DONANMA MECMUASI 120/71 16 Aralık 1915

DONANMA MECMUASI 120/71 16 Aralık 1915

Pencişenbe: 8 Sefer 1334 / 3 Kânûn-ı evvel 1331

Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.

Numarası 120 / 71

Irak cephesinde düşmanın firarı

Son haftaya ait posta:

     Karilerimizle evvelki hafta etmiş olduğumuz hasbıhalde itilafçılar için Yunanistan’dan alınan cevabi notayı kerhen istihsal edilmiş olmakla beraber bir muvaffakıyet siyasiye kayıt etmiş ve yalnız yeni vaziyetler yeni kararları istilzam etmez ise . . . . demiş idik.

     Biz o satırları yazdığımız zaman pîş hayatımızda birçok vakayı mesude irtisam etmekte idi ki bunlardan bir tanesini bugün sıhhat hakikate iktiran etmiş görmekle mesuttur.

     Balkan harekât-ı harbiyesine dair vürûd eden telgraflar itilaf ordularının münhezimen Yunan hududuna doğru ricat etmekte olduğunu ihbar ediyor. Ve bunun lazım gayri mefariki imiş ki Atina’dan gelen diğer bir telgraf da İngiltere ve Fransa’nın Yunan hükümeti nezdinde yeni bir teşebbüs siyesiyede bulunduklarını haber veriyor. Her iki haber arasındaki vakit itibariyle fasılasızlığa dikkat edilirse itilafçıların pek ziyade duçar-i telaş olduklarına hüküm edilmesi iktiza eder. Ve bundan da telgraflarda zikir edilen ricatın oldukça felaketli bir hezimet ve belki de bir firar dehşetengiz olduğuna inanmak lazım geliyor ki bundan en ziyade avaze-i sulh ve müsâlemet perverle bir harbin pek kuvvetli şemâtetleri arasında işittirebilmekten meyus kalan zümre-i mesûde insaniyenin memnun olması iktiza eder.

     Nasibe-i insaniyet ve medeniyetten mahrum olmayan hiç bir kimse yoktur ki harpten son derece müteneffir sulha büyük bir aşk ile hâhiş-ker olmasın. Fakat bil-tecrübe sabit oldu ki beşeriyetin bu arzuyu müzehheri ancak bir tarafın teslim sulh etmesiyle kabil olabilecektir. Bunu biz ve mütefekkirlerimizden beklemek; Bugün beşeriyetin mülkiyet iktiran ettiğini farz etmek kabilinden bir cennet hayaliye olur.   Mukabil tarafın izhar-ı acz etmesini beklemekte ise kendimizi birçok nukat nazardan haklı görmekteyiz. Bir taraftan Belçika ile Fransa’nın bir kısmı müttefikimiz Almanların elinde, diğer taraftan Rusya’nın en mümbit ve medeni kısmı Alman ve Avusturyalıların zir-i pay istilasında. Sırbistan mahvoldu. Karadağ ona pey-rev olmakta. Makedonya ya çıkarılan İngiliz ve Fransız orduları Bulgar kıtaatı önünde münhezim. Çanakkale’de her gün için bin hezimet. Son darbe-i Irak. İşte bütün bu vakaya gösteriyor ki düşmanlarımız için en ufak bir vaka-i muzafferiyet kayıt edebilecek zedelenmemiş, kirlenmemiş bir safha-i harp yok. O halde o kadar yakın olmasa da pek de uzak olmayan bir atî için sulha intizar edebiliriz.

     İtilafçıların son ümit olarak bekledikleri Romanya ve Yunanistan müdahaleleri de artık tamamıyla suya düşmüştür. Ve hatta Rus sürülerinin Karpatlarda medeniyeti ezerken çıkardığı ses ancak İtalyanları aldatabilmiş ve Romen ricali o zamanda büyük bir eser göstererek iltizam bitarafı eylemişler idi. O tarihte galip sayılabilen bir orduya istinaden hata olduğunu itikatla neticeye intizaren sâkît kalan bir kavimden bugün mağlup bir ordu lehine bir hareket beklemek kadar manasız bir şey tasavvur edilemez.

     Yunanistan’a gelince, Atina hükümeti kendisini Venizelos’un sürüklemiş olduğu ve zayiat-ı elimeden az zararla çıkabilmek için elinden her ne gelir ise sarf etmiş ve sabrın son nokta-i müntehâ-yi hududuna kadar erişmiştir. İngiltere ve Fransa’nın Atina’daki son teşebbüslerinin ne netice vereceği şimdiden kati surette kestirilemez ise de her halde mağlup ve milletçi ordularının Selanik’te bir müddet daha kalmasını talep edişlerine nazaran itilafçıların Yunan hükümetini yeni bir müşkül muvacehesinde bırakarak cebren felakete sürüklemek istedikleri anlaşılmaktadır. Reviş-i ahvale ve Yunanistan’ın müteakiben almış olduğu vaziyetlere nazaran bu küçük hükümetin Belçika ve Sırbistan’ın zorla atıldığı hufreye düşmemek istediği ve bunun için elinden gelen her fedakârlığı yapacağı anlaşılmakla beraber itilafçıların desisekâr tazyikleri bu bitaraflığın temadisine imkân bırakmamaktadır. Ve bu tazyikler devam ettikçe Alman başvekili Theobald von Bethmann-Hollweg’in Reichstag’da irad ettiği nutkunda Yunanistan’ın er geç lazım olan mevkii ahz edeceğine dair sarf ettiği sözlerin, gösterdiği ima siyasilerin manayı hakikisi daha büyük bir vuzuh ile anlaşılıyor. Yunanistan’ın bu hafta zarfında olmazsa bile mutlak gelecek hafta zarfında müttefiklerimizle bir safta harp etmek ıztırarında kalacağına hüküm edilmek iktiza ediyor.

     <Donanma>

Hayatta muvaffak olmanın amillerinden

YILMAMAK, USANMAMAK

     [Bulunduğumuz asır, çarpışma ve çekişme zamanıdır. Kim bu mücadelede daha ziyade ayak direrse onun için ihtimal muvaffakıyet artar.   Yılmayan, usanmayan kazanır, gevşek ruhlu ve bezgin adamlar hiçbir mevki temin edemez.   Hayat onlar için bir güç esnasında bi-t-tesâdüf sırta alınan ve kıymeti takdir edilmeyen bir yük olur. Talih o biçarenin nazım hayatı, tesadüf en güvendiği amil-i muvaffakıyeti olur.   Böylelerinin kendine olan zararı, bulunduğu kitleye isabet edenden çok azdır. Çünkü insan, bir cüz-i tam cemiyet olmakla ve insanlara lazım olan hasâisin lâ-akall yüzde 75 ni haiz bulunmakla beşeriyetteki yerini doldurur. Kendisi muhtaç-ı himmet olanlar ait oldukları cemiyetin ağırlıkları hem lüzumsuz ağırlıklarıdırlar. Ne kendi, nede hem-bezmi ondan fayda göremez, dileyelim ki; Böyleleri aramızda azalsın.]

     Hayatta muvaffak olmak demek; en doğru ve en maddi tabiriyle arzusunu yüzde elliden fazla bir nispette tatmin eylemek ve hayatını refah ile sürecek kadar para kazanmak demektir. Bütün harekât ü sekenât-ı beşer hep bu gayenin etrafında toplanır. Fakat uzak bulundukça tenha gibi görünen daire-i mücadele; Merkeze, gayeye yaklaşıldıkça daralır. Daraldıkça rakip çoğalır. Rakip çoğaldıkça da cidal şiddetini artırır.

     Bu şiddet önünde irkilmek, kayıp etmek demektir. O raddeye kadar çalışıp gelmiş olanlar için dönmek, atisini mahvetmekle beraber mesai-i maziyesini, oraya vasıl oluncaya kadar atlattığı vartat ve çektiği mihen ve mezâhimi heba etmek olur ki; Ömür-i beşer gibi yalnız bir defa vuku bulan bir sahne için telafisi gayri kabil bir ziya teşkil eder. Bu sebeple avamil-i muvaffakıyet arasında <yılmamazlık ve usanmamazlık> meziyetini ser-defter mezâyâ addetmek lazımdır.

