DONANMA MECMUASI 83 / 29,Şubat,1915

DONANMA MECMUASI 83 / 29,Şubat,1915

0486_0035-83_Page_01Numara:83 – 35                                                                    pazartesi – Şubat,16,1330

0486_0035-83_Page_02CEBEL-İ ARAFAT

İttihadı İslam: Allah’ın emri mucibince Cebel-i Arafat’ta uhuvvet-i İslamiyeyi musavver levhayı garra

************************************

ÇANAKKALE BOMBARDIMANI

<><><><><><><><> 

     Düşman cebin (korkak) her yerdeki hezimetini örtmek için Çanakkale’yi birkaç gündür neticesiz bombardıman etmekte ve şanlı tabiyelerimizdeki kanlı, canlı müdafaalarımızın gülleleri önünde sıkışınca ateş sahasının haricine çekilmektedir. Boğazı sıkıştırmakla Osmanlıları tehdit etmek isteyen inbai düşman bilmelidir ki; Biz mevcudiyetimizi yalnız vicdanımıza, imanımıza, kalbimize rabt etmişiz. Boğaza değil. . .

————————————————————————————–  

     Muhteviyat:      Milletlerde esbabı inkişaf, Osmanlıların istiklali günü, Şimal Denizi muharebesi, Kafkasya’nın iniltisi (şiir) Rusya’ya bir nazar, idman sütunları.   Milletlerde. .        

ESBABI İNKİŞAF VE TERAKKİ

     Kâinat, hep mütehallif (uymayan) bir vaziyette. Daima mütekabil ve mütefavit (farklı) bir halde. Hiçbir şey tam bir yek ahenklik muhafaza edemiyor. Hangi fert bulunur ki; Sani’si görülsün. Bu yoktur. Olamaz. Kaideyi fıtrat (yaratılış) yapmamış. Bu da ilahi bir azimetin sayısız delillerinden biridir. Hilkat, her mahlûkatına başka şahsiyet vermiştir. Esas mevzu ittihaz edeceğimiz mesele; Şüphe yok ki, sani’in (yaradan) bu ezeli kaidesini tetkike ait değildir. O daha ziyade mütehassıslarına, kelâmiyyûn (inanç konuşanlar), fennen de tabiiyuna taalluk eder. Bendimiz beşeriyetin işgali mahsusası arasındaki tefaviti (fayda), terakki ve inkişaf itibariyle olan farkları tetkike münhasır olacaktır.      Arz ettiğimiz gibi, hilkatin her ferdi arasında nasıl muadelet veya tesavi yoksa. O efraddan teşekkül edecek eşhası maneviyenin de beyinlerinde sırf o şahsiyet noktayı nazarından bir takım fürûk-u (fark) hususiye bulunması zaruridir.      İki ferdi beşeri sahayı tetkikimize ithal edelim. Evvel emirde zevahirini tetkik edersek, alelade fakat pek müessir farklar karşısında kalırız. Bunlardan biri beyaz diğeri esmer yahut ikisi de esmer fakat biri uzun boylu diğeri kısa.      Hülasa, ilk nazarda bu iki fert yekdiğerinden ayrılır. Hâlbuki ki, bu adamlarla henüz hiçbir münasebet peyda etmedik. Bu münasebet husule gelince, yine bir takım tefavütler (faydalar) arzı vücut eder. Bu ikiden biri zeki diğeri gabi (anlayışsız) olduğu görülür. Daha sonra o iki ferdin mahsulü mesaiyesi arasındaki tefazulleri keşf ederiz. Bunlardan biri âlim öteki cahil olur. Maişet noktasından biri zengin diğeri fakir ve nihayet birisi mesut, diğeri de esbabı müteaddideden dolayı bedbaht olur.      Şu farklar ne kadar ayandır, bedihidir, isbat ve istidlale (delil) hacet görülür mü?      Şu iki fert farzi arasındaki bütün müşahebetleri, mutabakatları ne kadar yekdiğerine yaklaştırsa en vasi bir kariha sahibi bile bir tetabuk (uyum) tam göremez. Görmek istemez. Çünkü bu nazar o zaman tabiiliğinden çıkar. Hilkatten uzaklaşır.      Bu iki ferdin arasındaki farklar da tetkik edilecek olursa onlar arasında bile esas itibariyle farklar görülür. Bilfarz, fark ve cehiyye, zekâ itibariyle olan farklar haliki iken, servet ve saman, ilim ve fazıl gibi müktesebat arasındaki âdemi tesavide kısmen iradi, ihtiyaridir. Ferdin sayiine – az çok – maliktir.      Şimdi, bu yekdiğerinden farklı olan fertlerden terekküp etmiş heyetleri göz önüne getireceğiz. Ta ki, serlevha edindiğimiz mevzuun tetkikatına girişmiş olalım. Bu heyetleri de en vasi şekilde, en umumi bir vaziyette görmek isteriz. Çünkü millet mesailerini tetkik etmek niyetindeyiz.      Milletlerde fertler gibi mütefavit (farklı) şahsiyetler arz ederler. Her birinin kendine mahsus sıfatı mütemayizesi vardır ki, mukayese edilen her hangi bir diğerinde bulunamaz. Bu sıfatların yüzde onu belki bir dereceye kadar halaki iken yüzde doksanı kisbi ve ananevidir. Hiçbir milletin diğerine nazaran olan rüçhan ve tefevvukunu hilkate atıf edemeyiz. Öyle olsa idi bütün bu teklifatı sayi ve gayret manasız harekâttan başka ne olurdu?      Filvaki, mesela Almanlarla, Japonlar arasında ırk itibariyle büyük bir fark vardır. Bir Japonlu Alman, bir Almanlı Japon şeklinde olamaz. Fakat bu bir milliyet meselesi şeklinde telakki edilmemelidir. Bu bir tarihi tabii farkıdır ki, ancak böyle müstesna misaller arz eder. Yalnız bu istisna bir kaide bile teşkil etse milletlerin dediğimiz vaziyet ictimaiyesine haizi tesir değildir. Mademki millet bir fert içtimaı bir vahid kıyasi cemiyettir. Hilkatin ondaki tesiri, tali bir mahiyettedir. Münafi, vaziyeti arzıye, münasebatı hülasa, hilkatten sonraki amil o şahsiyeti maneviyeyi yaratmıştır. Onun için ondaki farkları da hilkatin sanından hariç görmek lazımdır. O heyetler zaten tarihleri de gösterir ki; Zaman zaman muhtelif vücuh ve alaim arz eylemiş başka başka seciyeler sahibi olmuştur. Hilkatte ise ittiradsızlık (uyumsuzluk) görülmüyor.      Bütün bu satırlardan elde etmek istediğimiz netice şudur:  Her millet halini kendi sayiine mecburdur. Esbabı terakki ve inkişafı elindedir. Talihin, kaderin tesiri ender hatta mefkuddur (kayıp).      Yükselmeğe, irtikaya, mübarezeye azim etmiş bir milletiz. Yahut öyle olmak lazım geldiğini derk etmiş bir heyetiz. Hangi şıkkı kabul edersek edelim. Bu hususta bizim için düşünülecek, tefehhüs edilecek şey esbabı terakki ve inkişaftır. Bunda da nazarı itibara alacağımız şeyler müterakki ve büyük milletlerin bu hususdaki vaziyetleridir.      Hususiyeti milliye inkâr edilemez. Yalnız birçok amil var ki; Bu hususiyetleri tesirsiz bırakır. Onların başlıcalarını burada zikr etmek isteriz.      Bu babda en evvel gördüğünüz şey maarif ve tetebbu fikirleridir. Asrımız, asrı irfandan, kuvvet ve miknet, servet ve saadet hep ondan doğar. Nispeti irfanı ne derece yüksek olursa bir millet o kadar kavi demektir. Binaenaleyh bizim için de yek nazarda başvuracağımız yegâne, kati çareyi necat irfandır. Tafsil etmeyeceğiz. Zira bunu yazmaktaki maksadımız bir bedihiyi tekrar değil bir lüzumu derhatır ettirmektir.      Esbabı inkişaf ve terakkiden mühim bir nokta da; Fikir sahibi, hedef sahibi, meslek sahibi olmak daha doğrusu bir seciyeyi mahsusaya malikiyettir. Her milletin kendine has iyi kötü bir seciyesi vardır. Onu ala etmek kastında bulunanlar yükseliyorlar. Eninde sonunda muvaffak oluyorlar. Seciyenin yüksekliği, bir milletin büyüklüğünde en mühim bir amildir. Bu gün münakıbi tarih ilmin en heyecanlı sahifelerini işgal edecek olan muharebeyi hazirada irfan ve seciye müsademeleri ne kadar görülüyor. Bakın Ruslara. Adedin fenne karşı aczi bariz değil mi? Seciye farkı yalnız böyle harpte değil, her müsademeyi milliyede muamelatı ticariyede, hadisatı iktisadiyede kendini gösterir. Dediğimiz gibi seciyeyi milliyedeki farklar, milletler arasındaki vaziyeti nasibiyeyi ihdas eder. Her milletin kendi seciyesindeki hususiyet de yalnız o noktayı nazardan rakibinin kuvvetine karşı bir müessir olabilir.      Üçüncü bir amili, ihmal edilmeyecek bir müessiri zikir edeceğiz. O da efradı müşkilenin maddiyet ve maneviyatına mütealliktir. Bu hususta teksiri nüfus, tesih ve takvim ırk ve bunun neticesi olarak fertte yılmamazlık hissi tevlid etmek meselesidir.      Bizim muhtacı olduğumuz tedavileri bu üç esas küllü arasında görmek isteriz. Filvaki bu esasat vasidir. Safahat ve eczayı müteaddideyi havidir. Fakat bizim için elzem bir iksirdir. Onun için velev ki ismen olsun zikir etmeden geçemedik. Demek istemeyiz ki; Bütün amiller irtika bu üç esas dahilindekilerdir. Hariçte başka amil yoktur. Hayır. Bu iddiada değiliz. Yalnız bu esaslar zihne, tebadır edenleridir. Bu sözler bedihi de olsa biz bu ihmal ettiğimiz bedihileri her zaman tekrardan nefi görür, zarar görmeyiz.

İtizar: bazı makalatı mühimmenin dücindeki mecburiyet hasebiyle resimlerimizi mutattan noksan olarak arz eylediğimiz gibi Murat Bey Efendinin mektuplarına yazılan bendi cevabiyi de yine mecburiyet saikasıyla gelecek nüshaya tehir eyledik. Arzı itidar ederiz.

0486_0035-83_Page_05Hayatı askeriye: Dilaverlerimiz şimendifer istasyonunda.

OSMANLILARIN İSTİKLALİ GÜNÜ

     Geçenki makalede milel-i (uluslar) Müslime’de hutbe kıraatının alameti istiklal olduğunu iddia ile vesaik-i lazımeyi irâe ve bir takım nazarıyat ve kıyasiyat ile 699 ve 700 senelerinden birinin Osmanlı istiklali tarihi olarak bilâ vesika intihab ve kabulünden ise Karacahisar ’da ilk Osmanlı hutbesi kıraatı gününün istiklal-i Osmaninin mebdei (başlangıç) olarak tahtı karara alınmasını teklif eylemiş ve bu Karacahisar hutbesinin hemen bilcümle Osmanlı müverrihleri tarafından zabt edilmesini vesaik meyanında göstermiş idik. Bugün Karacahisar’ın fethi (1) ilk Osmanlı hutbesinin kıraatı hakkında matbu ve gayri matbu tarihlerimizde görülen tafsilatı sırasıyla nakil ediyoruz.

