DONANMA MECMUASI 121/72 – 23 Aralık 1915

DONANMA MECMUASI 121/72 – 23 Aralık 1915

Pencişenbe: 15 Sefer 1334 / 10 Kânûn-ı evvel 1331

Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.

Numarası 121 / 72

Irak kumandan muhteremi Nureddin Bey (Nureddin İbrahim Konyar)

 

Son haftaya ait posta:

     Bundan dört hafta evvel intişar eden mecmuamızın yine bu sütunlarında itilafçıların Yunanistan’dan almış oldukları cevabi notaya bir muvaffakıyet siyasiye olarak kayıt etmiş ve yalnız yeni vaziyetler yeni kararları istilzam etmez ise. . . . kaydı ile itilafçılar hesabına olan bu muvaffakıyeti takyîd etmiş idik. O zamanki tahmin ve mülahazamızda ne kadar isabet etmiş olduğumuzu bu günkü vukuat pek sarih olarak irâe etmektedir.  

     Beka ve mevcudiyet mülkiyesini bir takım siyasi cinayetlerin netayiç muvaffakıyetinde arayan ve hatta tesis ettiği saltanat-ı meş’ûmesinin bünyan olanına biçare Kral Alexander’in ser maktû’ bigünahı teşkil eden Kral Pier hükümetinin Alman ve Avusturya kıtaatı tarafından hedim ve tahribine pek yakın bir mazinin bi-hakkın tevlid ettiği ateşin bir hissi intikam ile yardım eden Bulgar kıtaatı; Sırbistan’daki vazifeleri biter bitmez cenuba tevcih etmişler ve oradaki Fransız ve İngiliz kuvvetlerini de perişan ederek Toviran ve Gevgili’yi zabt ettikten sonra Yunanistan’la ufak bir nokta-i nazar teati edecek kadar kısa bir müddet için hal-i intizarda kalmışlar idi.

     Bu teati-i enzarın neticesi ise karîlerimizce meçhul değildir. Evvela Bulgaristan’dan çıkan hayr-hâh bir ses derhal Yunanistan’da bir makûs buluyor. Neticede her iki tarafta askerini hududun iki kilometre kadar geriye çekerek arada dört kilometrelik bir bi-taraf saha bırakıyorlar.  Fakat iş bununla da bitmiyor. Her fert elimde de tek kendisine bir şerik gam aramasındaki hayat ferdiyede icrayı hüküm eden kanun tabii cemiyetlerde ve bir nokta-i nazara göre cemiyetleri temsil eden hükümetlerde de icrayı tesir ettiğinden midir, nedir? İtilafçılar bir türlü Yunanistan’ı bu vadide de kendi haline bırakmayıp harbe iştirak cebri ile sürüklemek istiyorlar. Atina’da her gün için birkaç defa tekrar edilen teşebbüsat siyasiye faide vermedikçe tehditler başlıyor ve neticede Yunanistan’dan yine muvaffak denebilecek bir cevap daha alınıyor. Yunanistan Selanik ve civarındaki menâtık sevk-ül-ceyşisini tebdil ediyor.

     Yunanistan’ın Bulgaristan ile tevhid-i nazar ederek bir bi-taraf mıntıka tesis etmesiyle itilafçıların metalibine muvafakat ederek Selanik ve civarından kendi askerini çekmeğe karar vermesi gibi iki mütebayin ve zayiat arasına girilen perde-i keşif muammayı hele çalışmazdan evvel harb-i umuminin bu güne kadar tahvil eden herkes taklitlerini bir kere daha tetkik etmemiz icab ediyor.

     Belçika’nın hemen ani denilebilecek istilasını müteakip Paris kapılarına dayanan Alman süvarileri merkez sıklet harbi pek tabii surette Fransa cepheyi Harbiye’sinde temerküz ettirmişler idi. İtalya’nın ta o zaman başlayan ihanet tarihiyesi neticesi olarak Fransızlar İtalya hududundaki beş yüz bin askeri şimal cephe-i harbiyesine sevk edince. Bittabi Alman istilası tevakkuf etmiş ve merkez sıklet-i harbiyede büyük bir vahşetle ilerleyen Rus sürülerinin tevakkufuna hasr edilen sahayı harbiye intikal etmiş idi. Bir müddet muvakkat için de Galiçya ve Karpatlarda merkez sıklet harb olmak istidadını göstermekten hali kalmadılarsa da hiçbir sahayı harp Çanakkale kadar bu sıfat merkeziyeti muhafaza edemedi.  Farz-ı mahal olarak Çanakkale’den geçebilen bir düşman kuvveti kadar neticeyi harbi tayin edecek bir kuvvet tasavvuru mahal idi. Düşmanlarımız bunun için pek çok çalıştılar. Ve itiraf edelim ki uğradıkları zayiat dehşet verecek yekûnlara baliğ oldukça hücumlarını teşeddüdden ferağ olmadılar.

     Fakat bir gün geldi ki düşmanlar bu hücumları faidesiz olduğunu ve Türk müdafaasının na-kabl tezelzül bir kaleyi ahenin olduğunu kendi resmi ve gayri resmi lisanlarıyla itiraf ettiler.  Tahtelbahirlerin Adalar Denizinde zuhuru Berlin – İstanbul yolunun açılması bu itirafın daha seri bir suretle husulünü temin eden esbabındandır. Düşmanlarımızın bu itirafı, Çanakkale’nin bu günkü kavi vaziyet tedafiyesi ve son taarruzumuz üzerine düşmanın Anafartalar ve Arıburnu’nda denize dökülmesi neticesi olarak merkez sıklet-i harb oradan da tebâüd etmiş bir ümid-i muvaffakıyetle düşmanlarımız tarafından Balkan sahneyi harbine intikal ettirilmiş bulunuyor.

     Bu gün balkanlarda harbe iştirak etmemiş iki hükümet var: Romanya ve Yunanistan.

     Rus orduları Karpatlara dayandığı vakit bile itilaf lehine hareket etmeyen Romanya’dan bugün böyle bir beklemenin ne kadar abes olduğunu her daim tekrar etmekteyiz. Yunanistan’a gelince; Filhakika bu hükümet Kral ve bu günkü zimâm-dâran hükümetin arzusu hilafına harbe sürüklenmek tehlikesine maruz. Ve itikadımızca artık hiçbir kuvvet bu hükümeti harbe sürüklenmekten men edemez.

     Atina’da bu günkü vaziyet-i harbiye düvel-i merkeziye lehinde iştirake karar verilmek üzere olduğunu ve Fransa’ya ve İngiltere hükümetlerine Makedonya’daki askerlerinin geri alınmasına dair hiç te intizar edilmeyen bir zamanda verilen nota. Bu zan ve tahminimizi te’kîd etmekte bulunduğunu görüp his etmekle beraber 6 Kânûn-i evvelde yani dünden beri başlayan intihabat gürültüleri bizi bir müddet için bu babda katiyetle hüküm vermekten men ediyor.