     Yılmamak meziyetini de en ziyade tarsin eyleyen kanaat, [kazanmak ve mutlaka muvaffak olmak hususunda nefsine ve bahtına itimadı] olmaktır. O derecede ki, ahval onun aksini ima edecek kadar çehre-i abus gösterdikçe peri-i muvaffakıyet sanki tebessüm ediyormuşçasına teşeddid azim ve karar eylemek lazımdır. Basit bir misal ile arz edelim ki; Bu cihanda kazanacak adam tazyik gördüğü ciheti daha ziyade parçalayan dinamit gibi zar gördüğü gayelere daha sert ve metin hatvelerle koşmağa muktedir olandır. Yoksa ufak – velev ki; Büyük olsun – bir muvaffakiyetsizlik üzerine talih, kadere bilmem daha bir takım heyûlâ-i amillere istinad-ı kabahat eylemek zaaf ve aceze düşüldüğünün en bariz alametidir. Bu gibi sözleri tekrar edenlere konacak teşhis [yılgınlık ve bezginlik hastalığı] dır. Şurayı takdir etmek gerekir ki; Âlemde sui talih denilen şey yoktur. Beşer hiçbir zaman öyle mevhum eller içinde yuvarlanmamıştır. Sui talih denilen müessir, ancak beceriksiz ve dermansızların ruh âtıllarından başka şey değildir. Hadisat-i dehr daima bizim arzumuzun silk tatmininde cereyan edemez. Onun tebdil-i istikamet edişinden mutlaka aleyhe husûl telakki neden iktiza etsin? Ahvalin şu şekli rüzgâra benzer. Kim iddia eder ki; Herkes mersâsına mutlaka pupadan gelen yel ile gitmiştir? Maharet odur ki; Rüzgâr, ne olursa olsun gayeye vasıl için onun her şekil ve zannından istifade etmeli ve dümeni ona göre kullanmalıdır.

     Hayatın şu misale vücûh müşabeheti çoktur. Hayat yolunda, fırtınaya tutulmuş mahir bir gemici kalbiyle yürümek en büyük muvaffakıyet müvellididir. Kim iddia eder ki, talih denilen amil hayali kendine daima zehir olmuş yahut ale-l-devam bed-çehre göstermiştir? Ömür-ü beşer bir takım nur ve zulmetlerden mürekkebdir. Hız, nurdan zulmetleri yırtacak derece istifade edebilmektir. Bunun için nefse itimad gerektir.

     İtimad-ı nefs hasisesini hôd-bînlik lekesiyle şaibe-dar görmek ve göstermek abestir. Eğer hayatta muvaffak olmak için nefse itimad lazım ise bunu hôd-bînlik diye tevsif eylemek muvaffak olamaz. Hôd-bînlik yalnız kendini beğenip ahiri nefsinden dûn görmek nakisesidir ki; Muvaffakıyet ya ademiyle hiçbir münasebeti yoktur. Ne kadar halûk, ne kadar yüksek maneviyatta kimseler, ne nazik ruhlar vardır ki; Mücadele-i hatta çelik gibi bükülmez ve kırılmaz. Bu gibilerin meziyeti de nefislerine olan itimatlarıdır.

     Gençlikte verilen vesaya-yı ahlakiye sırasında tevazu ve mahviyet meseleleri oldukça yer tutar. Fakat şuna dikkat eylemek gerektir ki, tevazu ve mahviyeti, çocuk yanlış anlayarak daima kendini kıymetsiz ad ve telakki etmek ve daima fuzuli ve münhal bir ruh taşıyarak yapışacak etek aramak galatına düşmesin.

                 Bulgar harbiye nazırı                                                Bulgar orduları başkumandanı
               General Kalin Naydenov                                                            General Nikola Zhekov
Balkan seferinde: Galipler

     İtimad-ı nefs ve yılmamak bahsinde zikre şayan olan bir mesele olarak sebat-ı karar ve fikri görürüm. Cihanda tereddüt kadar fena, onun kadar muzır hiçbir felaket yoktur. Ale-l-husus eni boyu iyice düşünülmüş ve fikirde müddet-i medide uyarılıp çevrilmiş meselelerin tam an tatbikinde mütereddit bir elde bulunuşu kadar büyük facia olamaz. Bizce, fiilin güç kısmı, icrasına karar verilinceye kadardır. Ondan sonraki müşkülat hep melhûz ve varid şeylerdir. Hâlbuki beşer olsa olsa ancak gayri muntazır felaketlerden sarsılabilir.

     Milyarder McKay isminde bir Amerikalının iktisab-ı servet edişindeki macerası bu yolda tetkike değer mahiyettedir:

     Amerika keşfinin altın hümasıyla takip edilen devirlerinde İskoçyalı bir adam bütün Avrupalı maceracılar gibi kalkıp Kaliforniya’ya altın aramağa, toplamağa gidiyor. Elde avuçta nesi varsa satıyor, savıyor. Hayatını yalnız bir arzuya, zengin olmak, altın toplamak gayesine bağlıyor. Fakat her şey söylendiği kadar ne kolay, ne de basittir. Yüzde doksan dokuz muhacirin hep aradıklarını bulamamak, meşakka tahammül edememek yüzünden ya terk maksatla avdet yahut sefil ve ser-gerdân hamule-i vücudu sürüklemekle ifnayı ömür ederlerken, bu söylediğimiz İskoçyalı McKay küçük ve derme çatma Amerika şehirlerinde elinden gelen her türlü sanatı icra ederek maişetini temin ediyor. Fakat zengin olmak gayesini katiyen terk etmiyor.

Merhum Sırbistan kralı: Peter I

Sırbistan’ın sebeb-i izmihlali olanlardan: Nikola Pašić

Zaman geçiyor. Çoban oluyor. Gün geliyor, sığırtmaç oluyor. Bir gün yine o safahatten arabacılık sanatıyla meşgul iken koşumlardan biri kopuyor. Tamiri için uğraşıyorsa da muvaffak olamıyor. Nihayet ilk uğradığı kasabada tamire karar veriyor ve yola düşüyor. Bir iki kilometre yürüdükten sonra bir süvariye rast geliyor. Maksadı anlatıyor. Süvari de kasabaya gideceğinden beraberce yola düşüyorlar. Yolda öteden beriden bahis sırasında süvari California’lı olduğunu söylüyor. Ve ufak bir arazisi olup içerisinde zayıf bir gümüş madeni damarı olduğunu da hikâye ediyor. McKay maksadının yaklaştığını his ederek araziyi görmek arzusunu izhar ediyor. Ve gidip görüyor ki zayıf damar, zengin bir madendir. O andan sonra her türlü mahrumiyetler, sa’ylar, çalışmalar ile o araziyi ucuzca satın alıyor. Madeni işletiyor. Bugün o madenin kıymeti 200 milyon dolardır. Ve ismi de “kum stok – SAND, STOKE” madenleridir. Bu vakaya sırf tesadüf denemez. Çünkü McKay zengin olmağa karar vermiş ve defter hayatın sahifeleri birer birer açıldıkça istediği sutûr zerrini aramış, bulamadıkça yaprakları çevirmiş ve görülüyor ki, günün birinde o satırlar gözü önüne gelmiş. Fakat McKay da onları okumasını bilmiş. Manasını anlayarak istifade etmiştir. Tesadüf hiçbir zaman amil değildir. Bir kaideyi asliye olarak bilmelidir ki, sebat ve ısrar, tesadüfi tevlid eder. Daha doğrusu maksat husûl bulur da tesadüf denir.

Yeni Almanya sefirinin itimatname takdimi merasimine ait intibalar.
Sefir hazretleri saray hümayunundan çıkarken – dört atlı araba ile saray hümayunundan müfârekat – yolda teşrifatçı Fuad Bey Efendi ile birlikte – teşrifatı Ercümend Bey ve sefir hazretlerinin maiyetlerinden bir zat – madalyon içindeki resim: Almanya sefir kebiri Paul Wolff Metternich cenabları.

BİR TÜRK ESİRİNİN HİKÂYESİ

     İnsan bazen lakâydâne ve yarım saatlik can sıkıntısını def edebilmek için kitap sahifelerini çevirirken bila ihtibâr nazarı dikkati satırlar üzerine merkuz kalır. Kemâl-i lezzetle okumağa başlar. Ekseriya netice-i kıraat olarak fikir de bir muhassıle-i telezüz bakâyab olur gider. Geçenlerde bekada öyle bir tesadüf vaki oldu. Okuduğum vaka tarih-i milliyemizce mühim bir meseleyi hal etmiyordu. Lakin Türk millet necibesinden bir ferdin ser- güzeştini o milletin mütehallik olduğu fazilet civan merdaneyi pek âli surette ispat edercesine hâkî olduğundan hem münâeser, hem müftehir oldu. Bunun içindir ki; Şuraya nakil edeceğim.

