı umumiyesi tarafından yılbaşı meydan muharebesi tesmiye edilen bu melhame bütün moskof taarruzat ve muhacematının akamet tama uğramasıyla neticelenmiştir. Ruslar bu muharebede 70,000 telef ve mecruh ve 6000 esir vermişlerdir.

     Mamafih moskoflar iki üç günlük tevakkuftan sonra yeniden kuvayı imdadiye celb ederek 19 Kanun-i sanide, aynı mahallerde yeni bir meydan muharebesine daha tutuşmuşlardır. Bu iki meydan muharebesi arasındaki devre-i tevakkuf esnasında, şarkî Galiçya’nın şimalinde, Rusya’nın Volunya eyaletinde tesis-i cephe etmiş olan Archduke Joseph Ferdinand ordusuna moskoflar 16 Kanun-i Sanide üç defa hücum etmişlerse de bu muhacemat tamamen püskürtülmüştür.

     Ruslar ikinci meydan muharebesine başlar başlamaz en ziyade Besarabya hududunda Topureç mevkiine kemal-i şiddetle ve pek faik kuvvetlerle iki gün bilâ ara hücum etmişler ise de zayiat azime ile tard edilmeleri üzerine tatil-i muhacemata mecbur olmuşlar, fakat topçu ateşlerine devam etmekte bulunmuşlardır.

     Garptaki müttefiklerine imtisalen Ruslar da hücum ettikleri sahaların arkasındaki mevaki bir tayyare filosu ile bombardıman etmişlerse de hiçbir tesir yapamamışlardır.

     Avusturya – İtalya hududunda: Cephenin muhtelif aksamında en ziyade topçu muharebatı vukua gelmekte olup piyade hücumları icra edilmemektedir. Avusturyalılar evvelki haftanın son günlerinde Oslavia karibinde bi-l-hücum zapt ettikleri mevzii, İtalyanların mütemerrid ateşi altında terke mecbur olmuşlardır. Bakalım beşinci İsonza meydan muharebesi ne vakit başlayacak?

     Balkan dar-ül-harbinde: Selanik havalisinde sükûn berdevamdır. Yalnız tarafeyn tayyareleri istikşafat icrasıyla meşguldürler.

     Karadağ sahneyi harbinde ise, geçen hafta harekât-ı mühimmeyi intaç eden bir hadise-i siyasiye vukua gelmiştir. Lofçen ve Çetine’nin sukutu Karadağ hükümetini istimâna mecbur etmiştir. Garptan ve şimalden Avusturya kıtaatı tarafından ihata edilmekte olan Karadağ ordusu, Sırbistan’ın uğradığı akıbet-i feciye maruz kalmamak için bilâ harp teslim-i silah tercih etmiş ve Karadağlılar tanzim edilen mukavele üzerine silahlarını Avusturya kıtaatına teslim etmeğe başlamışlardır. Rızalarıyla terki silah etmeyenlere karşı istimal-i cebir edilecektir. Virpazar’ın hin-i işgalinde Avusturyalılar 20 top iğtinam ettikleri gibi Karadağ’ın şimali şarki hududunda 1500 Sırp askeri de teslim olmuştur.

     Karadağ’ın istimanından sevk-ül-ceyş nokta-i nazarından birçok kavâîd istihsal edilecektir. Avusturya ordusu, evvela kışın en kuvvetli zamanında bu yolsuz, yalçın, sarp arazide tahassül eden 35 – 40 bin dağlı ile uğraşmak mecburiyetinden kurtuluyor ki, bu takriben bir o kadar zayiata uğramamak demektir.

     Saniyen, bütün Karadağ, İşkodra havalisi sürat ve suhuletle işgal edilmiş olacaktır.

     Salisen Karadağ’da ilkbahara kadar harp etmek mecburiyetinde kalacak olan ve asgari yüz bin kişiye baliğ bulunan Avusturya kuvayı askeriyesinin kısm-ı azamisi diğer cephelerde istihdam edilebilecektir.

     Denizlerde:   17 Kanun-i Sanide Avusturya deniz tayyareleri Ankona’yı bombardıman etmişlerdir. 18 Kanun-i Sani sabahı 24 sefine-i harbiyeden mürekkeb bir itilaf filosu Dedeağaç’ı topa tutmuş ve yine aynı günde 16 sefineden müteşekkil bir filo da Karaağaç limanına hâkim tepelere ateş açmıştır.

     20 Kanun-ı Sanide Felemenk sularında bir İngiliz tahtelbahri daha kazazede olmuştur. Alman – Avusturya tahtelbahirleri Kanun-i Evvel zarfında, İngiliz sularında 17,000 tonluk 5 ve Bahr-i Sefid’de 84,810 tonluk 15 İngiliz – Fransız vapuru 6955 tonluk 4 İtalyan vapuru ki ceman 24 vapur gark etmişlerdir.

     France-presse gazetesine göre Fokol ismindeki Fransız tahtelbahri yanlışlıkla, Avusturya’nın Novara seri kruvazörü gibi iki direkli dört bacalı olan Liverpool sistemi seri İngiliz kruvazörlerinden birini batırmıştır.

     Osmanlı dar-ül-harbinde:   Kafkas cephesinde düşmanın pek faik kuvvetlerle İd deresi ile Aras nehri arasında icra ettiği taarruzat üzerine kahramanane bir mukavemet ibraz ettikten sonra gerideki mevzilerine ricat eden şeci kıtaatımız, Rusların icra etmek istedikleri ihata teşabbüslerini akim bırakmışlardır.

     Azerbaycan dâhilinde aşâir İran ile müttehiden harp eden müfrezelerimiz, Savuçbulak’da Moskofları mağlup ederek Miyandoat, Esad Abad, Havi, Berkan kasabalarını zapt eylemişlerdir. Kirmanşah ile Hamadan arasında kâin Gencaver kasabasındaki Ruslar da tard ve def olunmuştur.

     Çanakkale’de, düşman sefain-i harbiyesi ara sıra boğaz methalindeki sahillere Saroz körfezine hâkim tepelere birkaç mermi savurmaktadırlar. Tayyarecilerimiz adalardaki düşman hangarlarına bombalar atmışlardır.

     Irakta Şeyh Said mevkiinde görünen bir düşman motoru topçu ateşlerimizle tahrip edilmiştir. İngilizlerin bu dar-ül-harpte fena bir vaziyette bulunduklarını, İngiltere parlamentosunda müstemlekat nazırı Chamberlain resmen itiraf eylemiştir.

     Abidin Daver                     Pazar ertesi: 12 Kanun-i Sani

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.