DONANMA MECMUASI 117 / 68 25 Kasım 1915

DONANMA MECMUASI 117 / 68 25 Kasım 1915

Pencişenbe: 17 Muharrem 1334 / 12 Teşrîn-i sani 1331

25 Teşrîn-i sânî 1915

Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.

Numarası 117 / 68

Süvari kıtaatı Galata köprüsünden geçerken.

Gençlere

Fıkra mahkûm bir sınıf münevver

♦ ♦ ♦

     Nevâziş aileden sıyrılıp şebabın son kadematına gelen her genç için, yaşamak istiyorsa, bir merhale vardır ki; Ondan ilerisi daima avârızla mâlîdir.  Garb tabakat-ı medeniyesinde müddet-i medide bulmuş bir refikin bize nakil eylediğine nazaran oralarda hayat tahsil esnasında bütün bir cennet şetâret ibraz eden, bütün [an-l-merkezlik] leri şahsında ceme çalışan niceleri o hayatın hitamında eski çılgınlıklara ve şımarıklıklara veda ettikten sonra – sanki o neşeli avanak defini yeisiyle müteellim etmiş gibi – bir ciddiyet mağmume iktisab ediyorlar. Onlar için devre-i tahsil umurun bal ayı makamında tatlı ve bütün bir hayat esnasında hayaliyle geçinilir bir rüya oluyor. Şu halet-i ruhiyeyi arz etmeyen ferde oralarda az tesadüf ediliyor. Uzun uzadı bir tahlile hacet görmeden – ufak bir nazar-ı mütetebbi – bu tebdilin sebebini keşifte elbette güçlük çekmez. Hayat tahsiliyesi esnasında şen ve şatır olan kitleyi şebâb, hayata atıldıktan sonra eski ruh mülâtafayı muhafaza edemiyorsa bu, [hayatı anlamak] nedir? Onun mehaliki nelerden ibarettir? Onu iyi bilmesinden, tanımasından, görmesindendir. İbtida bendimizde dediğimiz gibi avârızla mâlî olan hayat yolunda iyi gidebilmek için meşgul oluşundandır.

     Âlem-i medeniyette böyle bir hatır telakki edilen hayatın – gariptir ki – bizde tarz kabulü büsbütün ma’kustur. Hengâm tahsilini bir tazyik-i mahsus altında geçirmiş olan gençlerimiz onun hitamıyla kurtulduğu tazyikten tahlis-i gırıbân eder etmez, ilk düşündüğü zevk-ü tarab olur; piş ü pesni der ki meydan bulmadan her türlü eşkâl mezâkı tatmağa karar verir. En sağlam ve gürbüz edvar umuru böylece yıpranmağa maruz olan gençlerden ne umulabliliriz!

     Buradaki tesir ruhu garbdakinden çok farklıdır. Zoruna rağmen lenfise ta’kib edilmiş bir tahsil ile onun kuvveyi teyidiyesi olan adem-i hürriyet harekâtı, neticede bir aksi tesir tevlid ederek, zamanında yapılması belki bir nazar-ı müsamaha ile görülebilen lüzumsuz bir hayli harekâtı icraya saik olur. Beşer memnua münhemiktir. O inhimâkta kendini gösterince yüzde doksan gençlerimiz için hitam-ı tahsil, hayata girecek bir merhale yerine bir tiyatro kapısı mahiyetini alır. Mücadeleyi hayata atılacak o uzuvlar birer müptelayı ezvak oluruz.

     Tarz-ı tahsil ve terbiyenin bu husustaki tesiri büyük olmakla beraber arz edilen şu hali intaçta yalnız bunu amil görmemelidir. Bizim gençler [hayata atılmak] nedir? Bunu layık olduğu kadar ehemmiyetle görmüyorlar. Ona daima dürbünün ters tarafından bakıyorlar ve elbette mahiyeti hakkında hakikate biraz uzak fikirler hâsıl ediyorlar. Onu olanca azametiyle karşılayamıyorlar.

     Ne iyi, ne kadar hakimane kaideler, hakikatler vardır ki; telafisine göre fena, muzır neticeler verir. Hassaten bizim iklim-i telakkimiz gibi en sahih-l bünye hakayıkı marız hale getiren bir muhitte bu hal ne acayip, fena tesirler yapıyor! Şarkın kadim ve mütearif bir kaidesini, bizde bütün şarklılar kadar biliriz. “Kanaat iyi bir şeydir” ve her şarklı gibi bizde kanaatkârız. Fakat bu kanaat meselesi nedir? Neye ve ne dereceye kadar kanaat edeceğiz? Bunu daima yanlış anladığımız için en kanaatkârımız bile, en müsrif bir garplıdan daha ziyade mutazarrırdır. Bizde kanaat; az sarf etmek ve arzusunu miktar-ı akıl ile hadd-ı asgaride tatmin eylemek makamında değil az kazanmak ve az kazanmağa alışmak diye tefsir ve telakki ediyorlar. Mantıki düşünülürse bu kanaat değil; Tevile imkân bırakmayacak bir tarz-ı tembelliktir. Zira kanun-u hilkat ve tabiat gayet adildir. Çok çalışana az vermez. Az çalışana çok vermez. Az kazanan daima az çalışandır. Aza kanaat etmek, az çalışmağa alışmak demektir.

     İşte şu halde bizim gençliğin [hayata atılmak] bahsindeki lakaydısında oldukça mühim bir müessir oluyor. Nasıl?

     Ailesinde, daima sabit ve muhafazakâr bir ruh-ı maişet gören çocuk için sergüzeştçe bir hayat mesai yerine sakin, asude, velev ki az mahsul veren; fakat az sa’y arz-ı hacet eden bir meşgale daha munis geliyor. Çok çalışmağa mütevakkıf, çok kazanmak, bazen de adem-i muvaffakıyetle neticelenmek ihtimali olan gürültülü işlerden kaçıyor. Bunda çocuğun sun’i ve taksiri yoktur. Bizde bir nev-zadın adedi nüfus dünyayı bir adet tam artırdığı günden itibaren duyduğu, dinlediği sözler arasında hep söylediğimiz halet-i ruhiyeyi ikaa sebep olacak şeyler var. Çocuklarımızı uyutmaktan ziyade sersemletmek için kullanılan beşikte ana dilinden duyduğu ilk ninni o gencin bir destan hayatıdır.

         Uyusun, büyüsün, tıpış tıpış yürüsün.

         Mektebe gitsin, paşa olsun. İlh.

     Bir hakikat müessireyi ihtiva eden şu dört kelimelik söze bakınız! Derhal bir halet-i ruhiye kendini gösterir. Valide kadar vasi emelli mütemenni bulunur mu? Hal böyle iken zavallı valide ciğer paresi için nihayet bir paşalık istiyor. Çünkü onun için asude ve tehlikesiz maişetlerin kusvası odur. Bu çocuk büyür. Sabavetin, şebab ile olan haddine varıncaya kadar kendi için zaten tayin-i mesleğe ihtimal yoktur. Fakat aile onun kulağına ne olacağını koyar. Bu hususta zaten şak intihabı çok değildir. İkidir? Daima çocuğa irad edilen bir sualde bu iki şak kendini gösterir.   Asker mi? Olacaksın. Kâtip mi? İşte bu kadar. Binaenaleyh o çocuk hayatta kazanmak için bu iki şakın birini intihapla olduğuna ta devreyi sabavetinde kani olur ve çocuklukta inanılan ve öğrenilen şey ise güçlükle unutulur ve terk edilir. Bu halet-i ruhiye ile meşbu olan genç, tahsil taliyi ikmal ile bir mekteb-i âliye girerse behemehâl şu iki şaktan birine müntehi olan mekatibden birisini tercih eder. Bunu teyit için mekatib-i askeriyeye mekatib-i hukuk, mülkiye, kadastro mektebi, maliye mektebi, dar-ül muallimin hülasa esasen memur yetiştirecek mekteplere duhul için vuku bulan müracaatın adedi ile sanatkâr ve müstahsil yetiştirmeğe mahsus mekatibe; Farzen mühendis mektebine, sanayii nefise ye, ziraat, orman mekteplerine, tıp şubesine vuku bulan müracaatın adedini tetkik kâfidir. Bu adetler aksini iddiaya mecal bırakmayacak kadar beliğdir. Bu son saydığımız mekteplere girenlerin çoğu da düşünerek ve serbest çalışmak his ve iradesine hamil olarak girenlerden ziyade babası ya velisi hülasa yakınlarından birinin o sanata salik olması tesiriyle ve ağleb ihtimal fikr-i memuriyetle o mesleğe girmişlerdir.