     1050 tarihlerine doğru o zaman Garp Ocakları denilen Afrika-i şimali eyaletimizden Tunus’a müteveccihen İstanbul’dan hareket etmiş küçük bir Osmanlı teknesi Venedik kadırgalarından birine tesadüf ederek zuhur eden muharebe neticesinde muhterik olmuş, vasıl-ı şahadet olmayan birkaç kişi de zincir-i esarete çekilmişti. O zaman her hangi millet olursa olsun düşmanlarından aldıkları esirleri ya kürekle müteharrik kadırgalarının küreklerini çektirmek üzere ayaklarından zincirle güverteye çakarlar. Yahut memleketlerinin esir pazarında tuttura bildikleri fiyatla köle olarak satarlardı. Lisani, cinsi, âdeti ve dini yabancı ve her ferdi hissi ateşin taassubla rahime ve şevkatten tebri etmiş bir millet arasında elleri ve ayakları adeta hayvanlara vurulan köstekleri andırır zincirlerle bağlı. Atların sademâtından yaralanmış olarak geçirilen bu hayat-ı esaret tarih-i beşeriyetin en cân-güdâz ve gözyaşlarıyla ıslanmış sahâifini teşkil etmek lazım gelir. Bu esirlerin hemen kısmı azami meşakk ve mesâib içinde pek vakitsiz can vermeğe mahkûm oldukları halde. Memleketinde sahib-i nüfuz ve sahib-i servet olanlarının ağır fidye-i necatlar vererek yakayı kurtarabilmeleri mümkün olurdu. Yukarıda zikir ettiğimiz Osmanlı sefinesinden alınan esira Venedik kadırgasının şehir mezkûra avdetinde esir pazarında ber mutat satıldı. Esira arasında yakışıklı, kavi albeniye bir Türk bulunuyor idi ki; Venedikli bir tacir tarafından iştira olundu. Bu tacirin hanesi Kont Arini isminde pek zengin ve muteber bir senatörün sarayına muttasıl bulunuyordu. Senatörün Francesko isminde bir küçük oğlundan başka evladı yoktu. Bu çocuk sarayın önünde bulunduğu esnada muttasıl hanenin bahçesinde çalışan zincirbend Türk esirine birkaç defa biraz taaccüb, biraz da dikkatle bakmıştı. Git gide bu aşinayı nazarı ülfet-i şifaiye ye tebdil etti. Artık çocuk her gün bahçenin önünden geçtikçe Ahmed ismindeki bu bedbaht ve ecnebi esir ile birkaç kelime teati etmek üzere tevakkuf ediyordu. Zaten gemici olduğu için o zamanki Türk korsanlarının kısmı azamı gibi İtalyancaya vakıf olan Ahmed çehresinde muhabbet ve ulu cenabın en nazar karib asarı meşhud olan Francesko ile mükâlemeden, onun henüz o meşum huşuneti iktisab etmemiş kalbinin sünûhatını dinlemeden gemicilerin alemi hakkındaki ve kanlı harp sahifelerine dair suallerine cevap vermekten mütelezziz oluyordu. Çok defa Ahmedin bütün ademi kabillerine rağmen küçük Francesko iki elleri bir takım hediyelerle dolu olduğu halde ve etrafındakilerin enzar-ı taaccübü arasında esir der-zincirin yanına geliyordu. Ahmed küçük dostunu daima en büyük bir lezzetle kabul ediyordu. Hâlbuki zeki çocuk muhib ecnebisinin daima çehresinde siyah bir elem bulutu dolaştığını, etvarında yalnız ayaklarını ve kollarını hareket vâsiadan men eden zincirden mütevellid bulunmayan bir ıztırâr ve ıztırabın mevcudiyetini his ediyordu. Hatta zan ediyordu ki; Bu kuvvetli Türkün kendisinden saklamak istemesine rağmen gözlerinden bir iki katrenin düşüverdiğini görmüştü.

     Francesko bir iki gün o küçük zihni ile düşündükten sonra bir şeye karar verdi. Ve bir gün pederine müracaat ederek eğer muktedirse sevgili refik zincir bendinin kader ve meşakkatini anlamağa ve ref’ etmeğe çalışmasını istirham eyledi. Venedik’in bu muteber rical-i hükümeti Francesko ile Türk esiri arasındaki garip dostluktan zaten haberdar idi. Hatta çocuğun yüreğindeki şefkat ve samimiyetin bütün saadeti oğlundan ibaret olan bu pederi müteessir ettiği demler bile olmuştu. Senatör oğlunun ricaları üzerine bizzat Ahmed’in yanına gitmeği ve sebebi hüznünü anlamağı vaat etti.

     Filhakika ertesi sabah muteber senatör Kont Arini maiyetinin ve hademesinin taaccüpleri arasında yalnızca Ahmed’i görmeğe gitmişti. Genç Türk esirini bir müddet sâkıt temaşa etti. Kont Arini bu esnada türkün cehresinde tavrında gördüğü alamet-i asalet ve merdaneden müteessir olmuştu. İhtiyar Venedikli ihtimal bu ana kadar bu türkün çehresine bu kadar dikkatli bakmağa katiyen tenezzül etmemişti. Nihayet karşısında metin, mamafih küstahlıktan, kabalıktan büsbütün ari bir vâzıa ile duran, bu büyük Hristiyan’ın sebebi vürudunu keşif etmeğe çalışıyor gibi görünen Ahmed’e dedi ki;

     – Zan ederim ki, oğlumun o kadar çok sevdiği, her gün büyük bir heyecanla bana bahis ettiği Ahmed sizsiniz.

     Türk esiri cevap verdi.

     – Evet, karşınızda gördüğünüz şahıs üç seneden beri hayat-ı esaret içinde sürünen bir bedbahttır. Bu çok elemli, çok siyah devre-i felakette benim için rahm ve muhabbet his eden yegâne insan olarak sizin oğlunuzu gördüm. Ve bedbaht memlekete karşı mevcut olan rabıta-i kalbiyemi de ancak bu iyi kalpli vücut teşkil ediyor. Gerek İslamların, gerek Hristiyanların aynı dereceyi lütuf ve azametle rab müteali olan vücut vacibden geçe gündüz istediğim istirhamlarda benim bu sefil mevkiime bir gün olup oğlunuzun da düşmemesi de dahildir.

     Kont Arini dedi ki;

     – Oğlum hakkındaki samimiyet hissiyatınızdan dolayı teşekkür ederim. Bununla beraber benim mevkiime ve oğlumun müstakbelde namzet olduğu memuriyetlere, servete nazaran bir gün olup sizin gibi felaket-i esarete duçar olmasını müsteb’id görürüm. Lakın burasını bırakalım. Ben şimdi size bir iyilik yapmak üzere geldiğim için size ne hususta hizmet edebileceğimi söyleyin. Oğlum sizin bir hüzn daimi içinde olduğunuzu söyledi. Bunun sebebinin ne olduğunu bana söyleyebilir misiniz?

     Genç Türk bir dakika kadar karşısındaki muhteşem elbiseli zata sert sert bakarak sâmit kaldı. Sanki fikren;

     – Söylemek neye yarar?

     Diye düşünüyordu. Lakin birden teheyyüç etti. Açık çehresinde ani bir infialin dalga dalga dolaşan ateşi görünüyordu.

     – Pek âlâ, söyleyeyim. Cenab-ı hakkın insanlara en büyük lütfu olan hürriyet-i şahsiyeden, vatandan, dostlardan uzak ve mahrum olduğum halde hayatımın ıssızlığı içinde kendi kendime müstagrık âlâm olmaklığım size garip mi görünüyor?

     – Lakin bilirsiniz ki, şu anda sizin memleketinizde de benim milletimden birçok esir ve kahraman insanlar zincir esareti taşımakta değil midir?

     – Evet, şu kadar ki, sizin vatandaşlarınızın yaptığı vahşetlerden ben sizi mesul tutmadığım, hatta hiçbir şikâyet zahiriyede bulunmadığım halde ne için siz cihana şamil ve umumi olan ahval-i mutadeden beni mesul edercesine idare-i kelam ediyorsunuz? Kendi nefsime gelince milletler arasında hükümran olan muamelat ve adet itba etmekle beraber her hangi millete mensup olurlarsa olsunlar hemcinsleri hayvanat-ı vahşiye gibi zincirler içinde yaşatmaktan daima nefret etmişimdir.

     Bu sözlerden sonra Ahmed’in kesb-i sükûnet ettiği görüldü. Elini göğsü üzerine koyarak:

     – Allah kerimdir. Dedi. İnsanların vazifesi onun takdir-i ilahisine teslimiyet göstermektir.

