DONANMA MECMUASI 115 / 66

DONANMA MECMUASI 115/66 11.Kasım.1915

0486_0066-115_00000486_0066-115_1041

Pencişenbe: 3 Muharrem 1334 / 29 Teşrîn-i evvel 1331 /

11 Teşrîn-i sani 1915

Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.

Numarası 115 / 66

“Nüsha-i mahsusa”

İlan-ı cihad – sene-i devriyesi

1330 – 1331

Padişahımız Sultan Mehmet han hâmis hazretlerinin gazilik unvan zişanını ihraz buyurmaları merasiminden:

1 – Zât-ı hümâyun mülûk-âne merasimi teşrif buyururlarken

2 – Ayasofya Camii şerifi medhalinde teşrif şahaneye i’tizar.

          [foto Yusuf Razi]

0486_0066-115_1042

Sene-i devriyesini idrak eylediğimiz şerefli bir günün hatıratından: Beyazıd'da ilanı cihad merasimi.

Askerlik ilmi, harp manzaraları

. . hasbihal . .

     Bu muharrir âcizin bir merakım vardır. Eğer bir kusur ise itiraf ediyorum. Bazı adam merakını hurûs dövüştürmeğe sarar. Bir diğeri lüfer balığı mevsimi geldi mi, sandaldan çıkamaz. Öteki bahçesinde gül yetiştirir yahut kilerinde turşu kurar. Gücü kuvveti yetişen futbol oyunlarına, pehlivan güreşlerine iştirak eder. Tabii daha nazik olanlar kemana, uda sarılır. Yahut piyano başına geçer, hayatını musiki nagamatı ile telzîz eder. Elinden geliyorsa fırçayı boyayı karıştırarak iyi kötü resimler vücuda getirir ve elhasıl her biri <hayat kumaşı> diye tavsif edilmiş olan zamanını hoşça geçirmenin yolunu bir cihette arar.

     Bu gibi iştigalata hasr-ı merak edenlere cidden gıpta ederim. Çünkü meşagil mutadat yevmiyenin tozu biberi demek olan bu gibi eğlencelerle hayata bir zevk vermenin çaresini bulmuş olurlar. Zaten – horoz döğüşü müstesna olmak üzere – şu tadat ettiğim veya tadat etmeden geçtiğim küçük merak ve eğlencelerin kâffesi benim için dahi bir dereceye kadar mucib-i meraktır. Ancak başkaları gibi bende bunlara iptila derecesinde meclub ve mağlub olamıyorsam bunun esbabı ya adem-i iktidar ve kabiliyet veya sevk-i tesadüften ibarettir.

0486_0066-115_1042-jpg-2

Bayezid'de ilan-ı cihad merasiminden bir safhayı diğer.         [foto Yusuf Razi]

Mesela pehlivan güreşlerine ve futbol müsabakalarına iştirak etmek için elzem olan evsafı kendimde bulamıyorum. Gül yetiştireyim diyeyim, bahçem yok. Turşudan haz etmem, musiki çalmak elimden gelmez. Başkasına çaldırayım, dinleyeyim desem, iyi bilenler nazlanıyor çalmıyor. Bilmeyenlerin çalgısı dinlenmiyor. Ve elhasıl böylece bunları birer birer tecrid ederek ben de vaktim musaid olduğu zaman kendi merakımı saracak bir şey buldum. Etrafta cereyan eden ve bahusus memleketimizin mukadderatı ile şiddetle alakası olan vakayı mühimmeyi mümkün olduğu kadar yakından takip etmek, gerek mesud gerek elim hatıratını zihnime hak etmek münâzırını elde etmek. Bu merak iledir ki bahusus şu son sekiz on sene içinde cereyan eden vakayı mühimmede amil ve fail olamadıysam hiç olmazsa şahit olarak bulundum: Es cümle hala içinde bulunduğumuz bu harb-i umumide İstanbul’da görülmesi mümkün olan fiiliyatı müahede ettikten sonra Çanakkale dar-ül-harbine giderek maalesef pek seri olan bir cevelan ile en ileri avcı siperlerine varıncaya kadar mevakii harbiyeyi dolaştım. Din ve vatan uğrunda pek tabii bir surette fedayı can eden asker evlatlarımızı kardeşlerimizi silah başında, düşman karşısında gördüm ve tebrik ettim.

0486_0066-115_10430486_0066-115_1043-jpg-2

Osmanlı gençliği vazifesi başında: Hizmet maksûre erbabının Mekteb-i Harbiye’deki talimlerine ait intibaalar.

[foto Yusuf Razi]

     İşte bugün “donanma” mecmuası karien muhteremesine bu askerlik ilmine ve harp mevakiine ait bazı menâzırı arz ediyorum.

     Ahbabın bazıları benim bu hususta gösterdiğim meraka biraz taaccüb ediyorlar ve <sana ne?> diyorlar. Benim bu <sana ne?>ye bir türlü aklım ermiyor. Memleketimizin, milletimizin atisi için bu derece haiz-i ehemmiyet olan vakayı fevkalade etrafımızda cereyan ettiği zaman insan buna karşı lakayıt kalabiliyor mu? Zaten buna merak etmedik kimse var mı? Ancak arada bir fark varsa bazılarının bundan tevlid eden merakı mesmûât ile teskin etmeğe kanaat ettikleri halde benim bizzat müşahedatta bulunmak arzusunda bulunuşumdadır.

     Bir buçuk sene evvel Avrupa düvel-i muazzamasıyla birlikte hükümet-i Osmaniye dahi umumi seferberliğini ilan ettiği zaman herkes Balkan harb-i meşumundan kalan bir tesirin altında bulunduğu için etrâf-ı erbaamızı saracak olan ateşe karşı ihtiyaten hazır bulunmak lüzumunu tastik etmekle beraber birçokları kendilerini hafi bir endişeden kurtaramıyor idi. Acaba dehşetli bir fırtınadan yeni çıkmış, direği kırılmış, teknesi delinmiş, rahnelerinin tamirine henüz vakit bulunamamış olan sakat sefine-i devlet bu yeni ve daha müthiş fırtınaya dayanabilecek mi? Sahil-i selamete vasıl olacak mı?

     İşte düşünülen cihet burası idi.

     Aradan çok geçmeden bu düşünceler çok şükür zail olmağa başladı.   Yalnız harp hazırlığını görenler emsali na-mesbûk olan faaliyet-i askeriyeye şahit olanlar atiye müsterih ve mü’temin nazarlarla bakabildiler ve ilan-ı harp edilip top patladıktan sonra askerimizin her tarafta gösterdiği harikalar bütün efrad-ı milletin kabul ettiği fedakârlıklar bu itimadın nâ-be-mahal olmadığını ispat etti. Ve vazifeyi vataniyenin ifası hususunda Türklerin hiçbir millete gıbta etmeyecek derecede bir mevki balade bulunduğunu âleme izhar etti.

     Şu mekteb-i Harbiye’de talim gören ihtiyat zabit namzetlerine bir bakınız. Türk gençlerinin gerek ilim ve marifet, gerek mevkii içtimai itibariyle en ileri gelenleri orada toplanmışlar, kimi redingotla, kimi şalvarla sarıkla, gözündeki gözlüklerle gelmiş, henüz tebdil-i libas ile kıyafet-i askeriyeyi iktisab etmeğe vakit bulamadan talime girişmiş, çalışıyor. Çünkü günler pek dar, biran evvel hazır olmak yetişmek lazım.

     Ey küçük beyler; Naz içinde büyümüş gençler! Frenk gömleğinin yakasının fena ütülenmiş olmasını bir felaket gibi telakki eden şık beyler! İki müsvedde beyaz ettikten sonra tâb ü tüvânı kalmayan kâtip efendiler! İşte sizde silaha sarıldınız, vazifeyi vataniyenizi ne güzel ifa ediyorsunuz. Şimdiye kadar Anadolu köylüsüne münhasır kalan şeref-i askeriyen bugün size de hissemend oluyorsunuz. Kim ne derse desin bu güne kadar henüz teessüs edememiş olan vahdet-i milliyeyi Osmaniye ancak sizin orduya dâhil olmanızla teessüs ve tekerrür ediyor. Birlikte çekilen zahmetler, edilen fedakârlıklar, dökülen kanlar kazanılan şeref ve şanların bırakacağı derin tesir ile inşallah bu vahdet-i milliye ve vahdet-i amel lâ-yetezelzel bir surette tekerrür etmiş olacaktır.

