DONANMA MECMUASI 31 / Eylûl.1912

DONANMA MECMUASI 31

O-169_0409

O-169_0410

İdarehanesi: Babıâli caddesinde donanmayı Osmanî muaveneti milliye

cemiyeti Merkez umumiyesidir.Telefon numarası: 43

Sene 4 – numara 7 / 31 Şimdilik ayda bir defa neşir olunur.

Donanma

Umum idare ve tahririyat için

Daireyi: cemiyetteki mecmua heyetine

Müracaat olunmalıdır.

Telgraf adresi: İstanbul donanma mecmuası

Eylül.1328 – Eylül/Ekim.1912

İki asrı mütecaviz bir zamandan beri, muharebelerinde padişahlarından, sevgili padişahlarının hanedanından mahrum olan Osmanlılar, inkılâptan sonra bu milli ananelerini de diriltmeğe başlamışlardır.

   Osmanlılar, hanedan-ı hilafet ve saltanatın bu iki nihal (taze) mübareğini muharebe saflarında, ellerinde silah olduğu halde gördüklerinden, kendileriyle silah arkadaşlığında bulunduklarından dolayı ne kadar takdis etseler azdır.

     Tarihimizi tetkik edenlerin malumudur ki Osmanlılar en şerefli, en namlı mefahirlerini padişahlarıyla, hanedan saltanatlarıyla beraber bulundukları zaman almışlardır.

     Donanma mecmuası bu iki sebep ve muhterem vatan evladını âcizane tebrik ve takdis etmekle iftihar eder.

Kısmı içtimai

HAYAL DEGİL, HAKİKAT!

_Bulgar kralının beyannamesinden sonra_

       Keşke bu satırlar yalnız Türkler arasında ve yalnız Osmanlı diyarında değil, ezan-ı Muhammedi ile her gün beş kere tanindar (çınlayan) istiğrak  (dalın) olan her beldeyi masuma ve her kariye-i mazlumede okunsa.

     On beş gün evvel Afrika’daki son toprağımıza ve son hâkimiyetimize veda ettik.  Kuvvetin tahakküm-ü anifi (sertlik) altında bir kere daha ezilen hakkımızın matem zıyaıyla siri şan alud (bulaşık) olan nazarlarım, bugün Asya’nın şimalinden Afrika’nın cenubuna kadar, her yerde ve her köşede bir şuleyi ümit arıyor.

     Ben o şuleyi buldum.  Muhakemat ve kanaatimle tespit ettim.  Hak mensubum elbette bir gün evlat ve ahfadıma faiz mürekkebiyle iade olunacak.  Ben buna kani ve bununla tesellitiyabım.

     Kanaatı fikriyem her ne olursa olsun, ben bu gün din-i mübinden (beyan) bir sadakay-ı tesellisi dileniyor ve alıyorum.  En muzdarip gönüllere en meyus dakikalarında devayı sükûn ihzar eden iman, bugün benim ırkı, dini, siyasi matemlerimi uyutmaktadır.  Bu matem bir gün yine uyanacak, fakat nalân (inleyen) uyuyup handan (neşeli) uyanan etfal-i masume gibi bir şevk-i hayat olduğu halde.

     Ah ey eyyamı siyahın hatıratı giryanı!  Münevver gönüllerin ezvakı (zevk) mesudeti simanızın iltivaat (sarılma) matem darına ne vakit ibtisa (başlama) mariz server olacak.

     On sekizinci asır miladi ümmeti Muhammed için bir kıyamet-i felaket oldu.  Cihan İslamiyetin serhat gazabında _ ki en tehlikeli noktasıdır _ beş yüz seneden beri kaim duran Osmanlılar, Ruslarla Nemselilerin (Avusturya-Alman) tecavüzat pey-a-pey’le  (art arda) sarsılıp duruyordu.  Hindistan çürümüş, tar-ü-mar olmuştu.  Şimali Afrika içinden kemirilen bir ağaç gibi, kendi kendine inhilal etmeğe hazırlanıyordu.  Kırım takımıyla Rusya ya gitti.  Yalnız İran’ın Asab ümidinden Nadir şah bir aralık bir cereyanı hayat geçirir gibi olmuştu.  Fakat bu bir kasırganın seyri gibi oldu.  Nadir şah Acemistan’ın sahneyi mukadderatından çekildiği zaman, baki-i şuur ve hayal pek elim surette sarsılmış ve çökmüştü.  O kadar ki hala başını kaldıramıyor.

     On sekizinci asrın başladığını on dokuzuncu asır itmam (tamamlama) etmeğe çalıştı.  Biz

Sayfa: 290

Kerrat ile duçar inkısam olduk.  Rumeli kalbgahından vuruluyor, Anadolu’nun cidarı tarumarı olan Kafkas dağlarıyla maileyi garbiyesi dübbe-i şimalin (kuzey yıldızı) – er geç kırılacak – pençesine düşürdü.

     Cezayir’le Tunus, Fransa’ya, Mısırla cezireyi el arab’ın aksamı cenubiyesi İngiltere’ye, Bahri Ahmer’in sahil gerisindeki yerlerimizle Trablusgarp ve Bingazi – ah Trablusgarp ve Bingazi – İtalya’ya gitti.  Yirminci asrın aşr-ı sanisinden iki sene gizran olduğu halde halimiz ve mevkiimiz budur.

     Ezanı Muhammedi ile her gün beş kere tanindar (çınlama) istiğrak (batış) olan her beldeyi masume ve kariyeyi mazlumede bilinsin ki dokuz yüz sene evvel ilan edilmiş olan ehli salib muharebatı hâlâ devam ediyor.

     Fakat bu mesaib (musibetler), asabı ümmet iras-ı zaaf etmesin.  Abdulrahman el-Gafiki pu atıyeyi sarsarken kimin hatırına gelirdi ki bir İspanya devleti tekrar dirilecek.  Kendi dinini kabul etmeyenleri diri diri yakacak.

     Kimin hatırına gelirdi ki Osmanlı ordusunun muzafferiyet adidesiyle çiğnenen topraklarda bir Bulgaristan, bir Sırbistan, bir Yunanistan, bir Karadağ tekrar devletler tesis etsin.  Bu gün illerinde ehli salibin bayrakları olduğu halde ordularını âli Osman devletinin payitahtına kadar saldırmak cüretinde bulunsun.

     Ezan-ı Muhammedi ile her gün beş defa tanindar istiğrak olan her beldenin ve her kariyenin halkı bilmelidir ki ehli salib orduları, büyük Avrupa devletlerinin musamahadan ziyade teşvike benzeyen ihmalleri veya başka halleri önünde hilafeti Muhammediyenin dergâhı mubarekine doğru ilerliyor.

     Bununla beraber ben nevmid (ümitsiz) ferda değilim.  Gönlüm iman ve ümit ile doludur.  Bilirim ki ümit eden ihraz eder.  Bir intibahı İslam ile mesaib güzeşt tamir edilecektir.  Buna kalıp zaife ishabı (tamah) belki hayal derler.  Fakat her hakikat hayalin meşimeyi (son) feyza Fizandan doğmuştur.  Vaktiyle esir vahşetğah olan Amerika, bugün hürmet edilen bir kıtadır.  Kıtaat saireyi meyden okuyor.  On dokuzuncu asrın mebadiyesinde (başlangıç) İtalya perişan bir diyar idi.  Yarım asır geçmeden topraklarından muazzam ve muntazam bir devlet fışkırdı.  Tekrar ederim ki biz istersek mesaib-i güzeşteyi tamir edebiliriz, ey Müslümanlar!. . .