     Kont Arini Türk esirinin sözlerinden ziyade tavrından müteessir olmuştu. Dedi ki;

     – Ahmed, hal ve tavrınız üzerimde büyük bir tesir bıraktı. Esbabını öğrendiğim hüznünüzü, bedbahtınızı tadil ve ihtimal büsbütün bertaraf etmek arzusundayım. Lakin söyleyiniz bana, hürriyetinizi istihsal etmek uğrunda ne yapabilirsiniz?

     Türk tekrar coşmuştu;

     – Ne mi yapabilirim? Cenab-ı Allah şahit tutarım ki; bu uğurda insanoğlunun iktiham edebileceği bütün mahallik ve müşkülatı karşılamağa hazırım.

     – Mademki şecaat ve metanetinize bu kadar güveniyorsunuz. Düşündüğüm tarza göre kendinizi istihsal-i hürriyet etmiş farz eyleye bilirsiniz.

     Türk, çehresi heyecanından kızarmış olduğu halde mütehâlik-âne dedi ki;

     – Bu düşündüğünüz nedir, nedir? Şuraya önüme, ölümü en korkunç şekilleriyle vaz ediniz, göreceksiniz ki, gözümü kırpacak mıyım?

     Kont Arini beklenilmez bir tavır-ı ihtiraz gösterdi.

     – Yavaş söyleyiniz yavaş! İsterim ki, bizi kimse işitmesin. Şimdi sözlerimi bütün dikkatinizle dinleyin. Benim bu şehirde eski bir düşmanım vardır ki, senelerden beri bir insanın haysiyetini, hayatını, hissiyatını zehirleyecek ne kadar büyük fenalıklar olabilirse bunların hepsini aleyhime tatbikten bir an geri durmamıştır. Zalim, hilekâr olduğu kadar da çevik ve cesurdur. İtiraf ederim ki, bu vakte kadar ahzı intikama muvaffak olamamaklığımın sebebi asliyesi de bu cesareti ve kurnazlığıdır. Lakin Ahmed metin nazarlarınızdan, sert çehrenizden ve sözlerinizdeki azim ve ateşten anlıyorum ki. Bu pek tehlikeli işi görmek üzere halk edilmiş bir adam varsa sizsiniz. Şu hançeri alınız. Geçenin zulmeti ortalığı kapladığı zaman ben bizzat sizi bir mevkie götüreceğim ki; Orada hürriyetinizi kazanacak ve aynı zamanda size bahş-ı hürriyet eden bu dostunuzun intikamını almış olacaksınız.

     İhtiyar asilzade sustu; Lakin Ahmed’in nâsiyesi kararmış, iri gözlerinde hırs ve tehevvür alevleri yanmağa başlamıştı. Hiddetinin feveran anisi ani birkaç saniye söz söyleyebilmekten men etti. Nihayet ellerini zincirlerinin müsaade ettiği kadar kaldırarak haykırırcasına cevap verdi;

     – Ey peygamber zişanım, işte müminlerini zincirlerle çalıştıran insanların mahiyeti! Git karşımdan. Ey haysiyetsiz Hristiyan! Ve bil ki, bu Türk, bu Ahmed Venedik hükümetinin bütün hazinelerine mukabil dahi namert bir katil olamaz. Bir yiğit Türk, hatta babasını çocuklarını ölümden kurtarmak için bile alçakça adam öldürmez.

     Gariptir ki; mütekebbir senatör elleri ve ayakları esaret ve sefalet zinciri içinde ve parça parça olmuş elbisesi ile kendisini böyle tahkir eden barbar Türk esiri önünde fark olunur surette tesir ve hiddet göstermedi. Feylesofhane bir tavır ile;

     – Beni nafile yere tahkir ediyorsunuz. Mamafih sizi mazur görürüm. Biraz düşündüğünüz zaman insan için hürriyetin birtakım boş muhakemelerden çok kıymettar olduğunu teslim edeceksiniz. Yarın akşama doğru tekrar geleceğim. O vakit cevap kabulünüzü alırım.

     Ahmed senatöre cevap vermeğe tenezzül etmeksizin arkasını dönmüştü.

     Kont Arini de ağır ağır sarayına doğru yürüdü.

     Ertesi gün henüz akşam olmamış idi ki; İhtiyar senatörün oğlu Francesko ile yanına gelmekte olduklarını Ahmed gördü. Ahmed Kont Arini’nin dünkü teklifini der hatır ederek bir ra’şe-i hiddet ve nefretle öteye doğru yürümek istedi. Lakin küçük Francesko öyle şad ve samimi üstüne atıldı ki; Bu fikirden sarf-ı nazar etmeğe mecbur oldu. İhtiyar senatör bu fırsattan istifade ederek mülâyemetle söze başladı;

     – Dün size ettiğim teklif birden bire tehevvürünüze mucib olmuştu. İşte bugün işi daha itidal demle konuşmak üzere geliyorum. Eminim ki, göstereceğim delaili dinleyince. . . .

     Ahmed muhatabının sözünü sert, lakin haiz-i sükûnet bir sesle kesti.

     – Hristiyan! Bir mert insanı esaretin meşakk ve felaketinden ziyade tezlil eden bu sözlerinizi artık kesiniz. Eğer sizin dininiz bana teklif ettiğiniz gibi bir hareketi terviç ediyorsa bilemem. Lakin sizin bilmeniz lazım gelir ki, hakiki bir Müslümanın indinde bundan büyük bir alçaklık olamaz. Binaenaleyh bu dakikada aramızdaki münasebeti kat etmek, birbirimize bir sübutun yabancı kalmak lazım geliyor.

     Ahmed hiddet ve hayret azimesini içinde ihtiyar senatörün müteheyyiç bir çehre ile kendisine büsbütün yaklaştığını ve beyaz, pırlantalı elleriyle kendisinin zincirbend ve nasırlı pençelerini tuttuğunu gördü. İhtiyar dedi ki;

     – Hayır. Ya geliyorsunuz, azizim. Bilakis bu dakikadan itibaren sizinle daha ziyade tanışmış ve ihtimal müddet-i hayatımızca birleşmiş oluyoruz. Bir alicenab Müslümansınız ki, faziletiniz Hristiyan’ın yüreğindeki fazilet Hrıstiyaniyeyi de teheyyüc etti. Çocuğumla aranızda hâsıl olmuş muhabbet sebebi ile dün buraya ilk gelişimde çehrenizi, tavrınızı görür görmez sizin hürriyetinizi iade etmeğe karar vermiştim. Lakın bu aralık hissiyatı merdanenizin derecesini takdir için icrasını tasmim ettiğim tecrübeden dolayı beni af ediniz. Mamafih bu tecrübe sizin nazarımda daha ziyade taalinize hizmet etmiştir. Karşınızda duran ihtiyar ve muteber asilzade Kont Arini’nin vicdanı sizinki kadar katl ve sui kast gibi cinayetlerden uzak ve müteneffirdir. Fidye-i necatınız sahibinize tamamıyla tediye edilmiş olduğu için bu anda hür bulunuyorsunuz. Bunun mukabili olarak koyduğumuz şart ise oğlum bulunan şu aziz çocuğun dostluğunuzu istediği gibi sizi kucaklamasına müsaade etmenizdir. Yalnız istikbalde, aziz vatanınızda zincir-i esaret altında ezilmiş bir Hristiyan gördüğünüz zaman bu günleri der hatır etmenizi rica ederim.

     Bu sözleri takip eden sahneyi kalemle tefrika çalışmak nafile bir sa’y olur. Üç saf ve şefik, üç kerim ve namuslu kalbin bu herim mülakatı tasvirden ali ve müstağnidir. Şu kadar söyleyelim ki; ertesi gün Ahmed Türkiye taht-ı idaresindeki adalardan birine müheyi azimet bir tüccar sefinesi kaptanına suret-i mahsusada tavsiye edilmiş ve üç senelik hayat dilsiz esaretinin sahnesi olan Venedik’i terk etmek üzere bulunuyordu. Lakin bu mufarekat o kadar kolay olmadı. Asil senatörle şevkat masumanesi sebeb-i necatı olan küçük Francesko ile veda cidden müessir idi. Çocuk uzun müddet Müslüman muhibinin aguşunda kaldı. Gözyaşları birbirine karıştı. Ahmed gözlerini silerek uzaklaşırken bu aziz vücudun selamet mustakbelesi için ateşin bir dua yüreğinden atebat-i uluhiyyete doğru yükseliyordu.

     Bu hadise üzerinden altı ay kadar zaman geçmişti.