     İşte bizde gençlik [mücadele-i hayat] ı yalnız bundan ibaret olarak kabul ediyor. Ondan dolayı da her gün memur ve memur namzetleri yetiştiren mekteblerin mezunları artıyor. Memuriyet – bazı şerait-i mahsusa dâhilinde – tehlikesiz ve sabit bir hayat iştigal olduğundan herkes onu tercih ediyor. Ve şüphe yok ki; bunlardan hiç biri zengin olamıyor. Fazla kazanamıyor. Bir millet için, bir milletin ekseriyet münevveresi için daima fakir kalmak ne kadar elim bir bedbahtlıktır. Ehemmiyetle derpiş edilmeğe layıktır ki; efradının en ziyade i’tilâya sâî olması icap eden münevver kısm-ı daimi bir fıkra mahkûm olan millet yirminci asırda, ahenin düveliyede temin-i mevki etmek müşküldür; müteassirdir.

     Bizim için müstakil yaşamak bir gaye-i müşterek ise bu şekil sa’y her halde değişmelidir. En faal kollar, terkim-i hurûf ile; en iyi düşünen dimağlar tertib-i sebk ve rabt ile meşgul olursa bize kurtarmağa çalışacak kuvvetli kol ve kafaları nereden tedarik edeceğiz? Binaenaleyh evvel emirde tarz-ı tahsil ve tedriste çocuğu tazyik değil, tahsilin ehemmiyetini anlatarak tergib ve teşvik, medar-ı sa’y ittihaz edilmeli, saniyen; Kanaat bahsini az kazanmağa değil, çok kazanıp az sarf etmeğe hasr ederek tembelliğe alışmamalı.

     Salisen çocuğu istidadına, arzusuna dikkat etmekle beraber istikbali, sa’y ile mütenasiben parlayan, menafii çalışmağa merbut olan işlere girmeğe teşvik eylemeli. Hele küçük yaşından paşa olmağı, kâtip olmağı, hülasa memurluğu kulağa koymak en büyük bir hıyanet ve fenalıktır.

     Hâlâ da görülen bir garibe bize halet-i ruhiyemizi canlı olarak bazen gösteriyor; bayram günleri paşa forması giymiş mini mini yavrucuklar daha o yaşta sırtındaki elbisenin emniyet maişetini sanki anlamış gibi bir azamet-i masumane taşırlar. O andan itibaren de onun ruhuna bir tohm-i muhafazakârı ve rehavet düşer.

     Zan ediyoruz ki! Kurtulmak istiyorsak makam-ı taltifte ciğer parelerimize giydirdiğimiz o paşa üniforması yerine bir işçi gömleği daha saf, daha şeref bahş hem de daha ziyade faideli bir mesleğin büyük üniforması olduğunu takdir ederek giydirmek evvela ve elzemdir.

         Donanma.

TEDRİSATTA GAYE

6

Ve son

     Bize de <ıslahat> ki teceddüdün hareketi sayılmıştı. Kuvâ-yi Milliyyenin hakiki inhilâline de başlangıç olmuş ve bu göze çarpmayan bir ısrar ile devam edip gidiyordu. Avrupalılaşalım diye, Avrupa’nın bütün müesseselerini taklit ettik, kalıp kıyafetimizi değiştirdik ve öz varlığımızı unuttuk!

     Bu yaşamak namına feci bir intihar idi. Bilmiyorduk ki bizim aklımız, ırkımız, lisanımız, anane ve tarihimiz başkadır. Sersem ve şuursuz bir hal ile varlığımızı temelinden yıkmaya koyulduk. Olan oldu ve nihayet kendimize geldik. İstiyoruz ki kuvvetli bir millet olalım. Kuvvetin böyle kollardan dimağa intikal etmiş olduğu yirminci asırda hem kollarımızı hem de dimağımızı kuvvetlendirmek, daha doğrusu bir de mevcut olan kuvvetleri inkişaf ettirmek için <<ameli çarelere>> müracaat edeceğiz. Bu çarelerin en mühimi, şüphesiz tedrisattır.   Lakin gayesiz tedrisatın bizim için hem de pek fena neticeler verdiğini, Reşid Paşa zamanında sarâhat alan <ıslahat> ı misal göstererek ispata çalışmıştım. Üç sene evvel <Türkiye için necat ve i’tilâ yolları> unvanlı eserimi hep bu maksatla yazmış ve bizim için hakiki terakkinin ne suretle mümkün olabileceğini münakaşa etmiştim. Aradan zaman geçti ve tedrisatın muayyen bir gayeye müstenid olmadığını gördükçe iddiamı tekrar etmekte devam ettim. İşte bunu sarih ve şümullü bir surette ortaya koymak maksadıyladır ki “Karl Monesyus” un Alman mektepleri tedrisatına dair olan fikirlerinden birkaç haftadır bahis ediyor ve fırsat düştükçe bizim tedrisatımıza ait mukayeseler yapıyordum. Karl Monesyus’un fikirlerinin bazısını bizim için bir misal teşkil edecek derecede izah ettim. Şimdi bahsi böyle toptan kavramak için onun esas fikirlerinin her birini birkaç cümlede toplayarak nakil ediyorum:

     1 – Kuvve-i iktisadiye ve ahlakiye, milletin ve bütün bu avâmilin sıhhati kudret-i irfanı yardımıyla kuvve-i askeriyesi gençliğin ta’mim ve terbiyesi esasına müstenittir. Tahsil mecburi olmalı ve bu vicdânî vazife haline gelmelidir.

     2 – Medeniyet-i şahsiye: menâtıka nazaran fikrin sürat ve ahengi, iktisadi vaziyet, esas meşgaleler talim ve terbiye tarzına icrayı tesir etmelidir. Çünkü istisnalar tanıyan yeknesak bir tarz-ı tesviye, şahsiyete mukarin olan medeniyet-i hakikiyenin ruhuna zıt olur.

     3 – İktisadiyatta mahsuldar olmak zekâ vukufun tevsiine yardım eder ve buna mukabil zekânın tevsii de iktisadiyatı daha ziyade inkişaf ettirir.

     4 – Kız mektep teşkilatını da tedricen erkeklerin seviyesine getirmelidir.

     5 – Dini tedrisat, aksam-ı asliyedendir. Bu niam ruhiyeyi inkişaf ettirir. Bunun yerine tedrisat-ı ahlakıye ikame edilmemelidir. Ruhani reisler hükümetin emriyle dini tedrisatı teftiş ve murakabe etmelidir.

     6 – Tedrisattan maksat; Çocuklara hayatta muhtaç oldukları bazı malumatı telkin etmekten ibaret değildir. Çocuklar zekâ ve irfanca kâfi derecede haiz-i nisab olmalı ve onları fünun-u muhtelife şubelerini câmi’ olan âli mekteplerin kapısına kadar sevk etmelidir.

     7 – Tedrisat çocukların inkişafat zekaiyesiyle mütenasip olmalı, yani çocuğun yaşı ilerlediği nispette tedrisatı da derece derece yükseltmeli.

     8 – Tedrisat çocukların kudret-i temsiliyesiyle mütenasip olmalıdır. Yani, ilm mücerret bir bilgi halinde kalmayıp çocuk onu hazım ve temsil etmeli, fikir, fiile kalb olmalıdır.

     9 – Tedrisat çocuklara her şeyden evvel memleketin tarih ve coğrafyasını öğretmelidir. Talim ve terbiyenin bütün inkişafatında doğrudan doğruya vatan hissi, vatan perverliğe ve milliyet perverliğe münkalib olur. Çocuklar etraflı ve derin malumat ile kendi vatanlarında bulunduklarına kanaat getirirlerse vatan için ruhlarında büyük bir aşk ve alaka his ederler.

Bulgar kabinesi reisi ve hariciye nazırı
Mösyö Vasil Radoslavov

     10 – Tedrisatın bir cihet-i mümeyyizesi de aynı zamanda hem zekâya, hem de hissiyata tesir etmekte. Her şeyi bir zaviyeden görmek zekâ perverliği ve bulutlarda uçan hissiyat perverlik fenadır. Zekâyı riyaziyat-ı iptidaiye lisan ve sair malumat ile hissiyatı da edebiyat ve musiki ile inkişaf ettirilmelidir.

     11 – Tedrisatın netayici yalnız tedris olunacak mevzulara değil, tedrisat usulüne de tabidir. Mekaniki bir tarzda çocukların zihinlerine bazı mevadı yerleştirmekten ziyade, her türlü vesait ile mevzuun ruhuna çocukların nüfus etmesine ve ihtiyari bir surette her şekilde istimal edebilmek üzere malumata sahip olmalarına çalışılmalıdır. İşte bu prensibin neticesi olarak kitaplar ikinci derecede kalır. İstinâre olunacak memba kitaplar değil hakiki hayat sahneleridir.

     Çocukların öğrenecekleri makine cihazlarını mümkün ise kendileri yapmalı ve ismini, havasını öğrenecekleri nebatları numune bahçelerinde bizzat yetiştirmelidirler. İbdâ’ için, ibdâğ zevki tatmalıdır.