     Rusya’daki Tatarlar arasında büyük bir intibah-ı milli husule geldi.  Çar’ın hükümeti ve tahakkümü ne kadar bi- iman olursa olsun, bu tarikiyyatı tevkif edemeyecektir.  Tevkif etmek şöyle dursun, tehdit etmeğe bile imkanyab olamaz.  Terakkinin kudret seryanı, en muhalik ve müstevli hastalıkların tab-ı sirayetinden ziyadedir.  Efradın saadet-i hayatını temin eden terakkiyat-ı medeniye ferden hayat-ı istibdadını ezer.  Buna binaendir ki Moskofların tenevvüm-ü  (uyutma) İslama masrûf (harcanmış) olacak mesaiyesi yalnız bir gaye-i temin edebilecektir ki o da intibah-ı İslam dır.  Buhara’nın, Semerkant’dan kaşigırın oyun naimesi elbette açılacak ve sahrayı kebirle dost Kıpçak dost bedest ve falak olacak, hazreti

Sayfa: 291

Muhammedin bin üç yüz sene evvel işaret etmiş olduğu gaye-i hayale doğru yürüyecektir.

     Çin’de elli milyon ehli İslam mütevattın (vatan edinilmiş) bulunuyor.  Geçen sene orada cumhuriyet ilan olundu.  Yerin dibine geçen Çin hükümet semaviye sinden ziyade, şekli hazır idarenin muvafık şer-i Muhammedi olduğunu Pekindeki kaza-i ekberleri vasıtasıyla ilan ederek cumhuriyeti tastik ettiler.  Yalnız bir şart dermeyan ediyorlar;  İstanbul’daki hilafeti İslamiyenin hayır ve menfaatine hizmet!

     Avrupa’nın istilası önünde bir gün behemehâl uyanacak olan yerlerden Çin maçinde bu gün Asya’nın yarı karakolu Osmanlılar olduğunu idrak etmiş.  Kim iddia edebilir ki bir gün bir Osmanlı ve Çin ittifakı insaniyetin kısmı azamını bir taassub-u hod-gâmın şerrinden vekaya sayi etmesin. 

     Hindistan ise – kendi gözlerimle gördüm – pek ziyade metrukidir.  Medeniyeti beşeriyenin gehvareyi (beşik) evvelini sallayan Hind’in Müslümanları.  İstikbal İslama pek çak şeyler vaad ediyor.

     Afrika’ya gelince;  ihbar-ı (deniz yolculuğu) muhitenin kâlbgâhına bir bıçak gibi saplanmış olan bu katı bir gün behamehal bir Müslüman Afrika’sı olacaktır.  Buna o kadar eminim ki ufuklarında münhasıran levayı elhamdülillah İslam’ın temevvüç (dalgalanma) ettiğini şimdiden görüyorum.  Cezir ve med akvam ile Afrika bir kere daha çalkandıktan sonra nefsine irca-i malikiyet edecektir. 

    Afrika akvamı gayri mütemeddinesinin (medenileşmiş) edyan-ı (din) haziresi bir medeniyet için kifayet veya medeniyetin savlet (hücum) icabeti önünde mukavemet edemez.  Orada bugün iki din ilerliyor;  Birisi Katolik ve Protestan misyonerlerinin vesatet (aracı olma) hediyesiyle Hıristiyanlık, diğeri yalnız Allahın şuleyi hüdayetiyle Müslümanlık.  Misyonerlerinin o kadar mesaiyi fedakaranelerine rağmen Hıristiyanlığın aşırı nispetinde intişar edemiyor.  Öteden beri aile tenessür ederse birden bire kabile Müslüman olmaktadır.  Sebebi ise basittir.

     Ruhu İslam Afrika’nın cismi hayat ve temeddüne daha ziyade tevafuk ediyor da onun için!

     Tenessür eden Afrikalıları Avrupa âdeti hususiyle Avrupa müsekkeratı bitirmektedir.  Ahaliyi müslümesi ise o akalim mahrukea ve muhterekede günlük tahribatından azade, abdestli, namazlı, senetli, sabır ve mütevekkil bir maişet (yaşama)  mesude ömür ediyor.

     Afrika’nın vasatında ve hatta şimalinde tavattun (vatan) etmiş olan Avrupalılar iklimin icabeti tereddi sazına mukavemet edememektedirler.  Ahvali hazire ümitlerimizi tağlit etmesin.  Afrika’nın hali hazırda sahip veya müstevlileri kimler olursa olsun, o kıta istikbalde Müslümanların Afrikasıdır.

     Ezanı Muhammedi ile her gün beş defa tanindar istiğraf olan her belde ve her kariyenin sukuneyi mazlum esine tavsiye ederim ki ümit etsinler.  Bir cehed medid ve muttarid çalışsınlar. ( bir çalışma uzun ve devamlı çalışsınlar).

Süleyman Nazif

Sayfa: 292

O-169_0414                       6.TEŞRİNEVVEL.1328 DE VARNA LİMANINI BOMBARDIMAN EDEN VE ALTI TORPİDO MUHRİBİNDEN İKİSİNİ TAHRİP VE ŞEREFİ BAHRİYEMİZİ KARADENİZDE ÂLÂ EYLEYEN FİLOMUZDAN <<HAMİDİYE>> KRUVAZÖRÜ

HADİSAT-I CARİYE KARŞISINDA HASBİHAL

     Donanma mecmuasının bu nüshası intişar edinceye kadar, ihtimal ki bu makalenin tahririne saik olan hadisat ve hissiyattan birçoğu tarihe karışmış olacak.  O macerayı beşer ayınesinin akisleri içinde bize – acı veya tatlı – birer minyatür topluluğuyla devri edvar görünecektir.

     Bu gün Balkanlarda meşğuleyi harp ve cedel vaktiyle Osmanlı saltanatının birer vilayetleri, belki bir kaçı bir vilayet hükmünde olan dört hükümet, gerd nefer ez kıyam olarak bize ilanı muhaseme ettiler.  Hatta doğrudan doğruya ilanı muhaseme etmeyerek izzeti nefsi milliyemizi cerihe-dar (yaralı) eyleyecek mutalib (talep) serkeş hane ile ortaya atıldılar.  Böylelikle bizi top ile tüfek ile cevap vermek zeminine sevk eylediler.  Mevzu budur.  Bugün bize hâkim olan hissiyat, hatta hadisat budur.  İşte bu mecmua çıktığı zaman birçok kısmı tarihe karışa bilecek olan hissiyat ve hadisat budur.  Yalnız bu hissiyatı, bu hadisatı doğuran bir takım alal ve esbabı vardır ki onlar her zaman la yetbedel ve la yetzelzel hakikatler mecmuu ve zümresini teşkil eylerler.  Her hadise bir illet mütekaddemeye pek samimi surette merbuttur.  O illet ise her zaman aynı neticeyi ihzar ve tevlit eyleyen bir hakikattir.  Tarih, tekrardan ibarettir, düsturu da bu itibar ile mevzu ve yalnız bu itibar ile rütbeyi hakikate merfuadır (yükseltilmiş).  Nazarı tetkik ve mütalaada tarih, zahirde mürekkeb ve müşevveş (karışık) görünen, adeta kendi kendine tekevvün (oluş) ve ceryan ediyor zan olunan bir alay vukuatın hikayatından müteşekkil bir mecmuayı mazbutat suretinde telakki olunursa da, nazarı tahlil ilmide kuvvenin sabiteyi fıtrata tabi ef’al (işler) beşeriyenin aynı esbab tahtında aynı netayici doğuran ahvali ictimaiyenin temsilat ve tefsiliyesinden başka bir şey değildir.