     Âşık Paşazade tarihinden:

   ( 1 )– Karacahisar Hüdavendigar vilayetinde, Eskişehir kazasında, merkez kazasının garbı cenubi cihetinde şimendiferle yirmi dakikalık mesafede olan Karacaşehir kariyesinde tahminen on beş dakika uzakta harabeleri elan mevcut bir kaledir.

     Bab – Anı beyan ederim Osman Gazi Cuma namazın nice kıldırdı ve her şehirde ne suretle oldu onları bildirir.

     Kaçankim Karacahisar’ı aldı şehrin evleri boş kaldı ve Germiyan vilayetinden ve gayri vilayetten hayli halk geldi. Osman Gaziden evler dilediler. Osman Gazi verdi. Sehl-i (kolay) zamanda mamur oldu. Bir nice kiliseler dahi vardı. Mescit ettiler ve Pazar dahi tavr gurdular. Ve bu kavim ittifak ettiler kim Cuma namazın kılalım ve hem bir kadi (hâkim) dahi dileyelim dediler. <<Dursun Fakiye “Dursun Fakih”>> derlerdi bir aziz vardı ve evvel imamlık ederdi. Ona söylediler ol dahi geldi Osman Gazinin kayın atası Edebali’ye söyledi dahi söz tamam olmadan Osman Gazi geldi. Sordu muradların bildi. Osman Gazi eydur her ne kim size gerektir. Onu edin der. Dursun Fakih ninem sultandan izin gerektir der.   Osman Gazi eder <bu şehri hôd kendi kılıcımla aldim, sultanın bunda ne dahli var ki ondan izin alam âna sultanlık veren Allah bana dahi hanlık verdi dedi. Eğer minneti şu sancaksa ben hôd kendi sancağımla götürüp uğraştım ve eğer ederse ki ben al sancağım derse ben hôd Gök Alp nesliyim eğer bu vilayete ben onlardan önden geldim derse Süleyman Şah onlardan hôd önden geldi. Ve ol kul dahi razı oldu kadılığı ve hatipliği Dursun Fakih’e verdi. Cuma hutbesi Karacahisar’da okundu. Bayram hutbesi Eskişehir’de okundu (2).

İstanbul: 1332 sahife 18

(2) Müverrih Karacahisar fethi kitabın 8,9 ncu sahifelerinde 686 senesinde vukuunu yazdığı halde 18.nici sahifede ibarat-ı menkuleyi 699 senesi vukuatı meyanına derç eylemesi sehveden başka bir şey değidir.

     Kitab-ı Cihannüma’dan:

   Andan Sarıbali-i götürdüb Ertuğrul yanına defin ettiler.   Çünkü Alaeddin-i sani Balinin şehit olduğunu bilip ettiki malüm olduki Karacahisar tekfuru bize bağî olmuş Eskişehiri Osman Gaziye verdi ve destur verdi ki Karacahisar’a varıp yağma eyleye pes Osman Gazi asker cem edip Karacahisarı fetih edip ve Tekfur’u esir edip malını gazilere kısmet ve humsunu (1/5 ini) ihraç edip karındaşı oğlu Ak Timuru Alaeddin-i saniye gönderdi. Bu fetih hicretin altıyüz seksen yedisinde vaki oldu ve nakil ederler kaçan bu fetih oldukta ehli islam çoğalıp Cuma namazı ve bayram namazı kılınmağı taleb ettiler ve Dursun Fakihe söyledikde Dursun dedi ki Cuma namazı kılmağa izn-i padişah lazımdır. Osman Gazi bu sözü işittikte gazaba gelib Fakih-i mezbure dedi ki bu vilayetler benim kılıcım ile fetih ola ne asl-ı padişahın alakası vardır ki ona danışmağa muhtaç olayım deyip öyle oldukta Karahisar’da Dursun Fakih’i hem kadı ve hem hatib ettiler ve evvel hutbe Gazi Osman bin Ertuğrul namına okundu.

     İstanbul: 1145 sahife 677                                                                 Tâcü’t-Tevârih: den

. . . . . Sipah din riayet-i sünen-i mücahidin edip mu’reke-i kindemekin olup bi’r-rimâh ve-s suyuf hark-ı sufuf edecek düşman hâk-sâr ihtiyar firar edip Karacahisar teyid girdigâr ile meftüh olup mükerrer-i ebrar ve muhbit-i envar oldu ve bu haber nusreti eser Sultan Alaeddin Sani Keykubad bin Feramız bin İzzeddin Keykavus bin Gıyaseddin Keyhüsrev bin Alaeddin Keykubad huzuruna isâl olundukta Sultan-ı mezbur dahi envai tevkir ile sancak-ı devlet mâsir ve kus ve nefir-ü kemer ve hançer ü şemşîr ve zin-i zerrin ile esb bi nazîr irsal edip Eskişehir’i ve İnönünü makarr-ı eyalet olmak için makarrer kıldı ve bu fethin haberi Sultana varid oldukta asker Moğol münhezim olup husyelerinden sayeban etmeğe fermanı Sultani sudur etmeğin ol sahra bu nam ile mezkûr ve. . . .   Yazısı demekle meşhur oldu ve bu umurun zuhuru şühûr sene seman ve semanin ve ssittemiyede (688 yılı) , vuku bulduğundan sonra devlet rûz efzun makrun rûkâr-i hümayun olup futuh güna gün müyesser oldu ve ol mefhar-ı mülûk hasen sülûk ile Karahisar’ı bir vecihle mamur etti ki izdiham-ı enam icab binai cami ve nasb-i kadı ve imam etti.

İstanbul – 1279 cilt 1 sahife 18                                                         Mirât-ı Kâinât’dan

     Sene altı yüz seksen sekiz’de üç dört varak miktarı yukarıda geçdiği veçh üzere Osman Han Gazi Sultan o ki dedikleri Karahisar fethine gidip Sultan Alaeddin dahi muâvenatına gelub badehû gitdikte Osman Han kaleyi fetih edip Tekfurunu bazı hedâyâ ile Sultan Alaeddine gönderip o dahi buna sancak ve tabl ve nekkare ve at ve kılıç ve hil’at ve âlâtı cenk gönderdi. Ba’dehû Osman Han camii şerif icad edip kendi namına hutbe okutup ibtida müfti-i zaman olan Dursun Fakih okuyup Osman Han şehri mamur ve azim pazargâh etti.

     İstanbul – 1290 cild – 2 sahife 287                                       Gülsen-i Hulefâ’dan

     . . . . . Küffâr bed-kerdârdan fetih eylediği bilâdda murabba nişin-serir sürür-i saltanat olacak ibtida Karahisar’da ism-i Sâmilerine darb-ı sikke ve kıraat-ı hutbe olundu. (3)

(3) – Birinci makalede gösterilen esbabdan dolayı Osman Gazi sikke kestirememiştir.

     İstanbul 1143 sahife 58                                       tarih-i Nişancı Mehmet Paşa’dan

     Karahisar fetih olunup içinde Cuma namazı kılınıp Osman Gazi kırk üç yaşında kendi adına hutbeyi ibtida Dursun Fakih nam ehl-i ilme okuttu. Hutbeyi Dursun Fakih’e okutmaklığı Osmaniye devletinin bekasına işarettir.

     İstanbul: 1279 sahife 58                                     Nuhbet’üt Tevarih ve’l Ahbar’dan                                                                

     Karacahisarda bundan esbak nasb-ı kâdî ve hatip edib ism-i Samî ve nam-ı Keramilerine hutbe okunduğu şayi ve meşhurdur.

     İstanbul: 1276 kısm-ı sani sehife 3    

     Tarih-i Osmani encümen reisi Abdulrahman Şeref Bey Efendinin “Tarih-i Devlet-i Osmaniye”sinden:

     Seyf-i celâdet-i Osmaniyeye ibtida boyun eğen kasaba Karacahisar olup 688 belde-i mezkurede Dursun Fakih hutbede nam-ı Sultaniye terdifen nam-ı Osmaniyi dahi zikir etmeğe başlamış ve mukaddemeyi ayet-i Nusret olan işbu fetih mübînden sonra Sultan Alaeddini Sâni ibn-i Feramuz tarafından Osman Şah hafe biyle Karaca Balaban Çavuş marifetiyle tuğ ve tabl ve ilm-ü fetih ettiği yerlerin temlikini ma’şar-ı Şevval 688 tarihli ve tarki-yı-l ibare menşur emanet gönderilerek Osman Beyin (istiklali) tastik olunmuştur.

     İstanbul: 1309 cild 1 sahife 62                                          Ehsen-ül kasas’dan

     Gazi-i müşaraileyhin Osman Bey ve Gündüz Bey ve Savcı Bey nam-ı mahdumlarından Osman Bey yerine geçmiştir. Mir-i müşaraileyhe dahi pederi gibi hamiyet ve celadet sahibi bir bahadır olup Selatin-i Selçukiyeye can siperane hizmetler eylemiş ve Rumlar üzerine bildefaat gaza ederek fütuhat-ı cedide ile âlâyı şana muvaffak olmuştur. Osman Gazi’nin ibtida fetih ettiği yer Karacahisardır ve ibtida nam-ı Sultanıye terdifen namına hutbe orada okunmuştur. İlk hutbesini okuyan Dursun Fakih’dir.

     İstanbul: 1316 cild 2 sahife 139                                        Mirat-ı Tarih-i Osmani’den

     Karacahisarı zabt ve istila etmesiyle Osman Gazi namına hutbe okundu.

     İstanbul: 1293 sahife 6

     Tarih-i Osmani Encümeni azasından Efduleddin Beyin küçük Osmanlı tarihinden (4),

A,F,Z.: maarif nezaretinin kabul ettiği resmi programa göre rüşdi ve idadi mekteplerinin ikinci sınıflarında okutulmak üzere tertip olunan bu eser 1928’de İstanbul’da tab edilmiştir.

   Bu yoldaki fütuhat sırasında o havalide mühim bir kale olan Karahisar fetih olununca Selçuki Padişahı Sultan Alaeddin, Osman Beye bir ferman gönderdi. Bu ferman Türkçe yazılmış idi. Osman Beye fetih ettiği yerlerin temlikini ve Selçukiye hazinesinden gönderilen eşyayı muşa’ar olan bu ferman Osman Şah hitabıyla başlayarak Osman Beyin imaretinin “istiklalini” tastik ediyordu.

     O asra göre “alameti istiklal” olan bu beyaz sancak ve tavul ve nekkare ve zurna ve tuğ dahi beraberce gönderilmiş idi bunlar Osman Beye Karacahisarda iken vasıl oldu. Bunları getiren Selçukiye ümerasından Balaban Çavuş idi.

(4) – Maarif nezaretinin kabul ettiği resmi bir programa göre Rüştiye ve İdadi mekteplerinin ikinci sınıflarında okutturulmak üzere tertip olunan bu eser 1328 İstanbul’da tab edilmiştir.

     Nakd-ül tevarih’den:

     687 hicri. Osman Gazi hazretleri Kolaca kalesini zabt eyledi ve İnegöl ve Karahisar tekfurları müttefikan Gazi müşaraleyhe üzerine yürüdüler ise de Domaniç civarında bozulduklarından Karahisar dahi yed-i Osmaniyeye geçti ve makarr-ı emaret oraya nakil olundu.

     Sahife: 361

     Osman Gazi hazretleri mukaddemeyi Karacahisar fütuhunda Sultan Alaeddin Selçukiden ak sancak ve tablhane ve menşur olup namına hutbe okuttu.

     İstanbul: 1296 sahife 366                                             ilaveli Osmar-l tevarih’den:

     Dursun Fakih namı Fazıl Karahisarda kadı nasib olunup namı hümayunlarına hütbe okuttukları. . . .