0486_0066-115_1044

          [foto Yusuf Razi]            Bahriye silah endâzânımız

     Ey fakir Anadolu köylüsü! Ey sesi çıkmadan ismi işitilmeden asırlardan beri din ve vatan uğrunda her zahmete katlanmağa, canını feda etmeğe alışmış olan büyük “Mehmetçik”! Artık bundan böyle muharebelerin bütün derdi belası senin, müsâlahanın bütün menafii vatanın bütün zevk ve sefası başkalarının olmayacaktır. Sen yine eskisi gibi fedakârlığı edeceksin. Kanını yine dökeceksin, fakat yanı başında beyzadelerin paşazadelerin de nöbet beklediğini, sırası gelince senin gibi kuru peksimet yediğini göreceksin. Ve inanacaksın ki artık bütün böyle senin gibi herkes Allahlına vatanına karşı vazifesini ifa ediyor. Bundan dolayı senin gayretin fedakârlığın eskisinden fazla artamaz çünkü ondan fazlasını yapmak kudret-i beşerin fevkindedir. Ama senin büyüklere hürmetin, itimadın artar. İlk defa olarak seninle beraber meydan-ı gazaya atılan genç bir şehir çocuğunun bazen sendelediğini görürsen <<arkadaş daha yorgunluğa alışamamışsın, ver elini, dayan koluma!>> diyerek ve tebessüm ederek ona yardım edersin. Ve hepimizin kardeş olduğumuzu anlarsın ve anlatırsın!

     Dar-ül-harbde aldığım resimlere bir atıf nazar ediniz. Orada hüküm-fermâ olan intizamın ve edilen fedakârlıkların küçük mikyasında olsun birer numunesini görürsünüz.

     Karargâhtaki posta çadırına, işçi başılara bir bakınız. Size ne kadar latif ve sakin bir manzara arz ediyor. Sanki bir sayfiyeye tenezzühe çekilmiş; Şu topların başındaki zabitan ve efradın hal ve tavırlarındaki sadeliğe, yüzlerinde görülen neşeye hayran olmaz mısınız? Ya şu siperlerde nöbet bekleyen kahramanlar? Bu siperler açılmazdan birkaç gün evvel hiçbir veçhe ile mahfuz olmayan açık bir arazide düşmanın müstahkem mevakiine karşı icra edilen büyük bir süngü hücumunda birçok vatan fedaileri şehid olmuş hak-i pak vatanı mübarek vücutlarıyla örtmüş idi. Hücum neticesinde düşman püskürtülmüş, istenilen mevki zapt olunmuş yani maksat hâsıl olmuş idi. Fakat ecsâd şühedayı kaldırmağa imkân yok idi. Çünkü düşman mütareke akid etmek istemiyor, açığa çıkmak ise yeniden ve neticesiz olarak birçok telefat vermeğe mucib olacak. Ben gittiğim zaman bu kahramanların cesetleri böylece düşman siperleri ile Osmanlı siperleri arasında yatıp bekliyordu. O kıtanın kumandanı benim yanımda askerine hitap ederek; <<Bu şehitlerin intikamını alacaksınız değil mi evlatlar?>> dedi. Hepsi bir ağızdan <<Alacağız beyim!>> dediler ve aradan çok geçmeden sözlerinde sebat ettiler. Bugün şühedamız kaldırıldı. Kabirlerinde yatıyor. Türk hudut harbiyesi de daha ileride bulunuyor.

     Ey vatandaşlar azim ve fedakârlıkta sa’y ve gayrette sebat edersek göğsümüzü gererek bir de hakk-ı hayatı olan milletler arasında istikbale emniyetle bakabiliriz.

     Yusuf Razi

0486_0066-115_1045

Bir kıt’a-i askeriyemiz hatve-i mevzûne ile geçerken.

 

HARB BİR ZARURET-İ İCTİMAİYEDİR

< > < > < >

     Hilkat, içinden çıkılmaz ne gavâmızı muhtevidir. Onun günahına ermek için beşeriyet ne kadar uğraşırsa o derece hücra köşeler, mestur ve esrarengiz karanlıklar karşısında bulunuyor.

     İnsanlar yalnız kendini anlamak için ne kadar çalışmış, ne kadar da çalışacak nukat kalmış olduğunu göz önüne getirirsek şu cihanın ne içinden çıkamayacağımız esasatı ihtiva eylediğini intaçta güçlük çekmeyiz.

     Harp fıtratın insanlara zaruret şeklinde his ettirdiği bir haldir. Ve hilkatin şu söylediğimiz esrarengiz adet sezadır.

     Tarihte, harp etmemiş millet mevcut olmayışı bile onun bir ıztırâr-ı ictimai olduğunu isbat için delil olabilir.

     Hak ve adalet esaslarının git gide teessüs ve ta’mim etmesi her tarafta arzu edildiği şu zamanlarda harbin görülmemiş derecede müthiş bir şekil alması, avamil-i ictimaiyenin tedricen daha ziyade kesb-i ehemmiyet eylemesinden münbaisdir.

     Harbin tarihteki şekillerini tetkik edersek onlarda esbab-ı harbiye olarak bulacağımız şeyler arasında bugün için belki de mevzu-u bahis olmayacak saikler görürüz. Tarihte harp ya din, ya taç, ya toprak meselelerinden veyahut iştihayı istiladan neşet etmiş görünüyor. Kurûn-i âhireye kadar din muharebatı için mahal, belki bulunabilirse de ondan sonra artık bu bahisler tazelenmemiş hatta hem dinler arasında harpler zuhur etmiştir. Yavuz’un Mısır seferi buna nasıl bir misal ise bu günkü harb-i umumi süfufunda hem din ve hem ırk olanların birbirine tetik çekmeleri de artık din muharebatının tekrarına ihtimal kalmadığını yani mesail diniyenin heyet-i ictimaiyece bâdî-i cenk ve cidal olmaktan uzak görüldüğünü ima edecek bir alamettir. Bununla beraber harbin saiklerinden biri olarak zikir eylediğimiz din de beşerin ihtiyacat ictimaiyesinden biri olduğuna göre bunun sebebi olduğu şeyler de bir icbar-ı ictimai görmek zaruridir. Hülasa esbab ve avamil ne olursa olsun ferdin maneviyatında, ruhunda mevcut olmayan hiss-i harb cemiyetin ika eylediği hâlâteddendir.

     Meseleyi fenni olarak tetkik için insanları zevi-l-ervâh arasındaki mevkiinde aramamız icap eder. Hayvanatın en küçüğünden en büyüğüne kadar müdafaayı hayatları için tabiat onlara muhtelif şekilde vesait ve silah vermiştir. Bunların envaını saymağa lüzum yok. İnsanlar da zümreyi hayvaniyeden oluşuna nazaran onun da vasıtayı tedafiiyesi vardır. Fakat bu vasıta hayvanat sairedeki gibi maddi değil manevidir. Yani akıl ve his içtimaidir. Binaenaleyh evvel emirde akıl ile mücehhez olan insan kendini muhafaza için hem zümresinden birinin ya bir kaçının muavenetine arz-ı haceti ve icabında da o muavenet

0486_0066-115_1046

Harbiye nezareti meydanında askeri talimler.             [foto Yusuf Razi]

göreceği refikine kendi de muavenet eylemesini muvafık görmüş ve işte o suretle mukaveleyi içtimaiye akdedilmiştir. Şu şekil yalnız müdafaayı nefs meselesinde mevkii tatbik bulunmuş, ahire-l-sebebin tecavüz emrinde da amil olmuştur.

     İlk harp derd-i maişetle yapılmıştır. Maişet meselesi bir ihtiyacı fert olsa da lüzum ictimai, yine maişet tedarikine yahut tedarik edilmişleri muhafazada amil yegâne olunca bundan münbais harbi de içtimai bir zaruret olarak kabul ıztırarıdır.

     Dert maişetle yapılan harp bilahare ne renklere, ne tarzlara girerse girsin cemiyetin bir haceti olarak ika olunmuş, kimisinde arzuyu ittisa, kimisinde istirkab, kimisinde de saltanat dâiyeleri sebep olduğu halde hep heyeti beşeriyenin lüzumlu gördüğü bir şey olarak hadis olmuştur.