     İşte bu mecmua çıktığı zaman, kısman tarihe karışacak olan hadisatı cariyenin, o zaman ve usul olmuş olacakları neticeleri düşünerek şimdiden kalbimde raşeler (titreme) duyuyorum.  Edirne ve havalisi dâr-ül-harekâtlarında karşı karşıya duran üçer yüz bin kişilik kuvveyi insaniyenin musademat garibesinden neler çıkacağını bilmiyorum.  Bilmediğim içindir ki raşe dar izdırap ve heyecanım, görülür ki şu son cümlelerle ben hissiyatıma tercümanım.  Öyle değil mi ya?  Karilerimin bu satırları okurken, kısmen tahkik ve tayin etmiş neticeleri ile beraber vakıf bulunacakları o hadisata – ki onların nazarında kısmen tarih olmuş olacaktır – şimdi

Sayfa: 294

Ben vakıf değilim.  Şimdi benim his ve hayalim, Osmanlı ordusunun galebeyi kahiresi arzuları ile bi huzur ve lerzandır (titrek).

     Mamafih bu arzular ve bu hisler bizi hakikatler tahrisinden mani edememelidir.  Gerçi biraz zor ise de müsaadeyi imkân dairesinde itidalimize sahip olmağa çalışarak ahvali cariyenin alil ve esbabından müstafid olmağa çalışalım.  Çünkü alil ve esbabı her zaman layetegayyür (değişmez) esasat hakikattir. 

     Bugün kuvveyi müttefike halinde karşımıza çıkan Balkan hükümetleri, Osmanlılar Rumeli sahasına geçtikleri zaman, o asra göre yaşar birer kavim ve hükümet halinde mevcut idiler.  Biz Rumeli yakasına kırk elli kişilik bir sal ile geçerek fütuhata koyulduk.  O zaman bizde hiçbir kuvvetin karşı koyamayacağı bir azim ve irade var idi.  Az vakit içinde Balkanlara dehşet resan (erişme) istila olduk.  Bizi hükümferma ilim olma istidatları ile iklimden iklime tacidar zafer olarak dolaştıran bir azim ve irade.  O zaman olduğu gibi şimdi de, ferden olduğu gibi fertlerden mürekkeb cemiyetlerin de en büyük sermayeyi zafer ve muvaffakiyetidir.  Azim ve iradeye iktiran (yaklaşma) etmeyen talizad muvaffakiyetlerin hak hayatı, şihab (kıvılcım) sakiblerin iltimat muvakkatesine benzer.  Yanar ve söner.

     Evet, Rumeli yakasına geçtikten, Balkanların dağlarının sahralarını şimşir satvetimize fermanber eyledikten sonra, hayat hâkimiyetlerini seleb (elinden almak) ve hadem eylediğimiz kavimler, bizim Avrupa’da hükümran olmak lığımızı çekemediler.  Tek başlarına bir şey yapamayacaklarını pek iyi bildikleri için, hemen ekserisinde bütün Avrupa’dan istimdad etmek suretiyle kuvveyi müttefike teşkil ederek bi-d-def’at (defaatle) aleyhimize saldırdılar. Niğbolu, Varna, Kosova sahralarında bu kuvveyi müttefike-i Hıristiyan iye ile kerrat ile çarpıştık.  Çarpışmaların her defasında azim ve iradat Osmanî olanca şevket ve azimeti ile galip ve muzaffer çıktı.  Bizim ile muhaseme eden bu kavimler ve hükümetler, artık meyus ve ser-nigün (ters dönmüş), yavaş yavaş ribkayı (kement bağı) hâkimiyetimize teslimi nefs ederek birer eyaleti Osmaniye haline inkilab edip gitmişlerdir.

     . . . .  inkilab edip gitmişlerdi.  Fakat bu inkilab edip gidiş, bir rizayı cebri hükmünde olduğu için, seneler geçerek bu kavimlerin uyumasına, kavmiyet ve milliyet namına hiçbir uyanıklık alameti göstermemelerine rağmen, o hissi cebeli, tıpkı gül altındaki ateş gibi için için muhafazayı mevcudiyet etmekten hali kalmayarak, Ruslarla mücadelatımızın tekrar ve tevalisi üzerine, bunların kendilerine temini muvaffakiyet edecek her vasıtaya el sallamağa başlamaları suretindeki mesaiyi mütevaliyeleri, evvela Hıristiyanlık, sonra Slavlık diyeleri ile Balkanlarda bizim itfa ettiğimizi zan eylediğimiz mangalları deşerler deşilmez, onların altından evvela Hıristiyan unvanı, saniyen Slavlık nam ve nişanı ile ateşler çıktı.

Sayfa: 295

     Artık bir kere meydana çıkan bu ateşleri, yanlarına yeniden yeniye odun ve kömür ilave ederek, daima yelpaze ile havalandırarak veya nefes ile üfleyerek yanık halde bulundurmak veya yangınlarını çoğaltmak işten değil idi.  Bunlar usanmak bilmez bir gayretle yapıldı.  İşgal ve vesait, netâyic ve maksat biraz tebdil etmiş ise de yalnız bir noktada aynıyeti daime mahfuz ve baki idi.  Osmanlıların Avrupa’dan çıkarılması!

          O-169_0417             Harbiye nazırı Nazım paşa hazretleri

     Bu vadide asırları dolduran senelerin bütün eyyamında çalışıldı.  Ale-l-tedriç, kolaylıkla güçlükle takip olunan maksatlara ayrıldı.  Muharebe meydanlarından diplomat masalarına, en açık vesail (sebep) cengaveraneden, en kapaklı vesait (vasıta) şeytanet perveraneye geçildi.  Böylelikle burada sayılması göklere kelâl (yorgunluk) verecek – onlar hesabına – muvaffakıyetler, <bizim hesabımıza> hezimetler ihzar ve temin kılındı.  İşte bu silsileyi

Sayfa: 296

 

Mesaiden Avrupa ya ait son halka olarak bugün karşımıza Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan çıkmış bulunuyor.  Maksat, yine aynı, yani tarihi maksattır.  Fakat esbabı zahiresi birinci derecede salibin (haç) helale karşı cidali, ikinci derecede de akvamı memailenin temini vahdet ve ittisali (birleşme), yani Slavlık amalidir. 