     Bir gece senatör Kont Arini’nin muhteşem sarayında bir yangın zuhur etti. Herkes derin bir uykuda olduğundan ve şedid bir rüzgâr hübûb ettiğinden pek az müddette korkunç bir alev kitlesi bütün binayı sarmıştı. Hizmetkârlar yataklarından fırlayıp ihtiyar senatörü uyandırmağa ve aşağı sevk etmeğe dar vakit buldular. Kont Arini henüz aşağı inmiş idi ki, yattığı dairenin büsbütün duman girdapları içinde kaldığı, damın çatırdığı ve nihayet korkunç bir gürültü ile çöktüğü görüldü. Bu mevt-i muhakkaktan kurtulduğu için Kont Arini kendisini tebrike vakit bulamamıştı. Çünkü sevgili oğlu Francesko’nun haşiyet ve telaş umumi arasında unutulduğu ve sarayın daha yukarı bir dairesindeki yatağında kaldığı anlaşılmıştı.

   Bedbaht pederin bu cehennemi manzara muvacehesinde o anda his ettiği işkenceleri tarif edebilmek mümkün müdür? Eğer hizmetkârları tarafından men edilmeseydi bir cinnet yeise tutulmuş ihtiyarın kendisini küçük bir yanar dağdan nişan veren yangının içerisine atacağına şüphe yoktu. Şimdi Kont Arini deliler gibi çırpınıyor; çocuğunu mevt-i müthişten kurtaracak adama servet-i mevcudesinin nısfını vaat eyliyordu. Senatör zengin Venedik şehrinin en zengin bir adamı sıfatıyla meşhur olmakla beraber bu tehlikeye atılacak hiçbir kahraman ortada görünmedi. Bir anda sarayın henüz alevden masun kalabilmiş pencerelerinden biri açıldı. Bedbaht Francesko’nun dehşet mücesseme çehresi görüldü. İki ellerini uzatıyor, aşağıdaki ahaliden, pederinden imdat talep eyliyordu. Bu manzarayı vicdansız karşısında Kont Arini bütün kuvvet-i mütebakiyesini kayıp ederek bir heykel-i bi-ruh gibi olduğu yere yığılıyordu.

     Tam bu an havl-nâkta idi ki, bir şahs-ı meçhul önüne tesadüf eden ahali kümelerini kılıç gibi yararak yangına hücum etti. Oradaki uzun merdivenlerin birini duvara dayadıktan sonra yukarı çıkmağa başladı. Bu meçhul kahraman hareketinde öyle sürat, öyle ulvi bir azim görünüyor idi ki; kendi ölümüne âşık olmuş, alevler içinde mahvolmağa karar

Yunanistan’ı harbe sürüklemek için çalışanların başında
Kral Konstantin.

vermiş zan olunuyordu. O merdivenin başına vasıl olduğu zaman orasını bir alev, duman gird-bâdı sarmış, kahraman gözden kayıp olmuştu. Artık herkes bu adamın alicenap ve şecaatinin kurbanı olduğuna kani bulunuyordu.

     Kont Arini’nin oğlu Francesko’yu tutuyor, bir ucu tutuşmuş merdivenden şayan-ı hayret bir maharetle iniyordu. Şimdi vasi bir alkış gürültüsü, meserret ve heyecan avazeleri etrafa toplanmış binlerce kişiden derin gök gürültüleri gibi yükselmişti.

     Kont Arini oğlunu bağrına basıyor, ağlıyor, gülüyordu. İlk hümây meserret geçtikten sonra çocuğunu kurtaranın kim olduğunu sordu. Hazerun ihtiyar asilzadeye biraz uzakta, elleri göğsünde durup kendilerine bakan parça parça elbiseli lakin pehlivanane endamlı adamı gösterdiler. Meçhulün çehresi yangının dumanından ve isinden o kadar kararmış idi ki, hutut çehresini fark etmek mümkün değildi. Kont Arini bu adamın üzerine atıldı. Arz-ı şükran ve minnet ettiği esnada elinde tuttuğu bir torba altını kabul etmesini rica eyledi. Gündüz olunca vaad ve ahdi mucibince servet mevcudesinin nısfını da taktim eyleyeceğini söylüyordu. O vakte kadar samit ve sâkit duran şahs-ı meçhul dedi ki;

     – Alicenab Kont Arini, size hizmetimi para ile satacağımı mı zan ediyorsunuz? Yalnız bu defa değil, hizmetinizde ne zaman lazım gelirse hayatımı en büyük tehlikeye atmağa hazırım.

     Kont Arini hayretle haykırdı;

     – Lakin bu ses, bu ses. Evet bu sesi tanıyorum. Yarabbi, onun sesi. Şüphesiz onun sesi.

     Kont Arini sözünü ikmale vakit bulamadı. Kemal-i dikkatle siyah çehreli adama bakmakta olan Francesko çılgın gibi, evet pederim, odur. O şeci Ahmed. Benim sevgili dostum. Diye bağırarak müncisinin kolları arasına atılmıştı.

   Bu münci-i meçhul filhakika Ahmed idi. Şimdi orada, ahalinin arasında ve ihtiyar senatörün önünde ta altı ay evvel esaretten kurtulduğu parça parça elbise elan sırtında olarak eski haliyle duruyordu. İhtiyar büyük bir hayret içinde genç Türkün elini tuttu. Gözünden yaşlar akarık, hiçbir şey söylemeğe muktedir olamayarak Ahmed’i ahalinin arasından çıkardı. Yakındaki, muhiblerinden birinin hanesine gittiler. Kont Arini mütehallikane sordu;

     – Lakin oğlum, nasıl garip, fevkalade tesadüftür ki, bu kadar az bir müddette tekrar esir sıfatıyla Venedik’e geldin? Sonra ne kadar sitem etsem haklı değil miyim ki, bu ikinci felaket esaretinden bizi haberdar etmedin.

     – Cenab-ı hallâka binlerce şükür ederim ki, bu felaket esasında Venedik’te bulunduğumda hakkında o kadar büyük bir ulu cenab göstermiş olduğunuz şahsın bu ulu cenaba bir dereceye kadar olsun gayrılık olmadığını ispata muktedir olabildim. Hususiyle şu aziz çocuğun kendi hayatımdan bin kere kıymettar bildiğim hayatını kurtarabildiğim için ne kadar büyük bir bahtiyarlık his eylediğimi tasavvur edebilir misiniz? Ben sizin hakkımda ibraz ettiğiniz kerem ve atıfeti ikinci bir müracaatla sui istimal etmek istemiyorum. Lakin şimdi asıl hakikati öğreneceğiniz zaman hülul etmiştir. Bilmelisiniz ki, sizin gemilerinizden biri tarafından bizim sefine zabt olunduğu zaman ben yalnız değildim. Pederim de benimle beraber esir gelmiş ve başka bir efendiye satılmış idi. Beni üç senelik hayat-ı esaretimde azaplar içinde yaşatan, beni nihayet oğlunuz aziz Fnahcesko’nun bile farkına varacağı surette elem daimiye düşüren sebep işte bu idi. Siz beni zincir-i esaretten kurtardığınız zaman doğrudan doğruya pederimin sahibi olan Hristiyan’a gittim. Kendisine pederimin ihtiyar olduğunu, saniyen aleyh iyi çalışamayacağını, benim ise genç bulunmaklığım dolayısıyla eğer beni onun yerine kabul ederek pederimi azat ederse pek çok kar edeceğini anlattım. Ve nihayet matlubuma nail olarak nail-i servet olan aziz ihtiyarı beni tavsiye ettiğiniz kaptanın gemisiyle Türkiye’ye gönderdim. Şurasını ilave etmeliyim ki, pederim ne sebeple iktisab-ı hürriyet ettiğine asla muttali olamamıştır. Bunu saklı tutmağa pederimin sahibini iknaa muvaffak olmuştum. Pederim kendi serbestisini benimkinin bahasına kazandığını bilseydi, katiyen bunu kabul etmeyecekti. İşte bu ahval neticesi, sebebi hayatım olan vücudu zincirlerden kurtarmak ve cenab-ı hakka karşı borcumu eda etmek içindir ki; o vakitten beri burada, Venedik’te kendi ihtiyarımla esir bulunuyorum.

     Genç Türkün hikâyesindeki fecaat-ı ulviye, fazilet—i ahlakiye dinleyenleri cidden mebhût etmişti. Kont Arini oğlu Francesko ile beraber tekrar servetinin nısfını kabul için Ahmed’i icbara başladılar. Alicenap Türk bu hususta söz bile söyletmek istemedi. İhtiyar asilzadenin bütün ısrarları, hatta ricaları gayr-i müşmir kaldı. Ertesi günü Kont Arini bizzat koşarak Ahmed’in fidye-i necatını sahibine teslim etti. İhtiyar senatör Ahmed’i Venedik’te ikamet için pek çok teşvik ettiyse de bu tabii mümkün olamamıştı. Beş altı gün sonra Ahmed muhibleriyle tekrar gözyaşları içinde veda ederek, lakin bu defa sahihen memleketine bad-ban-guşâ-yı azimet oldu.