     Hatırlardan henüz çıkmamış olsa gerektir ki Konstantinos Skenderis meclis mebusanı fesih ettiği vakit kendi siyasetince keyfiyet feshi ayrı meşru ad eden Venizelos intihabata fırkasının iştirak etmeyeceğini ilan etmiş idi. Biz bu serseri-i siyasetin vermiş oldukları kararlarda ne dereceye kadar sebat edeceği. Skenderis kabinesinin selefine karşı vermiş olduğu sözü ne dereceye kadar tuttuğunu ve ne suretle bir kabine meselesi ihdas ettiğini pekiyi bildiğimiz için, pek keşif karanlıklar içinde tahminden bir türlü kendimizi alamıyoruz.

     Filhakika Venizelos hilafı mutad olarak vermiş olduğu sözden nükûl etmez ise netice gayet tabii bir surette hâsıl olacak ve Yunanistan düvel-i merkeziye lehine harbe iştirak edecektir.

     Aksi halde. . . . Bunun için vukuatın biraz daha tavzihini beklemek lazımdır.

     <Donanma>

AVRUPA MEDENİYETİNE DAİR

     Beş genç, bir odada toplanıp konuşuyorlardı;

     A – Şahadetnamemi alınca Avrupa’ya gideceğim.

     S – Nereye gideceğinizi tayin ettiniz mi?

     A – Şüphesiz; İsviçre’ye! Orada hukuk tahsil edeceğim.

     K – Ben de muharebe bittikten sonra Amerika’ya gitmek niyetindeyim.

     B – Doğrusu ya, çok bahtiyarsınız. Arzularınıza imreniyorum. Ben artık bir kâtip oldum. Bu kelimenin bendeki manasını bilir misiniz? Zekâsını ve bütün istikbalini, bir dar çerçeve arasına koymaya razı olanlara kâtip derim.

     H – Eğer buna razı olmayaydınız, ne yapardınız?

     B – Ben de Avrupa’ya giderdim. Ah, azizim, medeniyet, her şey Avrupa’dadır. Avrupa’yı şöyle bir geziverenleri görmüyorsunuz. Elbiseleri, konuşmaları, tavırları, söz söyleyişleri hemen değişiveriyor. Orda, sanki yabancı insanların varlığını kendisine uydurarak sihirli bir hususiyet var. Geçen gün Ç beye bir düğün ziyafetinde tesadüf etmiştim. Her hali etrafındakilere o kadar benzemiyordu ki; hele Fransızcayı, bir Fransız’dan daha güzel söylüyor. Galiba bir metresi de varmış, yakında İstanbul’a getirtecekmiş.

     H – Anlaşıldı. Bir Türk kızıyla evlendiğinize nadim olmuşsunuz. Avrupa’yı görmek istemenizin sırrı bundadır.

     B – Artık kendimizi de aldatamayız ya! Elbette o, bizden daha iyi yaşar.

     H – (K ya hitaben) sizde böyle düşünüyorsunuz zan ederim.

     K – Tabii değil mi?

     H – Hiç de değil! Bizim cemiyet hayatımızı değiştirmek başka meseledir. Sizin Avrupa’yı görmek tarzınızı beğenmiyorum. Siz Avrupa’ya, sırf şahsi bir gözle bakıyorsunuz.

     Bir mesleğe ait ilim tahsili, sizin için bir maişet vasıtasıdır. Siz yalnız bunu düşünüyorsunuz.

     – İyi ya! Ben bir mühendis olurum. A bir avukat yahut bir hâkim olur, bir başkası da bilmem ne olur da memleketimizde muktedir adamlar çoğalmaya başlar. Ve her şeyde Avrupalılar gibi olmuş oluruz.

     – Rica ederim, medeniyeti bana anlatır mısınız?

     A – Müsaade ederseniz ben söyleyeyim; Medeniyet demek, mesut bir hayat geçirmek demektir. Memleketimizin hayat ve maişet vasıtaları bize kâfi gelmiyor. Bizim ne evlerimizin yapısı, ne sokaklarımız, ne kaldırımlarımız, ne de yemek, içmek, eğlenmek vasıtalarımız, bizim arzularımıza muvafık değildir. Tiyatrolarımız yok, musiki yok, eğlence yerlerimiz yok, yok yok yok. İşte biz bunların yapılmasını istiyoruz.

 

Çanakkale’de iki manzara: denizde hayvanatın tathiri – mestur yollarımızdan biri.

     H – Lakin siz Avrupa’ya bunların hiç biri için gitmiyorsunuz.

     K – Aman rica ederim, o bizim vazifemiz mi? Hem bir kişi bütün bu şeyleri yapabilir mi?

     A – Benim iyi bir avukat veyahut hâkim olmamı, K beyin bir mühendis olmasını lüzumsuz mu ad ediyorsunuz? Biz istidadımız olan mesleklerde terakki ederiz. Başkaları da başka mesleklerde terakki etmeğe çalışırlar, mesele olur biter.

     H – Maalesef olup bitmiyor.

     K – Çok bedbinsiniz.

     A – Bakınız, muharebe devam ettiği bir sırada memleketin müttefikleri birer birer Avrupa’ya seyahat edip bize müşahedelerini ne güzel anlatıyorlar. Mesela biri, görüp gezdiği şehirleri, sokaklarına, binalarına varıncaya kadar bize ne güzel tasvir etti. Mimarlık sanatına, hemen edebiyatta olduğu derecede vakıf imiş.

     K – Bir başkası da Berlin’in heykellerini, o Berlin şehrinin üstündeki sisleri ne güzel anlatıyor. Bir üçüncüsü Berlin, ne güzel şairlere ilham etmiş.

     B – Hele Bükreş hatıraları. O kadar pudra kokuyor ki;

     H – Bunların hepsi iyi. Daha doğrusu onların yaptıkları sade budur. Kimi mimarlığın muhtelif üsluplarını yazdı. Kimi büyük bir şehri şiirlerinin ünvanlı yaptı. Lakin işte bu kadar hepsi hepsi bu.

     Arkadaşlar, dikkatinizi – hem de pek ziyade – davet etmekliğine müsaade buyurunuz; Bana öyle geliyor ki, Türkiye’de bu günün mütefekkirleri sayılan adamların gözlerinde, ıslahat devrinden kalma, tozlu, dumanlı eski bir gözlük var. Onlar bununla – ıslahatçıların yaptıkları gibi sade şekilleri görebiliyorlar. <<galat rüyet>> insan için tabii bir haslet değilse böyle nesilden nesile neden intikal etsin? Bir uzviyet için marazi bir arıza olan böyle yanlış görmek hali, veraset kanunundan istifade edemez.

     Doğrusunu isterseniz, ıslahatçıların da, bu günkülerin de Avrupa medeniyetini şöyle sade şekil halinde görmeleri aynı sebepten neşet ediyor. İğneyi bir çelik levhaya batırmak isterseniz onun sathında kaydığını görürsünüz. Çünkü iğnenin ucu levhayı delmek kuvvetine haiz değil. Aynı iğneyi bir tahtaya saplamak istediğiniz zaman bile iğnenin mukavemeti ile parmaklarınızın kuvveti arasındaki nispet sizi düşündürür.