     Bu gün beşeriyet yükselmiş olduğundan ne taç ve taht ve ne de mesail-i diniye artık silahlı bir ihtilafa sebep olacak mahiyette değildir. Artık sebeb-i harb ancak mesail-i iktisadiye daha açık tabirle mücadeleyi hayatın muhtelif şekillerinden başka şey olamaz.

     İnsanlar, ferden ferda harbin gaddarlık olduğunda müttefik hatta onun tahfif ve tehvin âlâm ve mesâibine sa’y olurlarken bir taraftan da harbe girişmeleri cidden şayan-ı tetkik bir mesele teşkil eder.  Biz bu hususta heyet-i beşeriye üzerinde hâkim diğer bir heyet-i aliyenin adem-i vücudunu müvelled-ül harb olarak telakki etmekteyiz ve şunu iddia edersek yanılmayacağımıza eminiz. Ki o heyet nasıl mahal-l vücut ise harbin insanlar arasından kalkması da o kadar müstehildir. Hukuk-i umumiyeyi düvel, hukuk-i hususiyeyi düvel, muahedat, mukavelat, ittifaklar, itilaflar hepsi birer mukaddemeyi harb hepsi birer müsebbib-i harbdir. Hukuk-i düvelin, muahedatın hülasa beynelmilel rükn sulh olarak telakki edilen şeylerin iki devletin menafii hayatiyesi taarruz istediği zaman ehemmiyeti kalıyor mu? Mesele hep kuvvete istinad ettiği için kabule mecburuz ki, hukuk-i düvel yalnız kuvvettir. İki zümreyi beşeriye birbirinin menafiini kendi zararında, zararını nef’iinde görürse bunu hal edecek mesele tarafından birinin serfürûsudur. Hiçbir hükümet ve hiçbir hükümdar böyle meselelerde harbsiz terk-i mevki etmez. Harp neticesinde tarafeynden biri az çok zarardide olursa da muhafazayı haysiyet ve vakar da milletler için bir ihtiyaçtır. Mağlupta o ihtiyacını teskin etmiş olur. Hülasa bazen haysiyetini bazen menafiini muhafaza için mecburen, bazı defada def-i muzırrat ve tehlike için ihtiyaren girilen bu keşmekeş insanların en ziyade muhtaç oldukları bir şeydir. Garip değil mi? Kendi aralarında hem cinsine karşı, değil katl-i nefs hatta zemm u kadh bile mucib-i ceza gören insanlar, ihtilaf tabiiyet ve hudus-i harb halinde karşısındakini öldürmeği, malını gasp eylemeği, memleketini tahrib etmeği mubah görüyor. Çünkü harp ve darp bir ihtiyaç ictimaidir. İhtiyaç ferd değildir. İnsanları iki yüzünden, iki cephesinden tetkik edersek görürüz ki, tenhada gördüğümüz efrad-ı beşer bir araya gelince, başka seciye, başka cehre, hülasa başka kıymet iktisab ediyorlar. İşte harp o tenhada uslu ve sakin olan insanların birleştikleri zaman meydana getirdikleri şahsiyet-i maneviyenin arzusu ve duygusudur. Eğer biz el ele vermeseydik, dünyada harp yerine yalnız şahsi kavgalar olur, cihanı şimdiye kadar ateşe, kana veren muharebat vukua gelmezdi. Fakat insanları bu günkü gibi kusvâ-i medeniyet isal edecek en büyük kuvvet de yine içtima ve teşkil-i heyet hasisesinden başka şey olmadığına göre – eğer ihtiyar intihabımız farz edilseydi – harbi, medeniyet ve irtika için kabul ıztırarında kalırdık.

     M.B.İdris.

0486_0066-115_10470486_0066-115_1047-jpg-20486_0066-115_1047-jpg-3

Sevkiyatı askeriyeye bir nazar

Köprüden bir kıta askeriyenin mürûru

Askerlerimiz nakliye vapurunda

Bir kıtayı askeriyemiz yürüyüş esnasında

[foto Yusuf Razi]

0486_0066-115_1048-1049-jpg-40486_0066-115_1048-1049-jpg-20486_0066-115_1048-1049-jpg-3

1 – Harbiye nazırımız Enver Paşa. 2 – Bir istihkamımız önünde nöbetçi neferi. 3 – Çatılmış silah önünde nöbetçi. 4 – Beyazıd meydanında ilanı cihad merasimi. 5 – Çanakkale’de bir sahil tarassut neferi. 6 – Atik Kilitbahir kalesi. 7 – Arıburnu cephesinde bir bataryamız. 8 – Çanakkale cephesinde diğer bir batarya 9 / 10 – Seddülhahir cephesinde ileri siperlerimiz.

[foto Yusuf Razi]

0486_0066-115_1050

Düşmanın Çanakkale’ye vuku bulan ilk kara taarruzunu def eden kumandanlarımızdan Miralay Mustafa Kemal Bey ile maiyeti Erkânından Mehmet Arif Bey (Bu resim mûmâileyhin harbi takip ettiği sırada alınmıştır]
(foto Aziz Fikret)

0486_0066-115_1050-jpg-2

Seddülbahir’de tiyatro                                               Seddülbahir’de ip çekişme

Sahayı harpte askerimizin eğlencelerine ait olan şu iki resmi

Türk askerinin harbi nasıl karşıladığına delil olarak arz ediyoruz.

(foto Aziz Fikret)

ARZDA NE KADAR İSLAM VAR?

     İslamlık en son din semaviyeden, Hristiyanlık 1900 seneden beri, Musevilik 35 – 40 asırdan beri Budislik 25 – 30 asırdan beri ve Brahmanlık kim bilir; Ne kadar zamandır arzda münteşir iken bugün İslamiyet’in 300 milyon nüfusa baliğ olması dinin azamet ve mantıkla olan nispetinden, ale-l-husus muhafaza-i şekil ve kavaid edilişindendir. Ne ise maksat, hikmet tevsii İslam’ı tetkik olmayıp arz üzerinde, nerelerde ne kadar ehl-i İslam mevcut olduğunu serd eylemektir. Cihad ile emir olunan ve halifeyi Müslim’inin nev-ummâ tabiiyet manevisinde bulunan Müslim’inin bulundukları memleketlerle olan münasebetimiz onların bulundukları yerlerinkine nazaran elbette farklıdır. Biz oralarda daima hem hasmımız kimselerin, lehdarımız olacak vicdan ve dimağların vücudunu düşünerek müteselli oluruz.

     İslamiyet kıtaât-ı hamse-i arzdan yalnız Amerika’da, millet şeklinde teessüs etmiş bir halde mevcut değildir. Ferden oraya giden, tavattun eden pek çok İslam olsa da bir cemaat-ı mahsusa halinde değil şahsi bir arzuyu muhaceretle gitmiş olduklarından onları dâhil daireyi tadat etmedik.

     Kıtaat-ı saire nazar-ı itibara alınınca muhtelif kesafetlerde Müslim kitlelere tesadüf ederiz. Asya kıtası, mevcut kıtalar içerisinde en çok İslam dini taşıyan bir kıtadır. Zaten muhit-i medeniyet olan bu kıta, muhit-i İslamiyette olması ve kıtaatı mevcudanın en nüfuslusu bulunması hasebiyle İslamiyet bu kıtada diğer yerlerden fazla ittisâ hâsıl etmiştir. Bundan sonra Afrika kıtası gelir. Afrika’da İslamiyet, Bahr-i Sefid sahilinden cenuba doğru kesafetini kayıp eder. En fazla şimalde Mısır, Trablus, Cezayir, Tunus, Fas memleketlerinde mevcuttur. Afrika’dan sonra Okyanusya kıtası ondan sonra da Avrupa gelir. Şimdi bu kıtanın İslam yatağı olan memalikiyle oralardaki nüfus-u Müsliminin aded-i takribiyesini yazacağız. Ancak bir silsileyi adediye değil Avrupa’da bulunmak itibariyle bir tertibi coğrafi takip ederek evvel emirde Avrupa’dan başlayıp sırasıyla Asya, Afrika ve Okyanusya yı derç edeceğiz.