Bir enmûzec ittihad
Almanya’da taht-ı tedavide bulunan
Osmanlı, Alman, Avusturya zabitlerinden üç zat.

     Birçok uzun seneler, fedakâr Ahmed ’den Venedik’teki vefakâr dostlarına bir haber varid olmadan geçip gitti. Bu müddet esnasında küçük Francesko büyümüş, yiğit liyakatli cesur bir erkek olmuştu. Bir aralık mühim bir hizmet-i resmiye ile Kont Arini ile oğlu Francesko’nun Adriyatik denizinin cenup taraflarındaki bir şehre bahren gitmeleri icap etti. Lakin râkib oldukları sefine denizde Cezayir korsanlarına müsadif olmuş, kısa bir muharebeden sonra bu korkunç gemicilerin eline düşmüştü. Kont Arini ile hafifçe mecruh olan Francesko da esira meyanında idi. Korsan sefinesi Tunus eyaletine mensup olduğundan on beş yirmi gün sonra bu limana muvasalat etmiş, bütün Hristiyan esirası zincirleri ile sahile çıkarılıp Tunusun esir pazarında müşterilerin enzarına arz olunmuştu. Baba, oğul asilzadeler paslı zincirlerin altında zebun ve taşlar üzerine oturmuş oldukları halde talih siyahlarının getireceği istikbal-i meçhule intizar ediyorlar, aynı zamanda birçok Türk ve Arap müşterilerin enzar-ı muayenesine hedef bulunuyorlardı. Bir aralık elbisesinin ziynetinden arkasındaki hademeden ve çehresindeki vakar ve azametten büyük rütbede bulunduğu anlaşılan bir Türk yaklaştı. Bu zat esira sıraları önünden geçerken atıf ettiği nazarda derin bir mahzuniyet mevcut olduğunu eshab-ı dikkate münkeşif olabilirdi. Birden genç Francesko’nun önünde tevakkuf etti. Yakında duran sefine kaptanına esirin fiyatını sordu. Kaptan esir için mutadtan pek fazla bir fiyat talep ediyor, bunun için de delikanlının muharebede pek ziyade cesaret gösterdiğini, birçok şeci gemicinin ziyaına sebep olduğunu ileri sürüyordu. Kaptan o kadar hararetli malumat veriyordu ki; Müşteri yeni bir dikkatle Francesko ’ya bakmağa başladı. Francesko bu vakte kadar, derin bir hüzün içinde enzarını yere çevirmiş duruyordu. Müşterinin kendisine daha ziyade yaklaşarak bakmağa başladığı esnada o da gözlerini kaldırdı. Bir iki saniye karşısındaki adamın çehresine baktıktan sonra bir feryad attı ve ağzından;

     – Ahmed.

     Kelimesi çıktı. O anda muhteşem elbiseli Türkün de büyük bir heyecana kapıldığı görüldü. Francisco’nun üstüne atılarak anı der-aguş idi. Müşterinin halinde, birçok seneler kayıp etmiş olduğu aziz oğlunu nihayet bulmuş bir peder mübtelanın heyecan ve serveri meşhud idi. Ve bu zat ise bizim pek ala tanıdığımız eski esir Ahmed ‘ten başkası değildi. Bu pek müessir manzara olmuştu. Lakin Ahmed eski muhib kerimi ihtiyar senatörün de bu sefil ve bedbaht esira arasında olduğunu öğrenince yıldırımla vurulmuşa döndü. Ahmed’in esira arasında koşarak Francesko ile Kont Arini’yi bulması, boynuna sarılması, tanışmak, gözyaşları dökerek beyan-ı hal etmek pek kısa bir müddet işgal etti. Ahmed’e herkes büyük bir ihtiram, fevkalade bir itaat gösteriyorlar; onun her emrini ifa için koşuyorlardı. Esirlerin zincirleri söküldü. Muhteşem bir saraya götürüldüler. O zaman birçok inkitalar, muânikler arasında tarafey sergüzeştlerini anlatmağa başladı. Ahmed esaretten kurtulduktan sonra Osmanlı ordusunda şecaat ve liyakatı ile temayüz ederek büyük meratibe nail olmuş, nihayet Tunus valisi nasb edilmişti. Ahmed Paşa şimdi gülerek ihtiyar senatöre diyor idi ki;

     – Tavsiyeniz veçhile, memleketimde ve burada bulundukça, Hristiyan esirlerinin meşakkını tahfif edebilmek fırsatını hiçbir zaman kaçırmadım. Esir getiren sefain limana geldiği zaman pazara indim ve kesemin müsaade ettiği kadar çok bedbahtların hürriyetini satın almakla ifayı vaade, tefrih vicdana çalışıyorum.

     Kont Arini ile Francesko on gün kadar Tunus Beyine mahsus olan bu muhteşem sarayda kaldılar. Bu müddet zarfında Ahmed Paşa güzel bir gemi hazırlatmış, Venedik’e esnayı avdette melhuz korsan taarruzatından muhiblerini korumak için gemiye kendi maiyet-i askeriyeden kuvvetli bir müfreze de tayin etmişti. Kendileriyle beraber esir olmuş ne kadar hemşehrileri, dindaşları varsa hepsi azad edilerek gemiye getirilmiş ve zayi olan eşya ve nakitte yegan yegan iade olunmuştu.

     İşte bu üçüncü ve son vedadan sonra idi ki; Venedikli senatör, oğlu ve hemşehrileri salimen, müreffehen meskıt raislerine avdet ettiler ve nihayet tarihe geçmek, İngiliz, Fransız, Alman gibi melil müteaddine garibiye ketb-i ahlakıyesine yazılarak fezail ahlakiye numunesi teşkil eylemek üzere bu müessir vakayı Venedik cumhuriyetinin vesaik-i resmiyesinde payidar ettiler.

     Ali Rıza Seyfi.

ŞEHİD ANASI

     Oda pek dar, bir kulübe kadar çökük ve karanlıktı. Ancak yüksekteki küçük ve parmaklıklı pencereden güneş bu mavi boyalı loşluğu delebiliyordu. Penceredeki saksılarda sönmüş bir saadetin hatırasıyla, bu günkü kederleri izale için semaya ve güneşe matuf bir dilenci vaziyeti vardı. Zan olunurdu ki, demir çubuklara sürünen yeşil yaprakların üzerinde birer küçük ve kanlı, gözyaşı gibi duran çiçekler, dışarıdaki tabiatın neşesiyle, içerideki melal ve matemi mezc etmek, yahut dışarıdan içeriye bir şey, bir parça katmak istiyordu.

     Serin ve güzel bir rüzgâr, pencereleri yalayarak odaya giriyor, bir şey arıyor gibi köşelerde dolaştıkça küflü ve bir ihmali andıran bir gazaptık sezdiriyordu.

     Kapı rezeleri üzerinde gıcırdayarak döndü. Beyaz saçlı bir baş göründü. Buruşuk deriler içinde kayıp olmuş küçük, fersiz iki göz uçarcasına odayı dolaştı. Ve bir şeyi bulamamasından mütevellid bir kederle yere in’itâf etti. Sessiz, takırtısız adımlarla ihtiyar bir kadın içeri girdi.

   Halinden ıstırabı, gözlerinin donukluğundan maziye ait matemli hatıraları belli idi.

     Evvela, elleriyle dayandı ve inleyerek küçük bir sandalyeye oturdu.

     Acemi bir elden çıktığı, çatlamış boyalarının kabarıklığından anlaşılan nefti bir sandığı açtı. Sandık boştu. Ta dibinde kadifesi soyulmuş bir madalya kutusuyla yassı ve büyükçe bir diğeri vardı. Kararmış ve bozulmuş kanın şişirdiği yol yol damarlarla bir yengece dönen elini, titreyerek uzattı. Ve sallanarak, düşmemek, düşürmemek için de öteki eliyle sandığa dayanarak yassı kutuyu çıkardı.

     Bu kutu mukaddesti. İhtiyarın, üstündeki tozları ihtimamla üfürüşünden ve baktıkça gözleri biraz daha fazla elemlenerek, elini biraz daha buruşarak göğsünün kabarıp çırpınmasından öyle anlaşılıyordu.