     B – Aman boğulacağım! Biz demircilikten, dülgerlikten bahis etmiyorduk, zan ederim.

     H – Söze can vermek için demirden de, tahtadan misal alınabilir. Demek istiyorum ki, Avrupa medeniyetine nüfuz edecek bir nazar bizde yoktur. Dünkülerin de, bugünkülerin de Avrupa’da dolaşmaları, çelik levha üstünde şuraya buraya kayan o narin iğnenin zayıflığını bana hatırlatıyor.

     Size hafızamda sade meali kalmış bir hikâyecik anlatayım:

     Köylünün biri seyahate çıkar, dolaşır ve bir müddet sonra yerine döner. Bir gün köylülerle konuşurken seyahatte ecnebi bir lisan öğrendiğini söyler. Onlar da şu öğrendiğin yeni lisanda iğneye ne dediklerini sual edince; acayip öyle küçük şeyler sormayınız der. Sonra deveye ne dediklerini sorarlar. Bu defa da şöyle bir mukabelede bulunur; acayip öyle büyük şeyler sormayınız!

     Şu hikâyecikten ya seyyahın hiçbir lisan öğrenmemiş yahut ta en çok ehemmiyet verdiği ihtiyaçlarına ait bir iki kelime öğrenmiş olduğuna hüküm edebiliriz. Şimdi kendi kendimize şu suali irad edelim; Acaba bir seyyah ecnebi bir memlekette neler görebilir? Ben diyeceğim ki, her şey veya hiç bir şey.

     B – A, K beyleri hangi sınıfa ithal edeceksiniz, bakalım.

     H – İstediğim şeyleri söylemek fırsatını bana verdiğiniz için size teşekkür ederim. Evvela zatı alinizi söyleyeceğim; Siz birahanelerde, tiyatrolarda, salonlarda en çok kadınla erkek münasebetlerine pek ziyade dikkat edersiniz. Bu itibar ile açık meşrepli şehirler, mesela Bükreş sizin hoşunuza gider. Ve siz buna ait çok şeyler görebilirsiniz. Samimiyetime inandığınızı bilmeseydim bu derecede cüretkâr olmazdım. Demek istiyorum ki, görmek tamamıyla zihniyete bağlıdır. Adam var ki Avrupa şehirlerinin kalabalık sokaklarında ağzı açık kalır. Deniz tutmuşa döner. O kadar sersem olur. Adam var ki kolları ve gerdanları çıplak, boyalı kadınlar arasında, cennetteyim itikadında bulunur.

     Avrupa’yı görmüş de İstanbul’a dönmüş olanlara dikkat ediyorum. Kimi yüzü açık bir kadınla beraber sokakta yan yana yürüyemediğinden rahatsız. Kimi güzel bir eğlence yeri, temiz bir lokanta bulamadığından, kimi sokakların, evlerin muntazam olmamasından rahatsız, kimi de İstanbul’un bir tiyatrosu, dinlenecek bir musikisi olmamasından, kimi meydanlıklarda heykeller görememezlikten rahatsızdır. Hülasa her birisinin yüreğinde bir şeyin eksikliği sızlanır. Avrupa’yı böyle muhtelif cephelerden görüşleri, sonra gençlerin ruhundaki bu muhtelif yoksullukları bir araya toplayınız. İçtimaı inkılap namına her eli kalem tutanın, her söyleyenin şikâyetlerini, temennilerini buna ilave ediniz. Göreceksiniz ki, bütün bunlar Avrupa medeniyetinin muammasını keşif etmek arzusunda toplanır. İşte arkadaşlar, biz istiyoruz ki bizim müttefiklerimiz şu muammayı hal etsinler.

Bulgar erkân-ı harbiye reisi General Yustov

Bugar birinci ordu kumandanı General Kliment Boyadzhiev

     Evet, ben istiyorum ki böyle düşüncesi, hatta selam vermesi gibi hayatına ait mukaddesattan en adi teferruata kadar bütün telakkileri böyle temelinden sarsılmış bir milletin bütün ıstıraplarını ruhunda sezen bir müttefiklerin gözleri, mimari şekiller üstünde güzel terkipler arasında kalmasın! Avrupa’ya giden bir Türk müttefikleri, ruhunda sezdiği bütün ıstırapların heyecan ve kuvvetiyle Avrupa müesseselerinin şekillerini delsin. Bu şekillerin arkasında gizlenen fikirleri keşif edip bize göstersin. O desin ki, Avrupa’nın gıpta ettiğiniz medeniyetinin ana hatları işte budur.

     B – Rica ederim, kendinize geliniz.

     H – Varlığıma sahip olmadığım dakikalara hiç tesadüf etmedim. Asırlardan beri temasta bulunduğumuz Avrupa’yı tanıyamazsak, onun medeniyetini, yüzümüze kapanmış bir kapı göstermekte haklıyım. Tabirime gülmeyiniz, kapalı bir kapının önünde ne yapmak lazım geliyorsa bizimkiler de onu yapıyor. Görebildikleri çizgileri bize tavsif ediyorlar. Hâlbuki bütün bu tasvirler, tahassürler abestir. Medeniyet demek, beşeriyetin keşif edip iyiliğine hüküm ettiği bir takım fikirlerin hayata hâkim olması demektir. Rica ederim bunun neresi muamma, neresi kapalı?

     Ben isterdim ki, Avrupa’ya giden ve sizin mütefekkir dediğiniz adamlar Türkiye’ye döndükleri zaman desinler ki; Hayatımızı idare edecek fikirler şunlardır. Ve – Avrupa’da tetkik ettiğimize göre – bu fikirler, hayata şu suretle hâkim olabilirler! Heyhat!

İRAN VİRAN

[ittihad-ı İslâm gaye-i mübeccelesi cehl nasi izale etmekle olur]