     12 – Seciyyelerin teşkili için mühim bir vasıta olan el’i istimal ettirmelidir.

     Tedris azim devamın ve seciyenin teşkilinden ibaret olmalı.

     13 – Gençliğin ruhunda hasenâta karşı, hakkaniyet ve necabete karşı derin bir hiss-i vazife uyandırmalıdır. Dinde, tarihte, edebiyatta, kanun tabiiyenin her şubesinde bu hissi terbiye için vesileler bulunabilir. Gençliğe fazâil-i ahlakıye numuneleri gösterilerek bunlara tevfik-i hareket etmeğe sevk ve âmâl edilmelidir.

     14 – Terbiyeyi ahlakıye yalnız böyle derslerle iktisab olunmaz. Terbiye ahlakıyenin feyz ve teâllisi için mektep hayatı heyet-i umumiyesiyle tesiratını icra etmeli, her sınıf küçük bir heyet-i ictimâiye olmalıdır. Talebeden her biri, bu heyetin azasından biri olduğunu derk etmeli. Heyet-i umumiyenin şerefini muhafaza ile mükellef ve ârzûvi umumiye tabi olduğu tefhim olunmalıdır. Talebenin sene ilerledikçe arzu ve meram umumiyi daha bariz bir surette göstermeleri lazım geldiğine ikna edilebilir. Mesela kitap tevzi etmek, kullanıldıktan sonra bunları toplamak, sınıfta hissen hal ve intizama nezarette bulunmak. Sınıfın temizliğine, siyah tahtanın silinmesine, mektep kitap hanesinin intizamına, mektep bahçesinde ve destgahinda çalışırken oyun ve gezinti zamanlarında sınıfı murakabe etmeğe talebeden bir kısmı memur edilir.

     Mektebin seciyeyi uzviyesi bu tarzda bir istihale ve tekâmül görürse mektep, bir sa’y ve hareket sahası olur. Bir cemaat şeklini alan mektepte, heyet-i umumiyenin feyz ve inkişafı daha bariz bir surette, azasından her birinin ihtiyari ve vicdani faaliyetine müftekır bulunduğu meşhud olur.

     Necib bir his refakat ve taallüm, arzı umumiye mutâvaat, cemaatın heyeti umumiyesine ferdin imtisali, umumun mesuliyetine iştirak hissi, mesai umumiyede arzuvi umumiye mutavaat. İşte bütün bunlar, ibtida çocuk masumiyeti şeklinde tezahür ederek bilahare cedidin tezayidiyle tedricen cemaatin hayatına nafiz bir kaide-i ahlakıye suretini iktisab ederler.

     15 – Tedrisatın muvaffakıyetini tasvirini mürebbiyeler bahsi ikmal eder. Mekatip umumiyeden hususi bir istidat ile çıkanlar 4 – 6 sene mürebbiyeliğe ait hususi dersler alırlar.

     Ameli ve nazari fenni terbiye, usul ve sanat tedris ve talim, usul ve tarih terbiye, ilm-l ruh.

     16 – Tedrisatın ser muvaffakıyeti mürebbiyelerdedir.

     Görülüyor ki mektep tedrisatı böyle muayyen fikirlerin genç hüviyetlerde fiile inkılab etmesine çalışmaktan ibarettir. Geçen hafta söylediğimi bir daha tekrar ediyorum. Esasen medeniyet demek, keşif olunmuş iyi fikirlerin ef’ale hâkim olması demektir. Avrupalı milletlerin arasındaki başlıca fark, o fikirlerin hayati fiillere hâkimiyetinin nispet ve derecesindedir. Fikirlerin fiile inkılabı da bir usul-u tatbik işidir. Bizim Avrupalılardan pek çok hususi farklarımız olduğuna göre usulün bize göre inhinalarını tayin eden biz, tatbik eden de biz olacağız.

Yunanistan’ın sabık başvekili
Mösyö Aleksandros Zaimis

     Şimdi bir daha soruyorum:

   – Tedrisat programlarımızın umumi çizgilerini teşkil edecek, esas fikirlerimiz nedir?

     – Bu esas fikirleri hayâtî fiillere kalb etmek usulünün bize göre olan inhinaları tayin etmiş midir?

     Aynı suali hal etmek için Profesör Schimdt’le yaptığım bir mülakatta bana söylediğini buraya kayıt edeceğim. – Hiçbir memlekette muayyen bir ideale göre mektep programı çizilmez. Eski idare altında Türklerin kabiliyeti inkişaf edemiyordu. Bu kabiliyeti had gayesine kadar inkişaf ettirmeğe çalışmalıdır, diyordu.

     Filhakika kabiliyeti inkişaf ettirmek doğru bir prensiptir; Lakin bu söz bizim için o kadar müphem ve firâridir ki, onun tatbik edildiğini görmek mümkün değildir, nitekim olmuyor da. Bunu tek bir misal ile izah edebilirim. Mesela, din, bir medeniyetin anasırı meyanında sayılır, mühim bir amildir. Medeniyette terakki edenler bile dini tedrisat yerine ahlaki tedrisatı ikame etmek istemiyor ve diyorlar ki neam ruhiyeyi hiçbir şey din derecesinde inkişaf ettiremez.

     Öyle ise, bir de dinin hayat ve vicdan ile olan alakası tayin etmedikten sonra sade kabiliyetin inkişafı neye yarar? Çünkü kabiliyeti inkişaf etmiş insanlarda dahi din bir amil olmaktan hali kalmayacak. Şu halde fenni malumat ile din namına olan telkinat biri birinin düşmanı olmakta devam ederse (ki bu hal ıslahat devresinin bergüzarlarında vakidir) kabiliyeti inkişaf etmiş şahsiyetlerin iki istinatgâhından birini ister istemez kayıp etmesi zaruridir.

     Din yalnız vicdaniyete münhasır kalır ve hayata da, beşeriyetin keşif ettiği yeni fikirler hâkim olursa mesele tabii hal edilir. Lakin bu yolda bir tarz-ı tesviye mevcut olmadığı halde sade kabiliyetin inkişafı sözü, incazından şüphe edilen bir vaat gibi kalmaz mı? Profesör Schmidt’in mülahazasını da biz de tedrisatın gayesi henüz tayin etmediğini göstermek için tetkik ediyorum. Tedrisatın gayesi mutlaka tayin etmelidir.

     Bizim muayyen bir idealimiz olmadıktan sonra tedrisatımıza muayyen bir gayenin hâkimiyeti de vaki olmaz. Bunu tayin etmek bana düşmez. Lakin mülahazalarımı söylemekte asla tereddüt etmeyeceğim.

     Bizim altı bin senelik bir tarihimiz var. Şurada burada dağınık milyonlarca ırkdaşımız var. Tedrisat gayesinden bahis ettiğimiz Türkiye, şimdiki halde bir müstakil devlettir ki, hudut siyasiyesini biliyoruz. Bu hududun içinde bir insan kitlesi var. Onun ananeleri, dini, lisani, hususi bir ahlakıyeti var. Memleketimizin tabii servetlerini ahalimizin hususi kabiliyetini de biliyoruz farz edelim. Bu bilgiye etrafımızdaki komşu milletlerle bizim yurdumuza göz dikenlerin emellerine ait tafsilatı da ilave edelim, göreceğiz ki tarihi bir vazife tevcih ediyor. O halde ilk gayemizi tayin edeceğiz: İslamcı mı olacağız, Türkçü mü?

     İşte bu gayeyi tayin ettikten sonra onu hakikate kalb edecek yeni bir nesil yetiştirmeye çalışacağız. Ve bu babda en mühim yer vasıta olarak kullanacağımız tedrisatta idealimize göre bir şekil vereceğiz. Profesör Schmidt’in mülahazasına rağmen bu tarzda bir hesab-ı kati yapmadıktan sonra ıslahatçılığı başka bir isim altında tekrar etmiş olacağız ki, bu bizim için son bir intihardır.

     Lakin biz ölmek istemiyoruz, ölmeyeceğiz ve yaşayacağız!

Haşim Nahid

HATT-I HARB GEMİLERİ

* * *

mabad

Yardımcı makinalar

         Tulumbalar tazyik-i âli tahtında olarak saatte 50 ton su verebilirler. Su denizden alınır ve suyu vermek için her tulumbadan şakuli bir ana terfi borusu çıkar. Bu ana terfi borularına borular raptıyla icap eden yerlere şubeler alınır ve üzerlerine tertibat-ı mahsusa yapılır ki, bu sayede yangın için yahut güverte yıkamak için der-akab hortumlar koşulabilir. Makine ve kazan dairelerindeki stimli yangın ve sintine tulumbaları da kezalik aynı iş için kullanılır. Kezalik muhtelif sintine ve double bottom bölmelerine giden alıcı borularıyla mücehhez centry fepugal tulumbaları dahi tertip olunmuştur. Ve bunların ihraç fethası bordadandır ve bu bölmelerin istenildiği zaman imla edilebilmeleri için de tertibat-ı mahsusası vardır. Bir hasar münasebetiyle vuku bulacak meyli tashihe bir vasıta temini zımnında makine ve kazan daireleri yanlarındaki cenah bölmeleriyle kömürlüklerin imlası için tertibat-ı mahsusa yapılır.