     Hepimizin malumudur ki, Müslümanlar Avrupa’nın şark cihetlerini yani daha doğru tabirle Asya kıtası ile karabeti olan mahallerini işgal etmektedirler. Bunun da sebebi din-i İslam’ın Asya’dan zuhurudur. Avrupa şarkide İslam bulunan memleketler, şunlardır; Avrupa’yı Osmani, Avrupa Rusya’nın şark ve şark-ı cenubu cihetleri, Bosna Hersek, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk, Karadağ.

     Şimdi bu kıtanın mecmuu nüfusunu anlamak için beherinin hizasına miktar-ı mütemettini yazalım:

Avrupayı Osmanide:                           2.300.000
Avrupayı Rusya’da:                           4.000.000
Bosna Hersek’te:                                 540.000
Romanya’da:                                       45.000
Bulgaristan’da:                                   1.020.000
Sırbistan’da:                                       1.195.000
Arnavutluk, Yunanistan, Karadağ:     1.250.000
Umum Avrupa yekûnu                       10.380.000

     Asya’ya gelince: İslamiyet’in mehd zuhuru olan bu kıtada din-i Mübin hakikaten pek münteşir bir haldedir. O kadar ki günün birinde din yegane olarak kalacağı tahmin olunabilir.

     Asya’nın din-i İslam münteşir olmayan kıtası ancak Japonya, Kore bir de Sibirya’nın şimal cihetleridir. Diğer kıtaatta az çok nüfus-u İslamiye vardır. Kıtaatı mezkure ile ihtiva eyledikleri Müslümanların adedi şunlardır.

Anadolu, El-cezire, Irak, Suriye, Arabistan.          29.000.000
İran          8.500.000
Bülücistan            3.500.000
Afganistan          6.000.000
Türkistan   7.850.000
Hindistan        63.500.000
Çin ve Hindi Çini ve Siyam          3.100,000
Kıbrıs                  80.000
Sibirya          1.500.000
Kafkasya        2.750.000
Umum Asya Yekûnu    125.780.000

 

     Asya’daki miktar da şu suretle anlaşıldıktan sonra Afrika’yı nazar-i tetkike alalım. Afrika kıtası bir İslam memleketi olmak hususunda kıtaatı saire ye faikdir. Afrika’da din-i İslam, din-i ekseriyettir. Avrupalıların zenciler ve yerliler arasındaki her türlü propagandalarına rağmen din-i Mübin orada her gün daha ziyade intişar etmektedir. Afrika kıtasının Müslim ahali ile meskûn aksamı şunlardır:

Fas 10.000.000
Cezayir 5.230.000
Tunus 1.800.000
Trablusgarp 1.500.000
Mısır 13.500.000
Sahrayı Kebir 2.500.000
Sudan ve Afrika şarki 11.000.000
Senegal      850,000
Gine-i Ulya 1.500.000
Habeş ve Gala 12.000.000
Zengibar, Somali, Berbera, Uganda 8.000.000
Mozambik      300,000
Umum Afrika yekûnu 68.080.000

 

     Okyanusya kıtası zaten mesahası ve taksimatı itibariyle mahdut ve kıtaat-ı saireden küçük olduğundan bunu o kadar uzun tefrik ve taksime mahal yoktur.

     Zaten 40 milyonu biraz tecavüz eden bütün kıtanın nüfusundan 36 milyonu (melai – Malez) lerdir ki bunların cümlesi Müslim olmakla Okyanusya kıtası da bir İslam kıtası addedilebilir. Okyanusya’da en ziyade İslamiyet münteşir olan adalar Cava, Sumatra ve Borneo cezireleridir.

     Şu halde kıtaatı erbaanın nüfus mecmuu muhammen İslamiyeleri cem edildikte;

Avrupa 10.380.000
Asya 125.780.000
Afrika 68.080.000
Okyanusya 35.000.000
  239.240.000
Yüzde on noksan tahrir ve tahmin 23.000.000
  262.240.000

  0486_0066-115_1051

Düşman gemilerini batıran ağır toplarımızdan biri.     [foto Rasin]

0486_0066-115_1051-jpg-2

Havan toplarımızdan biri.                   [foto Yusuf Razi]

0486_0066-115_1051-jpg-3

Cephane nakliye arabaları [foto Aziz Fikret]

0486_0066-115_1052

Çanakkale’deki kumandanlarımızdan Vehib Paşa cephede.

0486_0066-115_1052-jpg-2

Cephede posta

0486_0066-115_1052-jpg-3

Askeri karargâhlarımızdan biri.                   [foto Yusuf Razi]bu

 

     Şu halde küreyi arzda 260 milyon İslam bulunduğu anlaşılırsa da bu adetlerin çoğu muhammenata ve ale-l-husus Hristiyan müelliflerin verdikleri malumata müstenit olması adedi Müslim’inin daha fazla olduğunu ima eden delaildendir      

     M.C.

MUHAREBENİN BİR SENESİ

     Tarihte şu muharebe senesi kadar rengin bir sahife yoktur.

     Geçen asırların, bazı karanlık ve ağır bir durgunluk, bazı serseri bir kımıldanma yahut da kasırgalı sademelerle sarsılan cereyanı içinde 1330 – 1331 senesi; Etrafında kızıl dumanlar dalgalanan bir kan ve kemik abidesi halinde yükselecektir. Bizden sonra gelenler; Yeryüzünde böyle milyonlarca insanın bir cinnet sar’asıyla biri birini boğazlayıp parçalaması karşısında derin derin titreyecekler.

     İşte biz, bu kanlı günün şahidiyiz!

     İki dünyanın eski kahraman nesli olan bizler, şarkta doğan güneşin altın izleri arkasından guruba doğru kaç bin senedir, akın ettik. İlerlemek için şahlanan, geminin demirini azgın dişleriyle kıran mağrur atların sırtında, elimizde kargılar, gözlerimizde güneşin ateşi ve kollarımızı göğsümüzü şişiren bir kuvvetle ilerledik. Yaktık, yıktık, öldük ve öldürdük.

     Mev’id olan saadetini keşif edememiş vicdanımızın içinde bir gün ezeli Allah’ın nuru parladı; Beşeriyete layık olan ve hüdaniyet akidesini her vicdana sokmak için, putları da devirdik, sarayları yıktık. Altın taçları kırdık ve yeryüzünün üç büyük kıtasından Allah’a ve beşeriyete layık bir mabet vücuda getirdik!

     Basık çatıların üstünde yüksek kubbeleri ve beyaz minareleriyle altın mihraplar kurduk. Durgun ve günahkâr ufukları ezan sesleriyle inlettik. Geçen Fatih ordularımızın ağırlığı altında yerler inledi ve bir gün ırkımızın dehası, yine uyanmak üzere uykuya daldı.

     Beşeriyetin ihtiyacını ikmal eden dehamıza, vazifesini yapmış olanların kesli geliyordu. Çünkü hayat devamlı bir inkılabdan geçmektir. Biz inkılabın bu safhasını yapmıştık. Onun ateşi artık içimizde söndü. Üstümüze bir ağırlık çöktü. Varlığımız uyuştu ve atlarımızın özengisini öpenler, ayağımızın bastığı yerlere diz çökenler, bir gün geldi ki vahşi bir kin ile bize ve sancağımıza hakaret ettiler. Bu hakaretlerin kanla işlediği kalın bir örtü altında hala kımıldanmayan, susan varlığımız, tarihi mezarının içinden doğrulmuş küçük ve iğrenç hortlaklara bir ulu vehmini veriyordu. Tarihimizi bilmeyenler de bu vehme aldandılar.

     Yeni bir inkılabın, yeni ve mukaddes ateşi, kül altında yanan bir kıvılcım haliyle ırkımızın dehasında tutuşuyordu. Milletlerin geçirdiği tekâmül devrelerinden biz de geçecektik. Bu yeni ateş, ne medeniyette bizden evvelkilerin ocağından çalınmıştı, ne de bir tek adamın ibdâı idi. Irk-ı deha bir kıvılcım haliyle genç ruhlarda yeni ateşi inkişaf ettiriyor, her genç bunu seziyordu. Dağınık zerrelerin birleşmesi nasıl ki bir varlık vücuda getiriyorsa, kuvvetin teşkil ve tazzuv etmesi için de elzem olan bir son içtima hadisesine ihtiyaç vardır. Hayat ve şerefimize vurulan son tokatlar bunu ikmal etti. Yeni bir inkılabın yeni ve mukaddes ateşi, şimşekler ve yıldırımlar içinde parladı.