     Bir dakika meyus ve mustarip daldı. Sonra eliyle alnına vurarak üstüne senelerin katlanıp yığıldığı hatıralarına, onların gizlendiği sandığa hitap eder gibi başını salladı ve kutuyu açtı.

     İçinde bir yığın kâğıt vardı. Hepsi buruşmuş, hepsi kirlenmişti. Belli idi ki, senelerden beri tazeliğini kayıp etmiş olan bu kâğıtları, zaman kadar gözyaşı da hasret ve elem de yıpratmıştı.

     Birden vücudu titredi. Gözleri doldu. Sanki bir sademe sinirlerini sarsmıştı. Sanki bu gözler, bütün yaşadıkları ve baktıkları hatırına geliyorlardı. O çok titremiş, o kadar sükûnet ve ünsiyetle ağlamağa başlamadı

     – ta kerim, dedi, sen ecrini ver.

     Kapı tekrar açıldı. Genç bir kız içeri girdi. Kumral ve sık kirpiklerini birleştirerek süzgün ve serzenişli annesine baktı.

     – Ne o anne, yine mi?

     – Ah kızım. Bir an, içini çekti. Ve elindekileri şikâyetle gösterdi.

     – Ne yapayım?

     – Lakin sen düşünmüyorsun.

     – Neyi?

     – Onun saadetini.

     – Düşünüyorum kızım, fakat.

     Genç kız da dalmıştı. O da elemli, o da matemli idi. Anlaşılıyordu ki, bütün söyledikleri kuru bir teselli, içinden elemleri ayrılarak çıplak kalmış bir teselli içindi.

     – Öyle ise onun kazandığını anlamıyorsun.

     İhtiyar tekrar titredi. Gözleri yeniden doldu.. İfna edilemeyen kalbi devasız derdiyle bir daha çarpmıştı.

     – Ah yavrum. O ahretini kazandı, biliyorum fakat, ben oğlumu kayıp ettim.

     Artık kızı da ağlıyordu. Vereceği bütün tesellilerde aynı elem ve aynı hicran vardı. Anlamıştı ki, baş başa ağladıktan, aynı hasret ve hüsran için akan yaşları, doğduklarını saik gibi aktıkları yerde de birleştirmekten daha hakiki bir teselli olamazdı.

     – Bir daha oku, sonuncuyu kuzum. Ve destenin içinden bir mektup verdi.

     Bu sırada sokak kapısı çaldı. Ve paslı, çürük bir öksürük pencereden dolaşarak odada akis etti. İhtiyar kadın irkildi. Telaşla kızının elinden mektubu kaptı.

     – Şehidimin babası, baban kızım. Koş aç kapıyı. Kızı koşarak dışarı fırladı.

     Kapının gıcırtısını yine o ses, o öksürüklü ve çürük ses takip etti.

     – Kardeşinden mektup var mı kız?

     – Hayır baba.

     İhtiyar kadın, kutuyu, mateminin kutusunu tekrar yerleştirdiği sandığı kaparken;

     – Ah zavallı, hâlâ haberin yok, dedi. Ve çıkmak isteyen bir damla yaşı zorla göz kapakları içine gömdü.

     Nezahet Haşim.

HATT-I HARB GEMİLERİ

Mabad

zaten filoyu teşkil eden gemilerin ekseriyeti de hacimleri itibariyle bir birine yakın olduklarından aynı devir daireleri resim edebilirler. Binaenaleyh ikiz dümen ihtiyacı da azalmıştır.

     Devir dairesi kutru geminin, dümeni tam alabanda edildiği zamanki rotası yani cihet-i seyri ile nısf daire üzerinde devir ettiği zamanki rotası beynindeki mesafedir. Son muharebe gemilerinde ve muharebe kruvazörlerinde kabul olunan dümen şekilleri ve kıç şekilleri birinci şekilde gösterilmiştir. Dümen mütevazindir ve bu sebepten tedvirini nispeten kolaylaştırır. Çünkü su tazyiki merkezi mihver tedvirden uzak değildir. Dümenlerin diplerinin istinatları olmadığı için gemi son süratte ve dümen tam alabandada iken dümen boğazı azim bir tesire maruz kalır. Bittabi dümen tekmil aksamı gayet metanetli olacak veçhile dikkatle resim ve hesap olunur. Dümen üzerine olan tazyik geminin yolunun murabbaıyla tezayüd eder. Yani eğer yol tezaif ederse tazyik dört misli artar. 21 notluk muharebe gemilerinin dümenleri 28 notluk muharebe kruvazörlerinin dümenleriyle mukayese olunursa dümen vahid sathı üzerine olan tazyik nispeti takriben 1 in 1,8 e nispetindedir. 21 notluk bir muharebe gemisi 36 notluk bir muhriple mukayese olunursa bu nispet takriben 1 in 3 e nispetindedir. İşte bu, sürat arttıkça diğer aksama tesir eden kuvvetlerin ne azim bir miktarda arttığını binaenaleyh süratin tezyidi meselesinde mühendisin ne kadar derin düşünmeğe mecbur olduğunu gösterir bir misaldir.

     Dümen boğazı kıçta muhafaza güvertesinin altındadır. Bu veçhile sudan oldukça aşağıda ve muhafaza tahtındadır. Dümenler ve dümen donanımı gemi teçhizatının öyle ruhlu kısımlarıdır ki bunları muharebe esnasında top atışından dolayı husule gelecek hasardan vakaya son derece elzemdir. Burada şunu da zikir etmek faideden hali değildir ki harp zamanında kruvazör gibi kullanılması musammem olan RMS Lusitania ve RMS Mauretania’nın dümenleri ve dümen donanımları sudan aşağı binaenaleyh hasar ihtimali azdır. Fakat görünüşünü bozmamak için gemilerin kıçları ve dümenler adi ticaret gemilerininki gibi yapılmıştır. [Şekil 2]

RMS Mauretania

     Dümen bir rakoru başa rab olunur. Ve bu ar körü baş bir uskurlu yani kılavuzlu donanım vasıtasıyla işler. Bu dümen donanımı sağ sol kılavuzlu uskurdan ve bu uskurun üzerinde iki somundan müteşekkildir. Bu veçhile uskur tedvir edilince somunlar – uskurdan cihet devrine göre – ya birbirine takrib yahut birbirinden tebâüd eyler. Bu somunlar birer rabt kol vasıtasıyla – yukarıda zikir olunan – Ar körü başa rabt olunmuştur. Ve bu veçhile uskur ve şaftın tedviriyle dümen istenilen cihete basılır. Umumiyetle azami dümen zaviyesi orta hattından her iki tarafa 35 şer derece yahut bir taraftan diğer tarafa 70 derecedir. Başka nevi birçok dümen donanımları daha varsa da umumiyetle uskurlu dümen donanımı kabul olunmuştur. Her ne kadar bu donanım iktidar cihetiyle badii israf ise de küçük olmaklık gibi pek büyük bir menfaati vardır ki kıçların narin olarak nihayet bulmasından dolayı pek ehemmiyetli bir meseledir. Uskurlu donanım, kezalik, hareket ma’kûseli dahi değildir. Yani dümene vuran denizlerin sademeleri uskuru donanımdan ileri geçemez. Bu veçhile sair donanım hırpalanmadığı gibi hususiyle el ile dümen idaresinde de pek ehemmiyetlidir. Dümen donanımını işleten şaft dümen donanımı dairesinden doğruca makine dairesine gider.

     [devam edecek]  

İCMAL

Bir haftalık vakayı berriyye ve bahriyye

     Garb dar-ül-harbinde: Bu cephede geçen hafta zarfında Almanlar epey fiiliyat göstermişlerdir. 7 Kânûn-i evvelde Champagne’da ve Oberyo’nun şarkında icra ettikleri bir hücum üzerine Fransızların 250 metrelik bir siperini zapt etmeğe 60 dan fazla esir ile 3 mitralyöz almağa muvaffak olmuşlar ve düşmanın mukabil hücumlarını tard eylemişlerdir. Ertesi gün Suen’in şimal şarkisinde 193 rakımlı tepede Fransızlardan 500 metre tulûnda bir mevzii bil hücum ele geçirmişler ve dört mukabil hücuma rağmen muhafaza etmişlerdir. Fransızlar burada da 1 zabit 120 nefer esir vermişler ve 2 mitralyöz kayıp etmişlerdir. Fransızlar bu mevzii istirdad için üç gün mütemadiyen taarruzatı şedide de bulunmuşlarsa da muvaffak olamamışlardır.