     İstanbul: 1295 Sahife 56

     Osman Ferid

Hamiş: Geçen makalenin intişarından sonra birçok mektup aldık. Bunların ekseri noktayı nazarımızı kabul ile muharrir aciz hakkında pek mültefane takdiratı havi olmakla burada alenen beyanı teşekkürü vazifeden addeyledik. İstiklali Osmaninin 699 da vukuunu meddi diğer mektuplar hakkındaki mütalaatımız gelecek nüshaya derç edilecektir.

Ma-be’di var

0486_0035-83_Page_06 Hayatı askeriye: Vagonda askerlerimiz.

ŞİMAL DENİZİ MUHAREBESİ

Bir Alman bahriye zabitinin tahsisatı

     Bu âlem şümul harbin vakayı ve safahatı muhtelifesi o kadar süratle tevali ve takip ediyor ki yeni yeni hadisatın takip ve tetkiki ile meşgul olan fikirler, üzerinden henüz bir hafta, on gün geçen vakayı ile iştigale vakit bulamıyor. Şimal Denizi muharebeyi bahriyesi, Alman tahtelbahirlerinin İngiltere’ye karşı ilan eyledikleri ablukanın gürültüleri arasında unutulduğu gibi Alman ordularının evvela Masurian gölleri havalisinde ve badehu Gizycko ve İlawa etrafında takriben üç yüz bin kişiden mürekkeb bulunan onuncu Rus ordusuna indirdikleri bi aman ve kahhar darbelerde, tahtelbahirler ablukasını ikinci derecede haizi ehemmiyet mesaili meyanına indirdi.

     Ablukanın iptidayı tatbiki olan 18 Şubat efranciden beri gecen günler zarfında tahtelbahirler ancak birkaç gemi batırabildiler. Tabiidir ki bu miktarın azlığında İngiliz sefaini ticariyesinin seyr ü seferlerini eskisine nispeten pek çok eksiltmiş olmalarının da dahli ve tesiri vardır. Almanya imparatoru II. Wilhelm hazretleri ile biraderleri ve Alman donanması başkumandanı Prinz Albert Wilhelm Heinrich von Preußen ve bahriye nazırı Admiral Alfred von Tirpitz’in, Heligoland adasında içtima ederek İngiltere’ye bahren indirilecek darbeleri tertip ve ihzar eylediklerine bakılırsa ablukanın asıl bundan sonra kemali şiddet ve faaliyetle tatbik edileceği anlaşılıyor. Mahaza daha şimdiden İngiltere sularındaki seyr ü sefain tabii ve intizam sabıkını tamamen kayıp etmiştir ki bu da İngiltere’yi aç bırakmak için atılmış ilk hatveyi muvaffakıyet demektir.

     Bu umumi harbin en mühim vakayı bahriyesi olan Şimal Denizi bahriyesi dediğimiz gibi hemen hemen unutuldu gitti. Almanların iddiası veçhile İngiliz saf-ı harb kruvazörlerinden birinin batıp batmadığı sureti katiyede anlaşılamadığı gibi muharebeyi bahriyenin tafsilatı hakkında da pek az malumat neşir edildi. Muharebe esnasında Alman gemilerinden SMS Seydlitz’de bulunan bir zat tarafından kaleme alınmış olan hikayeyi harbi bir veçhe ati nakil ve tercüme ediyoruz. Sefaini harbiyede, muharebe zamanında hariçten kimsenin bulunması memnu olduğuna göre tafsilatı atiyenin muharriri Alman bahriye zabitanından biri olmak gerektir.

     Kanunusaninin 23.ncü günü SMS Derfflinger, SMS Moltke saf-ı harb kruvazörleriyle SMS Blücher zırhlı kruvazörü, kruvazör filosu kumandanı Admiral Franz Ritter von Hipper’in rakib olduğu SMS Seydlitz saf-ı harb kruvazörünü takiben limandan çıktılar.

     Pruva nizamında ilerleyen asıl filonun önünde SMS Kolberg ve SMS Stralsund seri kruvazörleriyle torpido muhripleri bir nısıf daire şeklinde ilerleyerek büyük gemileri ani bir hücuma maruz kalmaktan vikâye ediyorlardı. Sefainin direklerindeki rasatlar gözlerini şimal-i şarki istikametindeki ufuklara dikmişler, bataryalarda nöbetçi olmayan efrad toplarının yanında uyuyorlardı. Amiralden başka kimse filonun maksadı seyir ve seferinden haberdar değildi. Fecr ve kati, ortalık aydınlanırken nöbetler değiştirildi. SMS Kolberg kruvazörünün kaptan mevkiinde, nöbetçi bulunan genç bir yüzbaşı sabahın ilk aydınlıkları arasında ufukta hafif bir duman ve on, on iki kadar gölge görmüştü. Nöbetçi yüzbaşı derakap geminin süvarisi ile birinci zabitine haber verdi. “ İleride iskele tarafında bir direkli bir kruvazörle torpido muhripleri göründü.” Süvari derakab, “top başına!” emrini vermişti. Şimdi bütün gemilerde trampetler çalıyor, henüz nöbetten çıkarak yıkanmağa hazırlanmakta olan sim siyah ateşçiler derakab yine ocak başına koşuyorlar, topçular ilk mermileri toplara sürüyorlar, istirahatte bulunan çarkçı zabitanı makine dairelerine, güverte zabitanı ise hal-i harpteki mevkilerine şitab ediyorlardı. Gözler zırhlı kalelerin, taretlerin aralıklarından düşmanı ararken, yürekler sevincinden çarpıyordu. Bugün nihayet düşmanla çarpışmak müyesser olmuştu.

     Evvela SMS Kolberg kruvazörü baş topuyla ateş başladı. Karşısındaki İngiliz kruvazörü üç dakika sonra mukabele etti. Bu suretle iki küçük kruvazör arasında muharebe başlamış, SMS Kolberg’in attığı mermilerden ikisi İngiliz gemisine isabet etmişti. Aynı zamanda 15 santimetrelik bir düşman mermisi SMS Kolberg’in baş tarafındaki efrad kamarasını delip geçmiş, 10,2 santimetrelik diğer bir mermi ise ehemmiyetsiz hasar ika eylemişti. SMS Kolberg’teki nüfusça zayiat ise efrattan üç maktul ile iki hafif yaralıya inhisar ediyordu. Gemi kuvveyi harbiyesinden hiçbir şey zayi etmemiş, hatta süvari ile birinci zabitin bu isabetlerden haberleri bile olmamıştı. Bu esnada filonun sancak tarafında, ileride seyir eden SMS Stralsund kruvazörü Amirale atideki işareti çekmişti. <<ileride sancak istikametinde sekiz büyük düşman gemisi:>> Amiral gemisi derakab istikamet-i seyrin aksine yani cenuba doğru dümen kırılmasını emir etmişti. Emir hemen ifa edildi. Torpido muhripleriyle SMS Kolberg, SMS Stralsund, SMS Graudenz, SMS Rostock seri kruvazörleri (*) ve onları takiben muharebe nizamında olarak SMS Seydlitz, SMS Moltke, SMS Derfflinger ve SMS Blücher sefineleri geliyordu. Alman filosu yalnız cihet seyrini tebdil etmiş, gemilerinin filodaki nizam ve mevkiini değiştirmemişti.

     Bu dumanlar evvela İngiliz torpido muhripleri zan edildi ise de, biraz sonra gemiler biraz daha büyüyünce, baş taraflarında yükselen köpüklerin cesametinden büyük harp sefineleri oldukları anlaşıldı. Alman zabitanı dürbünleriyle bu ancak mer’i heyhulaları tetkik ederken birden bire SMS Moltke’nin beş yüz metre gerisine bir mermi düşmüştü.

     İngiliz gemileri ateşe başlamışlardı. Bu vaziyet karşısında, iki faraziye varid-i hatır olabilirdi: Ya o ana kadar keşif edilememiş olan düşman beş sefineyi harbiyesi filonun sancak tarafında meydana çıkmıştı. Yahutta evvelce gönderilen sekiz gemiden beşi büyük bir devir yaparak Alman sefainini ihata ediyorlardı. Almanlar derakab İngilizlerin ateşine mukabele ettiler. Düşman, toplarından mümkün olduğu kadar fazla istifade edebilmek için Alman filosuna muvazi bir hatt-ı seyir takip ediyor ve Alman gemilerini geçmeğe çalışıyordu.

     Alman filosu da tedricen dönerek bütün toplarını hasmına tevcih eylemeğe itina ediyordu. Aradaki mesafe takriben yirmi iki bin metre idi. SMS Blücher’ın gerek tonajı ve gerek topları küçük olduğu için filomuz beş sefineye karşı üç buçuk gemi ile harp ediyor demekti. Düşmanın top ateşi evvela saf-ı harbin en sonunda bulunan SMS Blücher’ın üzerinde temerküz eylemişti. Bu sefine makinalarına kadar nüfuz eden bir merminin tesiriyle yolundan kalmış ve kumandanı hasarını amirale bildirmeğe vakit kalmadan ikinci bir mermi daha makine dairesine girerek orada iştial etmiş ve makinaları amelden sakıt bir hale koymuştu. Artık SMS Blücher düşman mermilerinin tesiriyle kumandan köprüsünden kıça kadar tutuşmuş yanıyordu. Alevler semaya doğru yükseliyor. Fakat her şeye rağmen mürettebat vazifesi başından ayrılmıyordu ve gemi batıncaya kadar hiç kimse bir an bile olsun mevkiini terk etmemişti. SMS Blücher mürettebatının şimdiye kadar muhtelif musadematı bahriyede gark olan diğer Alman gemileri efradı gibi, düşmana teslim olmaktan ise sefinenin su borularını açmak suretiyle batıp boğulmağı tercih etmiş olmaları muhtemeldir.

     Üççeyrek muharebeden sonra SMS Seydlitz’in kıç güvertesinde de bir yangın zuhur etmişti. Bu gemi, limana avdet eden yedi Alman sefinesi meyanında en fazla hasara duçar olanıdır. Halbuki İngilizler, Alman zırhlılarındaki orta çaplı bataryaların yani on beşlik topların ateşine maruz kalmamak için gayet büyük bir mesafeden harp etmekte olduklarından SMS Seydlitz ve SMS Derflinger’a vaki olan isabetler pek az hasarı bâdî olmuştur. Mesela bu iki sefinenin bordalarına isabet eden mermiler o kadar az tahribat yapmışlardır ki hatta zırh levhaların tebdiline bile lüzum görülmemiştir.

     SMS Seydlitz’in kıç tarafında ika’ harik (yangın) eden mermi büyük topların taretlerinden birine dâhil olmuş ve cephane sandıklarından birini iştial ettirerek yangın zuhuruna ve taret dâhilinde telefat vukuuna sebebiyet vermiştir. SMS Seydlitz bundan maada hiçbir hasara uğramamış ve bu yangın kemali süratle itfa edildikten sonra sefine yine harbe devam etmiştir.

     Alman filosunu teşkil eden sefain o kadar az hasara uğramışlardır ki Admiral Franz Ritter von Hipper gemilerinden hiç birini havuza sokmağa lüzum görmemiştir. SMS Seydlitz’in taretindeki küçük tahribat ise gemiye gelen amele tarafından birkaç gün zarfında tamir edilmiştir. Binaenaleyh Şimal Denizi muharebesine iştirak eden bütün sefain bugün ilk emirde denize açılmağa ve harp etmeğe müheyyadır.

     Muharebe esnasında bizim toplarımızın husule getirdiği tesirat ve tahribatı anlamak için biraz da SMS Moltke kruvazöründe harp edenlerin ifadatını dinleyelim.