     İran viran. Bu terkibin kafiyesine değil, ifade ettiği hakikat barizeye meftunum. Asardide bir medeniyet muhteşemenin enkaz-ı tarumarına şahit lakayd şeklinde duran İran zemin mensubiyeni, bu terkibin mal ilmine elbette benden ziyade vakıf olsalar gerektir. O medeniyet-i muhteşeme ki, intişar-ı İslam füruğ zeval pezirini ihya ederek biladi mukarr ulema, uleması halka mukteda olmuş idi. Ne garip tecelli-i tarihiyedir ki, zemin İran hiçbir zaman ızrâr muhtelifenin tesadümkâh hûn aludi olmaktan kurtulmamıştır. Menafi-i saltanat için nefsinde halkı ihtirasa alet edecek redâet veya ilm efraz tuğyan olmak için cüret bulan her ser-güzeşt cevv orada taraftar bulmaktan kati ümid etmemiş; Peder evladını heder, evlat pederine iras keder etmiştir.  Kahkaha kalesi takib-i zaman arasında hâlâ hatıra-i mezalimini muhafaza etmektedir. İstihzai şuûn dikkat etmeli ki, hafızın şiiri harp meydanlarında okunmuş, mukaddemeyi gülistanda sahabı eser gibi her manasıyla büyük bir ârif ağah medhini ettirecek kadar maarifperver bulunan bir hükümdarın serir saltanatı nice facialar görmüştür. Ali-Şir Nevâi Hüseyin Baykara’nın müsteşar hası idi. Meclis Baykara’nın menakib-i ihtişamı elsine-i şiiradan, ezhan-ı avama bile intikal etmiştir. Güya, asar çalınan sazların, edilen sözlerin nakil fedakârı imiş gibi, hâlâ emsal-i şark arasında deveran eder, gider. Hâlbuki zor dost usât onun ahenin hûş-rübâsına bedel, havali-i Tebrizi maktul edip bırakmış, R ve Tus’un yanında reis batını Hüseyin Sabah’a me’men olarak bir Almut kalesi bina edilmiştir.

     Hâsılı menafi mütezadde, o diyar-ı kadim irfanı kendisine kemin-gâh ittihaz etmiş, ihtiraslar çarpıştıkça halka bir yığınak, sui idare yüzünden asap millete büyük bir zaaf târî olmuştur ki, zekâvet, cesaret, idrak-ı hakk, istidrak menfaat yolunda nice ifal mahsunenin de mehd zuhuru olan o diyar, bugün mütehayyir ve bi-karar durmaktan başka bir eser-i hayat gösterememiştir. Acınmalıdır ki, bir zamanlar beldeler, nispet ve neşet itibariyle cihan-ı âleme gıbta ferma iken bu gün moskof ve İngiliz vahşilerine izafetle – me’men eşirrâ olmuştur.

     Geçenlerde gazeteler, İran’ın bazı biladındaki kıyam mücahidinden bahis ettikleri sırada o havalide birkaç reis mütegallibin İngiliz nukud ihtiyaline firifte olduklarını da esefle kayıt ediyorlardı. Bu makalenin saik tahriri de yaşlı gözle okuduğum o birkaç satırdır.

     Cenab-ı hakk amme-i müslimini sui ahlaktan muhafaza buyursun. O erbab-ı tağlib asabiyeti diniye, fazilet-i milliye, hamiyet-i kavmîye namına ne var ise cümlesini – yine bir tabir-i edebi-i İran ile ifade edelim – mahbub-i asfer vusulüne feda ederek mümkün olsa bütün âlem-i islamı zincirbend esaret etmek isteyen o melunların esiri olduktan sonra bütün aklı şark, bütün fuzalâ-i din o mütegallibe-i fesat karinin yalnız olmadıklarını, bittabi pilerinde bir kısım erbab gaflet bulunduğunu, bu gümüş dükkânın idrak hakikatteki cehilleri hasebiyle bir iki payda kurban gittiklerini; yoksa cümlesinin hamiyet diniye ve milliyesinden meşbuha caiz olmadığını, garp barbarlarının daima bir avuç kuvvetle bütün mazlumin şark üzerine tasallut hatta tasallutin ettiklerini bir daha düşünerek her işin başı cehalet ve zayıf ahlak olduğu hakikatini ağlayarak tezkar, halkın maneviyatını irfan ve idrak ile ikdar etmeğe himmet ile millidirler ki, ikinci bir cihad-ı ekberde bu olacaktır.

     Kâtip Çelebi merhum, ruh şarktan mülhem olarak bir harpten avdetini müteakip tahsil-i ilme olan gayretini, cihad-ı asgardan cihad-ı ekbere avdeti suretinde ve kendi ser-güzeşt namesinde yazar ki, ukalayı şark, ittihad-ı İslam gayesinin ancak edibin <evveleyin dershaneyi hikmet> vasıf şairanesine mâ-sadak olan Asya ile bütün diyar muvahhidin de bu suretle teyessür nemayı husül olacağına iman-ı kâmil ile ittikad etmelidirler. İttihad-ı İslam emir diniyedir. Bunun emr-i idareye taalluk veya hudud-i hükümet ile tayin eyleyen nukatı hiçbir zaman bahse dâhil olamaz. Şurada cenab-ı peygamberin as insaniyet olan teâvün ve tenâsura “solidarite” taalluk eyleyen bir irşad-ı celilini yâd etmeden geçemedim. Aksâ-yı şarkta bir Müslümanın ayağına diken batarsa müntehayı garbtaki Müslümanın aynı ezayı his etmesi suretinde bir hükümet ile memuruz. Her acı vasıta-i asab ile dimağa intikal ettiğine göre ilm İslam’ın heyet-i umumiyesine şamil olan bir ilmin idraki da elbette maddiyet aza ile değil, maneviyat ümmet ile kabil-i husuldür.

Medine-i Münevvere de tesis olunan muhaberat-ı el cihad odası.

Trablusgarp’ta her an İtalyanları taciz ve mağlup eden mücahidinin bir hücum şirânesini ve İtalyanların mevazi asliyede bile perişan olduklarını gösterir levhayı karilerimize arz ediyoruz.

     Cehl ne yaman şeydir ki, Muhammed el-emin salli ala aleyhi ve sellem de ondan kaçmış, ve vak’a-i ahadda hûn mubareki rizan, haydar-ı kerrâr, ile sair bir avuç ebrar, def saile uğraşırken dergah-ı hak şu yolda münâcât eylemiştir: ya rabb, ümmetim cahildir. Onları af eyle. [ 1 ]

     Bugün İran zemin, hiç de hakiki fedakarlardan hali değildir. moskof yed şenaâtıyla bir dar ve nail-i rahmet perverde-gâr olan aleyhe rahmet rab ala nam hazretlerine hayr-ül halef ve hakiki müctehid ve mücahid olduklarını fiiliyat ile bilasebat ümmete bais şeref olan nice sadat ve ulema, istihkar hayat, alayı kelimetullah, def eşrar, maneviyat müslimini ikdar umur hatirasında ebrar islaf eserine iktida eylemişlerdir. Sunuf saireden olan fedakaren İranda cefa rezmi, safa bezme tercih ederek hareket umumiyeyi milliye hatve bahtve mecra salim ve hakikiye intikal etmektedir. Bunlar temini istikbal için tedbir haldir. Her zaman tekrar ettiğimiz veçhe ile milletler istikbal için yaşarlar.

     Onun için hepimiz, topumuz yarına hazırlanalım. Ta ki bir daha İranda görüldüğü üzere veziradan, erbab-ı tagallübden birkaç gafil moskof veya İngiliz’in rebude ihtiyali olmak faciasını ebediyen mahvolsun. Çünkü halk idrak hakikatte nasibesini aldıktan, mutlaka marifetle mamur olan erbabı iman tam bir itikad ve itkan ile gayeye tevcih eyledikten sonra birkaç şerir mütegallüb, meydan zülalette at oynatmağa kesb iktidar değil, fikrini ima tarikiyle olsun tezkara ictizar edemez.