     Bir geminin muharebe esnasında, mukabil bordadaki zırhın alet kenarını sudan yukarı çıkaracak veçhile bir tarafa ziyade meyline mucib olacak surette uğraması pek muhtemeldir. Bundan dolayı ve topların icrayı fiilde serbest bulunabilmelerini temin için gemiyi mümkün olacağı kadar hal kaimine takribe çalışmak zaruridir. Bu da tarif olunan imla tertibatıyla mümkündür.

     Yangın vukuunda cephaneyi gark edebilmek için cephaneliklere imla vesaiti yapmak son derece ehemmiyetlidir. Fransız donanmasının en güzel gemilerinden biri olan Liberté cephaneliğindeki cephanenin iştialinden dolayı 1911 senesinde azim hayat zayiatıyla beraber kâmilen harap oldu.

     Bu feci barutun gayri müstakar olmasından idi. Fakat bu, gemide cephaneliğin civarında çıkacak yangının ne mahûf akıbet vereceğini gösterir. Her cephaneliğe doğrudan doğruya denizden imla olunabilecek vesait yapılır. Yanlışlık ve saire gibi tesadüfi olarak imlayı men için çift kilitli valfler kullanılır. Bunların biri deniz musluğunda diğeri de cephaneliktedir. Ve imlanın başlaması için her ikisinin de açılması lazımdır. Bu valflerin her biri tavlondan hem de valf muttasıl bulunan bölmeden idare olunabilir. İdare mevkiinin muzaaf olması yangın veya sair esbabdan naşi mevkilerden birinde durulması mümkün olmadığı takdirde valfin diğer mevkiden idaresi içindir.

     Gemi içinde cephanesi olduğu halde havuza konduğu zanlar, deniz muslukları fetihlerine hortum rabtiyeli tertibat-ı mahsusa rabt edilir. Hortum raptiyelerine hortum koşulur ve bu hortumlar tersanenin salma suyu borularına rabt edilir.

Su geçmez taksimat

     Bir harp gemisinin su geçmez taksimatı yalnız muhatarayı seyriye ihtimali nokta-i nazarından olmayıp fakat harb zamanında alması ihtimali olan hasar nokta-i nazarından mütalaa edilmelidir. İşte bundan dolayı harb gemilerine yapılan taksimat sefain ticariyeye yapılandan çok fazladır. Sefain ticariyede umumiyetle geminin aşağı kısmında ve muayyen bir tulde bir double bottam teşkil eden bir iç kaplaması ile kezalik su geçmez arzani perdeler vardır. Bazı gemilerde de kazan dairesinin yanlarında su geçmez tulani perdeler vardır ki, bunlarla geminin alabandası arasına kömür istif edilir. Tüccar gemilerindeki perdeler için eskiden beri usul ittihaz edilmiştir ki makina ve kazan dairelerini biri birinden tefrik eden perdelere – bu daireleri layıkıyla nezaret maksadıyla – su geçmez kapılar konur. Ve yine kömürlük perdelerini teşkil eden tulani perdelere de – kömürlükteki kömürü kazan önüne almak için – su geçmez kapılar lazımdır. Yolcu taşıyan büyük kumpanyaların gemilerinde tekmil bu kapılara birer kapayıcı tertibatı yapılmıştır. Bu tertibat umumiyetle hidrolik tertibatıdır. Ve kaptan köprüsünden idare olunur. Kezalik perdenin bir tarafında suyun terfii halinde de zât-ül hareke olarak icrayı fiil eder.   Dretnot ’un resminde – 1906 da – makine ve kazan daireleri beyinlerindeki su geçmez kapılar külliyen kaldırıldı. Bu tahtelbahir vuku bulacak infilakla gemiyi harabiyetten siyânet içindir. Tavlon güvertesinde (ki su haddinden dokuz kadem yani doksan iki santim yukarıdır) aşağı olan tekmil ana arzani perdeler iktidar nakil eden teller ve borulardan maada hiçbir veçhile delinmemiştir. Muhtelif bölmelere girip çıkmak için asansörler vesair tertibat-ı hususiye yapılmıştır.

     Sudan aşağı olup su geçmez kapıları olan ehemmiyetli perdeler yalnız, kazan dairelerini kömürlüklerden ayıran perdelerdir. Be bu kapılarda kömürlüklerden kömürü çıkarmak için lazımdır. Bu kapılar amudi sürme kapılardır ve kabinin üzerinden idare olunduğu gibi su hattından oldukça mürtefi bir mahalde dahi idare olunurlar. Yukarıda zikir olunduğu yolda su geçmez kapıların hidrolik veya vesait ile kapanması bahriyeyi harbiyede pek muteber tutulmaz. Çünkü zat-ül hareke tertibatın icrayı fiil etmemesi yahut suyun hücumuyla mevâdd-ı sulbenin fethiye hücumuyla kapının layıkıyla kapanmasını men etmesi tehlikesi vardır.

     Bir büyük harp gemisinde dört takım su geçmez taksimat vardır, bunlar da;

     ( 1 ) – Harici dipten takriben 3 ½ kadem (107 santimetre) açıklığında bir iç dip yani kaplamasıdır. Bu cihet arzanide muhafaza güvertesine kadar ve baş kıç istikametinde tulun bir hayli kısmınca, yani takriben yüzde 70 kadar bir kısmında imtidad eder. Bu iç kaplamanın, görünmez bir kayadan yahut sair bu gibi esbabdan dolayı harici dip hasara uğradığı takdirde suyun büyük bölmelere girmesi imkânını tasgir kıymeti vardır. Mukayyed birçok vukuat vardır ki, iç dibin bölünmesi gemiyi batmaktan kurtarmıştır. İç ve dış dipler beynindeki saha muntazam fasılalardaki su geçmez arzani maksimler ve su geçmez yapılan tulani posta teşkilatı vasıtalarıyla iyice taksim olunmuştur.

     Bu ufak bölmelerden birçokları yağ mahruki konmak için tertip olunmuştur ve bazıları da kazanlara verilecek ihtiyat kaydı için iyi su konmak üzere tertip olunmuştur. Her ne kadar bu dâhili dip tam başa ve kıça kadar imtidad etmezse de nihayetlerde su geçmez döşemeler ve platformlar vasıtasıyla teşkil eder bir nisbi dâhili dip vardır.

     ( 2 ) – Su hattından oldukça yukarı imtidad eden su geçmez arzani perdeler, bunlardan bir kaçı ana perde itibar olunmuştur. Ne kapılar için ve ne de teceddüd hava yahut tahliye tertibatı için delinmez. Kabul olunan usul geminin tulunu ana perdeler (şekildeki gemide on adet ana perde olup şu X veçhile işaret edilmiştir) mahdut bir takım kısımlara ayırmaktır. Bu kısımlardan her biri Marmara, imla ve teceddüd hava itibariyle ayrı ve müstakil olarak tertip olunurlar. Bu perdelerde ta tavlon güvertesi seviyesine kadar hiçbir kapı açılmasına müsaade yoktur. Bu veçhile tavlon güvertesinden aşağıdan baştan kıça geçilemez ve hiçbir şey geçemez. Bu yüzden, bir kaza vukuunda geminin selameti ziyadesiyle artmıştır.  

         Devam edecek.

Bahr-i Ahmer ve sahil-i Hicaziye intibaat-ı harbiyesinden

   Zaba nahiyesinde düşman taarruzuna karşı hücum                                                                      Yenba’ kasabasında sahil muhafaza kıtaatı

     Her gün bir hârika-i celâdetle cibâh harbiyemize enzar-ı yar ve ağyârı celbden hali kalmayan kıtaat-ı askeriye ve mücahidinin sahil Hicaziye vesait-i mevcuda ile İngiliz tecavüzlerini def hususunda gösterdikleri şecaat ve ettikleri hizmet şayan-ı tebcil bir mahiyettedir.

     En son esliha-ı harbiye ile mücehhez olan düşman, silah din ve iman karşısında hâib ve hâsir olmaktadır. Bu cephe-i harbe ait şu birkaç fotoğrafı karilerimize arz ederiz.