   Top atışımız evvela, İngiliz saf-ı harbinin ikinci sefinesi üzerinde icrayı tesir eylemiş ve mezkur gemi hattı harpten çıkmağa mecbur olmuştur. Bunun üzerine üçüncü İngiliz saf-ı harb kruvazörü geri çekilen ikinci geminin yerine geçmiş ve bu yüzden dördüncü gemi ile diğerleri arasında bir aralık husule gelmiştir. İlk evvel saf-ı harbi terk eden İngiliz zırhlısı sonra bir daha görünmediği cihetle bu geminin batmış olması katiyen muhtemeldir. Bir müddet sonra, yekdiğerinden ayrı iki grup halinde harp eden İngiliz gemilerinden önde bulunan diğer ikisinin de bir tarafa yattıkları ve hattı harbden çıktıkları görüldü. Bu zırhlılara beş mermi isabetle yangınlar ika’ eylediği gemilerimizden müşahede edilmiştir.

     Hattı harbden ilerisindeki gemilerinin de duçarı hasar olması üzerine İngiliz filosunun kuvveyi mukavemesi kırılmış, intizamı bozulmuştu. Ve işte bunun üzerinedir ki Admiral Sir David Beatty ateş kesmeğe ve ricat etmeğe mecbur olmuştur. Yoksa İngiliz resmi raporunda ifade edildiği veçhile mevkii harpte ne sabih torpiller ne de Alman tahtelbahirleri vardı. İngilizler Alman gemilerini takip edemeyecek kadar bozulmuşlar. Saf-ı harb kruvazörlerinden üçü muharebe edemeyecek kadar azim hasara uğramıştı. İngiliz gazeteleri tesiratın ayrıca dum edeceğini yazmak suretiyle bu haşaratın vukuunu tastik etmektedirler.

     Halbuki kahramanane bir dövüşmeden sonra gark olan SMS Blücher’dan maada bilumum Alman sefaini hep bir ciddi hasara uğramadan üss-ül harekelerine avdete muvaffak oldular. İngiliz tebliğ namelerinde ilan edildiği gibi küçük kruvazörlerimizden hiç biri batmamıştır.

     Esasen bunlardan muharebeye yalnız SMS Kolberg ile SMS Stralsund iştirak etmişler, SMS Rostock ile SMS Graudenz ateşe girmemişlerdir.

     İngiliz dretnot kruvazörlerinden birinin batması bu muharebeyi bahriyede kazandığımız muvaffakıyetin kıymetini bir kat daha tezyit etmiştir. İnsan bazı kere yanlış görebilir. Bilhassa muharebenin velule ve heyecanı arasında galat ruiyet vukuu daima mümkündür. Fakat bu vakada bir İngiliz sefinesinin battığı pek çok kişiler tarafından ve muhtelif mevkilerden görülerek amirale rapor edilmiş olduğu için böyle bir yanlışlık vukuu imkansızdır. Evvela SMS Moltke’nin süvarisi, ikinci topçu kaptanından düşman gemilerinin birinde büyük bir iştial vukua geldiğini haber almıştır. Bu zabit, bulunduğu mevkiden iştialin vukuunu, neticesini amirine bildirmekte devam ederken sözlerine <<gemi batıyor>> cümlesi ile nihayet vermiştir. SMS Moltke kruvazörüne mensup diğer iki zabit ile birçok efratta süvariye aynı suretle işârâtta bulunmuşlardır. SMS Moltke zabitan ve efradının verdikleri bu haber derakab amirale bildirilmiş, biraz sonra V – 5 numaralı torpido muhribi de aynı haberi işaretle kumandan gemisine tebliğ etmiştir. Muahharen havadan muharebenin sureti ceryanını takip eylemekte olan kabili sevk balonda beş İngiliz zırhlısından yalnız dördünün avdet eylediğini ihbar etmiştir. Binaenaleyh bu hususta bir yanlışlık vukuu katiyen müsteb’addır.

     Muharebenin müddeti devamınca mürettebat son derece şayanı takdir bir şecaat ve gayret göstermişlerdir. O kadar ki süvarilerden biri <böyle bir heyeti zabitan ve mürettebat ile muharebe etmek bir eğlence teşkil eder> demiştir. Ateşin en şiddetli bir zamanında, kısa veya uzun düşerek hedefe isabet etmeden iştial eden mermilerin parçaları SMS Moltke’nin güvertesine yağarken o sırada vazifesi olmayan efrattan biri keman çalmağa başlamış ve bir taraftan sefinenin taretleri yıldırımlar saçar, düşman mermileri havaya cesim su sütunları kaldırırken “Am Rein” namındaki harp şarkısı, cephaneliklerden top başında bulunanlara varıncaya kadar bütün mürettebat tarafından bir ağızdan taganni edilmiştir.

     Ateşin şiddetine ve her şeye rağmen Alman bahriyelileri vatan ve Sezar’ın emir ettiği o müşkül vazifelerini kemali gayret ve fedakarı ile ifa etmişlerdir.

     Şimal denizi muharebesinin bu natamam tasviri bize eskisinden fazla şeyler öğretmiyor. Muharrir İngiliz zırhlılarından birinin battığını katiyetle iddia ediyorsa da – Alman tebliği resmisi gibi – o da gark olan sefinenin ismini zikr edemiyor. HMS Lion ile HMS Princess Royal şeklen yekdiğerinin aynı ve HMS Tiger’da bir dereceye kadar bunların mümasili olduğuna göre Almanların, kömür dumanları ve barut sisleri arasında on beş, yirmi bin metreden batan geminin hangisi olduğunu katiyetle tayin edememiş olmaları muhtemeldir. İngiliz sefaini harbiyesinden birinin garkı keyfiyeti eğer uydurma bir şey olsaydı tabiidir ki batan gemiye bir de isim bulmak o kadar güç bir iş değildi.

     Her halde, bir İngiliz zırhlısının hakikaten batıp batmadığı ve battıysa hangisi olduğu ancak müruru zaman ile tahakkuk edecek bir meseledir.

(*) _ Bu sefain Alman donanmasının en yeni ve en seri hafif kruvazörlerindendir. SMS Graudenz henüz son zamanlarda ikmal edildiğinden evsafı hakkında malumat mevcut değildir. Meşhur SMS Karlsruhe’nin eşi olan SMS Rostock 4900 tonluk ve 27,3 mil sürate haiz, SMS Stralsund 4550 tonluk 28,3 mil süratinde, SMS Kolberg 4350 tonluk 26,3 mil süratinde ve cümlesi de 10,5 santimetrelik 12 şer adet topla mücehhezdir.

     11,Şubat,1330

     Abidin Daver

MISIRDA FRANSIZLAR VE HALEPLİ SÜLEYMAN

     İngiltere’nin şimdi takip ettiği siyaset cihangiraneyi bir zamanlar Fransa hükümeti takip ediyor ve Napolyon Bonapart cihan şümul bir saltanatın esaslarını kurmak istiyordu. Bunun için ise ana dünyanın, Mısır’ın zaptı lazım idi. Yine o zaman Fransa ile İngiltere arasında şimdiki Almanya ile İngiltere arasındaki rekabetin aynı cari idi. Ezcümle Fransızlar İngiltere’yi Hindistan’daki münafiinden mahrum etmek ve ticaretlerine irası halel eylemek için Mısır kıtasını bayı hal ile geçirmeğe çalışıyorlardı. Tarihte emsaline pek çok tesadüf edilen böyle ta’diyat (tecavüz) için halk esbabdan daha kolay ne vardır. Fransa’nın Toulon ve Marsilya limanlarında bir taraftan harp hazırlıkları görülmekle beraber “hicri 1213” diğer taraftan Mısırda bulunan Fransa tebası da ümerayı Mısıriyenin mezalimine ve mutalebe bi-nihayelerine mukavemet edemediklerinden borçlanmağa mecbur olduklarından dolayı şikayeti ayyuka çıkarıyorlardı. Vesileyi tariz ve tecavüz şu suretle hazırlanmıştı. Hatta devleti Âliye Fransa hükümetinin istihzaratı harbiyesinden haberdar olarak meclisi vükelaca bilmuzakere verilen karar üzerine Fransa sefareti maslahatgüzarı Rufen “reis el kitab” hariciye nazırı Atıf Efendiler hanesine celb edilerek “hicri,Muharrem,1213” Mısır meselesi uzun uzadıya mevkii münakaşa ve müzakereye vaz edilmiştir.

     Bu müzakere esnasında reis el kitab Atıf Efendinin maslahatgüzara devleti Aliye’nin Mısır hakkında noktayı nazarını izah eden kısmi pek ehemmiyetli olduğu ve zaman ile münasebette bulunduğu için aynen nakil ediyorum.

     << . . . . . . hem maslahatgüzar dostumuz kış havasına iyice ilka etmelidir ki Mısır ilkası Padişah Âlempenah Efendimizin darülsaltanatı gibidir. Cenabı hilafetmeab tacidarının akdem ve eşref ilkabı “hadem l haremin l şerifin” olduğu malumunuzdur.    

     Arazi-i mukaddeseyi mezkurenin senevi gülatı (yobaz) Mısırdan mertebedir. Kısveyi şerife dahi her sene anda nesc (dokuma) ve i’mâl ve haccac ile irsal olunur. Bu mesarif kilye Mısır varidatından ifraz olunduktan sonra fuzulesi gelip hazineyi amireye teslim olunur. Hatta Üsküdar’a çekdiri gönderilip alay ve davul ve zurna ile gelir idi. Bir vakitten beri bu teklif def’ olunup ketenciler esnafına ihale olunarak her sene onlardan tahsil olunur.   Devlet-i Aliye’nin Mısır ilkasından sureta killet (azlık) intifaı ekser varidatının ötedenberi ol araziyi mübarekeye sarf olunduğuna mübindir. Fatih-i Mısır olan Sultan Selim Han hazretlerinin vazı böyledir.

     Araziyi mübarekeyi mezkureye hizmet ise muktezayı diyanettir. Bu surette Mısır İlkasına taarruz maazallah taali dini İslam’a taarruz etmektir. Sakı ifade ile söylenecek olursa ve ahd üzere def’ sal hususu kafi-i melel İslamiye ye farz olur. İstitrâden (sırası gelmişken) şurasını karilerimize arz eyleyelim ki hilafeti muazzama İslamiyenin bu gün ilanı cihad eylemesini intaç eden ahval ve vukuat ve esbab meyanında İngiltere’nin Mısıra temlik edercesine himaye ilanı ve açıkça Mısır’ı İngiltere müstemlekatı cüretinde bulunması en kavi sebeplerden biridir.

     Elhasıl Fransızlar hazırlıklarını ikmal ettikten sonra donanmalarına Mısır’a yakın bir üssü bahri vücuda getirmek için olan Malta adasını işgal etmişlerdi. İngiliz donanması Fransa donanmasının harekâtını daima tahtı tarassutta bulundurmakta ve Malta gibi mühim bir adanın Fransa tarafından işgali İngilizleri endişeye düşürmekte idi.

     Hatta İngilizler seneyi mezkûr Muharremin on üçüncü günü donanma ile İskenderiye limanına gelerek Fransızların Mısır hakkındaki sui kastlarından bahisle Mısır’ı müdafaa etmek istediklerini emir eden Murat Beyin İskenderiye’deki adamlarından gümrükçü Seyid Mehmet Kerim Efendiye beyan eylemiş idi. Otuz kadar sefineyi harbiyenin himayesi altında bulunan dört yüzden ziyade Fransız sefaini nakliyesi Muharremin on birinci gününe tesadüf eden 1798 seneyi miladisi Temmuzunun birinci günü İskenderiye limanı pişgahından gelmişti.