     İşte 1330 – 1331 senesi, Türk milli vicdanının ateş bayramıdır!

     Gözlerinizi Osmanlı Türk hududunun dört tarafına çeviriniz: Kaç bin senedir, şarkta doğan güneş altın izleri arkasında koşan bizler, nihayet rüyamızdan uyanıyoruz. Göğsümüzde yeni bir iman kollarımızda yeni bir kuvvet ve gözlerimizde hala eski güneşin ateşleriyle cenkleşiyoruz. Tam bir senedir cenkleşiyoruz. Beşeriyetin üstüne bir kâbus gibi çöken İngiliz heyülâsının bütün nüfusunu bir çürük tekne gibi kırdık, dağıttık! Fransızların tahakküm eden zalim kuvveti karşımızda eridi. Çanakkale’de Türklerin mert göğsü, üstünde her kuvvetin dalgalar gibi parçalandığı yalçın bir kaya oldu. Top, bomba, süngü ve bütün ateşler bu muazzam kayaya çarpınca târ ü mâr oluyor.

     Ötede kaç yüz senedir, Anadolu’nun sakin vakur ufuklarına kanlı bir pençe gibi uzanan Rus süngüsü, aynı zillet ve aynı mukavemetsizlikle eziliyor.

     Irak, Süveyş, Kafkas ve Çanakkale’nin bir çevresi, böyle tazyik edildikçe infilak hassası artan bir kuvvetle Türk ruhunun taşkınlığını arttırıyor. İşte bu gün, bir sene evvelkinden, hem de pek çok kuvvetliyiz.

     Daha ziyade dövüldükçe salabeti iki kat olan sağlam demirler gibi her top ve her süngü darbesi, Türk ruhundaki gizli istidatları canlandırıyor. Muharebe istediği kadar uzasın!

     Tarihin tekrarı şu itibar ile bir hakikattir ki insan kitlelerinin ruhunu ısıtan, heyecana getiren her ateşin yeni bir ibdâı vardır.

     Tarihin tekrarı şu itibar ile doğrudur ki insan kitlelerinin ruhu yeni bir fikir ile heyecana gelince yeni ibdâlar yapar. Tarihin dehası, bu yeni bir imanın heyecanıyla aynı tarihe yeni bir cereyan verecektir! Türk dehası bugün kuvvetine hayret ettiği milletlerin, o Viyana surlarını dövdükten sonra, kırıp ezici akınlarının önünde titremiş eski kitleler olduğunu yarın tamamıyla sezince dünyanın en büyük milleti olduğunu da görür ve gösterir.

     Türkün ezeli bir aşk ile kaç bin senedir arkasında koştuğu meçhul saadetin bu günkü şekli, ırkının her ferdinin sancağının etrafında toplayıp ilim şümul bir saltanat kurmaktır!

     Biz gençler, yüreğimizde derin bir ateşle yanan bu aşkın artık dudaklarımıza kadar taştığını his ediyoruz ve haykırıyoruz; Sancağa Yer!

         Haşim Nahid

OSMANLI – İ’TİLÂF

MUHAREBESİ

<.> <.> <.>

Bir senelik muharebat ve harekât-ı berriye ve bahriyenin
Hülasası

     Osmanlı itilaf muharebesi, Rusya’nın Bahr-i Siyah filosu tarafından donanmamıza tevcih edilen taarruz-u malum ile 16 Teşrinievvel 1330 tarihinde başlamıştır. Harb ibtiida edince Osmanlı berriye ve bahriyesi müteaddit ve muhtelif sahalarda bu üç büyük ve kuvvetli düşmanın ordu ve donanmalarına karşı icrayı harekata mecbur oldu. Ruslar Kafkasya’da ve Karadeniz’de,

0486_0066-115_1056

Galiplerin cephede neşe ile yemek yemeleri.     (foto Yusuf Razi)

0486_0066-115_1056-jpg-2

Cephede askeri aşçılarımız.                 (foto Yusuf Razi)

0486_0066-115_1056-jpg-3

Cephede askeri fırınlar ve saka.             (foto Yusuf Razi)

Fransızlar Çanakkale’de, Adalar Denizinde, İngilizler ise hem Çanakkale ve Adalar Denizinde, hem de Basra’da, Mısır’da ve Bahr-i Ahmer sahillerinde karşımıza çıktılar. Düşmanların kesret ve kuvveti, sahneyi harblerin tadadı Osmanlı Kuvayı Harbiye’sinin vazifesini pek ziyade güçleştiriyordu.

     Düşmanlara karşı koyabilmek ve muzafferane harb edebilmek için her şeyden evvel sevk-ül ceyş noktayı nazarından muhtelif cephelerin ehemmiyetini mühiminden ayırmak, ikinci derecede haiz-i ehemmiyet olan dar-ül harbleri muvakkaten ihmal etmek, harbiye nazırı ve başkumandan vekili Enver Paşa hazretlerinin meclis mebusanında söyledikleri gibi; Kuvvetlerimizi vasi dar-ül-harblerimizin ötesine berisine serpiştirmeyerek en lüzumlu ve hayati noktalarda kuvvetli olmak iktiza ediyordu. Filhakika her yeri muhafazaya kalkışmak, her yerde zayıf bulunmak ve hiçbir yerde kuvvetli olmamak demekti ki; Bu da şimdiye kadar her hal ve zamanda daima mucib-i mağlubiyet olmuştu. Sonra sevk-ül ceyş hususunda nazar-ı dikkate alınacak ikinci bir cihet daha vardı ki o da kendi memleketimizi müdafaa etmekle beraber, harb-i umumide zafer-i nihaiyi kazanmak için Alman ve Avusturya ordularına muavenette bulunacak surette harekâtımızı idare eylemek idi.

     İşte bu fikirlerin sevkiyledir ki geçen bir seneyi harp zarfında muhtelif dar-ül harblerde binaen tedafüi, bazen taarruzi hareketler icra edilerek gerek memleketin müdafaası ve gerek müttefiklerimize muavenet maksatları, vesait-i harbiyemize nispetle mükemmelen denilebilecek bir suretle başa çıkarıldı.

     Kafkasya’da kışın şiddetle icrayı ahkâma başladığı sıralarda icra edilen taarruzat ile Rus ordusunun bir kısmı Alman ve Avusturyalıların karşılarından alınarak bizim cephemize getirildi. Süveyş kanalına ve Mısır’a tevcih edilen harekât ile İngiliz ordusunun garp dar-ül-harbine gitmesi tabii olan bir kısım mühimme de Mısıra tahşîd ettirilmiş oldu.

     Çanakkale boğazının berri ve bahri bilumum hücumlara karşı bütün âlemin takdir ve hayretini celb eden ve tarih-i harbimize bir sahifeyi şan ve şeref ilave eyleyen kahramanlık ve fedakârlıklarla müdafaası ise Rusya ile müttefiklerini en kısa ve kolay tarik muvasaladan mahrum bırakmak suretiyle harb-i umuminin mihveri olmak gibi bir ehemmiyet mahsusa kazanmıştır.

     Şimdi muhtelif dar-ül-harplerimizdeki harekât-ı Harbiye’yi şöyle bir hülasa edelim. İlk topun patladığı Karadeniz sahneyi harbinden başlıyoruz.

Karadeniz vakay’

     Karadeniz’de düşman donanmasının kati bir muharebeye girişmekten ictinab etmiş olması hasebiyle büyük muharebat-ı bahriye vukua gelmemiş ise de muhtelif tarihlerde birçok müsademeler icra edilmiştir. Bunların en mühimleri şunlardır: Donanmamızın düşman limanlarına ilk hücumu, 5 Teşrinisani ’de Novorossisk zırhlısının duçar-ı hasar olması ile neticelenen Sivastopol müsademesi, 11 Kânunuevvel gecesi Feodosia zırhlısının hasar zede olması ve Donetz, Atos torpil gemilerinin garkı ile hitam bulan muharebe, 23 Kânunuevvelde iki gemimizle bütün Rus filosu arasındaki müsademe, 21 Martta Odesa körfezinde iki Rus tüccar sefinesinin ve Mecidiye kruvazörünün garkı ile neticelenen hareket, 27 Nisanda bütün Rus filosuyla Yavuz arasında Karadeniz boğazı açıklarında vukua gelen ve düşman donanmasının rehber gemisinin duçar-ı hasar olmasıyla hitam bulan müsademe, 29 Mayıs gecesi Midilli tarafından bir büyük Rus muhribinin garkı ve diğerinin duçar-ı hasar edilmesi, Eylül ve Teşrinievvel iptidalarında iki Rus bir İngiliz tüccar gemisinin garkı, 14 Teşrinievvelde hms Panteleimon’a benzer bir zırhlının torpillenmesi.