     Tasallut aduvv Asya ve Afrika’nın nice beladında idame eden kılıç kuvvetinden ziyade ümmetin cehaletidir. Onlar yol gösterdikçe, nur gördükçe vazifelerini tesbit istitaat dâhilinde ifadın, icab ederse hûn şehadeti arkadan çekmiyorlar. Bu delil yetmez mi ki, yarın bu günün mağlupları hissi intikam ile istikbal için elbette hazırlanacaklar da feyuzat medeniyetten, hakikat diyanetten gafil mi duracağız? Onlar yine cehl nasdan istifadeye kalkıştıkları zaman biz onlara tamam Müslüman gibi hareket edeceğiz ki, yarının vazifesi bu günden bütün ekabir şarka, müttefiklerin fazlaya ait bir vecibeyi din ve şereftir.

     Hüseyin Hazım.

Medine-i Münevver’deki istihbarat odasının resm-i küşadında kumandan Paşa ve maiyet-i erkanı binanın önünde.

 

OSMANLI – SIRP SEFERİ

        66.ncı nüshadan ma-ba’d

     Mütemevvic bir manzara arz eden arazi Adliyeye yakın yükseliyor ve tepe halini alıyor. Daha sonra Timok nehrine doğru yine mütemevvic bir halde devam edip gidiyordu. Kasaba civarında Fazıl Paşa kumandasında bir nizamiye livası ve bir o kadar da başıbozuk gönüllüler çadır kurmuşlardı. Kasabada tek bir asker bile iskan edilmemişti.

     Temmuz yirmi’de muhasemat başladı. Sırplar şehri iki noktadan geçip adliye istikametinde ilerlemeye başladılar. İzor’da Osman Paşanın cenahını geçmişlerdi.

     Osman Paşa cephesini çevirerek Sırplarla harbe tutuştu. Fazıl Paşa da bulunduğu noktadan ilerlemeğe başlayarak Sırpların cenahına hücum etti.

     Sırp piyadesi bir müddet için epey harp etti. Fakat iki bölük Çerkez süvarisi üzerlerine hücum ettiği zaman fena halde ürktüler. İki tabur silahlarını atarak alabildiğine kaçmaya başladı ve mütebaki kuvvet, muttasıl ilerlemekte olan Türklerin önünde Zaicar “Zaječar” kasabasına kadar çekilmeye mecbur oldu. Zaicar daha evvelden metersler ve toprak istihkamlarla tahkim edilmişti. Zaicar, eteğini Timok nehri kuşatan gayet dik ve sarp bir tepe üstündedir. Osman Paşa o ana kadar Timok nehrini geçmek için İstanbul’dan emir almadığı cihetle muhasemata bir müddet için mecburi bir tevakkuf arız oldu. Bu sükûnet yalnız nehrin iki tarafına yayılmış olan avcıların misket atışlarıyla ihlal ediliyordu. Bunu takip eden on beş gün zarfında Türklerin kuvvetleri hayliden hayli artmıştı. Muhasematın bidayetinde Sırpların tahminen 120,000 kişilik bir kuvveti silahaltında bulunuyordu. Bu kuvvete karşı Türklerin kuvveyi mevcudesi, Niş’te mütehaşşid 15,000 ila 18,000 kişi ile Vidin’de Osman Paşa kumandasında 5,000 neferden mürekkeb idi.

     Eğer Sırplarda en iptidai bir fikir askeri mevcut olaydı Niş’te bulunan Türklere karşı 30 bin kişilik bir kuvvet bırakır ve mütebaki 80 bin kişi ile der-akab Timok nehrini geçerek Bulgaristan’a geçer ve ihtimal ki büyük bir müşkülata maruz kalmaksızın Vidin ve Rusçuk’u zapt ederek Varna’ya kadar izlerdi. Gerçi Sırplar maharet askeriyenin tamamıyla cahili idiler. Fakat bu kadar basit ve bariz bir şeyi hatırlatacak akıl hocaları – yani Ruslar – da yok değil idi.

     Akla en karib olan cihet, eğer Sırplar bu tarzda hareket etmiş olsalardı, kendilerinin, Türkiye’ye tecavüz için her veçhile hazırlanmış olduklarını – iğfal etmek için o kadar uğraştıklarını – Avrupa efkarı umumiyesine karşı pek açık surette itiraf etmiş bulunacaklardı.

     İzor’da Türklerle harp eden fırkanın mağlubiyet katiyesi, Sırpların harbe dair olan şok ve heva-hoş üzerine soğuk bir duş gibi icrayı tesir etmişti. Bu harpte Sırplar 2,000 kişiyi mütecaviz adam ile beş top kayıp etmişlerdi. Firariler Osman Paşanın kuvvetini en aşağıdan yirmi beş bine kadar çıkarmışlardı. Hakikat halde ise Osman Paşanın kumanda ettiği kuvvet Fazıl Paşanın livası da dâhil olduğu halde ancak sekiz bin kişiden ibaret idi.

     Diğer cihetlerde de Sırplar ilerlemek teşebbüsünde bulundular. 6000 kişi hududu geçmişler ve Palangada ahz-ı mevzi etmişler ve bu veçhile Niş ile Sofya’nın arasına girmişlerdi. Fakat bunlar da Türklerden müthiş bir dayak yediler. Ve keza itirafları üzere iki bini mütecaviz adam kayıp ettiler. Bundan maada Sırplar daha birkaç akına kıyam ettilerse de bunlar muntazam harekat-ı harbiyeden ziyade eşkıya harekatına benziyordu.

Düşmanın garp cephe-i harbinde kullandığı kara torpillerinden biri.

     Ağustosun birinde Niş’te bulunan Türk ordusu vadiden yukarı, Aleksinac’a doğru ilerlemeye başladı. Bu esnada, kuvveti hayliden hayliye artmış olan Osman Paşa Koli’de büyük bir sabırsızlıkla mahkûm atalet, bekliyordu.

     Bunların Sırplara karşı besledikleri his istihfaf şimdi fevkalade artmıştı. Çünkü bir aralık nehri geçen altı Sırp taburunu tek bir Türk taburu püskürtmüş karşı yakaya atmıştı. Binaenaleyh gerek Osman Paşa ileri emrini alacak olursa hiçbir muavenete hacet kalmaksızın Belgrad’a kadar ilerlemeğe – hatta bütün Sırp yolu kapamış olsa bile – her veçhile kader eder.