   Napolyon Bonapart İskenderiye limanına girmiş ve Mera bet denilen küçük bir limandan karaya asker çıkarılmasını tensip etmiş idi. Napolyon denizde pek şiddetli bir fırtına hüküm ferma olmasına rağmen bir gece zarfında beş bin kadar asker çıkararak hemen İskenderiye üzerine yürümeğe başlamış ve sabaha karşı şehrin harap surlarına yaklaşmış idi. Bonapartın şehre üç noktadan hücum etmesine mukabil ahali ve urban harbe girişmişlerdi. Tarafeynin eslihaca nispet kabul etmeyecek muvazenesiz ligindendir ki bu mukabele hiçbir kaideyi intaç edemedi. Müdafiler kaleye iltica ederlerken mütearrızının seri takibatı muharebenin İskenderiye sokaklarında şiddetle devamına mucib olmuştu. İşte bu muharebede Fransa Generallerinden meşhur General Jean Baptiste Kléber ayrıca yaralanmıştır ki bilahare Kahire’de resmi mecmuaya derç olunan – Süleyman Çelebi “el Halabi” – tarafından bir hançer darbesiyle itlaf edilmiştir.

     Şimdi Mısır’daki İngiltere başkumandanı General Maxwell hakkında Süleyman Çelebi’nin ruhu gibi bir ruh, imanı gibi bir iman taşıyan bir Müslüman tarafından tertip ve icra edilen suikast meselesinin ilham ettiği bu makalede, vakayı mezkureyi şu satırlarla karilerin nazarı mütalaalarına arz ediyoruz.

     İngilizler Mısıra tayin ettikleri Hıdiv nameşru alay ile Abidin sarayına götürdükleri gibi Kleber tarafından Mısır’a kadı nasib olunan Ahmet Arşi’yi de Muharremin yirmi dördüncü günü Fransa ümera ve ekâbiri Alay ile mahkemeye götürerek bir gösteriş yapmışlardı. İşte o gün Kleber Özbek iyede ikamet ettiği hanenin tamiri için ordu mimarıyla bahçede gezinerek modeli efkâr ederken evladı Arapdan bir genç kemali tevazu ile kleber’in yanına sokularak eline bir arzuhal vermişti. Kleber arzuhali mütalaa ederken genç Süleyman Çelebi hançerini Generalin göğsüne birkaç defa daldırmış, çıkarmış birkaç dakika sonra Kleber’in ceset bi ruhu yere serilmişti. Süleyman itidal demini muhafaza ederek oradan sıvışmış ve civardaki bostanlardan birine girip ihtifa etmişti. Fransızlar vakanın failini bulabilmek için yolda rast geldiklerini tevkif ediyorlardı. Nihayet Süleyman firarını oturduğu evden müşahede etmiş olan bir karının delaletiyle yakayı ele vermişti. Süleyman istintakında ismini, tevellüdünü, yirmi dört yaşında olduğunu, bir defa daha Mısır’a gelerek üç sene kadar oturduğunu, cami ezherde tahsili ilim eylediğini söylüyor. Serdar Ekrem’in teşvikiyle mi generali katl ettiği sualine de bunu mehaza kendi hissiyatına tabi olarak yaptığı cevabını veriyordu. Nihayet Süleyman’ı şiddetle dövmeğe başlamışlardı. Süleyman dayağa, işkenceye tahammül edemeyerek orduyu hümayun Mısırdan Şam’a ricat ettiği sırada yeniçeri ağasının emri talimiyle gazaya ve oradan Mısıra geldiğini, ahaliden hiç kimseye ifşayı râz-ı derun eylemediğini yalnız cami ezhar müderrislerinden Seyid Muhammet Kudsi ve Seyid Ahmet Veli Veli ve şeyh Abdullah Gazi ile şeyh Abdülkadir Gaziyi maksadından haberdar etmiş ise de müderrisin müşarünileyhimin bu işten vaz geçmesi için kendisine nasihatte bulunduklarını fakat onları dinlemeyip Kleber’i katl eylediğini söylüyordu.   Fransızlar cami el Zuhurun Süleyman ile temas etmiş olan bu müderrislerinden yalnız üçünü bularak keyfiyetten Fransa hükümetini haberdar etmedikleri bahanesiyle biçarelerin başlarını kesmişler, Süleyman evvela sağ elini yaktıktan sonra kazığa vurarak idam eylemişlerdir.

    ( “*” Rahmetullah aleyhim ecmain)

     Cevdet Paşa, tarihinde Fransızların hürriyet ve medeniyet davasıyla cihanı alt üst etmeğe kalkıştıkları halde pek çok muamelatı vahşiyanede bulunduklarını ve Süleyman Çelebi’nin işkence aletindeki istintakına asla emniyet olunamayacağını ve işkenceden sonraki ifadedatı ifadatı sabıkasını nakz ettiği cihetle bunun şayan ve sevk ve itimat olamayacağını söylüyor.

     Süleyman Çelebi’nin Tarihi Cevdet’ine göre tercümeyi hali muhtasarı şudur:

     Süleyman anasıl Halebin müntedam bey mahallesinde sakin Osman ağa nam zatın oğlu imiş. Bunların ecdadı Kilis kazasına tabi Çum nahiyesinde vaki köyün kariyesinde Kubad Bey hanedanından olduğu halde büyük babaları Halep’e gelip o vakitin eshabı nüfusundan Çelebi efendiye hizmet eyleyerek Halep’te yerleşmiş “**” Süleyman’ın validesi vefat etmiş, pederi de bir cariye ile izdivaç etmiş. Bir gün Süleyman onu validesine hiddetlenerek elindeki kalemtıraşı üstüne atmış. Kalemtıraş kazaen onun validesinin boğazına isabet ederek kadıncağızın vefatına sebep olmuş. Süleyman bilahare bu hareketinden nadim olarak Mısıra kaçarak cami Ezhara devama başlamış. Mısırdan Şama avdetinde Fransızların Mısırı işgal ettiklerini ve ordunun bozulduğunu işitmiş. Din kardeşlerinin intikamını almak ve bu amili hayır ile cürmü sabıkı af ettirmek için Mısıra avdet etmiş.

     Şimdi acaba Süleyman sırf hüküm ve vicdaniye tabi olarak mı Kleber’i katl etti. Yoksa teşvik ile mi? Herhalde biz Süleyman’ın ilk istintakındaki ifadesini hakikate daha karib görürüz. Vaki bazı tarihlerde Süleyman’ın Kleber’i emir ve teşvik ile katl ettiği mestur ise de bu, Süleyman’ın işkenceden sonra vuku bulan istintakındaki ifadatının sahaifi tarihe intikal etmiş bir şekli diğeridir.

     “*” Tarihi Cevdet: cild 7 sahife 85

     “**” Süleyman bir Türk olduğu anlaşılıyor.

         Ayn.

0486_0035-83_Page_13İngiliz kuvvetinin iç yüzü: bacaklarını uzatıp yaytmak Fransa harbine iştiraktan daha hayırlıdır!

TORPİLLER HAKKINDA

     Torpilin tarihi, mevkii istimali ve bazı tecrübeler, torpillerin envaı: adi temas torpilleri elektriki temas torpilleri, rasadi, kariye, med ve cezir torpilleri, abluka torpilleri ve kaideleri, torpil ile müdafaa planı, torpil sahası ve fasılaları, torpil sahaların tathiri (temizlik): tarama usulü, tırmık ile tarama usulü, torpil ile tahrip usulü, torpillerin Rus – Japon seferinde tesiratı, torpiller hakkında bazı malumat, torpillerin tahdidi istimali.

Torpillerin tarihi

     Bugün birçok nukad-ı mühimmeyi bahriyeyi düşman tecavüzatına karşı zarf-ı taraf (taraf gösteren zarf) müdafaa ve zamanı hazır sevkülceyş (strateji) ve tabiyeyi bahriye planlarını alt üst eden torpil vasıtayı tahribesinin tarihi bahriyedeki mevkii oldukça eskidir.

     Takriben 60 bu kadar sene evvel <Anvers> kalesi muhasara edilirken müdafiler içerisi siyah barut ile memlu bir takım şamandıralar imal ederek düşman sefainine karşı nehrin cereyanına bıraktılar. Bu şamandıralar derunundaki barutu muayyen bir zaman nihayetinde infilak ettirmek üzere bir saat tertibatından istifade edilirdi.

     Tabiidir ki; Şu silahın kifayeti, saat tertibatının nehrin cereyanına ve düşmanın mevkiine göre ayar edilmesindeki maharete vabeste idi. O zamanın İspanyollar, şu vesaitten oldukça müteessir oldular.

     İptidai torpiller, 1861 – 1865 senelerinde vukua gelen Amerika muharebatı dâhiliyesinde konfedereler tarafından oldukça müessir bir surette istimal edildiler. O zaman gayri mükemmel ve noksan tecârib (tecrübe) ile beraber torpil muhafazalarının su sızdırmasından gayri müessir bir hale gelen siyah barutun istimaline rağmen mezkûr muharebe esnasında bu silahlarla otuz kadar gemi batırıldı. Yine bu sıralarda meşhur Amerikalı muhteri (mucit) (Thomas Courtenay Confederate Army Captain) l bir nevi torpil imal etti. İngilizler, bu torpil yüzünden epeyce bir zarara duçar oldular.

     Gün geçtikçe, tekâmül ederek torpiller dahi müthiş bir alet-i harp sırasına geçti. Kırım muharebesinde, sahil ve limanları müttefikin donanmasına karşı muhafaza etmek kaydıyla, Ruslar tarafından torpil isti ’mali edildiyse de istifade hemen mefkud (kayıp) idi.

     Torpiller, Fransa ile Prusya arasında vukua gelen harpte Almanlar tarafından çok miktarda istimal edildiler. O zamanlar Fransız donanması, Almanlara faik olduğu halde, torpil korkusuyla Alman sahilinde harekâtı harbiyede bulunamadı. Binaenaleyh Almanların maksatları da hâsıl oldu.

     İngilizler 1904 – 1905 senelerinde vukua gelen Rus – Japon seferinde, torpiller, yine oldukça mühim roller ifa etti. Ruslar, Port Arthur’un düşman tecavüzatına karşı muhafazası maksadıyla açık denizleri bile otomatik torpiller ile doldurdular.

     Keza Japonlar dahi, Rus filosunun abluka hattını yarıp geçebileceği dar boğazları aynı sistemde torpiller ile sedd ettiler. Mamafih, Rusların kuvaid-i beynelmilel hilafına açık denizlere torpil dökmek gibi kabalığına karşı Japon torpilleri yalnız sahile inhisar etmişti. Torpilin tarihi hakkında söz kesmeden evvel şunu da söyleyelim; Zamanımızda torpido sefaini ile tahtelbahirlerin etrafa döktükleri torpiller şu cihan harbinin kanlı tarihinde dahi mühim sahifeler ihzarından hali kalmıyor.

Torpilin mevkii isti’mali ve bazı tecrübeler

     Torpiller; Ya düşman sefaininin, seddi icab eden geçitlerden murûruna mani ve tehir etmek veya düşman üss-ül-harekesini hafiyyen sedd ederek orada mevcut bulunan düşman kuvvetini tahtı tehlikede bulundurmak ve atalete mahkûm etmek üzere nehir, boğaz, kara suları ve liman methallerine dökülür. Veyahut esnayı harpte tarafeyn filoları tarafından kuvveyi tecavüziye makamında kullanılır. Bir nevi silah olup dâhili bir miktar maddeyi infilakıyeyi havi, satıh bahriden lüzumu kadar aşağıda ve kair bahre demirli muhafazalardan ibarettir.

     Zikir edilen madde-i infilakiye bilzarure bir sefineyi harbiyeyi berhava edecek kadar kuvvetli olmayıp torpil yakınından geçen veya ona temas eden sefaini double bottom’larında bir rahne açmak suretiyle batıracak kadar bir kudreti tahribiyeyi haizdir.