     Bunlardan maada bazen Rus donanması bizim sahillerimizi bazen de bizim sefain-i harbiyemiz moskof sahilini topa tutmuşlardır.

Kafkas cephesi muharebatı

     Kafkas cephesinde harbin ilk günlerinde müdafaada kalan ordumuz, Teşrinievvelin son günlerinde vukua gelen Köprüköy meydan muharebesinden sonra taarruza geçmiş ve Rusları hududa doğru püskürttükten sonra biraz müddet istihzaratını ikmal ve itmam eyledikten sonra 10 Kânunuevvelde yeni ve daha şedid bir taarruzla moskofları hudut haricine def etmiş ve 25 Kânunuevvelde Sarıkamış’a kadar gitmiştir. Rus ordusu, bu taarruz-u şedid karşısında nihayet Avrupa dar-ül-harbinden kuvveyi imdadiye celp etmeğe mecbur olmuştur. Bu kuvvetlerin vüruduyla başlayan Rus taarruzu ise Kânunusaninin nısfı evvelinde tamamen tevkif edilmiştir. Müteakiben bütün kış zarfında her iki ordu da yalnız bazı mevzii hareketler icrasıyla iktifa etmişlerdir. Yaz geldiği zaman da Haziran ve Temmuz aylarında ordumuz sol ve sağ cenahlarıyla epey ilerleyerek Oltu ve Aras havalisinde bazı mevaki mürtefiayı zabt ve Murad nehri havzasını Ruslardan tathir etmiş, ondan sonra ise hiçbir hareket mühimme icra edilmemiştir.

     Kafkasya dar-ül-harbinin Lazistan ve Azerbaycan kısımlarına gelince: kahraman ve fedakâr dilaverlerimiz 9 Teşrinisanide Artvin’i zabt 15 Teşrinisanide Batum’u muhasara etmişler 19 Kânunuevvelde ise Ardahan’a dâhil olmuşlardır. Azerbaycan’da 16 Kânunuevvelde Meyandoab’da Rusları mağlup etmişler 24 Teşrinievvelde Romiye’yi 30 Kânunuevvelde de Tebriz ve Salmas’ı zabt eylemişlerdir.

     Bütün bu harekâttan maksat hem Rus ordusunu bize taarruz edemeyecek bir hale getirmek hem de Alman ve Avusturya ordularına bilvasıta muavenet etmek olduğundan ordumuz, şedaid şitaya ve düşmanın şimendiferler ve yollarla mücehhez olmasına rağmen vazifelerini şayan-ı takdir bir kahramanlıkla ifa edebilmişlerdir.

Mısır cephesinde

     Süveyş kanalı ve Mısır’a karşı yapılacak harekât, İngilizlere ciddi bir darbe indirilmesine hizmet edeceği cihetle pek mühim idi. Kanalın seddi ve Mısırın zaptı, İngiltere’nin bunalmasına ve bütün âlem-i İslam’ın ayaklanmasına sebebiyet verecekti. Adem-i muvaffakıyet takdirinde bile ekli yüz bin kişilik bir İngiliz ordusu Mısırda bağlanmış olacaktı.

     Mamafih böyle mühim bir seferin suret-i katiyede icrasından evvel bir keşif taarruzu yapılması ve ona göre istihzaratta bulunması lazım geliyordu. Ordumuz bu keşif taarruzunu icra etti ve bütün müşkülat ve mevâniye rağmen Sina tepe ceziresini baştanbaşa kat ederek 24 Kânunusanide kanala geldi ve bazı bölüklerimiz cidden şayeste-i iftihar bir şecaat ve şehametle kanalın öte tarafına geçmeğe muvaffak oldular. O vakitten beri Sina tepe ceziresi ve kanalın şark sahili taht-ı işgalimizde bulunmaktadır.

Irak cephesi:

     Irak cephesinde düşmanlarımızın hiç biriyle hem hudut olmadığımız için oradaki kıtaatımızın vazifesi sırf tedâfüi olmak iktiza ederdi. İngilizler, Hindistan’a yakın olması münasebetiyle ilan-ı muhasematı müteakip derhal Basra civarına asker çıkarmışlar ve fırsat buldukça ilerlemeğe çalışmışlardır.

     Irak havalisinde mütehaşşid bulunan kıtaatımıza iltihak eden Irak Osmani ve Irak Acem mücahidinin mütemadi savletleriyle İngilizler birçok zayiat ve telefata duçar olmuşlardır. Bilhassa 3, 5, 22, Teşrinisanide vukua gelen müsademeler ile Kânunusani ibtidalarında Kurna karibindeki muharebat pek şiddetli olmuş 28 Martta İran’da kâin Ahuz da ve Haziran ayında da Kala-l-necim’de kıtaatımız bazı muvaffakıyetler ihraz etmişlerdir. Eylül ayı zarfında mücahidin ve kıtaat-ı askeriye tarafından icra edilen baskınlar düşmanı pek ziyade hırpalamıştır. Yakında bu cephedeki düşman kuvvetlerinin de tamamen def ve tard edileceği şüphesizdir.

Harekât-ı müteferrika:

     Çanakkale muharebatını hulasa etmeden evvel, düşmanlarımızın Adalar Denizinde, Anadolu sahillerine, İzmir’e, Bahr-i Ahmerde Akabe’ye El-vech ve Akabetü’l-Eyle kasabalarına hiçbir maksad-ı askeri takip etmeksizin sırf izaç ve tahrib fikriyle icra ettikleri hücumları, bombardımanları hatırlatmakla iktifa ediyoruz.

     26 Şubat ve 4 Nisan tarihlerinde Timur Hisar tarafından icra edilen akın ve Çanakkale’de, Marmara’da düşman tahtelbahirlerinin garkı ile düşman tahtelbahirleri tarafından muhtelif tarihlerde Mesudiye, Barbaros ve Peleng-i Derya’nın batırılması bizim harbimizin, münferit bazı şayan-ı kayıt vakayı teşkil etmektedir.

Çanakkale muharebeleri:

     Çanakkale müdafaası, gerek sevk-ül-ceyş, gerek kahramanlık nokta-i nazarından harb-i umuminin en mühim vakalarından ma’duddur.  Harb-i umuminin tarihi yazılırken müverrihin, muharririn boğazın ve makam-ı hilafetin müdafaası uğrunda Türk askerlerinin gösterdikleri şecaat ve besaletten, kahramanlık ve fedakârlıktan hürmet ve sitayişle bahis edecekler. Münekkidin askeriye ise Alman ve Avusturya ordularının şark cephesinde Ruslara karşı ihraz ettikleri muzafferiyeti-ı mütevaliye den Çanakkale boğazının muzafferane müdafaasına da büyük bir hisse ayıracaklardır. Filhakika boğazların kapalı kalması moskof sürülerini muhtaç oldukları teslihat, teçhizat ve mühimmattan mahrum bulundurmuş,

0486_0066-115_1058

Çanakkale hücumuna iştirak eden İngiliz sefain-i Harbiye’sinden HMS Goliath zırhlısını batıran Muavenet-i Milliye torpido muhribimiz.

 

ve nihayet mağluben yüzlerce kilometre geriye ricatlarını, binlerce top, bir milyon esir vermelerini velhasıl bitap bir hale gelmelerini intaç etmiştir. Çanakkale müdafaası aynı zamanda, Balkanlarda bu gün ittifak murabba lehine husule gelen tebdilde de amil olmuştur. Çanakkale müdafaası bu kadar muzafferiyetle idame ettirilemeseydi şüphesiz ki Romanya ile Yunanistan düşmanlarımıza iltihak ederler, belki Bulgaristan’ı da beraber sürüklerlerdi.