     Altı asırlık tarihimizin başlangıcından itibaren şu karşımıza dikilen mesaib müttefike ye kadar gezdirdiğimiz icmali bir nazarı tetkik, bize hülasayı hikmet olarak bir zamanlar yok hükmüne geçen bazı kavim ve milletlerin bugün meydanı mevcudiyette mübareze eylemekte oldukları hakikat mahiresini arz eder.  Bu hakikat ise, işgali idariye ve siyasiye hangi kıyafetlere iltibas ederse etsin, milletlerin bütün bütün mahvolup gitmeleri mümkün olamayacağı manasını mütezemmindir.  Tarih, insanların gerek muhaceret umumiye ve gerek musademat harbiye ile herc ü merc oldukları devirleri çoktan geçirerek edvarı ahire ye teslib etmiş, şahsiyet mahsusa iktisab eylemiş milletlere devir ve teslim eylemiştir.  Baadel vuku talilatın o kadar hüküm ve itibarı yok ise de, ecdadımızın istila gerdeleri olan memaliki, umumen Osmanlı renk usulü hakimanesi ile boyayacak bir tür siyaset tutmamış olmalarını her        O-169_0418                 Garp ordusu kumandanı birinci ferik Rıza paşa

zaman bir ahı teessüf ile yâd etmekten hali kalamayacağız.  Bu surette dahi gerçi bir akvamı mağluba ve mahkumenin şahsiyet kavmiyelerini Balkanlıya izaleye imkân bulmuş olmazdık.  Fakat hâkimiyet galibanemizi – yine insaf ve hikmet ile memzuç – bir galibiyet hakimane şeklinde, fakat daha kuvvetli, bilhassa kuvveti manayı mevcudiyeti müdrik olmak suretinde mütecelli bir şekli faikanede idameye zafer bulmuş olurduk.

     Manayı mevcudiyetini müdrik olmak!  İşte hayatı akvam ve millimin serkiyat ve taaliyatı buradadır.  Her kavim ve millet, evvela varlığından, kendisinin de dünyada bir kemiyet ve keyfiyet temsil ettiğinden haberi olmalı.  Sonra bu varlığın esbabı tahaffuz ve itilasına doğru temdid fikri ve nazar edebilmelidir.  Bu yolda yarım asırdan beri bizde dahi beliren kırık dökük asarı intiba, ancak dört buçuk sene evvel tecelliyat kerimesini göstere bildi.  Gerçi teyakkuz (uyanış) ve intibah (göz açıklığı) âlemine dâhil olduktan sonra da bütün bütün kendimizi toplayamadık.  Dâhilden hariçten mânialarla uğraşmaktan baş alamadık.  Fakat ne olursa olsun, uyanmağa doğru kati hatveyi atmış bulunuyoruz.  Binaenaleyh – muharebeyi hazirenin muzafferiyeti Osmaniye ile tetviç (taç giydirme) etmesi en büyük temennimiz olan netayici neden ibaret

Sayfa: 297

olursa olsun,  başlarınızı bütün felaket ve faciayı fevkine kaldırarak istikbalimize nazarı emniyetle bakabiliriz.

     Kuvveyi mukavemeyi Osmaniye’nin Balkan hükümetlerinin müttefik ve müttehit (birleşmiş) savletleri karşısında kırılmayacağına iman ederiz.  Fakat yalnız, yalnız başımıza, Balkan hükümetleri ile uğraşıyor değiliz.  Öyle olsa cana minnet bilirdik.  Balkan hükümetlerini tevlit eden amali sabıkayı siyasiye, hâlâ Balkanlarda patlayan top ve tüfeğin tarakaları arasında dahi tanin-endaz (çınlayan) olmakta bulunuyor.  Şark karib ise bütün Avrupanın şimdi dahi sahneyi ihtirasatıdır.  Hukuk ve ahvad . . . Bunlar, istenildiği zaman istenilen şekillere konulabilen birer vesile, birer vasıtadır.  Zaten hukuk beyn-el-milel unvanıyla tedvin olunan esasat âlem iyenin şayanı itimat bir kıymet ameliyesi olamadığını birçok ulemayı hukuk açıkça itiraf etmekten çekinmemişlerdir.  Dünya dünya olalı beyn-el-milel münasebatta ağlabiyet (galebe) azime ile hep kuvvet ve menfaatin hükümran olmuş olduğunu herkes idrak ve teslim eder.

     Karun evlada Roma’yı istila eden Cenovalılar reisinin, belindeki ağır kılıcı mizan müslimetin kendilerine ait kâffesine atarak:

     <<vay mağlupların haline!>>  suretinde refi ettiği avaz mütehekkimaneyi, geçen asırda prens Bismark: kuvvet hakka tefavvuk eder;  tarzına efrağ ile cedid, nevi şahsına has icraatı mahirane ve galibane ile teyid ve teşyid eyledi.  Biz şarklılarca da meçhul olmayan bu hakikat, öteden beri aramızda:  (el-hükmü-li-l-galib)(hüküm galibindir) desturu vecizi ile maruf ve caridir.

     Hukuk beyn-el-milellik (beynelmilel) ziyade kuvvet ve menfaat esaslarına istinad ettiğini söylemekle hakkın kuvvetini külliyen inkâr etmek istediğimize zahib (zamana uyan) olunamaz.  Anlatmak istediğimiz ve hakayık vakayı sevkiyle anlamak iztırarında bulunduğumuz hakikat şudur ki en mukaddes hukukun vikayesi bile çok kere kuvvetin celadet himayet-i  karanesine arzı iftikar (düşünsel) etmekten kurtulamamaktadır.

     Evet, biz Balkan hükümetlerinin müteferrik ve müttefik suletlerinden perva etmeyiz.  Bununla beraber bir zamanlar bizim ferman-ber (aldığı emri yerine getiren) satvetimiz olan bu hükümetlerin bu gün bizim aleyhimize gerden-firaz (baş kaldıran) cerait (gazete) olmalarından ibaret beyn olarak, bunları ta bu dereceye kadar sevk ve is’âd (yükselme) eden ulul ve esbabı tetkik, mevcudiyetimize hücum eden müşkülatın kesret ve azametini de iyice ihata eylemek suretiyle, daha metin ve zinde azimlere sahip olduğumuz halde, hayata yeni ve müstesna sevk ve gayretlerle sarılmak ihtiyacından da vareste kalamayız.  Müşkülat ne kadar azim olursa olsun, bizi hiçbir vakit veis ve fütura düşürecek kuvvet ve kudreti haiz olamaz.  Binaenaleyh bazı hadise ceziye karşısında asabileşerek nevmid (ümitsiz) ati olmağa mahal yoktur.

Sayfa: 298

     Hülasa etmek için diyeceğim ki, sademat (çarpışmalar) dühur (dünya), milletlerin mevcudiyetini yıkabilmek hususuna çoktan gaib etmiştir.  Binaenaleyh varlığımızdan emin olarak yürüyelim.  Şu kadar ki varlığımızı namus ve haysiyet ile müterâfık (arkadaş) olarak yaşatmak isteriz.  Onun için de kavi olmağa bakalım.  Manen ve maddeten kavi. . .

     Teşekkür ederiz ki namus ve haysiyeti her zaman hayatın fevkinde tutan mübarekemiz, bu hakikati de kendi sevki tabii vicdanı ile çoktan anlamış, idrak ve ikanını (bilgi) asarı ile meydana koymuştur.  Mahsulâtı himmeti ortada olan şu donanma cemiyeti de idrakat milliyenin müessir cemile ve celilesinden biri değil mi?