     Torpillerin envaı mevcut olup her birisinin hususi faideleri vardır. İsti’mal edilecek torpilin cinsi ve barut hakkının sıkleti, zaman, suhuleti isti’mal, umuk bahri, akıntı şiddeti, med ve cezir ve müdafaa edilecek mevkiin ahvali sairesine tabidir.

     Erbabı ilim ve fen, şu torpil denilen silahın teceddüd (yenileme) ve tekmili için senelerce uğraştılar. Vasi tecrübeler icra ettiler.

     Ezcümle, İngiltere de <Oberon> ismindeki bir sefineye karşı muhtelif mesafelerden muhtelif el cins torpilleri infilak ettirmek suretiyle mühim bir silsileyi tecârib icra edildi. Torpil hazinesindeki barut hakkı sıkletiyle merkez infilakın tahribi lazım gelen sefineye nazaran mesafesi beyninde bir kaide istihracı (çıkarma) için her bir infilakın dereceyi tazyikini kayıt etmek üzere çok miktarda <mikyas-ı tazyik> isti’mal edildi.

     Mezkûr sefineye karşı yapılan tecrübelerle diğer tecarib üzerine son sistem bir sefineyi harbiye’nin “double bottom” larını delmek suretiyle tahribi için lazım gelen tazyik hakkında muhtelif fikirler zuhur etti.

     Bazı mahafil, son sistem bir sefineyi harbiye’nin tahribi için tazyik lüzumu bahri pus murabbaına 6000 libreye kadar tenzil ettilerse de Oberon sefinesine karşı icrayı tecrübe eden heyet azasından Colonel Baknil mezkûr tazyikin bahri pus murabbaına takriben 12000 libre olması fikrini dermeyan etti.

     Hali hazırda sefainin kudreti harbiyelerinin tezayüdü (sıkışma) nazarı dikkate alınırsa Baknil’in fikrini kabul etmek şayanı tercihtir.

     Eskiden, torpillerde maddeyi infilakıye olarak kullanılan siyah barut metruk olup hali hazırda alî feveranlı mevad-ı infilakiye isti’mali edilmektedir. Mezkûr barutun fiili iştialisi rutubetten müteessir değildir. Binaenaleyh torpil muhafazasının su sızdırmasıyla barutun gayri müessir bir hale geleceği düşünülemez. Alî feveranlı muvad-ı infilakiye, siyah barutun altı, yedi misli bir kuvveyi iştialiyeye maliktir. Zamanımızda, torpiller için, pamuk ve jelatin barutu tercih edilmektedir.

     (*) – torpili ifade etmek için bazen <sabit torpido, sabih veya sabit torpil, mayın ve lağım> gibi bir sürü karışık tabirlerin istimal edildiği görülüyor. Binaenaleyh şu silaha sadece torpil deyivermek en muvafık olur.

0486_0035-83_Page_14Son gülüş: torpille nemadan evvel

BARBAROS’UN BAŞ TARETİNDE

(Bir yüzbaşının muharebe hatıratından muktebestir)

     Asker! Dedim; Öyle bir düşmanla harbe giriyoruz ki, Rumeli’de yaşayan hemşirelerimizin namusunu pây-mâl etmiş; Masum çocukları parçalamış. Hamile kadınların karınlarını yarıp nev-zâdları süngü uçlarına takmış. Yüz binlerce müdafaasız dindaşımızın kanına girmiştir. Bu muharebenin bizim için ne mühim bir hayat memat kavgası olduğunu içinizde bilmeyen yoktur. Deniz cenkleri uzun sürmez. En çok yarım saatte kati netice belli olur. Bu müddet içinde her şeyi ma’mûldür. Olabilir ki birimiz mecruh veya şehit oluruz. Sakın şaşırıp vazifeden ayrılmayınız. Mecruhun feryat ve figanını işitmeyiniz. Kulaklarınızda vatanın “beni kurtarın” feryadından başka hiçbir ses yer bulamasın. Hatta ben yaralanırsam beni taretten dışarı atın. Vazifenize devam edin.

     Burada biraz durmuş, asker sözlerimi içer gibi dinliyor; gözlerinden yaş şeklinde ateş saçılıyor. Düşman gayet uzakta nokta gibi seçiliyor. Revolveri çıkardım, devam ettim:

     <<. . . . Asker! Biliyor musunuz ki bu silahcığı bana niçin verdiler?

     Şayet içinizden biri korkup da vazifeden kaçmak isterse, şaşırıp da emirlerime kulak asmazsa, bana, yüzbaşısına, sevgili vatanına ihanet ederse onun beynine sıkmak için! Hâlbuki evlatlar, ben sizinle bir yıldan beri beraber bulunuyorum. Hepinizin kalbini, ruhunu, vicdanını, imanını tanıyorum. Sizin aranızda bu saydığım alçaklıkları irtikab edecek bir fert yoktur. Diyanetinize, şecaatinize eminim. O halde, bana bu silahın ne lüzumu var? İşte onu şuraya, cephane dolabının üstüne bırakıyorum. Şayet ben dediğim ihaneti irtikab edecek, ben korkup da kaçacak olursam. Size emir ediyorum, siz alın, beni vurun!>>

     Şimdi mesafe gelmeğe başlamıştı.

     << – 1400, 1350, 1300, . . . . !>>

     Ve mesafenin vürudunda, endahta müheyya duran iki cesim topumuz, bu mesafeyi takip ediyordu. HMS Averof ile borda bordaya seyir etmekte idik.

     << – mesafe 7500!>> ihbarıyla beraber zırh kuleden de:

     << – Ateş!>> kumandası geldi. Ve İmroz muharebeyi bahriyesine ilk mermisi Barbaros’un baş taretinin sağ topundan fırladı…

     O sırada, enzar-ı tecessüme, taretin yukarısına yuvarlak kırmızı bir şey ilişti. Dikkat ettim, bu bir Osmanlı sancağına sarılmış kuran-ı kerim idi. Diyaneti İslamiye, yegâne Müslüman hükümetinin cenahı sıyanetine sığınmış gibi. Bu al sancağın büyük bir itinayı tazim kar ile kelam-ı Allah’ı sarması o anda ne kadar ulvi, manidar vallahi bir manzara teşkil etmişti. Aynı saniye zarfında cesim hatıratımdan evvelce Marmara sahillerinde bir kariyede görmüş olduğum bir feci levha geçti. Bir çocuk öldürülmüş ve masum ağzına validesinin kesilmiş memesi sokulmuştu. Ve bu levha, kandan, kadın ve çocuk kanından müteşekkil bir çerçeve dâhilinde kalmıştı. O dilsiz levhayı zulüm ve vahşetle karşımda duran bu lahuti manzara arasında, yarıp! Ne kadar acı, ne kadar üzücü bir rabıtayı hüzün vardı.

     << Allah’ım, dedim; Biz mücrim, biz asi, biz günahkâr kullarınız. Sen kadir, sen müstakim, sen kahhar-ı ilahisin. Fakat yâ-Rabb! Bu yüz binlerce şehit kadınların, şehit çocukların, şehit ihtiyarların intikamını o gaddar düşmanlarda bırakma. Küllüm kadimeni ihata eden bu al sancağı yerlerde süründürme. Ayet-i beynatekin teması onu tekrim (ululama) ve takdis etmiştir. Allah’ım, şer’ Muhammedinin bu dünyada al sancak, en son müdafiidir, onu yükseklerden indirme! Bizim günahımız ne kadar azim olursa olsun, bu anda her uzvumuzla bu al sancağın yükselmesi için çalışıyoruz. Bizi meyus ve hâsir bırakma yâ Rabbi!>>

     Lemha-i basar’da (hemen) kalb-i ateşnakımdan geçen şu münâcat, sol topun ehdahtıyla hitam buldu. Ve aynı zamanda gür, vakur bir ses taratın içinde (inna fetehna) sureyi celilesini kraata başladı. Bu, pansumancılıkla tarete verilmiş muzika efradından Mustafa Çavuş idi ki taret dâhilinde henüz vazifesi başlamadığı cihetle kendi kendine bir köşecikte Kuran’ı kerim tilâvet etmekte iken top ateşiyle beraber gayri iradi cehren okumağa başlamıştı.

     Düşman sefineyi harbiyesiyle, bir zaviyeyi haddenin iki zai’ üzerine reis zaviyeyi doğru seyir ediyorduk. Dördüncü mermiyi müteakip baş direkteki (kontrol aleti)nin

sükût etmiş olduğu haberi, taret dâhilinde bir şarapnel gibi patladı. Baş direğe isabet eden bir mermi, mesafe aletini kırmış, fiilden ıskat eylemişti.

     Mamafih, kontrol vazifesini derakap kıç direk almıştı. Fakat mesafe gelmiyordu. Gönderdiğim habere; <dumandan göremiyorum!> cevabı geldi. Hemen müstakil ateş yapmak için kumandandan istizan ettim; muvafakat edildi. Şimdi dürbün ile düşmanın can noktasını arayan gözlerim, mermi ile beraber düşmana gidecek gibiydi. Bundan sonra ilk mermi, kısa düştü. Nişangâhı 200 kaldırttım. İkinci merminin endahtını müteakip düşmanın bacasıyla taretinin arasından bir siyah duman sütununun yükseldiğini gördüm ve aynı zamanda muhtelif yerlerden:

     << – İsabet! >> diye haykırıldığını duydum. “Allahü Ekber” gülbanın tehlili tareti kapladı. Onu takip eden mermi, kelimeyi şahadetle beraber öpülerek, koklanarak, okşanarak topa sürüldü. Ateş devam ediyordu.

     Bilmem kaçıncı endaht idi. <<isabet!>> sedaları tekrar etti. Averfen direğinde muhtelif renkte bayraklar dalgalandı. Top efradım feryat etti:

     << — Baba! Averof teslim oluyor!.>>

     << — Hayır, işarettir oğlum; Ateş!>>

     Bu esnada pek ziyade yaklaşmıştık. Averof ’un ateşi kesb-i hiffet eylemişti. Dumanlar, alevler içinde idi. Birden yol verdi. Baştan kaldırdığı sular yaldız mevkiine kadar çıkıyordu. Asker;

     << — Averof batıyor. . . >> diye bağırdı. Kendini bu müşkül vehim mevkiinden kurtarmak için bizim asla yetişemeyeceğimiz bir sürat-i aliye ile firara başlamıştı. Gemimiz dönüyordu. Taret hedefi gayesine kadar takip ettikten sonra artık göremez oldu.

     Tekrar boğaz methaline gelirken, mağlup düşmanı bir daha gördük. Fakat uzaklarda idi. Süratinin faikıyetinden istifade etmiş ve toplarımızın menzili müessirinden harice çıkmıştı.

     Medhale yaklaştığımız vakit bölüğümü divan ettim. Numara saydırdım. Elhamdülillah hiçbir noksanımız olmadığını gördüm. Yalnız iki hafif mecruhum vardı. Ve ikinciye bu mesut neticeyi rapor ederken Kumkale’den içeri giriyorduk. İstihkamatta asker, tabur olmuş, filoyu selamlıyordu. Derhal küpeştelere efrad çıkardık. Bu bir askerin, hayatından beklediği son ve en heyecanlı bir gaye idi.

     Muktebes:

         Ali Haydar Emir

0486_0035-83_Page_14.jpg-2Acaba babasının oğlu mu?

 

HARBİ UMUMİDE RUSYAYA BİR NAZAR

Muharriri: ebu-l Fuad Refik

– Mabad –

Rusya memalikinin tahkimatı

     2 – İvangrad (eskide Moblen) mevkii müstahkemi olup Vistül nehrinin sağ sahilindedir. Sol sahilde bulunan Korchakov namser köprü istihkamı, ve her iki sahildeki istihkamat müfreze ile ikinci sınıf kaledendir.