     Çanakkale’yi müdafaa eden kahraman askerler işte bu mühim neticeleri elde etmişler ve bütün âlemi, düşmanlarımız da dâhil olduğu halde, mebhût ve hayran bırakmışlardır.

     Boğazın vesait müdafaasını kendi vesait-i tecavüziyelerine nispetle pek ehemmiyetsiz gören düşmanlarımız, Türk hamaset ve fedakârısını hiç hesaba katmadıkları için evvel emirde boğazı yalnız bir teşebbüs-i bahri ile geçebileceklerini zan etmişler ve 6 Şubatta başlayarak bir ay devam eden bu bombardımanları müteakip 5 Martta boğazı zorlamağa kıyam eylemişlerdir.

     5 Mart 1331 muharebesi Çanakkale mevkii müstahkemi için bir zafer-i azim, düşmanlarımız için bir mağlubiyet name ile neticelenmiştir. İngiliz – Fransız filosundan dört saat zarfında 3 zırhlı 1 torpido muhribi batmış, 2 zırhlı batmaktan güç hal ile kurtulabilecek kadar rahnedar olmuş, 5 zırhı da az çok hasara uğramıştır.

     Osmanlı bataryalarından ise yalnız bir top, o da muvakkaten ateş kesmeğe mecbur olmuştu. 5 Marttan sonra Çanakkale boğazı bahren hiçbir tecavüze maruz kalmamıştır.

     1 Mayısta Muavenet-i Milliye muhribi Morlo limanında HMS Goliath namındaki İngiliz zırhlısını torpilleyip batırmak gibi büyük bir kahramanlık göstermiştir.

     Mayısın onundan sonra Alman tahtelbahirleri boğaza gelmişler ve 2 zırhlıyı batırmışlar, birini fena halde yaralamışlar, ondan sonra da Adalar Denizinde düşmanın birçok nakliye ve tüccar gemisiyle muavin kruvazörlerini ka’r-ı deryaya yollamışlardır.  

     Çanakkale’yi bahren zorlamaktaki imkânsızlığı görünce düşmanlarımız, 12 Nisanda karaya asker çıkarmışlardır. Anadolu sahilinde Kumkale’ye çıkan Fransızlar iki üç gün zarfında def edilmişler ise de Rumeli sahiline çıkan İngilizler, donanmalarının ateşi himayesinde Seddülbahir ve Arıburnu’nda birkaç kilometrelik dar bir arazi sahasına yapışıp kalmışlardır.

     İşte, yalnız Çanakkale’nin değil belki bütün harb-i umuminin en kanlı ve müthiş muharebeleri burada cereyan eylemiştir. İngilizlerle Fransızlar, boğazı zapt edebilmek fikriyle hücumlarını tezyid ve teşdid ettikçe Türkler de Çanakkale’yi ve makam-ı hilafeti muhafaza emeliyle müdafaalarında o derece nâ-kabil-i tezelzül bir mukavemet göstermişlerdir. Fransız, İngiliz alayları yekdiğerini takiben kırılmışlar, kırıldıkça teceddüd ve takviye edilmişler, fakat hiçbir zaman oldukları yerden bir adım ileri geçememişlerdir.

     Türk askerlerinin sine ve süngüsü nihayet Fransız ve İngilizleri heybetli zırhlıları, ağır topları, hesapsız mitralyözleri, muhnik gazlar saçan mermilerine rağmen mağlup etmişler ve boğazların daima kahraman sahipleri olarak kalmışlardır.

     Seddülbahir ile Arıburnu’nda Nisanın nısf-ı ahiriyle Mayıs, Haziran, Temmuz ayı zarfında hiçbir iş göremeyen düşman nihayet üçüncü bir cephe olmak üzere Anafartalar’a da takriben 100 – 120 bin kişilik yeni bir kuvvet ihraç etmiş ise de o da, kahraman bir kumandanın idaresindeki fedakâr ve cesur askerlerimiz tarafından müteaddit müthiş ve kanlı muharebelerden sonra mağlup edilerek sahil-i bahre atılmıştır. Düşmanın askerimizi arkadan vurmak ümidiyle yaptığı bu son harekât da böyle bir akıbetle neticelenmesi üzerine o zamandan beri Çanakkale’de adi musademat ve muhtelif ateş teatisinden başka mühim hadisat vuku bulmamaktadır.

     Harb-i umumiye iştirak ettiğimiz sırada ve bilhassa Çanakkale muharebatı başladığı zaman düşmanlarımızla onlara taraftar olan memleketlerde, Türkiye’nin son dakikası geldiğine ve İstanbul’un nihayet onbeş yirmi günde Fransız, İngiliz kuvvetlerinin eline geçeceğine dair bir takım kûteh-binyane hükümler verilmiş, bahislere girişilmişti. O vakitten beri sekiz ay geçtiği halde müttefikler hala boğazı geçemediler. Ve artık geçmeleri ihtimali de kalmadı. Osmanlı ordu ve donanması, bütün bu harpte ve bilhassa Çanakkale’de harikalar vücuda getirdi. Düşmanlarımızın, hadsiz, hesapsız vesaitine rağmen bizim noksan ve mahdut vesaitimizle elde edilen bu netice cidden büyük iftiharlara sezadır.

     Filhakika Türkiye’de ne Rusya’nın bitmez tükenmez sürüleri, ne Fransa ve İngiltere’nin muhib donanmalarıyla topu, tüfeği, cephanesi, bol orduları, ne de müttefiklerimiz Almanya ile Avusturya’nın uzun senelerden beri bi-misal bir usul ve intizam tahtında ihzar edilen ve mükemmeliyetin mertebeyi kusvâsına erişmiş bulunan o müthiş ve na-mağlup ordularıyla vesait-i harbiyeleri vardır.

0486_0066-115_1059

Çanakkale’de Muavenet-i Milliye’nin batırdığı İngiliz filosunun HMS Goliath zırhlısı.

0486_0066-115_1059-jpg-2

Çanakkale’de Osmanlı gülleleriyle batan Fransızların Bouvet zırhlısı.

0486_0066-115_1059-jpg-3

Çanakkale’de batırdığımız İngiliz tahtelbahirlerinden E – 2

Bizde yalnız Türk ve Müslümanın fıtri ve ebedi cenkciliği, kahramanlığı, fedakârlığı vardı ve bu hasâil mevârîs, yalnız başına düşmanlarımızdan yeni, mükemmel ve müthiş vasıtalarına galebe etti.

0486_0066-115_1060

Galata Saray Hilal-i ahmer hasta hanesi koğuşlarından biri.

0486_0066-115_1060-jpg-2

Pansuman koğuşu.

0486_0066-115_1060-jpg-3

Tıp fakültesi Hilal-i ahmer hasta hanesi önünde mecruh gaziler.

Cephedeki seyyar hasta hanelerimizden biri. (foto Yusuf Razi)

Şu levha müstahkem düşman mevakiine karşı açık bir arazide süngü hücumu icra ederek vatan uğrunda fedayı nefs etmiş olan şühedamızı irâe eder birkaç gün sonra kahraman askerlerimiz ikinci bir hücum ile karşıdaki düşman siperlerini zapt etmiş ve yatan şühedanın intikamını almıştır. İşbu resim siperlerin kum torbaları üzerine fotoğraf aleti çıkarılarak alınmış ve o esnada düşmanın şiddetli ateşine sebebiyet vermiştir.     (foto Yusuf Razi)

Galata Saray Hilal-i ahmer hasta hanesi bahçesinde mecruh gaziler.     (foto Yusuf Razi)

     Fransızlar, geçen senenin eylül unda Paris civarında vukua gelen muazzam Marne meydan muharebesinde muzaffer oldukları anlaşılan yeni akıllarına geldiği için son günlerde iddiaya ve o kendilerine has bâlâ-pervâzane atıp tutmalarla bu muharebede Fransız ordu ve kumanda heyetin bir mucize gösterdiğini söylemeğe başladılar.

     Hakikatte, harb-i umumiye iştirak eden bütün muharip ordular arasında Fransızlar da diğerleri de hiçbir mucize gösterememişlerdir. Yalnız Türk ordusu, Çanakkale’de inâyet-i rabbâniye ile bir harika ve mucize gösterebilmiş ve makam-ı hilafeti düşmanlara çiğnetmemiştir.