     Yedi Ağustosta iki yüz kadar Çerkez süvarisi, dört tabur piyade ve üç toptan mürekkeb ufak bir kuvvet Timok nehrinden yukarı dört mil kadar ilerleyerek nehri geçmişlerdi. Çerkezler dörtnal ile önde gidiyorlardı. Çok geçmeden büyük bir Sırp kuvvetinin tahtı işgalinde bulunan bir kasabaya gelmişlerdi. Sırplar bir tek yaylım ateş yaptıktan sonra tüfeklerini atarak kaçmışlardı. Fakat bunların kısmı azamı arkadan yetişen Çerkez süvarileri tarafından doğranmış ve bu şiddetli takip ta Zaicar’a kadar devam etmiş idi. Adedi sekiz yahut on kadar olan Sırp bataryaları derhal ateş açmışlardı. Osman Paşanın topları da bilmukabele ateş açtı ve bu top düellosu yarım saat kadar devam etmişti. Daha büyücek bir Çerkez süvari kuvveti iki bölük muntazam Türk süvarisi ile takviye edilmiş olduğu halde bu esnada nehri tam Zaicar’ın önünde atları suya sürmek suretiyle geçmişler ve hiçbir mukavemet görmeksizin Zaicar’a girmişlerdi. Burada bulunan bütün Sırp kuvveti nehri ilk geçen Çerkez süvarisini görür görmez hemen çekilmişlerdi. Çerkezler der-akab etrafa yayılarak plaçkaya koyulmuşlar ve bir hayli koyun, keçi ve saire toplamışlardı. Bunlardan kısmı azamını kendi köylerine sevk etmişlerdi. Muntazam Türk ordusunun zabit ve askerleri bu umumi yağmaya ziyadesiyle hiddetlenmişlerdi. Filhakika bütün harbin devamı müddetince Türklere atıf edilen ufak tefek kabahatlerin cümlesinden Çerkezler mesuldür. Bu Çerkezler, Kafkasya’nın Rusya tarafından zapt edilmesi üzerine hicret etmiş ve Bulgaryaya yerleştirilmişler idi. Her türlü adet ve ahlak iptidaiyelerini henüz muhafaza ettikleri cihetle zapt ve rapta o kadar alışkın olmayıp harbi, sırf yağma kastıyla icra ediyorlardı.

     Gayri muntazam süvari sıfatıyla bunlardan büyük istifadeler elde ediliyordu. Bunlar yirmi otuz kişilik ufak kümeler teşkil suretiyle düşman arazisine girerler ve Türk Generallerinin yağma kârlığa, yerlilere karşı bed muameleye karşı verdikleri şiddetli emirlere rağmen düşman memleketini kasıp kavuruyorlardı. Bunların keskin nazarlarından hiçbir şey kurtulamadığı cihetle ordunun gözü sıfatıyla bunların kıymetleri ölçülemeyecek derecelerde büyük idi.

     Türk askeri bilakis emre itaat eder, şiddetten tamamıyla nefret eder, sıkıntı ve müşkülata karşı sabır ve mütehammil ve iyi huylu oldukları cihetle Avrupa ordularında bulunan askerlerden hiç biriyle mukayese kabul etmez derecelerde idareleri kolaydır. Harbin devamı müddetince muharrir, tek bir Türk neferinin yağma kârlık vesaire gibi fena bir hale kıyam ettiğini katiyen görmedim.

     [devam edecek]

    

“damlaya damlaya göl olur”
Mesel

Tasarruf, para biriktirmek

[kazanmak için çalışmak kafi gibi görünürse de tamamı istifade, ancak sa’yin iktisat ile tetvici halinde mümkün olur. İktisadın ehemmiyeti son zamanlarda büsbütün artmış ilim onun gösterdiği esaslı cereyanlara doğru bir meyil göstermeğe başlamıştır. Bütün şerâyi ve müessesat hep iktisadın hami ve müşevvikidir. Fakat ne gariptir ki; Dünyada müsrif, muktesidden çok, binaenaleyh fakir ganiden pek fazladır.]

———————————————-

     Hiçbir servet yoktur ki iktisadın himayesine sığmadan müsmir ve payidar olsun.  Türkçenin esaslı meselleri arasına giren “hazıra dağlar dayanmaz” sözü bu hususta en kıymetli mefhumları gizleyen bir hakikattir. İktisat ve fikir tasarrufun da en büyük rükni intizam harekattır.

     Düşünülürse pek çabuk bulunur ki; Âlemde hiçbir servet görüldüğü son şeklindeki gibi büyük miktarda olarak vücut bulmamıştır. Bunların hepsi ufak, pek ehemmiyetsiz miktarların biriktirilerek işlenmesinden meydana gelmiş, doğmuştur. O halde ilk kazanılan pek az miktara büyük bir servetin tahmi olarak bakmakta elbette isabet vardır. Gerçi o az kıymetler yek nazarda cesim ve azim servetleri vücuda getirecek meziyette görülmez ve yevmi, ati hazların teskinine ancak liyakat kesb ederler. Fakat uzun bir müddet sonra o huzûzât insanda hiçbir eser, hiçbir semere bırakmadığı halde eğer o kıymetsiz paralar bir araya konmuş olsa, her gün miktarı artan bir varlık bir <dünyalık> elde edilmiş olur.

     Ciddi olarak der-piş sezadır ki; Eğer o servet kırıntıları bir araya getirilmek ihmal olunursa uzun seneler, hep aynı maişetin hep bir tarz hayatın ve hep fakrın sıkleti altında ezilmek tehlikesi vardır.

     İnsan bir ufak balık tutmak için hiçbir kıymet izafiye ve nisbiyesi olmayan bir kurdu oltaya takıp atıyor. O kurt ile tutulan balık da eğer yem yapılırsa daha büyük bir balık tutulabiliyor. Ve o balığın da nazarı dikkate alınacak bir kıymeti oluyor. Farzen; Levrek olabiliyor. Eğer o ufak balığı tutmağa yarayan kurt olmasa, yani ona ehemmiyet verilmeyerek atılsa ale-d-derecât o büyük balık tutulamaz ve para kazanılamaz. Kıymetsiz kurtu, kıymetli bir levreğe tahvil eden şey tasarruftur.

     En ufak ve adi bir misal olarak zikir eylediğimiz şu birkaç satır fikir tasarrufu icat edecek kadar kuvveti haizdir.

     İyi bir gözle bakılmayan, adi görülen bir metelik tek olduğu zaman ihtimal ki o derecede az bir kıymeti haizdir. Fakat onun kıymeti birçoklarının bir araya geldiği zaman takdir olunmak icap eder. Bu metelik tıpkı mercan gibidir. Bunlar hadd-i zatında gayet ufak bir zerre iken hepsi bir araya gelince Bahr-i Muhitlerde adalar teşkil edecek derecede rasîn ve mühim kıtalar vücuda getirmişlerdir. Ufak paraların da kıymeti işte buna benzer. İhmale, mühimsememeğe mütehammil şeyler değildir.