     6 Kânûn-i evvel efrancide Bapom üzerinde vukua gelen bir muharebeyi havaiyede iki İngiliz tayyaresi ıskat edildiği gibi birkaç gün sonra aynı mevkide bir Fransız tayyaresi de nüzûle mecbur olmuş ve tayyarecileri esir edilmişlerdir.

     Şark cephesinde: Geçen hafta şark cephesinde epeyce şiddetli bir iki mevzii muharebe vukua gelmiştir. 6 Kânûn-i evvelde Riga’nın garbında Babit gölünün cenup garbisinde Ruslar Alman hudut harbiyesine hücum etmişlerse de zayiat-ı azimeye uğrayarak def olunmuşlardır. von Hindenburg gurubu cephesinde bundan maada küçük müfreze musâdemâtı vukua gelmiştir. Prince Leopold of Bavaria gurubunun işgal ettiği cephe aksamında sükun hüküm-fermâdır. Daha cenupta Alexander von Linsingen gurubuna karşı Ruslar 11 Kânûn-i evvelde bir hareket-i taarruziye icrasına yeltenmişlerdir. Çartovisk’in şimalinde Stir nehrinin garp sahiline geçmiş olan Rus müfrezeleri def edilmiş ve Kovel – Sayni demir yolunun şimalinde moskof kuvvetleri tarafından icra edilen hücum Avusturya – Macar kıtaatının cephesi önünde büyük zayiat ile eriyip mahvolmuştur.

   12 Kânûn-i evvelde Yakobiştadın cenubunda kain, Varsung gölleri havalisinde ve Pensk’in cenubunda Leopold of Bavaria ve Linsingen gurupları karşısında ilerlemek isteyen zayıf Rus kuvvetleri de geri sürülmüştür.

     İtalya – Avusturya hududunda:   İtalyan taarruzu, artık o eski şiddet savletini kayıp etmiş olmakla beraber geçen hafta zarfında kah şedid kah hafif olmak üzere yine devam eylemiş ve bu defa İsonzo cephesinde Monte san Mihale’ye karşı keşif kitlelerle hücum etmişler ve bu dağın şimal yamacındaki Avusturya – Macar mevzilerinin bir kısmına girmeğe muvaffak olmuşlarsa da kahraman müdafiyenin şedid bir mukabil taarruzu neticesinde vukua gelen göğüs göğüse muharebelere mukavemet edemeyerek işgal ettikleri mevaziden zayiatı azime ile tard edilmişlerdir.

     İtalyanlar İsonzo cephesindeki muhtelif mevkilere hücum ederlerken İtalya – Avusturya hududunun sair aksamına da taarruz etmişler ve Monte-vis dağı üzerindeki Avusturya ileri karakollarını kuvveyi asliyeleri üzerine çekilmeğe icbar edilmişlerdir. Diğer taraflardaki bilumum İtalyan hücumları ber mutad semeresiz kalmıştır.

     Balkan dar-ül-harbinde:   Avusturya generali Hermann Kövess von Kövessháza kumandasındaki ordu, Karadağ dâhilinde batı fakat emin bir surette ilerlemektedir. Mezkur ordu, hemen hemen eski Osmanlı Karadağ hududuna muvasalat eylemiştir. Arnavutluk dâhilinde de Bulgar kuvvetleri perişan Sırp müfrezelerini takip ediyorlar. Müttefikin İpek, Yakova, Ohri, Devre, Resne ve İsteroga’yı zapt ve işgal etmişlerdir.

     Avusturya ve Bulgar ordularının son ileri hareketleri esnasinde harp ordusu şimdiye kadar kaçırabildikleri toplarıyla levazımının kısm-ı azamını takip kıtaatının aman vermeyen savletleri üzerine, yollarda bırakmağa mecbur olmuştur. Perzin’den Kolalom’a toplarını, menzil hayvanlarını, otomobillerini, saray kralıya mahsus otomobil ve arabaları edevatı sıhhiyelerini ve külliyetli miktarda mühimmat ile sair malzeme-i Harbiyelerini terk etmişlerdir.

     Avusturyalılar İpek’te 80 top 160 toparlak alarak 40 otomobil, 12 sahra matbahi, Bulgarlar da Yakova’da 18 top 100 toparlak 15 otomobil iğtinam etmişlerdir. Sırplar İpek – Ruzay yolunda Avusturyalılara 40 top bırakmışlardır. Müttefik orduları son hafta zarfında Sırp ve Karadağlılardan ceman yekûn 14000 esir ile 144 top almışlardır. Seferin bidayetinden beri Sırplardan alınan esira ve top miktarı ise bir veçhe atidir.

162200 esir 1020 top. Balkan dar-ül-harbinin şimal kısmında Sırp ve Karadağ müfrezeleri son nefeslerini teslim ederken cenupta Vardar ovasında Fransız – İngiliz kuvvetleri de iki aydan beri bütün mütehassısın tarafından tahmin ve iddia edilen hezimet rezilaneye uğradılar. Yekdiğerine iltihak eden General Kliment Boyadzhiev ve General Georgi Todorov kumandasındaki birinci ve ikinci Bulgar orduları ile Bulgar arazisi dâhilinde İstrança havalisinde teşekkül eden yeni bir Bulgar kuvvetinin üç cenahtan icra eyledikleri ihata hareketi üzerine ricata başlayan General Sariri’nin ordusu geçen hafta zarfında, Bulgarların nefes aldırmayan takibatı ile – bu satırların yazıldığı güne kadar – Göklü ve Toviran’a yani Yunan hududuna muvasalat eylemişlerdir. İtilaf kuvvetlerinin Yunanistan arazisini ilticaları artık bir emr-i vakıadır. Yunanistan müsaade ederde Bulgarlar takipte devam ederlerse İngiliz – Fransız askerinin Selanik’ten denize dökülecekleri tabiidir.

     Bulgarlar, Fransız – İngilizlerden bini mütecaviz esir 12 top, 8 mitralyöz almışlardır. Bu suretle şimdiye kadar bilâ istisna her dar-ül-harbde mağlup olan itilafçılar Balkanlarda hem mağlup hem de rezil oldular. Mamafih bu rezalet henüz hitama ermemiştir.

     Denizlerde: geçen hafta Avusturya bahriyesi epey işler görmüştür. 5 Kanun-ı evvel sabahı, Avusturya 27 mil sürati haiz seri-üs-seyr Novaro hafif kruvazörü birkaç torpido muhribiyle beraber Şıngin’de – bir zamanlar HMS Hamidiye’mizin parlak bir menkıbeyi harbiyesine şahit olan bu limanda – İtalya’nın karaya mühimmat ve levazım-ı harbiye ihraç etmekte olan 3 büyük 2 küçük vapuru ile müteaddit yelken sefinelerini gark etmiştir. Bu esnada Dinar namındaki Avusturya muhribi Frasnel isimli Fransız tahtelbahrini batırmış ve mürettebatını esir etmiştir. Diğer bir Avusturya filosu da 2 – 3 Kanun-i evvel gecesi üç topla mücehhez bir İtalyan vapuru ile bir yelkenliyi batırmıştır. Frasnel tahtelbahiri, 400 – 550 ton cesametinde, suyun altında 9, üstünde 13 mil sürati haiz, bir defalık levazımla 1400 mil bahri kat edebilen ve altı torpil kovanıyla mücehhez bir sefine idi.

     Yine 5 Kanun-i evvel sabahı bir Avusturya tahtelbahri Avlunya önünde küçük bir İtalyan kruvazörünü batırmış ise de sefinenin ismi henüz malum olmamıştır.

     Osmanlı dar-ül-harplerinde: Irak’taki İngiliz kuvvetleri Kût’ül-Amâre mevkiinde adeta muhasara edilmiş gibidir. Kıtaatımız 22 Teşrîn-i sânîde düşmanın bir motorunu ihrak iki nakliye vapuru ile iki dubasını iğtinam etmişlerdir. Bu dubalarda 2 tayyare ile birçok tayyare levazımı ele geçmiştir.

     Kût’ül-Amârenin şarkında ve düşmanın ricat istikameti üzerinde kain Sheikh Sa’ad mevkide elyeevm kahraman ordumuzun yedd-i işgalinde bulunmaktadır. Düşmanın Medain muharebesindeki zayiatı – kendi ordumuzun hesabıyla – 643 maktul 3330 mecruh 593 kayıptan ibarettir.

     Çanakkale’deki vaziyete gelince, burada her gün oldukça şedid top, tüfek, mitralyöz, bomba ve lağım muharebeleri vuku bulmaktadır. Topçularımız, düşman gemileriyle, siperlerine mütemadiyen mermi yağdırmaktadırlar.

     Pazar ertesi 30 Teşrîn-i sânî

     Abidin Daver.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.