     3 – Çagrıye (Sirk karibindedir): mevkii müstahkemidir.

     4 – Birsk (Letvesk) “eski Terspol” ser köprü istihkamatıyla beraber birinci sınıf müstahkem mevkiindendir.

     5 – Osuveç (Gonyonds yakınında) mevkii müstahkemi olup Buber nehri üzerinde ve Grayo istihkamatıyla beraber ikinci sınıf müstahkem mevkiindedir.

     Niyamen nehri üzerinde Kovino mevkii müstahkemiyle Preyi ve Gradnev nam mevkii istihkamatına tesadüf olunur.

     Tuna nehri ise atide istihkâmat ile müdafaa olunmuştur. Ost-Donesk (eks-Donamond) müstahkem limandır. Riga muhit-i muttasıl ve mefruz tabiyeleri havidir.

     Polonya kıtasının cenup taraflarında Rusya hududu garbisinde atide isimleri tadat olunan birçok mevkii müstahkem mevcuttur.

   1 _ Mihalograd ve Levçık ve Dobnev mevkii olup Nepsk bataklığı hududunda ve Peripet tevâbi üzerindedir. Dinyester aksam süfliyesi ise Bender mevkii müstahkemi ile ve bir sıra istihkâmatı müfreze vasıtasıyla ve Traspol muhiti muttasılıyla müdafaa olunmuştur.

     Bu hattı müdafaa girişinde bulunan Brezina ve Dinyeper hatları atideki mevki ile müdafaa olunmuştur.

     Bu hattı müdafaa girvesinde bulunan Brezna ve Dinyeper hatları atideki mevki ile müdafaa olunmuşlardır:

     Bubervisk: Brezna üzerindedir.

     Kiyef: Dinyeper nehri üzerinde olup istihkamatı müfrezeyi havidir.

     Bundan başka Bug nehrinin Dinyeper’e mensup olduğu mahalde ve Dinyeper’in mensubu civarında Nikolayef mevkii müstahkemi mevcut olup Nikolayef limanında Kinburn ve Oçakof istihkamatıyla müdafaa olunmuştur.

     2_Bahri Baltık sahili:

  • Ost – Donesk (Domanon’da) limanı hem sahilin ve hem de kara cihetinin müdafaasını icra edebilecek veçhile tahkim edilmiştir.

 

  1. Bu limandan itibaren Bahri Baltık sahilleri bir veçhe ati mevki müstahkeme ile

Muhafaza ve müdafaa edilmekte bulunmuştur.

     Ravel: Mevki olup Estonya sahilinde müstahkem bir limandır.

     Narva: aynı isimdeki nehrin mensubunda kain olup bir muhite havidir.

     Kronstadt:  Mevki olup Petersburg’un karşısında Finlandiya körfezinin nihayetinde birçok adalar üzerine müesses büyük bir tersaneyi havidir.

     Verburg mevkii müstahkemi olup, Fredericksham harp limanıyla, Ruktenslim müstahkem adasını ve Gustavsverd kalesini teşkil eden Sovaburg Cezair-i Müctemai (Birleşmiş milletler) sagiresini ve Finlandiya körfezinin cenup sahilinde kain Hankvid liman ve mevkiini havidir.

     Abu: Bonti körfezi medhalinde kain bir kaledir.

     Atlaid adaları: Tahkimatı Bomarsvend namını alan istihkamat ile sahil bataryalarından mürekkebdir.

     3 – Payitahtın müdafaası:

     Yukarıda beyan olunup Finlandiya körfezi cihetinden payitahtı müdafaa ve muhafaza eden istihkamattan ve Petersburg şehri bir muhiti muttasıla malik olduktan başka Laduga kolunun müntehayı cenubunda kain Shusleburg istihkamatı şark tarafından vuku bulacak tecavüzatı men eder.

     Garb-i cenubi cihetinden ise şehir kamilen açıktır. Dona hattında ancak Pestov eski kalesine (Pay Pas gölünün mentihayı şimalindedir) tesadüf olunur.

     4 – Karadeniz sahili:

     Tuna’nın Kiliya Koluyla Kırım şibh-i ceziresi arasında vaki Karadeniz sahili salif üz zikr (yukarıda adı geçen) Ocakov ve Kinburn istihkamatını havi olan Nikolayev müstahkem mevkiiyle müdafaa olunmuştur. Bundan başka Dinyester ve Dinyeper nehirlerinin mensubları arasında kain Odesa limanı sahil bataryalarıyla setr ve himaye edilmiştir.

     Kırım şibh ceziresinde ise Sivastopol mevkii evvelce zaten müstahkem bir halde olduğu gibi Perekop bir berzehide Perekop hattı namını alan birçok tabiyelerle sed ve bend edilmiştir.

     Kerç boğazı ise Kerç ve Yenikale mevkiiyle setr ve himaye edilmiştir. Kaffa limanı da sahil bataryalarıyla müdafaa olunmuştur.

     Azak denizinde ise Azak, Azuf istihkamatıyla Taganrog müstahkem limanı Don nehri mensublarına müdafaa ederler.

     Bahri Siyah’ın Kafkasya sahiline gelince: irili ufaklı birçok mevkii istihkamı, sahil bataryaları ile emir-i müdafaa vücuda getirilmiş ve başlıca mevkii Riyon nehrinin mensubunda kain Poti mevkii ile Novorossiysk askeri limanından ibaret bulunmuştur.

     – mabadı var –

İDMAN SÜTUNLARI

     Asrı ahirin mevlüdatı (çağdaş) fenniyesinden biri olan terbiyeyi bedeniyenin her yerde mazhar olduğu hüsnü kabul muhitimizde – maalesef – bundan evvel hiç görülmezken evvelki seneden başlayan bir hayat fi’lane geçen sene daha vasi bir ihataya malik olarak terbiyeyi bedeniyenin az çok teammimine (yaygınlaşma) sebep oldu. Güçler, idman yurtları, terbiyeyi bedeniye kulüpleri teşekkülü için, küme küme gençler birleştiler. İzcilik, keşşaflık gibi canlı şekiller de alan şu mesai pek kıymetli ve ehemmiyetli idi. Bu mesainin daha ziyade semeredar olmasını temin eden bir de mecmua neşir olundu. Fakat esef ki, idman ismindeki bu kıymetli gazete ahvali harbiye dolayısıyla tatili neşriyata mecbur oldu.

     Gençlik vazifeyi askeriyesini ifa için serhadde koştuğu gibi nerede olursa olsun metaneti bedeniyesini muhafaza için çalışmalı, uğraşmalı, koşmalı, sıçramalıdır.

     Bugün bir hakikat mahz (halis) haline gelen bu lüzumu irtibat için geçen seneler mecbur ihzarı olduğumuz delaile (kanıt) artık müracaat etmek istemeyiz. Çünkü küçük büyük herkes terbiyeyi bedeniyenin terbiyeyi medeniye eczayı müşkülesinden olduğu kanaatini yavaş yavaş kazanıyor. Şahidi olduğumuz harbi hazırda sağlam bünyeye malik olanların muvaffakiyetini; Almanların zaferlerini; Genç ihtiyar bu çalışmış vücutların Ruslar gibi sefil büyüyen bir kavme karşı ibraz ettikleri galebeyi bu babda delil olarak gösterebiliriz.

     Elhasıl mekteplere fen şeklinde giren – bizdeki – bu yeni unsuru hayat ihmal edilir şeylerden değildir. Hepimizin muhtaç olduğumuz bir iksirdir. Bu ihtiyacın şiddeti karşısında terbiyeyi bedeniye âleminin lisansız ve sessiz kalması elbette muvaffak olamazdı. Gençlik mümkün mertebe hem mesleğinin mesaiyesini işitmeli ve görmeliydi. Birbirinden bihaber bir halde kalması tecviz (uygun görme) edilemezdi. İşte şu haldir ki; Mecmuamıza “idman sütunları” ismi altında bir kısmı mahsus ilavesini ve burada muhtasaran (kısaca) idman ve terbiyeyi bedeniyeden bahis niyetimizi mucip oldu.

     İdman sütunlarımızın muhteviyatı bir de az çok mevcut olan, Futbol, bisiklet, koşu, güreş, atlama, sıçrama ve envaı cündilik (binicilik), denizcilik, izcilik, boks gibi idmanın bütün şuûbetine (güçlük) ve sa’y nispetinde temas etmekle beraber başlangıcında bulunduğumuz bu fennin ilmi bir şekilde, doğru olarak takibi içinde (fenni terbiyeyi bedeniye)ye ziyade ehemmiyet vereceğiz. Zevk için takip edilen her hangi bir sporun ne şekilde yapılması faydalı; Nasıl icrası muzur olduğunu derç edeceğiz. Tarihi milliyemizde idmanın ne gibi bir mevki sahibi olduğunu gösterir yazılarımızda bir kısım mühim teşkil edecektir.

     Bu ilmi mübahaseden (tartışma) maada bir de mevcut idman kulüplerinin semeratı mesaileri, yapılan müsabakaların netayici de arz olunacağı gibi – mevsim nihayetine kadar – her hafta futbol müsabakalarının tenkidatı yazılacaktır.

     İleride tevsii hizmet kastında bulunan mecmua ifa edeceği bu yeni vazifesinde bütün idmancıların yan yana ve el ele kendisine yardıma koşacaklarını ve gerek münderecata muavenet gerekse mecmuaya fazla karî bulmak suretiyle esasatı terbiyenin tamimine gayret edeceklerini kaviyyen ümit etmektedir.

     Kulüplerimizin, yurtlarımızın, birliklerimizin mehr resmileriyle gelen ve sırf idman esasatına müteallik olan yazılar her zaman sütunlarımızda yer bulurlar.   Karilerimizin imzayı zatileri ile gönderecekleri yine bu mübahase ait makalatın derci hususunda mecmua hakkı ihtiyarını arz eylemekle beraber bu gibi yazıların aynen neşri halinde tenkidatını da zil edeceğini beyan eyler.

     Kabayıhından (çirkin söz) ne derece uzaklaşmak lazımsa kazailini o rütbe istical ile tetebbu ve kabul etmemiz iktiza eden garp, bu gün harbi umumi gibi bir emri azim ile meşgul olmasaydı, oraların idman hayatı ve vukuatını nakil eylemekte isterdik. Fakat bu imkânsızlık bizi yalnız muhitimizin vakayı ile iştigalde muztarr (çaresiz) bırakıyor.

     Sütunlarımızda görülecek yazılar mülkümüzde mevcut erbabı ihtisasa ait olacağı gibi edilecek istifadenin kabil olduğu kadar tevsi hususunda mecmua her türlü fedakârlığı da göze almıştır.

     Zaten sevk menfaatle değil bir cemiyeti milliyenin lisanı beyanı olarak fikir hizmetiyle neşir edilmekte olan Donanma Mecmuası bu mesaisinde de muvaffak bil hayır olmasını Cenabı Haktan niyaz eyler ve emniyetle ümit eyler ki; hizmeti, millet nezdinde bu sefer de mergub (sevilen) olacaktır.

     B.

ŞARKTA İDMAN

     Pek çok şeylerde şark daima garb’tan evvel gelmiş, pek çok şeyleri garp şarktan almıştır. Tarih bile şarktan başlıyor. Medeniyetin seyrini takip ederek garba gidiyor.