     Fikr-i tasarruf, manasının da delalet edeceği veçhile mutlaka sarf etmemek değil, işlenmek için bir miktar alıkoyup maişetini had-i âkallde ve sıkılmayacak bir tarzda temin etmektir. Yoksa lüzumlu birçok şeyleri almak, ucuzu bir şeye yaramayan eşyayı, pahalı olduğundan dolayı iyisine tercih etmek tasarruf addedilemez. Bu hal cehlden ve düşünmemekten neşet eder. Dikkat etmelidir ki; Bir şeyin iyisi pahalı, fenası ucuzken aradaki fark, iyinin fenaya nazaran olan tefevvuku ile mütenasip ise derhal fiyatı yüksek olanı tercih lazımdır. Birde, birçok lüzumlu eşya almak mecburiyeti muvacehesinde hepsini; Fakat ucuzunu almaktan, bir kısmını terk edip alınanın iyisini intihap eylemek evladır.

     Bilhassa bizim muhitlerde fena bir adet bütün fikr-i tasarrufu alt üst edecek bir mahiyettedir.  Hepimizin bildiğimiz ve sarf eylediğimiz cep harçlığı tabiri ve onun delalet eylediği sarfiyatın tarzı mühim bir mani tasarruftur. Çünkü, o tarzdaki paralar, zaten tasarruf edilmek iktiza eden ve maişet dairesinin haricinde kalan miktarlardır. Onları da böyle cep harçlığı namıyla heba eylemek günün birinde eli böğründe ve esbab-ı maişetten mahrum bir halde kalmak felaketine rıza göstermek olur.

     Tasarruf fiilinin en mühimi büyük miktarları saklamak değildir. Çünkü onların fırsat sarfı her zaman tahakkuk etmez ve insan her an için bir banknot vermek ihtiyacına maruz olamaz. Asıl tasarruf her an için sarf edilebilen, bir iki kuruşu tutmaktır. Her gün pek ehemmiyetsiz şeylere verdiğimiz paraları akşam hesap edersek yekûnu biraz bir şey eder. Onun da 365 gün nihayetindeki miktarının, ilk cüzü ferdinin sarfı zamanındaki suhuletle sarf edilir bir kıymet olmadığı görülür.

     Binaenaleyh; İnsan beş on parayı ani ve geçici hazlara, kahveye, şerbete verdiği zaman his ettiği zevk ile o paraların sene nihayetinde baliğ olacağı yekûnun ehemmiyetini mukayese, muvazene ederse derhal o gibi fuzuli sarfiyatından vaz geçer. Zaten bizde en büyük noksan paranın kıymetini iyi takdir etmemek keyfiyetidir. Bilmelidir ki, parada kıymet nisbi değildir. Azı da çoğu da kıymetlidir. Çünkü çok, azdan hâsıl olur.

     On paranın sarfı, insan için ne kadar kolay bir hareket iken onun kazanılması için iktiza eden mesai ve insanın mücadele-i hayatta göreceği mahallin takdir olunursa onluğu, yuvarlak bir cisim madeniden daha başka nazarla görmek kabil olur. Günde bir onluk ayda 7,5 senede 90 kuruş eder. Acaba bu doksan kuruş, ehemmiyetsiz onluklardan terekküb etmiş değil midir? Binaenaleyh bir onluğun kıymetini o günkü ehemmiyetiyle değil, birkaç sene sonraki mevkiiyle düşünmelidir. Nasıl bir nev-zâd bir memleket için – bilahare büyük bir adam olmak ihtimaline binaen – kıymetli bir vahid ise, bir onluk da, bir servet azimenin nev-zâdıdır.   Hüner onu yaşatmak ve tenmiye eyleyebilmektir.

     Gözümüzün önünde büyük bir misal tasarruf olan Galata Köprüsüne herkesin lakaydıyla bıraktıkları onlukların mecmuu yevmiye 20 – 30 bin kuruşa ve senede 80 bin Osmanlı altınına varmaktadır. Bu 80,000 liranın hiç biri oraya lira olarak hatta mecidiye olarak gelmiş değil, metelik olarak girmiştir.

     İnsan nail-i servet olmak emelinde ise buna derhal ve ani olarak vusul mahaldir. Ancak piyango gibi gayri muntazır ve ender ahval, sahibini ani bir servete nail eder ki; Bunlar da kaide teşkil edemez. Bir arabaya, tramvaya binerken bile evvelen tramvayın veyahut arabanın dâhilinden ma’dud olmayan bir basamağa basmak nasıl iktiza ediyorsa, servete malik olmak için de, servetten ma’dud olmayan, fakat onun husulüne sebep olan ufak kıymetleri toplamak lazımdır.

     Bütün bu sözler öyle bedihiyâttır ki; Hiçbir zaman bir ekseriyet halk tarafından tamamıyla tatbik şerefini ihraz edemiyor. Hilkat insanlara bu günkü yumurtayı yarınki piliçten daha kıymetli görmek galatını vermese idi, dünyada zengin çok fakir daha az olurdu. Fakat zan olunur ki nizam-ı âlemde biraz bozuk olurdu.

     M. C.

İCMÂL

BİR HAFTALIK VAKAYI BERRİYYE VE BAHRİYYE

Garp cephesinde:   Harbin ibtidasından beri garp cephesindeki Fransız ve İngiliz ordularına kumanda eden General Joseph Joffre ile Field Marshal John Denton Pinkstone French’in tebdil edilerek yerlerine General kastlanov ile General Douglas Haig’in tayinleri bu cepheye ait en mühim vakadan ad olunabilir. Filhakika bu iki kumandan, Alman hatt-ı harbini yarmağa muvaffak olamadıklarından dolayı haklı haksız birçok tenkidata hedef olmakta ve memleketlerinin efkârı umumiyesi için için aleyhlerine dönmekte idi. General Joffre’nin halefi şimdiye kadar Fransız ordusunun sağ cenah gurubuna kumanda etmekte idi. Mareşal French İngiltere’deki Kuvayı umumiye başkumandanlığı gibi yalnız ismi büyük bir mevki nasip olunmuştur.

     Joffre umum itilaf devletleri Kuvayı askeriyesi başkumandanlığına tayin edilmiş olup muhtelif cephelerdeki harekât-ı harbiye hep onun idaresine tevdi kılınmıştır. Bu suretle itilaf orduları arasında şimdiye kadar mevcut bulunmayan vahdet ve iştirak hareket gayesi temin edilmek istenilmiştir. İtilaf erkân-ı Harbiyelerinin hep kendi bildiklerine gitmeleri ve aralarında daima ihtilaflar hadis olması yüzünden düşmanlarımız pek çok zararlar gördükleri için nihayet Joffre’yi başkumandan tayin etmek suretiyle bu dertlerine bir deva bulmak istemişlerdir.

     Mamafih itilaf devletlerinin menafi hususiyetleri ekseriyetle yekdiğerine zıt ve mütebayin olduğu ve en ağır vazifeleri hep biri birine yükleterek kendi kuvvetlerini siyanet etmek ve mümkün mertebe az fedakârlık ederek diğerlerinin zahmet ve gayretinden müstefid olmak hôd-gâmlığını takip eyledikleri için umumi başkumandan tayini ile de – en mühim esbab mağlubiyetlerinden biri olan – aralarındaki bu ayrılık gayrılık kolayca izale edilemeyecektir.