     Abidin Daver.

92 OSMANLI – SIRP SEFERİ

     Müttefiklerimizin hemen hemen hitama erdirmek üzere olduğu Sırp seferinin hengâm vukuunda Sırbiye ile aramızda geçen hatıratı zikir etmek bir tarih bahsinden ziyade ihyayı hissiyat itibariyle hayati bir ders mahiyetinde bulunduğundan 92 Sırp seferini bazı teferruat-ı tarihiyesiyle bu nüshamızdan itibaren karilerimize arz edeceğiz.

92 Osmanlı – Sırp seferi

     A.Şükrü    

     Ben o zamana yetişemedim. Fakat yetişenler pek âlâ hatırlarlar ki bir zamanlar – yani bundan 39 sene evvel – bu günkü Bulgar tebliğ-i resmilerinde münderiç Ziştovi ve Kinazaviç gibi mevki isimleri, Osmanlıları bu günkünden pek fazla işgal etmiştir. Bu mukaddemecikle bedbaht Sultan Murad cülusunu karşılayan mesâib-i müteaddideden birini yani 92 Sırp seferini murad ediyorum.

     92 Sırp seferiyle bunu takip eden 93 Osmanlı – Rus sefer-i meşhuriyenin mufassal tarihlerine maalesef henüz malik değiliz. Binaenaleyh birçok gençlerimiz, eminim ki o seferlerin yalnız isimlerini ve dedelerinden, babalarından o seferlere ait olmak üzere işittikleri bazı yalan yanlış hikâyeleri biliyorlar. Ben bugün, bilhassa böyle harp ateşi bizi ve bütün dünyayı sardığı bir sırada o seferlerin tarihini, hatta bir tarihçesini yapmak fikrinde değilim. Çünkü böyle bir tarih yazmak, büyük tetkiklere ve seneler yiyecek emeklere muhtaçtır. Ben yalnız bugün Bulgar ordusunun 93 sene evvel Türk ordusunun bastığı yerlere basarak Sırbistan’ın kalpgahına doğru saldırdığı ve umum İngiliz milletinin katil Sırbistan’a yardım için yanıp tutuştuğu bir sırada, yine bir İngiliz tarafından bizim Sırp seferine dair yazılmış olan bir bendi tercüme ederek kariyin Osmaniye’nin enzar-ı ibreti önüne koymak ve bu veçhile eski bir hatırayı uyandırmak istiyorum.

Taş kışla hasta hanesinde tahtı tedavide bulunan İngiliz ve Fransız esirleri.         (foto Yusuf Razi)

Ahiren Çanakkale cephesini ziyaret ve avdet eden ayan ve mebussan kirâm.

Çanakkale cephesini ziyarete giden heyet-i mahsusadan ve cemiyetimiz heyet-i idaresi azasından (sol baştan itibaren) İstanbul mebusu Silahçı Cimcoz, Lazistan mebusu Sudi, (sağ başta) Saruhan mebusu Sabri Beyler.

Bahr-i Ahmer sahilinde düşmanla muharebede ibraz-ı şecaat edenlere nişan taalluku merasimi.

İlan-ı cihad üzerine kafileyi mücahidine iltihak eden Necd ruesâ urbani.

     1876 senesinde Bulgaristan’da mühim karışıklıklar hadis olmuştu. Bu karışıklıkların esasına dair herkesin mütalaası başka başka idi. Ve daima da öyle kalacaktır. Hakikat hal ise şundan ibarettir. Küçük bir mevkide sakin olan Hristiyan halk ecnebi teşviki neticesi olarak isyan etmiş ve komşuları bulunan birçok Müslümanları kesmişler. Bunun üzerine başıbozuk Müslümanlar da intikam daha büyük bir mikyasta Hristiyan kesmişler. İşte bu kadar. Fakat bütün fenalıkların müsebbibi hakikisi olan ecnebi ajanlar, artık rahat duramıyorlar. Muttasıl çalışıyor ve işi körüklüyorlar. Bir takım mübalağalı hikâyeler, büyütülmüş vaka ile Avrupa efkâr-ı umumiyesini Türklerin aleyhine çevirmeye çalışıyorlar ki bil netice bu emellerine de nail oluyorlar. Evet, Avrupa efkâr-ı umumiyesi artık kandırılmış ve Türklere karşı umumi bir hiss-i hiddet uyandırılmıştı. Herkes zan ediyordu ki Rusya bu fırsattan istifade ederek asırlık düşmanına son bir darbe indirmek istiyordu. Gerçi bu zan doğru idi. Fakat Rusya istediği darbeyi vurmak için henüz hazırlanmamış idi. Binaenaleyh Rus memurin hafiyesi Sırpları Türklere ilan-ı harbe teşvik ediyordu. Hâlbuki Sırpların Türklerden hiçbir şikâyeti yoktu. Birçok Rus zabit ve askerleri sivil kıyafet ile Sırbiyeye geçmiş ve harbin devamı müddetince de Sırp kuvvetinin bel kemiğini teşkil etmişlerdir.

     Türkler, düşmanın atacağı ilk adımın Tuna boyunda bulunan Vidin havalisine hücum etmek olacağını tahmin ettikleri cihetle böyle bir hücuma pek açık olan o havaliyi müdafaa için Osman Paşa kumandasında bir miktar kuvvet toplamışlardı.

     Daha büyükçe olan diğer bir kuvvet de Sırbiyanın cenubi hududuna yakın bulunan Niş’te bulunuyordu. Bir iki ufak müsademeden sonra Osman Paşa Timok nehri yanında mevzi almıştı. On beş bin nüfuslu bir yer olan Vidin şehrinin etrafındaki arazi gayet mümbit olup rahat ve saadetin her türlü esbabını cem bulunduğu yek nazarda görünüyordu. Osman Paşanın kuvvetine birçok başıbozukların da iltihak etmesine rağmen kadın ve kızlar tarlalarda rahat rahat çalışıyorlardı. Davar sürüleri sakin otluyor ve halkın her bir hali, Rus ve Sırp ajanları tarafından pek mahirane surette uydurulup işâa edilen katl ve yağma masallarının ne kadar esassız olduğunu tamamıyla gösteriyordu.

     Türk ordusu Vidin’den yirmi dört mil uzakta bulunan Adliye namındaki büyük ve işlek Bulgar köyünün iki üç mil yakınında ordugâh kurmuştu. Her gün birçok asker alış veriş etmek üzere köye gidip geldikleri halde, köyde hayat hal-i tabiisinde cereyan ediyordu. Ne kadar çok tahkikat icra edilirse edilsin, Türk mezalimi masallarını teyit edebilecek tek bir hakikate dest-res olmak mümkün değildi. Bu makalenin muharriri sıfatıyla suret-i katiyede beyan edebilirim ki Türkiye’de bulunduğum müddetçe her yerde Adliye’de işitmiş olduğum hikâyeleri işittim. Hiçbir Hristiyan’dan fena bir muameleye duçar olduğunu ve Türk idaresinden gayri memnun bulunduğunu işitmedim. Esasen memleket bizzat bu iddiaya canlı bir şahit teşkil ediyordu. İstirahat maddiye itibariyle görülür, hemen hemen İngiliz erbab-ı ziraatı ile bir gibi idiler.

     Temmuzda hasat devam ediyordu. Erkek kadın bir arada ve bazen yalnız kadınlar ufak oraklarla buğday biçiyorlar, bir yandan da mısır tarlalarını çapalıyor ve tütünlerin diplerini ayıklıyorlardı.

     Bütün bu işler, muhariblerin top sesleri işitilen mahallerde yapılıyordu. Sarı ve beyaz papatya çiçekleri, mavi ve sarı tarla çiçekleri, mavi hazeran çiçeği, sarı sığırdili ve mavimtırak beyaz renkli hatemi çiçekleri, gayri mezru’ araziyi adeta kıymettar bir halı haline ifrağ etmişti. Davar sürüleri, koyun, keçi ve birçok beygir çobansız yayılıyorlardı. Bundan daha güzel ve daha müsterih bir manzaranın tahayyülü bile kabil değildir.

     <<devam edecek>>

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.