Sancağa selam                                   Hecin süvari akıncılarımız

TÜRK DESTANI

* * *

     Dünya yaratılırken, en evvel güneş ve yerle gök kuruldu. Sonra bu toprak üstünde, bilinmeyen yerlerden insanlardan türedi. Ve insanlar ilk göklere el açtı. İlk evvel göklerin azametine tapınan bu insan sürüleri, çöllere, ormanlara, ovalara, yaylalara dağıldı. Arz üstünde tekrar karşılaştığı zaman bilmem neden birbirini öldürdüler, hep döğüştüler ve kan döktüler.

     Her biri başka belde büyüyen bu kümeler, sonra başka başka göklerden inmişler gibi bir birini tanıyamadılar. Her tesadüf onlar için kanlı bir cenk oldu. Bir kahramanlar meydanı.

     Şimdi de gök, kalplerin coşkunluğunu kendine çekiyor. Ve insanlar da hâlâ ona el açıyor ve hâlâ birbirini öldürüyorlar. Bilmem niçin?

     Meleklerin dünyası. Ey gök, on sekiz bin bahçende bırak güzeli çöl kadınları gibi ışıldak yıldızlar dolaşır. Ve fesaneler güzeli gibi eşsiz, dilber bir elmas tahtın var ki, renk, ışık, şiir ve güzellik onun saçaklarından yaratıldı. Nazlı meleklerin her gün, yüceliği parlaklığıyla renk, ışık, şiir ve güzellik yaratan bu İlahi tahtın etrafında, onun şerefine gerdûneler gezdirirler ve akşamları gözlere fesaneler okuyan çerağlar yakarlar.

     Gündüzleri İlahi membaın, geceleri yüz bin yıldızınla yeryüzünü aydınlatan sensin ey gök! Ulu kubben altında bir mahşer gibi canlı, cemâli kaynaşan yıldızların, bize topluluğu öğretti. Bahçelerinde koşarken korkunç sesler çıkaran ve çarpıştıkları anda, gözlerinin nuruyla bütün dünyayı aydınlatan garip şekilli bulutlarından da cenk etmeği öğrendik. Yeryüzü ve yeryüzünde yaşayanlar, bu ses, bu ışıkla titrerler, ey gök!

     Ey bin türlü cilveleriyle akılları durduran ve her şeyi gören ulu gök, bilir misin ki yeryüzünde de kasırgalar gibi mühlik kavgalar da çıkardığı zafer avazeleri senin gürültülerine benzeyen, okları yıldırımlarını andıran bir millet var. İlk hatve taabbüd duygularını senin nur membaı, İlahi tahtın önünde duyan, doğruluğu ve kahramanlığı senden öğrenen bu insan kafilesini tanırsın değil mi, ey gök? Evvelden beri arzudan yükselip senin yüce kubbeni dolduran harp sedaları arasında en gür, en mert olan ses kimindi ve en uzak ve isabetli oku kim atardı. Elbet bilirsin.

     Sen her şeyi bilirsin, ey gök! İlk âdemden beri yeryüzünde gelip geçenleri, olup bitenleri, hepsini. Arzî yaratan, insanlara can veren ve arzın tarihini yazan sensin.

     İşte sana soruyorum; Söyle. Bu toprak üstünde gelip geçenlerden en şanlı, en vakur hangi ordu idi; Sen hangisini sevdin? Yeryüzünde hangi hakanların tacı en parlak, alnı açık, kalbi temizdi ve hangileri arslan gibi yiğitti; Sen hangilerini en ziyade beğendin; Türk hakanlarını mı, söylesene a, gök kubbe!

     Söyle bana, hangi milletin tahtı, bayrağına aldığı senin ayla yıldızın kadar parlaktır, söyle bayrağında ayla yıldız taşıyan bir milletin rüyası saf, kalbi yücedir, değil mi ey gök?

     Melekler dünyasının serdarı. Güneş, sen söylemez misin? Cenk meydanlarında büyük ordular savaştıktan sonra, sen batıya çekilirken; Kızıl ziyalarınla üstlerine kefen serdiğin ölüler arasından geçen yiğitler içinde alınlarında, kalplerinde ve ruhlarında başka güneşler doğan ve parlayan hangi milletin yiğit başları idi? Sen her şeyi bilirsin, güneş, söylemez misin?

     Göklerin ulu kubbesi, güneşin sıcak nurları altında, ilk âdemi kendi cevherinden yaratan toprak var. Ve kılıcı önünde dağların eğildiği, büyüklüğünü rüzgârların hikâye ettiği bahtını göklerin koruduğu adı unutulmuş kahramanlar bile toprak altındadır. Toprak da gök güneş gibi her şeyi bilir.

     Âdemoğlunun bereketli tarlası, aziz toprak, hepimiz senin cevherinden yaratıldık. İlk âdem gibi, esâtîre geçen bütün güzel vücutlarda, destanlar ebda’ eden kahramanların kanında, her yerde ve hepsinde sen varsın. Sağlığında cihanı titreten, ufuklara şan salan hakanlar, cengâverler de, nihayet sana varırlar.

   Ocağın hülyalı, şiirli ve füsunludur. Ey toprak! Sıcakkanlı çöllerin var ki düzlüklerinde guruplar, renk ve nur oyunlarıyla insanlarını mest eder. Enginlerine uzanmış, büyük, nihayetsiz denizler meleklerin gözyaşından yaratılmış kadar güzel ve ilahîdir. Ona bakınca, günahlar yıkanır ve kalbe ferahlık, güzellik hisleri dolar. Renk ve güzelliği ile deniz, bize sanatı öğretti. İnce, hassas dudaklarından bin bir sesle bin bir masal dinledik.

     Lakin bazen bu güzel deniz, hırçın, asabi, kayalar ve karanlıklarla çarpışır. Issız ufuklara kadar uzanan sular, birden devler ordusuyla cenk eder gibi kükrer ve yakar, yıkar.

     İşte, âdemoğlu bu sesi ilk işittiği gün, damarlarında kanın kızıştığını duydu. Kalbi çılgın olmuştu. Ve şimdi, dünyayı titreten ordular, toplarının dehşetini hep bu sesten aldı. Nasıl oklar süratini yıldırımlara benzetiyorsa, toplar da gür ve korkunç sesini, dalgalardan öğrendi. İşte, ey sevgili küre, bize cengi öğreten de senin güzel denizlerindir.

     Sen bizi yaşatırken, ilk âdemin gördüğü cennet bahçeleri kadar güzel göğsünde şiiri, sanatı öğrendik; Ruhumuz mest ve müstagrık yükseldi. Sonra ateşin mi parladı. Karnın mı acıktı, niçin gazaplandın, ey toprak? Bize cehennemler hazırladın.

     Uçurumlarını göre göre ölümden yılmaz olduk. Yanar dağların bize beldeleri yakmayı öğretti. Ormanlarında dolaşan mağrur aslanlardan yiğitliği öğrenirken, kaplanlar gibi yırtıcı ve denizin hasretine ağlarken, dalgalar kadar asabi, kuvvetli ve yıkıcı olduk.

     Sevin, şimdi ey toprak; Senin çukurların doldu ve doluyor. Fakat bu meydanda bizi övündüren kahramanlar da yetişti. Sellerle kan döktük ama boyun eğdirdik ve mağrur olduk.

     Tarihimiz, baştanbaşa bir destan.

     Sen hepsini bilirsin. Türkün adını, sanını bilirsin, ey toprak söyle; Ölüm bekleyen çukurlarına korkusuzca atılıp en haklı davalarla kan akıtan kahramanlar nesli, hangisidir?

     Bir yüzünde bir sel gibi, dalga gibi, kasırga gibi çarparak ezip kavuran. Sonra, ortalığa sükûn ve rahatlık veren. Bayraklarıyla beraber dünyanın dört bucağına kahramanlık, doğruluk ve ululuk ileten hangi milleti gördük. Sen söyle ki ey toprak, insanları kendi hamurundan yarattığın halde, kıskanır ve yine kendin almak istersin. Göğsün altında sakladığın kalpler arasında en asil olan hangisidir? Sen de, göğsünü süsleyen hangi milletin tacıyla mağrursun?

     Elinde bayrak, başında tuğ, kalbinde imanla, rüyasındaki eşsiz güzelin arkasında dünyanın uçlarına koşarken, her geçtiği yerde kuyruklu yıldız gibi nurlu bir iz bırakan ve buyruğu altındaki insanlarda tapınma hisleri uyandıran hangi ırkı gördük? Dünya yüzünde, hangi bayrağın gölgesi, her geçtiği iklime nur saçtı, her vardığı bucağa sağlık götürdü.

     Söyle, en yaman yumruklarla kırılmayan hangi tacı, en sivri mızraklarla delinmeyen hangi kalbi gördük? Hangi millet, hangi hanedan, dünyalara buyurdu. Zayıf tahtları taçlarıyla, boyun eğen milletleri dinleriyle, dilleriyle korudu. Asileri uslandırdı ve tarihine şan ve şeref dolu destanlar yazdırdı. Hangi hakanlar kendi ırkının ululuğuyla öğündü ve hangi millet kendi hakanına kurban oldu?