Göztepe: 16.Teşrinievvel.1328

Yunus Nadi

Sayfa: 299

Ö Ç

       Bir milletin büyüklüğünü vücuda getiren hasiseler (karakter) meyanında öcün, intikamın da kıymetli bir yeri vardır.  Ferdi hayatta öç belki bir zamimedir (ilave).  Fakat milli hayatta öç, hatta terakki için bir amildir.  Öcünü unutan, onu almaktan korkandır.  Bur fert için korkaklık bazı defa mazur görülebilecek bir kusur ise de, bir millet için cinayettir.  Milletler, daima intikamlarını almağı düşünmelidirler.  O vakit onun ne suretle alınacağını hazırlarlar.  Bu hazırlama, milletleri her türlü düşmeden kurtarır.

     Bizim bir iki asırdan beri ne kadar yerlerde ne kadar alınacak öçlerimiz var.  Hatta bu öçler yekûnu daima kabaran borçlar gibi edası güçleşecek bir hal alıyor.  Bununla beraber zaman olur ki zenginliğine güvenen bir bey gibi, borçlar bir defada silinir.  Bir milletin de tarihinde böyle fevkalade anlara tesadüf ettiği olur.  Bu gün Bulgarlardan, Yunanlılardan, Sırplardan ve Karadağlılardan alınacak birçok intikamlarımız var.  Bunların yekûnu o kadar kabarmıştır ki sırası gelmişken hepsini bir defa silip temizlemek en birinci hamiyet vazifesidir.  Alınacak öçlerin kıymeti düşmanlarımızın şu saydığımız sırasına tabidir.  Bizim en çok kanımıza susamış, bize en çok zararı dokunmuş olan düşmanımız Bulgardır.  Senelerden beri hudutlarda Bulgarların namert kurşunlarıyla şehit olan Müslüman ve Türklerin sayısını bulmak pek müşküldür.  Yıllık bir konu geçmez ki hudutların her hangi bir noktasında bir müsademe olmasın.  Bu müsademe bir Türkün şahadetinden tevlit etmiş bulunmasın.

     Karakolundan biraz uzaklaşan zavallı Türk neferinin selametle avdet edebilmesi kabil mi idi?  Hududun öbür tarafında hain hendeklerin içine, fitneci çalıların arkasına saklanan Bulgar sefil kurşunu o ihtiyatsız Türkü mutlaka can evinden vurarak yere serdi.  Ondan sonra, iki taraf karakolları arasında müsademeler başlar, o vakit birkaç Bulgar pis kanı da dökülür.  İki taraf zabitlerinin işe girmesiyle ortalığa sükûn gelirdi.  Fakat zavallı şehidin ana kucağındaki yeri boş kalırdı.  Bugün Bulgarların kirli çizmeleri ile ezilen hudut toprakları altında bu Türk şehitlerinin kim bilir kaçının kemikleri kıtırdıyor!  O kemiklerin bu enini (inleme) bizi öç almağa çağırıyor. 

     Hatırlıyorum;  Hürriyetin ilanından sonra

Sayfa: 300

Hudutta Bulgarların cani kurşunuyla şehit edilen bir Türkün kabri için – zan ederim, Taninin delaletiyle – iane toplanmış, taş dikilmiş idi.  bugün o taşlar ne oldu?  Hiç şüphe yok, o şehidi oraya cansız seren eller,  şimdi o taşların karşısında, şarap dolu olan çutrahlarını deviriyor, gaydasıyla hora tepiyorlar.

     Ah intikam!  İntikam!  Senelerden beri Bulgar, Sırp, Karadağ ve Yunan hudutları üzerinde böyle kancıkçasına telef edilmiş olan binlerce kardeşlerimizin ruhları bize böyle hitap ediyor. 

     Bulgaristan’ın, Sırbistan’ın, Yunanistan’ın maddi ve manevi silahlayarak vatanımızın içine salıverdiği katil çetelerinin yaptıkları cinayetleri de hatırlamalıyız.  Vaktiyle derebeyleri, çiftlik sahipleri tarafından yapılmış tek tük hataların acısını bu çeteler yüz bin kat ziyadesiyle, sırtlan kadar rahmetsiz bir yürekle yaktıkları harmanlar, söndürdükleri ocaklar, Hetk (yırtma) ettikleri ırzlar, yardıkları gebe karınları ile çıkarıyorlar.  Bütün bunlar, o hududdaki şehitlerin ruhlarıyla birleşerek bizi öçlerinin alınmasına davet ediyorlar.

     Bulgarların döktükleri Türk kanlarının baharı bize hücum neşeleri veriyor.  Bize kayıp olanlara acımak değil, onların ruhlarını sevindirecek muvaffakıyetler, muzafferiyetler elde etmek düşüyor.  Biz neden korkarız? Hayat, alınmış bir intikamın vereceği zevkten daha tatlı değildir.  Zaten cereyanını devam ettirmek elimizde olmayan hayata sus ve nimet içinde yaşayan züppeler gibi bağlı kalmakta ne kıymet var?  Vakti gelmiş ise o cereyanından, en dahi doktorlar, en yeni fen ve ustalar arasında bile kalır.  O halde ferdi kıymeti hiç olan bir nimetin, içtimai kıymeti hep olan milli hayata feda edilmesi lazımdır. 

     Bulgarlarda, Sırplarda, Yunanlılarda ve Karadağlılarda alınacak milli bir intikamımız vardır.  Onların hudut boylarında da verdikleri kahramanlar, Ahmetler, Mehmetler dini ve milli mefkûremiz için ferdi hayatlarını istihkar (hakir görme) etmişlerdi.  Onlar İslamlığın ve Osmanlılığın şerefi namına ölmüşlerdi.  Onları öldürenler Ahmet’i , Mehmet’i değil, İslamlıktan Osmanlılıktan bir cüzü öldürdüklerine kani idiler.  Yine kendileri için değil, Bulgarlık, Sırplık, Yunanlılık ve Karadağlılık namına bu cinayetleri irtikâp etmişlerdi.  Görülüyor ki bizim alacağımız intikam millidir.

     Hem düşünmeli ki bu gün bize gayzlı ve menfur çehreleriyle silahlarını tevcih eden bu milli düşmanlar, asırlarca bizim tebaamız kalmışlar, zaaf ve inhitat demlerimizde daha büyük düşmanlarımızın delaletleriyle birer istiklal mevkii kazanmışlardır.  Bunlar, birer tüfeyliden başka bir şey değildir.  Cüce boylarına, tam takır hazinelerine bakmıyorlar da kanıyla yetiştikleri koca bir milletin aslan sadrine hücum ediyorlar.  Yarabbi!  Bu hücumu görüpte asırlardan beri yekûnu

Sayfa: 301

kabaran intikam hesabını silmek artık farz olmuyor mu?

     Ah! İntikam! İntikam!