     Garp cephesindeki vaki harbiye ye gelince, 14 Kânûn-i evvelde Loren eyaletine ve Bad Dukalığına karşı muhacematta bulunan müteaddit düşman tayyare filoları dört alet tiran kayıp ederek çekilmişlerdir. 12 Kânûn-i evvelde Panu açıklarında karaya oturmuş olan bir düşman vapuruna Alman tayyarecileri muvaffakıyetle bombalar atmışlardır.

     15 Kânûn-i evvelde meşhur Alman tayyarecisi mülazım Max Immelmann, Valenciennes üzerinde yedinci defa olarak bir İngiliz tayyaresini ıskat etmiştir. 18, 19 Kânûn-i evvelde Fransız tayyare filoları Mechelen mevki müstahkemine taarruz etmişlerse de yalnız şehrin müzesini tahrip edebilmişlerdir.

     17 Kânûn-i evvelde Amantier’de küçük bir İngiliz baskını def edilmiş ve bundan maada bir iki küçük müsademeden başka kara muharebatı vukua gelmemiştir.

     Şark dar-ül-harbinde: Rusların şark cephesinde icrayı taarruz etmek üzere hazırladıkları meşhud olmaktadır. Moskoflar 13 Kânûn-i evvelde  Paul von Hindenburg ve Leopold von Bayern guruplarına karşı bazı küçük taarruzat icra etmişlerdir. Hindenburg gurubunun işgal eylediği sahada Nareç ve Miyadzul vesair göller havalisinde Ruslar bazı hücumlarda bulunmuşlarsa da def edilmişlerdir. 16 Kânûn-i evvelde Ruslar General Linsingen gurubuna karşı da bazı muhacemat icra etmişlerse de Archduke Joseph Ferdinand ordusu tarafından tard ve def olunmuşlardır. Burada Levski şarkında bir Rus tayyaresi nüzule mecbur olmuş ve râkipleri esir edilmiştir.

     Romanya’dan alınan haberlere göre, Rusların Besarabya’da asker cem ve tahşid ettikleri anlaşılmaktadır. Bu istihzaratın Bulgaristan’a veya şarki Galiçya’daki Alman – Avusturya cephesine karşı icra edildiği rivayet olunmaktadır. Sırp seferini ikmal eden Galoviç ordusu Rusların bu harekât muhtemelesine karşı sevk edilmiş olup moskof taarruzatının, hangi tarafa tevcih edilirse edilsin, şedid bir mukabeleye maruz kalacağı şüphesizdir.

     İtalya – Avusturya hududunda: Geçen hafta zarfında İtalyan hücumları tedricen hafiflemiştir. 17 Kânûn-i evvel tarihli Avusturya tebliğ resmiyesi, sahil cephesinde 11 Teşrin-i sânîden Kânûn-ı evvelin ilk haftasına kadar devam eden hücumların artık hitama ermiş ad olunabileceğini ve yalnız Goriç ser köprü mevzi önüne 7 fırka kuvvet cem etmiş olan İtalyanların bütün muhacematı tamamen ve kâmilen akim kaldığını ve düşmanın maktul ve mecruh olarak 70,000 kişi kayıp eylemiş olduğunu yazmaktadır. Bu suretle dördüncü İsonzo meydan muharebesi de İtalyanlar için akamet ve mağlubiyetle neticelenmiştir.

     İtalyan ordusunun harb-i umumide talihi pek garip olmuştur. Diğer düvel muharebe orduları en güzide askerlerini sahra muharebatında bir neticeyi katiye istihsali için sarf ve istihdam ettikleri halde İtalyan ordusunun en iyi cüz-i tamları, sırf mevzi muharebelerinde ve hudut üzerinde yıpranmıştır.

     Balkan dar-ül harbinde: General Todorov’un kumandasındaki ikinci Bulgar ordusu Vardar ve Karasu vadileri arasında önüne katıp sürdüğü İngiliz – Fransız kuvvetlerini nihayet Yunan hududu dâhiline firar ve ilticaya mecbur etmiştir.

     600 sahra 130 cebel 80 havan olmak üzere 810 topla mücehhez ve 97,000’i Fransız 73,000 i İngiliz olmak üzere 170,000 kişiden mürekkeb olan itilaf kuvveyi seferiyesi 10 gün zarfında mağlup ve firara mecbur edilmiştir. Bulgarlar Fransızların İngilizlere nispetle pek faik bir kahramanlıkla harp ettiklerini söylemişler ve bu harpte düşmanın bozgunluğuna İngilizlerin sebebiyet verdiklerini ima eylemişlerdir. Esasen Kitchener’in son zamanlarda ihzar ettiği derme çatma ordunun kıymet-i harbiyesi pek noksan bulunduğu çoktan beri anlaşılmış bir hakikattir.

     Bulgar ordusu kemal-i süratle firar eden düşmandan 18 zabit 1234 nefer esir etmiş 14 top, 62 toparlak 10 hasta arabası ve pek çok levazım harbiye iğtinam eylemişlerdir.

     Manastır Ohri tarikiyle Arnavutluk’a ricat eden Sırplarla Karadağ dâhilindeki Sırp ve Karadağ müfrezelerine karşı icra edilen harekâta gelince; Düşmanın takibine devam edilmekte ve her gün Sırp Karadağlılardan bir miktar esir ve top alınmaktadır. Karadağ dâhilinde Bilevpoli yahut Akova zapt edilmiş ve düşmanlardan yalnız dört gün zarfında bir Avusturya fırkası tarafından ceman yekûn 13,500 esir alınmıştır. Fon Yovos ordusunun bu dağlık, yolsuz arazinin teshîrinde gösterdiği fevkalade gayret cidden şayan-ı takdirdir.

     Denizlerde: Alman tahtelbahirleri muhtelif denizlerde şimdiye kadar 917,819 tonluk 508 düşman vapuru gark etmişlerdir. Bu küçük gemilerin Bahr-i Sefiddeki iki aylık icraat yekûnu bir veçhe atidir. Muhtelif bandıralı ve muhtelif cesamette 301,975 ton hacminde 68 vapur.

     Osmanlı dar-ül harplerinde: Irakta Küt’ül-Amare’deki düşman mevzii müstahkemi mütemadiyen tazyik edilmekte ve ağır toplarımızla ateş altına alınmaktadır.

     Çanakkale cephesinde her türlü vesait-i harbiye ye malik olan düşman kıtaatımızın delirane muhacematı önünde ar firarı irtikab ederek sisten bilistifade ale-l-acele Anafarta ve Arıburnu cephesini tahliye etmiş ve kıtaatımız birçok ganaim elde eylemiştir. Düşman bu mağlubiyetin setri için Seddülbahir cephesinde taarruzda bulunmakta ise de her defasında telefat külliye ile ricat eylemektedir. Yakında o cephenin de şeci kıtaatımız tarafından tathir olunacağı me’mul kavidir.

     Pazar ertesi: 7 Kânûn-i evvel

     Abidin Daver.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.