     Söyle ey toprak! Türk milleti Türk hakanı değil mi?

         Mustafa Haluk

  .Mısırı İngiliz istilasından kurtaracak olan Osmanlı ordusunun muhterem şehitlerinden Yüzbaşı Selahattin Bey.

Kumandanlarımızdan Mustafa Hilmi Paşa ve maiyeti erkânı ile Çanakkale’yi ziyaret eden mebusandan 

     Fotoğrafını derç ettiğimiz bu fedakâr simanın cidden her şehit gibi kalbinde Osmanlılığın şan ve şerefini yaşatmak için büyük bir iman taşıdığı Osmanlı bayrağının her yerde ve her zaman ser-efrâz olmasını gaye-i saadet bildiği ve bu uğurda muharebe meydanlarında çarpışmak azmiyle mütehassıs bulunduğu kendisini bilenlerce müspet bir hakikat olduğundan İngiliz idareyi zalimanesinden kurtarmak üzere yüzlerce kilometrelik sahraları geçerek azim fedakârlıklar ihtiyar ve bu seferin icrasında muvaffakıyet ihraz eden Osmanlı ordusu tarafından İngiliz tahkimat fevkaladesine rağmen Süveyş kanalında vuku bulan taarruz esnasında cidden fedakârlık ibraz eyleyerek şehit olması hafızayı millette yaşayacak mefahir-i milliyemizdendir. Mecmuamız bütün büyük ve muzaffer ordumuzun her şahsı hakkında kalbi ve samimi bir ihtiram beslemekle beraber Yüzbaşı Selâhattin Bey gibi numune-i imtisâl olacak derecede izhar-ı besalet ve şecaat eylemiş simaların, inzar-ı millette takdir ve ihtirama mazhariyeti için de lazım gelen vazife ve hizmeti ifadan da gerikalmaz.

     Bir millet, kendi uğrunda fedakârlıklar, harikalar göstermiş olan şehitlerini bilmeli ve her birine kalbinde bir mevki-i hürmet ayırmalıdır ki vatan yükselmiş olsun.

     Yüzbaşı Selâhattin Bey, maliye muhasebat mümeyyizlerinden Tevfik Efendinin oğlu olup 1290 senesinde İstanbul’da tevellüt etmiştir. Selâhattin Bey çocukluğundan beri askerliğe pek ziyade heves ettiğinden Soğukçeşme rüştiyesinde ve Kuleli idadisinde ikmal-i tahsil eyleyerek Harbiye mektebine dâhil olmuş ve 1314 senesinde mülazım sani rütbesiyle Bigadiç redif taburuna memur edilmiştir.

     Bigadiç’ten Edirne’de on ikinci alaya terfian gönderildikten sonra ilanı meşrutiyette Yüzbaşılık rütbesiyle Biga redif kumandanlığına ve bade Edirne ikinci hudut bölük kumandanlığına tayin olunmuş, Balkan harbinde kendisini umur tahririyesine memur edildiği halde bilfiil meydan-ı harpte vazife-i vatan-perveranesini ifa etmek azmiyle silah arkadaşlarına iltihak etmiş ve ateşe dâhil olmuştur.

     Edirne’nin muhasarasında altı ay çarpıştıktan ve esarete giriftar olduktan sonra avdet eylemiş ise de bu mağlubiyet tesiri kalbinde derin bir ceriha bırakmıştı. İngilizlere harp ilan ederek Mısır üzerine yürüyen Osmanlı ordusunda bulunarak ilk taarruzda fevkalade iraz-ı şecaat ve fedakârı ile kanalda Osmanlılığın zaferi için ihraz-ı şahadet eylemiştir.

     Mevlâ, garik-i rahmet eyleye.

Harb-i ahirde büyük ve mühim hizmet ifa eden ve Alman vesait-i mevcudesinin en şayan-ı takdir bir numunesi olan Zeplinlerin Almanya seyahati esnasında vatandaşlarımızı taşıdıkları sırada alınmış iki resmini karilere takdim ederiz.

 

AMERİKA’YA HİCRET

Esbabı – nisbeti – şeraiti

. . .

   Kristof Kolomb’un an-cehl keşf eylediği Amerika kıtası nüfusunun bu günkü miktarı her halde üç asırlık bir tenasülün mahsulü olmadığı şüphesizdir. Gerek şimali, gerekse cenubi Amerika’da ahali-i asliye olarak el-yevm hemen hemen kimse kalmamış onun yerine urûk muhtelifeye mensup nüfus kaim olmuştur. Bu nüfusun membaı hicrettir.

     Amerika’ya hicret, en ziyade 1847 tarihinden sonra kesb-i kesafet eder. O tarihten sonra Avrupa’dan Amerika’ya bir akındır başlar. 1847 den evvel de hicretin vücudunu kimse inkâr etmezse de asıl tevsi o seneden sonradır. Hicretin bu tevsiine iki sebep bulunabilir.

     California’da altın madenlerinin keşfi ve Avrupa’da ihtilal, harp, sâri hastalıklar, İrlanda da patates bozgunu, mahsulatın fenalaşması gibi felaketler baş göstermiştir. İlk müsta’merler Amerika’da muvaffak olunca hemen aile ve eviddâsına memleketin iyiliğini ve hicretteki istifadeyi yazarak onları da davet ettiler. 1844 de muhacirinin adedi 79000, 1845 de 114000, 1846 da 154000 iken 1847 de 235000’e çıkmıştır. Bu son adet müteakip seneler için artık bir esas teşkil etmiş ve artmış, eksilmemiştir.

     Binaenaleyh Avrupalıların Amerika’ya muhaceret tarihleri o seneden başlar. Yalnız bundan evvelki muhacirinle şimdikiler arasında büyük fark vardır. Çünkü 1847 den 1890 tarihine kadar muhacirinin kısm-i azamı İngiliz ve Alman iken 1895 den sonra bu nispet değişmiş, İngiliz ve Alman muhacereti pek az miktara inmiş ve onun yerine İtalyan ve Slav muhacereti kaim olmuştur.

     İhtiyarlamış Avrupa’da âlâm ve gamım, Amerika’da refah ve saadet bulunduğu hülyasıyla bir cedide can atan hayal-perestler, Avrupa’daki mesaiyesinden ziyade Amerika’da müstefid olacağı kanaat’ında müteşebbisler, talihine küsmüş Amerika semasında kendine parlak yıldız arayan havayi meşrebler ve nihayet pençeyi kanundan kaçan mücrimler, kaçaklar hep bu sınıf muhacirini teşkil ederler. Görülüyor ki bunların içerisinde nafi olanları olduğu kadar muzırları da vardır. İşte Amerika hükümeti nâfileri kendine mal eder, muzırları geldiği yere iade. Amerikalılar memleketlerine gelenlerin kendilerine yük olmasından ziyade Amerika’nın o adamdan müstefid olması lazım geleceğini düşünerek gelenleri ona göre seçerler. Hükümet Amerikan ırkının sağlam ve çalışkanlarından mürekkeb olmasını arzu etmektedir. Bu arzuyu da fiilen mevkii tatbike koyarak seçme ameliyatı yapar. Bu ameliyat New-York limanının güzel bir yerinde [Ellis Island] ismindeki dil-firîb adada icra olunur.

     Her sene, bir milyona yakın erkek, kadın bir cemaat muhacir o adadaki seçme ameliyatına maruz kalır ve bu suretle müstakbel Amerika tebaası seçilir.

     Muhacirin meyanında ekseriyeti İtalyanlar, Slavlar ve şarklılar teşkil etmektedir. Amerikalılar cenup ahalisinden ve bilhassa Slav ve şarklılardan tehaşi etmekte ve onları daha ciddi bir muayeneye tabi bulundurmaktadır.

     Amerika’da muhacirin, bedeni, fikri ahlakı ve ruhu, iktisadı olmak üzere üç muayeneden geçerler. Bu muayene hissen netice vermez de o muhacirin Amerika’da bir unsur-i servet olmaktan ziyade bir hamule olacağı ihtimali anlaşılırsa derhal Avrupa’ya iade olunur.

.     Bu iade masarifi kâmilen muhaciri getiren vapur kumpanyasına aittir. Bu sebeple vapur kumpanyaları Amerika’ya gidecek yolcuları evvel emirde kendisi muayene ettirerek oraca âdem-i kabul ihtimali olanları vapura almaz. Bundan anlaşılır ki, Amerika’daki muayene bir teftiş ve murakabe mahiyetindedir. Bu muayeneler gayet ciddi ve sıkı olmakla beraber seri yapılır. 1831 den 1910 tarihine kadar Amerika’ya hicret eden nüfusun mukadderatını gösteren şu cetveli tetkik edersek:

Senede vasati    
    40 1831      59800
     50 1841    171300
     60 1851    255200
     70 1860    237700
     80 1871    281100
     90 1881    524500
     90 1891    388900
   100 1901    789900
     

    

     Görürür ki, son senelerde günde vasati 2500 – 3000 muhacirin muayenesi icap etmektedir. Bu sebeple muayenenin mümkün mertebe süratle yapılması lazım gelir.