     Düşmanlar hudutlardan içeriye girdi.  Biz ileriye arkadan gelenlerle büyüyerek kuvvetle atılmak için gerileyen dalgalar gibi biraz içerilere çekiliyoruz.  Bu harekâtın lüzumunu bütün askerlerimiz ve bütün dünyanın askerleri söylüyor.  Buna inanıyoruz.  Çünkü askerlik hissiyle

        O-169_0423               Şark ordusu kumandanı Abdullah paşa

hareket etmeyen bir fendir.  Bize ne kadar ateşli, heyecanlı hisler lazımsa, askerlerimize o kadar metanet ve sükûn lazımdır.  Biz ateşli hislerimizle onların fikirlerine ciyadet vereceğiz.  Onlar bizim ateşlerimizi düşmanın gözünü kör etmek, beynini parçalamak için idare edecekler.  Biz onlara tabi olacağız. 

     Elverir ki intikamımız, ah! O ezeli öcümüz alınsın!  Bu gün kükremiş yalancı pehlivanlar

Sayfa: 302

Gibi kabaran düşman sefil ve korkak geriye, balkanlarına, Tuna’sına dönsün!  Hatta o Tuna’nın bize pek aşina olan ezeli dalgaları arasına gömülsün de Bulgar ve Sırp unvanı tarihin kara sahifelerinde beşeriyet için bir ayıp olarak kalsın!  Bizim için, gazi babalarımız gibi Mürüvvetli tavır etmeğe ne lüzum var?  Mademki senelerden beri aradığımız

O-169_0424 Bahriye nazırı sabıkı Hurşit paşa

öç alma saatleri geldi.  Bizi bir daha ısırmağa, rahatsız etmeğe cesaret edemeyecek kadar düşmanımızı ezmeliyiz.

     Tarihi dolduran mahalsiz Mürüvvetlerimizin bu gün ne elim acılarını çekiyoruz.  Bu gün düşmanımız topraklarımızdan ezebildiği yerlerde, bir daha Müslümanlık ve Türklük eseri bırakmamak için köyleri

Sayfa: 303

yakıyor, kadınları, ihtiyarları, masumları parçalıyor;   Türk köylerinde taş taş üstünde bırakmıyor, bize yeni yeni intikam hisleri veriyor.  Elbette kanlarımız kurumadı.  Elbette damarlarımızda dolaşan yine o kahraman Türk kanıdır.  Fakat o kandaki mürüvet zerrelerini amelden iskat etmeliyiz.  Cengiz’inden, Atilla’dan, Hülağü’den miras edinip de henüz bütün bütün zuvaline kani olamadığımız batışla yürümeliyiz.  Atimizin ayağı nereye basarsa, orada bir daha ot bitmesin.

     İntikam!   İntikam!

     Türkün yeni hayatı yeni medeniyetler kurabilmek için uğradığı yerleri temizlemeli.  Türklüğe düşman olan  anasırlardan tecrit etmeli.  İşte bu his ile, bu emel ile yürümeliyiz.  Hiç mağlub olmayacağımıza derin bir iman ile inanarak yürümeliyiz.  Kalil bir fie (cemaat) bile olsak, hakkın inayetiyle galebemiz muhakkak iken, arkamızdan bitmez tükenmez kuvvetler geldiği böyle bir sırada mağlup olabileceğimizi zihnimizden bile geçirmemeliyiz ve metin, sarsılmaz bir yürekle öcümüzü almalıyız.

17.Teşrin evvel.1328

Feridun Vecdi

TOLSTOY VE ÇAR

             O-169_0427          LEVNİKOLAYEVİCH TOLSTOY SAİNT PİERRE

O-169_0428 TOLSTOY ÇİFT SÜRERKEN

O-169_0431 İNGİLTERE BAŞ VEKİLİ MÖSYÖ HERBERT HENRİ ASQUİTH

TERCÜMEYİ HALİ GELECEK NÜSHAMIZDADIR

O-169_0431-2 İNGİLTERE HARİCİYE NAZIRI SİR EDWARD GREY

TERCÜMEYİ HALİ GELECEK NÜSHAMIZDADIR

 O-169_0432BULGARİSTAN KRALI FERDİNAND KARL LEOPOLO MARİA (1908-1918)

O-169_0433 BULGARİSTAN VELİAHTI PRENS III. BORUS (1918-1943)

 O-169_0434BULGARİSTEN ORDUSU BAŞKUMANDANI GENERAL MİHAİL SAVOV

20.nisan.1328

Göztepe

Mütercimi:  Ali Rıza Seyfi

Sayfa: 304

 

CENK NİNNİSİ

     Güneş yeşil tepeleri aşmış ortalık hazin ve kırmızı gölgeler içinde kalmıştı.  O günkü hayat saya neden sonra köylüler kalplerinde ümidvar ve mütevekkil bir birlerine muharebe havadisi veriyorlardı.  Kadınlar biraz mağmum (kederli), çocuklar sakit (suskun), bu sözleri can kulağıyla dinliyorlar kırılmaz bir itimat ve metanetle düşmanın mutlaka çekineceğini söylüyorlardı.  Köyün en tenha ve münzevi bir köşesinde, söğütlü derenin kenarındaki kulübesinde Hatice nine Rus muharebesinde şehit düşen kocasından yadigâr kalan tespih elinde olduğu halde oturmuş on beş gün evvel muharebeye gönderdiği Mehmet’inin, o yiğit oğlunun her akşam kahveye çıkmazdan evvel oturup türkü çağırdığı sedire iştiyakla bakarak sessiz sessiz dua ediyordu.  Hatırlıyordu, o kocasının haber-i şehadetini yine böyle gamlı bir gecede duymuştu.  O hiç bu akşamki kadar garipsememişti.  Bu akşam gün batısı ona daha dokunmuş, koyunların melemesi yüreğini daha ziyade dağlamıştı.  Derede, nasıl garip garip çağlıyor, sanki ağlıyordu.

     Hatice nine yavaş yavaş içini çekti – ah! Ana yüreği – hiç laf anlamıyor ki.  Birden gözlerinde acı acı hâsıl olan bir damla yaş halim ve nurlu yüzündeki buruşukların arasında kayboldu.  İşte o, ilk defa ayrılık, bu mukaddes ayrılık için ağlıyordu.  Pişman oldu.  Hemen kalktı kıbleye başını koydu. 

     Allahım beni, aciz kulunu tecrübe mi ediyorsun?  – dedi – kuvvet ihsan eyle rabbim.

     Biraz sükûnet bulmuştu.  Düşünüyordu, dünyada oğuldan, anadan babadan daha kıymetli, daha sevgili ne vardı?  O her zaman Mehmet’e, evvela Allahını sonra toprağını sevmesini öğretmemiş miydi?

     İşte şimdi toprağını, ana yurdunu düşmana çiğnetmemek için cenge gitmişti.  Şehit karısı, yiğit anası – dedi – ne mutlu!

     Fitneden bu acı yüreğini yakıp kavuruyor?  Gözlerini sildi.  Akşam ezanı bu mütefekkir kâinat içinde mahruk (yanık) ve ilahi nağmelerle dalgalanmağa başladı.  Hatice nine namaza durdu melülane uzun uzun vatana selamet, vatandaşlarına, sevgili oğlunu ayırmayarak nusret ve muzafferiyet niyaz etti.  Sanki haliki, gizli bir seda ona metanet metanet diyordu.  Namaz, dua bitti.