     Muhacirinin milliyetleri itibariyle olan tahvilatı şöyledir.

        1851 – 1860      1901 – 1910
     
Britanya adalarından      133809      86501
Almanya’dan        95168      34150
İtalya’dan            923    204588
Avusturya – Macaristan            – – –    214526
Rusya’dan       162    159730
İskandinav memaliğinden       2468      31482
Fransa’dan        7635        7338
Memalik-i saire den      19657    141223
  879538 259821

 

     Bu kadar halkı idare, sevk, idare etmek için mühim bir teşkilat, vasi bir idareye lüzum olduğundan Amerikalılar bu işte 500 kadar memur istihdam etmektedirler.

     Birinci ve ikinci sınıf yolcular ale-l-ekser gayet sathi bir muayeneye tabi tutulup, sıdkı tahkik edilmeyen birkaç sual iradından sonra bırakıldıkları halde biçare üçüncü sınıf yolcular uzun uzadı muamelelere, isticvaplara, imtihanlara maruz kalırlar. Bunlar evvel emirde adaya çıkarılır. Tek kol nizamında dizildikten sonra iki parmaklık arasında bulunan tabibin önünden selh-hâneye giden sığırların muayeneleri gibi geçerler. Tabip evvela bunların göz kapaklarını tersine çevirir ve gözlerinde hastalık olup olmadığına bakar. Bu husus bilhassa şarklılarda daha ziyade dikkatle icra olunur. Doktor bade muhacirin kollarını yoklar, adaleleri kuvvetli olup olmadığına bakar. Bazuları iyi olan bir muhacir daha ziyade muayene sıhhiyeye tabi tutulmaz. İktisadı, fikri tetkiklere mahsus salonlara sevk olunur. Bazen de muayeneyi sathiye ile kıymet-i sıhhiyesi tayin edemeyen muhacirler daha ciddi bir muayeneye maruz kalırlar. Birinci muayeneyi yapan doktor muhacirin omuzuna tebeşirle bir takım işaretler çizer ve bu suretle hangi nahiye-i vücudiyenin muhtaç-ı muayene olduğunu gösterir.   Bu gibiler diğer bir salona alınır ve yine tek kol olarak dizildikten sonra diz kapaklarına kadar tamamen soyunup doktorun önünden geçmeğe başlarlar. Her biri hal sıhhiyesine göre ret yahut kabul olunurlar. İtiraz kabul etmeyecek en büyük noksan sıhhi adalâtın zayıf olmasıdır. Amerika böylelerini hiçbir vakit kabul etmez.

     Muayeneyi sıhhiyeden sonra zekâ ve muhakeme muayenesine yani muayene fikriyeye başlanır. Faraza muhacire: – Treni kaçırırsak ne yaparsın? Suali irad olunur. Bu suale;

     – Sonra gelene binerim. Yahut:

     – Kaçırmamak için ihtiyatlı bulunurum diyenler kabul edilmiştir. Bade bir levha gösterilir. Faraza: Bu levhada bir kadın ekmek kesiyor; Etrafında da birçok küçük çocuk var. Bu levhanın ne olduğunu sordukları zaman:

     – Bir ana çocuklarına ekmek veriyor. Cevabını verenler kabul edilir. Bu kadar akıl ve muhakeme Amerikalı olmak için kâfidir.

     Bundan sonra masa üzerinde bulunan ve bir çerçeve içerisinde murabba yahut mustatil bir şekl-i muntazam teşkil eden beş altı gayri müsavi ve gayri muşabe parçaların teşkil ettikleri şekil bozulur ve tekrar o şekle getirilmesi muhacire teklif olunur. Muvaffak olursa Amerika’ya kabul. Olamazsa iade. En güç sual budur. Çünkü 10 – 15 dakikada bunu yapamayanlar görülmüştür. Bu kadar beceriksiz bir adamı Amerika kabul edemez. Saniyen aliye haydi Avrupa’ya.

     İktisadi ve ahlaki muayene tahriren olur. Muhacirlere şu sualler sorulur:

     “Ne kadar paranız var? Nereden geliyorsunuz? Amerika’da ahbabınızdan yahut akrabanızdan kimse var mı? Evli misiniz? Çocuğunuz var mı? Hiç mahkûm oldunuz mu?

     Bu suallerin cevabı daima vesaikle ispat olunmak lazımdır. Muhacirlerin bu suallere verdikleri cevaplarda mütenakıs ufak bir nokta görülürse uzun uzadıya tahkikata girişilir.

     Bu gibi muayenelerde herkesin İngilizce bilmesi bittabi kabil olmadığından iyi kötü tercümanlar kullanılır.

     Amerika’ya hicret kanunu muhacirinin üzerinde lâ-akall 25 dolar yani altı yüz kuruşa yakın bir meblağ bulunmasını mecburi kılıyor. Yalnız daha az parası olmakla beraber oraca birisi tekeffül ederse müsaade edilir. İş bulmak üzere olan amelelere de bu müsaade gösterilir. Fakat kontrato ile iş bulmuş olanlar katiyen kabil edilmez. Ne büyük tezat değil mi? Bu kaide amele sendikasının tesiriyle yapılmıştır. Bu sendika Avrupalı amelenin Amerikalılarla daima rekabet ettiklerini ve fabrika sahiplerinin Avrupa’dan amele celb eylediklerini iddia ettiklerinden böyle kontratlı olanlar kabul edilmez. Amerika’ya girmek için çalışabilecek iktidarda olmalı. Fakat çalışacak işi olmamalıdır.

     Ahlaksızlığından şüphe edilen kadınlar ikinci, hatta birinci sınıf yolculardan bile olsa pek meşakkakane tahkikata ve uzun müddet tevkife maruz kalırlar.

     Üç sene zarfında ahlaksızlığı ve mahkûmiyeti tahakkuk eden muhacirin, getiren kumpanyanın hesabına Avrupa’ya iade olunur. Bu kadar gayri taahhüt yetmiyor gibi bir muhacir çıkar çıkmaz hastalanırsa, [Ellis İsland] adasındaki muntazam hastahanede vapur kumpanyası hesabına tedavi olunur. Hakkında <Avrupa’ya iade> kararı verilenlerin iki defa itiraz hakkı vardır. Fakat bu itirazlarda kazanan enderdir.

     Bütün bu muameleler bazen dört beş saatte bittiği halde bazen günlerce sürer. Onun için adada güzel ve ucuz yemekhaneler vardır. Fakat yatakhaneler pekiyi değildir. Bir demir karyola üzerinde bir tek örtüden başka bir şey verilmez. Bu örtü her gün buharla tanzif olunur. Üç günde bir de sabunla yıkanır.

     Muayene esnasında muhacirler boş durmaz. Adada milli, dini bir takım cemiyetler vardır ki, her biri hem ırkına, hem dinine yardım etmek için tesis eylemiştir. Faraza İtalyanların, Yunanlıların cemiyetleri olduğu gibi Katolik ve Protestanların da cemiyeti vardır. Bunlar, muhacire iş bulmak, yol göstermek hususunda büyük muavenette bulunurlar.

     Muayenede kazanan muhacirin en son salondan dışarı göğüslerinde büyük büyük yaftalar olduğu halde bırakılır. Hemen orada Amerika’nın her noktasına giden demir yollarının bilet yerleri mevcuttur. Herkes istediği yere biletini alır. Ufak bir vapurla karaya, oradan da yeni vatanına gider.

     M.C. 

BİR HAFTALIK VAKAYI BERRİYYE VE BAHRİYYE

* * *

     Garp cephesinde: Eylül evâhirinde ve Teşrin-i evvel zarfında vuku bulan İngiliz – Fransız – Belçika taarruz umumiyesi münasebetiyle pek büyük ehemmiyet kazanmış olan garp dar-ül-harbi, taarruz-i mezkûrun âdem-i muvaffakıyetle neticelenmesi üzerine o vakitten beri ve bilhassa bu son günlerde ikinci derecede bir sahayı harp haline girmiştir. Geçen hafta Fransızlarla İngilizler ve Almanlar arasında ekseriyetle lağım muharebeleri cereyan etmiş, 14 Teşrin-i sânîde Almanlar Equri’nin şimal şarkisinde 300 metre tuluunda bir Fransız siperini zapt eylemişler, Fransızlar da bu mevzii istirdad için bir iki hücumda bulunmuşlar ise de muvaffak olamayacaklarını anladıklarından tatil muhacemat etmişlerdir. İngilizlerin Armantier’deki ani hücumu da akim kalmıştır.