Sayfa: 320

Ortalık yine derin bir sükûna gark oldu.  Derenin rişaşeyi (serpintisi) gamına ki semt sahravi içinde ağlayan bir seda ile inliyordu.  Hatice nine bir türlü yalnızlığa alışamıyordu.  Köyün imamı Kösemen oğlu Salih ağanın evine gitmeğe karar verdi.  Işığını söndürdü.  Çıktı, biraz ilerledi.  Bir ses, garip mukadder bir ses, elemli namelerle yalnızlıktan şikâyet ediyordu.  Dikkat etti.  Fatma Mehmet’inin pek sevdiği, gebe bırakıp gittiği Fatma, kimsesiz gelini idi.  oğlunu bir başkasının düşünmesi onu sevindirdi.  Ah Fatma neler söylüyordu.

     Yüce dağlar aşan rüzgâr söyle bana bir kelam,

     Mehmet’den haber yok mu? Sevdiğimden bir peyâm,

     Dertli ırmak ağlayarak evvel diyardan geçerken

     Allah için bir lahza dur söyle benden bir selam

*****

Gözlerimden akan yaşlar bulut olsun söz olsun

Mehmet imin yollarına nurlar gibi dökülsün

Özüm, gözüm ateş saçan yanık gönlüm uzaktan

Mehmet’imin gözlerine hayal olsun görünsün

*****

     Bir akşamdı, hiç unutmam, ay ışığı solmuştu

     Sis çıkmıştı, derecikler kederinden susmuştu

     Söğütlerin gölgesinde veda edip dururken

     Ayrılığın ateşleri yüreğime dolmuştu

*****

O dalmıştı uzaklara hatırlamazdı beni

Unutmuştu anasını tarlasını evini

Hıçkırık uyandırdı, onu tatlı hayalden

Bir irkildi, sordu bana – sen ağlıyon öyle mi?

*****

     Şehit kızı, Türk evladı, korkar mı hiç ölümden

     Ağlıyor mu ayrılırken bir danecik gülümden

     Babacığın al kanları hürmetine sil gözün

     Beni dinle, sokul bana öp bir kere gözümden

*****

Şehit olup düştüğümü işitirsen ağlama

Belli bu gün anamızın yüreğini dağlama

Çocuğumun beşiğini ırgalarken sakın ha!

İntikamım almasını söylemeği unutma.

     Hatice nine daha ziyade dinlemeğe tahammül edemedi.  Ana yüreği yanık olur.  Yürümeğe başladı.  Kösemen oğlu Salih ağanın evine yaklaşırken boğazına bir şeyler tıkanıyor.  Ayakları geri geri gidiyordu.  İhtiyar ve titrek boynunu biraz düzeltti. – Türk kadınlarına yufka yürek yakışmaz dedi –

     Kösemen oğlu köyün ağalarıyla ocak başında meşveret kurmuşlardı.  Hatice nineyi gözlerinde derin ve hazin bir hürmetle karşıladılar. 

_ hoş geldin Hatice nine buyur otur.

_ hoş bulduk oğullar mevlam hayırlar getire.

     Biraz oturdu kendisine bakamayan gözlerden o bir şeyler seziyordu.  Mütereddit ve ümitsiz sordu. 

_ cenkten ne haber ağalar?

_ . . . . . Kimse cevap vermiyordu.

     Aradan geçen iki üç dakikalık bu sükût ona her şeyi anlattı.

_ çekinmeyin oğullar – dedi – mevlamın dediği olur.  Bunu söylerken tükenir gibi sesi boğazını yakıyor, elleriyle yüreğini basıyordu.

Sayfa: 321

Kösemen oğlu cebinden bir kâğıt çıkardı.  Hatice ninenin solmuş gömlek yüzüne, elemdide gözüne nasıl bir kederli karanlık çehreye bakamayarak mektubu uzattı.

     _ al nineciğim – dedi – Mehmet’in son armağanı.

     Hatice nine o kâğıdı yanan göğsüne bastırdı Mehmetçiğinin hasretzede yavrusunun sevgili ellerinin süründüğü o kararmış kâğıdı uzun uzun, derin derin kokladı.  Ocağın kırmızı alevlerinin aksiyle müphem karanlıklar içinde kalan bozuntusuz saf köy kubbesinin havayı sükûtunda yanık bir ananın kalbi iniltileri hakkın emrine münkad (itaatkâr) ve yavaş yavaş söyleniyordu.

     _oku Kösemen oğlu oku – dedi – yavrumun son sözlerini olsun işiteyim. 

     _ peki, okuyorum dinle.

     <<yiğit anası!

     <<bunu sana yazan kadın senin gibi dertli, bağrı yanık bir anadır.  Elini büyük yüreğine bas!  Rütbeni kutlulayayım!  Şehit anası oldun.

        O-169_0443               Bulgaristan ordusu birinci kolordu kumandanı General İvanof (ki bizim şark ordumuzla muharebe eden Bulgar ordusu kumandanı)

Yiğit oğlun Mehmet çavuş dün, akşam ezanı okunurken kavuştu cennetteki durağını buldu.  Bundan evvelki büyük bir müsademede bende tıpkı senin gibi yiğidimi, bir tanecik oğlumu göğsünde üç kurşun yarasıyla hakkın divanına gönderdim.  Dert ortağıyız asker anası!  İki gün evvel hudutta bulunan hastaneye birçok yaralılar getirdiler.  Mehmet çavuş da bunların arasında idi.  Onun aslan göğsnün yaraları bana şehit yavrumu hatırlattı.  Yanına koştum.  Bu ümitsiz, kırık fakat şefik ana eliyle yaralarını sardım.  Başucundan ayrılamadım ah!   Yaralılar hastanesi, asker yatağı, hiçbir şeye benzemiyor.  Burada her şey başka, hatta acınmak bile başka;   Burada manzara o kadar ulvi ve müzeyyen.  O kadar pür ihtişam ve feci ki.  O nöbet zamanlarında ak saçlarımı seninkilere benzetmiş olmalı ki mert gözlerini yüzüme melül melül dikerek – anacığım ben vuruldum uğurun olsun selamet – evim, yavrum bir tanecik Fatma’m sana emanet – dedi.  Sayıkladıkça yüreği doğranıyordu. 

Sayfa: 322

Yüzüne gözüne serpilen yaşlarım onu biraz kendine getirdi.  Fakat beni hala annesi zan ediyordu.  Ellerimi ateşli ellerine aldı.  Ağlıyor musun anacığım?  Dedi.  Göğsümdeki nişanları görüp güleceğine ağlıyorsun öyle mi?  Sen ağlarsan anacığım, biraz durdu ve nefes aldı.  İyi olup tekrar cenge gitmezsem sütün bana helal olsun…  Göğsümdeki nişanlar çok iftiharlı ama yine ateş gibi yakıyor.  Öf yakıyor Allah’ım. . . Yakıyor.  Yanıyorum.