     Fransızlar, Alman hatt-ı harbinin arkasındaki kâin Lens namındaki Fransız şehrini bombardıman etmekte ve bu topçu ateşinden Almanlardan ziyade bittabi şehir ahalisi zarar görmektedir. Alman toplarının Fransız şehirlerine kilise ve saire gibi mebânî atikasına ibraz ettiği hasarı en büyük vahşet diye ilan eden Fransızların kendi toplarıyla kendi beldelerini yıkmaları, kendi vatandaşlarını öldürmeleri, bir vahşet-i muzâaf teşkil etmek lazım gelmez mi?

     Alman tayyareleri tarafından Furnes ve Pupering’deki İngiliz karargâhlarına vaki olan taarruz havaiyeler ve 20 Teşrin-i sânîde İngiliz monitorları ile (monitör namı su kesimleri az, aksam-ı mühimmesi zırh levhalarla mahfuz bir veya iki kıta 15 lik veya daha büyük toplarla mücehhez topçekerlere verilir) Belçika sahilinde kâin Westend’deki Alman bataryaları arasında vuku bulan topçu düellosunu da zikir ve kayıt edersek geçen hafta zarfında garp dar-ül harbinde vuku bulan hadisatı tamamen hülasa etmiş oluruz.

     Şark dar-ül harbinde:   Garpta olduğu gibi şarkta da nisbi bir sükûn hüküm-fermâdır. Gerek Alman – Avusturya kuvvetleri, gerek Ruslar umumi bir taarruz icra etmiyorlar. Yalnız mevzii muharebeler, münferit hücumlar vuku buluyor. Geçen hafta şark cephesindeki en mühim hadise, dar-ül harbin en cenubu kısmında, Rusların bir aya karib bir zamandan beri icrasına yeltendikleri taarruz ve yarma hareketinin bir akamet-i tama uğrayarak neticesiz kalması ve hitama ermesidir. Baltık sahilinden başlayarak vakayı hülasa edelim: Forland’ın Alman işgalinde bulunan sahillerine karşı Rus torpido muhripleri 17 Tesrin-i sânîde serseri ve faidesiz bir akın icra etmişlerdir.

     Von Hindenburg gurubunun Riga ve Donaburg’a karşı icra ettiği takrib harekâtı geçen hafta – şüphesiz muhalefet-i havaiyeden naşi – tevkif ve tatile uğramıştır. Semurgon havalisinde 15 Teşrin-i sânîde vukua gelen münferit bir Rus hücumu zayiat-ı azime ile def edilmiştir.

     Prens Leopold von Baveria’nın gurubunda ise hiçbir hadise vuku bulmamıştır.

     Cephenin General Linsingen gurubuyla Avusturyalıların işgal ettikleri cenup kısmında haftanın ilk günlerinden bir aydan beri devam eden Rus taarruzu hitama ermiştir. Rusların Chernivtsi karibinde ve Stripa nehri üzerinde kâin Simikofça havalisinde müttefikin cephesini yarmak için vuku bulan bütün hücumları neticesiz kalmış ve moskoflar mevzi-i asliyelerine sürülmüşlerdir. Bu muharebatı icra eden General Nikolay Iudovich Ivanov’un ordusu 13,000 maktul 50,000 mecruh ve hasta 6,000 i mütecaviz esir vermiştir. Müttefikin tarafından alınan muhtelif ganaim içinde 48 mitralyöz de bulunmaktadır.

     İtalya – Avusturya hududunda: harb-i umuminin, Çanakkale’deki İngiliz ve Fransız taarruzatından sonra en muvaffakiyetsiz tecavüzü hareketini teşkil eyleyen İtalyan hücumları yine bilâ-muvaffakıyet devam edip duruyor. Fakat bu defa İtalyan erkân-ı Harbiye’sinin gösterdiği inat ve ısrar cidden şayan-ı hayrettir. Fenni harbin bütün tekemmülatına haiz olarak tahkim edilmiş olan müthiş Avusturya mevzii önünde İtalyan taburları, başta Alpini denilen Alp avcıları ve tepeleri yeşil tüylü, güzide Bersagliere kıtaatı bulunduğu halde, her gün, her saat kırılıp döküldükleri halde İtalyan başkumandanlığı mühacimiyeti mütemadiyen takviye ederek neticeyi katiyeyi elde etmek istiyor. Fakat bütün bu gayretlerin, fedakârlıkların yekûn semeratı Dilana geçidinde bir iki siperin, Oslavia mıntıkasında bir mevziin zabtından ibarettir. Dökülen kan ile kazanılan arazi arasındaki nispet bu suretle devam ettiği takdirde, Avusturya hatt-ı müdafaasını teşkil eden dağların tepesine çıkıldığı zaman başkumandan kral ile erkân-ı harbiye reisi Luigi Cadorna’dan başka İtalyan ordusunda kimse kalmış olmayacak.

     İtalyanlar muvaffakiyetsizliğin verdiği yas ve asabiyetle Avusturya idaresinde ve ahaliden pek çok kimselerin kanına girmişlerdir. Bilmukabele Avusturya’nın berri ve bahri tayyareleri Venedik’ de dâhil olmak üzere müteaddit İtalyan şehirlerine bombalar atmışlardır.

     Sırbistan seferi: Alman –Avusturya – Bulgar ordularının, Sırbistan’ın vücudunu büsbütün ortadan kaldırmalarına pek az zaman kalmıştır. Eski Sırbiyanın istilası hitama ermiş, yeni Sırbistan’ın kısm-ı azamı da işgal olunmuştur. Münhezim ve perişan bir halde ricat eden Sırp ordusunun bakiyyet-üs-süyûfu her gün biraz daha zayıf ve bitap düşerek Karadağ üzerine ricat ve firar etmektedir. Bu satırların yazıldığı saatlerde Senice ve Novipazar zabt edilmiş ve Priştine de zabt edilmek üzere bulunmuştu. Sırp ordusu 45 gün zarfında 85,000 esir vermiş cebel toplarından maada bütün ağır ve sahra bataryalarını müttefikine ihdâ eylemiştir.  Müttefik orduların Sırpları takiben Karadağ ve Arnavutluk’a da dâhil olup olmayacaklarını beş on gün sonra anlayacağız. Arnavutluk teslih ve teçhiz edilerek çete halinde Karadağlılar ve Sırplar aleyhine tahrik ve sevki, müttefiklere yeni bir kuvvet kazandırmış olacaktır.

     Vardar ve Karasu nehirleri arasında harp eden Fransız – İngiliz kuvvetlerine gelince: itilaf ordusu takriben, 100 – 120 bin kişiye baliğ olmuş ise de, Bulgar kıtaatıyla vuku bulan bilcümle muharebatta daima mağlup düşmekte ve ilerlemeğe muvaffak olamamaktadır.

     Şimaldeki Bulgar ve Alman orduları Priştineyi zabt ile Karadağ hududuna vasıl olduktan sonra İngiliz – Fransız kuvve-i seferiyyesine karşı bir kısım kuvvetler ifraz edebileceklerinden o zaman istila fecilerin kati bir hezimete uğratılacakları şüphesizdir.

     Denizlerde: Geçen hafta Alman tahtelbahirlerinin faaliyet-i daimesinden başka hiçbir hadise vuku bulmamıştır. Şarki Bahr-i Sefid’de Avusturya ve Alman tahtelbahirleri İngiliz – Fransız ve bilhassa müteaddit İtalyan tüccar gemilerini batırmışlardır. 5 ve 6 Teşrin-i sânîde bir Alman tahtelbahri şimali Afrika sahilinde 6323 tonluk HMS Para namlı muavin İngiliz kruvazörünü batırmış, Sellim limanındaki Yernis Abbas ve Abdülmenim ismindeki ikişer toplu Mısır topçekerlerini top ateşiyle tahrib etmiş ve müsellah bir İngiliz tüccar gemisinin toplarını iğtinam eylemiştir. Bu hadise, Almanların top muharebesi icra edebilecek derecede büyük ve mükemmel tahtelbahirler inşa ettiklerine delalet eylemesi itibariyle haiz-i ehemmiyettir. Şimal denizinde 300 mecruhu hamil bir İngiliz hastahane gemisi torpile çarpıp gark olmuştur.

     Çanakkale’de: Düşman, sefain-i harbiyesi ve kuvve-i berriyyesiyle geçen hafta zarfında epey teşeddüd faaliyet etmiş ise de, Lord Kitchener’in Mondros’a gelmiş olmasına rağmen, hiçbir iş görememiştir.

         Pazar ertesi 9 Teşrin-sânî

         Abidin Daver.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.