     Biraz su içirdim tekrar başını yastığa koyduğu zaman yüzüne nurlu bir sarılık gözlerine halim, sakin bir teslimiyet çöktü.  Acıları biraz sükûnet bulmuş ve kendine gelmişti.  Yüzüme dikkatle baktı hafif hafif

         O-169_0444              Sofya’da Meri Leyiz Caddesi

gülümseyerek – hak senden razı olsun.  Ellerinde tıpkı bir ana sıcaklığı var.  Gözlerinde ana merhameti parlıyor.  Sen kimsin?  Ben, dedim;  bundan sonra ömrünü askerlere vakfetmiş bir şehit anasıyım.  Mehmet bundan sonra bana daha yakınlık his etmeğe, gözleri daha muhabbetle yanmağa başladı.  Benim de anam ol dedi.  Bir de köyde var ah!  Eğildim usul ve necip alnından senin hakikatli ve şevkatli dudaklarınla öptüm.  Gel anacığım galiba yine fenalık geliyor.  Kendimi kayıp etmeden köye bir kâğıt karalamak istiyorum.  Yazan var mı? 

     Ben kâğıdı elime alıp başucuna gittiğim

Sayfa: 323

Zaman gün batısının esmer gölgeleri ortalığa yayılmıştı.

     O derin derin içini çekerek aşağıda yazdığım sözleri mırıldanmağa başladı.

     Merhametli anacığım biricik Fatma’m!

     Artık ayrılık göründü.  İkinizi de hakka emanet ediyorum.  Anacığım düşmanla vaktiyle babam nasıl dövüştü ise bende tıpkı öyle cenkleştim.  Beş onunun canını cehenneme gönderirken şehit babamın ruhuna Fatihalar gönderiyor ve intikamını alıyordum.  Ne çare ki kısmetim bu kadar imiş göğsümden vuruldum.  Son nefesime kadar cenk meydanından ayrılmak istemiyordum.  Zorla hastaneye getirdiler.  Burada tıpkı senin gibi merhametli bir ana buldum, şehit anası imiş, ahret kardeşin olsun. 

     Anacığım bu cesurluğu bu baba yiğitliği senden öğrendim.  Sütünü hak ettim anacığım hakkını helal eyle benim için ağlamasın.  Gözyaşı dökerseniz durağımda rahat etmem.  Fatma kıza söyle benden sonra sana iki evlat yerine geçecek beni aratmasın cehline uyup ağlamasın, fıkrat selamet getirir ama ben onu unutmayacağım.  Cennette yaralarımla nişanlarımla onu bekleyeceğim.  Duvağını iyi saklasın.  Ondan son bir dileğim var.  Ah bana öyle ilham ediyor doğacak çocuğum mutlak erkek olacak.  Koklamak nasip olmayan yavrumu benim gibi büyütsün her şeyden evvel Allah’ını sonra yurdunu, toprağını sevmeği öğretsin.  Ah anacığım artık dilime ağırlık gözlerime karanlık çöküyor.  Başka âlemler görüyorum.  Dünya ışığı sönüyor.  Artık seni Fatma’mı çocuğumu bile hatırlayamıyorum.  Yalnız beni çağıran Allah’ımı düşünüyorum.  Oh nurlar, nurlar yağıyor.  Elveda anacığım sizi cennette  ……gele…..

     Başı yastığa düşerken ezan okunuyordu.  O son nefesi verirken benim
de yüzüme bir kere baktı, ben o nazarlardaki nuru hiç unutamıyorum.  Asker anası!  Artık bende yazacak yürek kalmadı.  Bu kâğıt benden sana yadigâr kalsın garip yazılarımız bizi dünyada bir birine benzetti.  Belki ahrette – evlatlarımız nasıl şimdi bir birini buldu ise – bizde cennette buluşuruz.  Hakka emanet ol.

Hilal-ı ahmer hasta bakıcılarından

*****************

     Mektup bittiği zaman Hatice nine daha ihtiyar daha titrek ayağa kalktı.  Evladının hayal ihtizarını, yaralı göğsünü yaşatan mektubu koynuna koyarak gitmeğe hazırlandı – nereye nine, dediler – sabır et hak mükâfatını versin, ağlama, Hatice nine kavmiyetine mahsus bir metanetle başını kaldırarak – bu kadarını çok görmeyin oğul!  Mademki o öyle istemiş ağlamam.  Zaten Türk kadınının yüreği yufka olursa topla, cenkleşen yiğitlerin kavli kuvvetsiz olur.  Sağlıkla kalın ağalar.  Kulübeden çıktı.  O şimdi rüzgârlardan medet uman gelinine gidiyordu.

     Biraz evvel mütehassir (kalbi yanık) kalbinin reşehat (sızıntı) malulanesini

Sayfa: 324

Akşamın sineyi melaline tevdi eden genç kadın.  Zavallı dul Fatma, şimdi yetim yavrusunun beşiğinin önüne dindar ve mütevekkil çömelmiş, saf temennileri gecenin umk hamuşunda titreyerek bargâh kabriyeye vasıl oluyor – belki Mehmet’in ruhu da bu bikes feryatlarını selamlıyordu.

               Cenk ninnisi

     Uyu oğlum!  Büyü yavrum!  Atan gibi aslan ol

          Piç gâvurdan intikam al, şahlar gibi pür şan ol

          Toprağının uğrunda baban gibi kurban ol

          Uyu oğlum!  Büyü yavrum!  Baban gibi aslan ol

                                     **********

 Canın ölürken gurbet elde, kılıç kında paslanmaz

Türk evladı, yiğit oğlu yatağında merganmaz

Ey bu yurdun öz evladı!  Uyu büyü aslan ol

Bu topraklar uğrunda baban gibi kurban ol

                                          Ω

           Karanlıklar sezen Allah işit benim feryadım

          Halas eyle yurdumuzu feda olsun evladım    

          Meleklere gülen masum uyu, büyü aslan ol

          Bu toprağı kurtar yahut baban gibi kurban ol

                                   ]            

Cenge koşup gittiğin dem şenlik günüm olacak

İntikamım aldığın gün gönlüm nurla dolacak

Yiğit oğlum!  Aslan yavrum!  Uyu büyü pür şan ol

Bu toprağı kurtar yahut baban gibi kurban ol

                                                   ©

          Mehmet’imin yadigârı, viran bağın gülüsün

          Esirgesin seni tanrım sineciğim süsüsün

          Lakin kavga varsa koş git intikam al pür şan ol

          Bu toprağı kurtar yahut baban gibi kurban ol

     Aradan birçok zanlar geçmiş geçen vakıalar nisyana gömülmüştü.  Fakat yalnız unutulmayan bir şey vardı o da, pek çok yandığı halde gözyaşlarını kimseye göstermeyen sabırlı Fatma’nın o bedbaht genç dulun ninnisi idi.  artık köyde adet olmuştu.  Gelin kızların dünyaya çocukları geldiği zaman ilk defa Fatma’nın cenk ninnisini çağırarak ona rahmet okurlardı.

Nezih Muhlis

Sayfa: 325

 

ASAR-I SELEF

           O-169_0448            Sırbistan kralı birinci Petro

HUDUT

Teşrin evvel.1328 Perşembe

<<etfal hastanesinde>>

O-169_0451

Karadoğ kralı Nikola

O-169_0452

Yunan kralı birinci Yorgi

kısmı fenni

Terakki ve medeniyet:  Tul kanunu

O-169_0457

Yunan ordusu baş kumandanı Prens Costarntin

O-169_0458

Yunan donanması kumandanı prens George

O-169_0461

BELGRAD – KRALIN SARAYI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.