     O halde idman hususunda da takdim şarkın nasibidir. Her ne zaman jimnastiğin evveliyatından bahis edilse Yunan kadim, bu hususta ilk mevcut ve keşşaf olarak fikre tebâdür (hatırlama) etmemek mümkün olamıyor. Hâlbuki âlem-i vücutta onlardan daha evvel gelip geçenler, medeniyet sahipleri var. Hint, Asur, Babil, hele terbiyeyi bedeniyeyi terbiyeyi etfal programına ithal eden Mısır ve İran, hakkı takdimde Yunan kadime hissi iştirak bırakmazlar. Olimpiyat mahsusasından olan “Qurs – Disque” bile Brahma Teslisinin bir rüknü (esası) olan Vişnu’nun alameti mahsusasıdır.

     Sahil Yunaniyede teşkil ettikleri müstemlekelerle bütün sanayii, ilimi Yunanistan’a neşir eden Mısıriler, pek muhtemeldir ki, idman zevkini de onlara tattırmış olsunlar. Mademki asarı kadimde her millet ancak harbe hazır durmak için idmanın lüzumunu his etmiş ve ehemmiyeti içtimaiye ve sıhhiyesini bil tedriç anlamıştır. O halde evvel gelenin sonra gelenden evvel bu lüzumu his etmiş olması tabiidir.

     Yalnız kabili inkâr olmayan bir cihet var. Yunaniler bilahare jimnastiğe pek büyük bir mevki vermişler ve olimpiyat, name, istem oyunları gibi mektub olan vakayı mühimme vasıtasıyla her tarafa neşir etmişler. Jimnastiğe şarktakinden daha ziyade bir şekli sahi ve tabii de vermişler.

     Mehaza şark mahsusatından olan idmanların bir kısmı yine şarkta ve elan şarkta kalmıştır. Gerçi bunlar intişar etmemiş değil. Fakat gittikleri yerlerde şarklılıklarını kayıp etmişler, o letafeti o kisveyi yurtlarında bırakmışlar.

     Bu meyanda lobut, gürz ve şinav talimleriyle aletsiz harekâtı bedeniye serileri tadat olunabilir. Lobut, Gürz, şinav kelimelerinin şark mahsulü olduğu defaten anlaşılıyor. Bu kelimeler garp kelimelerinin tercümesi değildir. Öyle bir şey his edilmiyor. Hatta şınav’ın garp lisanlarında mukabili bile yoktur. Yunan İlahlarından meşhur Herkül’ün lobutla yapılan resmi ötede beride görülüyor. Fakat ancak bu kadarda kalmıştır. Olimpiyat veya sair oyunlarda lobuta müteallik tarihi bir şey kayıt etmediği gibi esasen lobut da Hint ilahlarından Vişnu’nun alameti mahsusası meyanındadır.

     Bizim mal-i meşruumuz olan bu şeyler şimdiye kadar içimizden hiçbir müdekkikin (araştırmacı) nazarı dikkatini celb etmemiş ve bu hususta belki bir satır bile yazılmamıştır. Ne garp, biz bunları bile Avrupa asarında görüyoruz ve oradan aldığımızla kalıyoruz.

     Kurûn (çağlar) evveliye den bu günkülere irsen intikal eden bu talimleri Avrupalılar da aziz ve amik tetkik edip öğrenmemişler. Eserlerinden belli Avrupalıların yaptıkları lobut talimleri gayet mahdut ve seyri dar birkaç hareketten ibarettir. Şinavın da ancak bir türlüsünü bilirler. Zamanımızdaki Türk pehlivanları şınavın birkaç türlüsünü yaparlar ki bunlar ne Avrupa da görmüş ne kitapta okumuştur.

     Henüz Bağdat taraflarında tarihi tesislerini bilmediğim Zûr-hâne’ler (spor salonu) mevcuttur. Bunlar adeta birer tekyedir (dayanma). Nakkare zenleri, Zakirleri, şeyhleri vardır. Zemini zift döşeli ve pek vasi olmayan bu mahallerde sırf harekâtı bedeniye, lobut, şinav ve kılıç kalkan oyunları yapılır. Fakat bu talimler bizim bildiğimiz gibi münferit, ahenkleri gayri muttarit (sıralı) şeyler değildir.

     Bir sene mukaddem bizzat müşahede eden bir zat diyor ki:

     <<evvela kademelerin vurduğu tempo dairesinde bacak harekâtından bilâ betdar bütün harekâtı bedeniye şınavın bütün envai dâhil olduğu halde, müdavimin hep beraber olarak gayet muntazam ve ahenkdar bir surette icra edilir. Kısa bir istirahatten sonra yine kademelerle, tegannilerle, bir birine merbut (bağlı) ve seyirleri gayet geniş pek geniş pek mütenevvi lobut talimleri yapılır.  Şehrimizde böyle bir heyet görülmediği için bundaki cazip manzarayı ihtisası olmayanlar hakkıyla ihata edemezler. Mamafih böyle bir heyette ancak öyle zor-hanelerde yetişir.

     Müdavimin buralara sabah ve akşam muntazaman gelirler. İdmanlarını yaparlar. Her bir dersin imtidadı iki saate karib imiş. Demek yevmiye üç saat kadar idmanla iştigal ediyorlar. Fenne pek muvafık olmayan bu müddet birden bire insanı tedhiş ediyor. Çünkü üç saat sohbetle imrar edilmiyor. Mütemadi bir sa’iyle geçiyor. Kuvayı bedeniye yi böyle bol bol sarf edişlerine bakılırsa az zamanda bitap-ü tüvân (güçsüz) kalacakları zan edilir. Fakat müşahadet aksini gösteriyor. 12, 13 sene mukaddem İskenderun gümrüğünde semereli (Bağdat vilayeti dâhilinde) yirmi yedi tane hamal vardı ki bunların her biri 580 ila 600 kilo sıkletinde balyaları rıhtımdan gümrük ambarına kadar getirir ve o yük ile bir de merdiven çıkarak balyayı ambara atardı. Bu suretle fazla vinç işletmeğe hacet kalmadığından kendileri ücretlerini biraz fazla alırlardı. Bazen balyanın üstüne arkadaşlarından birisi de çıkar ve orada oynamağa hora tepmeğe başlar. Alttaki ahenkdar adımlarıyla yoluna devam ederdi. Bu müthiş kuvvet ve tahammül cidden hayretlere sezadır. Öyle zan ederim ki sırtında bin kilo yükü tutabildiği rivayet edilen ve daha sair Avrupa’nın kuvvetli adamları bu tahammül fersa sıkletin altında la-şık ezilirler. Bu derece mevzii kuvvete (Force statique) malik olduklarından çeviklikleri pek yolunda olmamak icap ederken kılıç kalkandaki maharetleri, onun da lüzumu kadar mevcut olduğunu gösteriyor.

     Bu adamlar, ihtimal verilebileceği gibi yaşamıyorlar. Hayatları otağda ve yerin mevcudiyet, iri ve müsennem adelatıyla bizlerden ziyade işine devam ediyor. Yalnız boyları çok yüksek değil, orda boydan biraz fazladır.

     Mamafih bu kudrete öyle doğan, öyle büyüyen insanlar malik olabilir. Her isteyen, istediği gibi olamaz. Olabileceği gibi olur.

     Şarkın hercümerç devirlerinde temel kuran Osmanlılar da her kavim gibi talimleri lazımı harp olarak icra etmiş, kuvvetli muharipler gürz, şeş-per(altı kanatlı topuz), kılıç, kalkan kullanmıştır. Yıldırım, Niğbolu harbinde gürzle cephedar oldu. Ankara muharebesinde bizzat gürz kullandı.

     İstanbul fethinden sonra şehirde icra edilen kılıç, cirit ve lobut oyunları pek caridir. Gülhane Meydanı bu oyunların merkezi imiş. Bir zirai dört parmak tuluunda, dört parmak kutrundaki lobutu hayvanlarını hızlandırarak şiddetle yere çarparlar ve yere vurulan lobut darbın şiddetinden havaya sıçrayarak meydanda bulunan uzun servilerin üzerinden aşarmış. Bu dehşetli kolun çalacağı kılıç acaba neyi kesmez!

     Padişahlar bilhassa lobut oyununu takdir ederler ve oyun zamanları saraydan donanmış bir at gönderirler, lobutunu yere vurduktan sonra serviyi aşırana ihsan ederlermiş. Çevikliğin, şiddetin, bu derecesine hayran olmamak kabil mi? Bu hünerin kıymetini anlamak için elastikiyeti mükemmel olan bir bilardo yuvarlağını yere vurup lastik top gibi tavana çarptırmağa bir defacık çalışmak kâfidir. O kahramanların lobutları fildişi gibi elastiki maddeden de değil ağaçtan yapılırdı.

     Lobut, cirit ve kılıçtaki mahareti ikmal ettiği gibi eslihayı nariyenin (ateşli silah) katından dolayı muhasaralarda yüksek kale duvarlarını da böylece aşırarak tahribat icra edilirmiş.

     Ecdat, zamanın ihtiyacına göre çalışmış bize şanlı bir tarih, mefahir (öğünülecek) bırakmış. Hiç şüphe etmem ki babalarımız cirit ve mızraklarını bu günkü Olimpiyat müsabakalarının fazla uzaklara düşürürlerdi. Onlar sırf askerlik noktayı nazarından çalışmışlar, sahisine, tabiisine itina etmekte bizim hissemize düşüyor.

Terbiyeyi bedenîye muallimi

Ali Seyfi

0486_0035-83_Page_21İstanbul futbol birliği kulüplerinden Anadolu ve Süleymaniye takımları ( göğsü markalılar Anadolululardır.)

İSTANBUL KUVVET BİRLİĞİ MÜSABAKALARI

     Bu seneki İstanbul Kuvvet Birliği müsabakalarının birinci kısmı geçen hafta hitam buldu. Birlik kitabetinden aldığımız netayice nazaran müsabakaya iştirak eden muhtelif takımların kazandıkları puanlar bir veçhe atide:

Galata Saray   10

Anadolu              10

İdman Yurdu      6

Altın Ordu             6

Süleymaniye         6

     Hadd-i gaye (hedef) 12 puan olduğuna göre Galata Saray yalnız Süleymaniye ye mağlup olduğu, diğer takımlara ihrazı galebe eylediği için 10 puan kazanmıştır. Anadolu kulübü her ne kadar Galata Saray’dan maada Altın Ordu ile icra ettiği müsabakada dahi mağlup olmuşsa da Altın Ordu takımında ismi birlik heyetine verilmemiş bir oyuncu bulunduğu için, nizamnameyi mahsusuna tevfikan Anadolu galip addedilmiştir. Anadolu, Süleymaniye ile İdman Yurduna icrayı galebe eylediğinden bu suretle 10 puan kazanmıştır. İdman Yurdu her ne kadar bütün müsabakaları kayıp etmiş ise de Süleymaniye kulübüyle icra ettiği oyunda Süleymaniyeliler arasında Galata Saray’dan bir oyuncunun bulunması puanları İdman Yurduna kazandırmıştır.

     Altın Ordu yalnız Galata Saraya mağlup olmuş, Süleymaniye ile berabere kalmış, diğerlerine galebe etmiştir. Fakat Anadolu kulübüyle yaptığı müsabakayı, yukarıda izah ettiğimiz sebepten dolayı kayıp eylemiş addolunduğundan, yalnız altı puan sahibi olmuştur.

     Süleymaniye takımı Anadolu’ya mağlup olmuş, Altın Ordu ile berabere kalmış, Galata Sarayla İdman Yurdunu yenmiş ise de, İdman Yurdu müsabakasını kayıp etmiş addedildiğinden ancak altı puan alabilmiştir.

     Takımları aldıkları puanlara göre değil meydanı müsabakadaki galebelerine nazaran bir sıraya koyarsak atideki netayici elde etmiş oluruz. Galata Saray 3 defa galip 1 defa mağlup, Altın Ordu 2 defa galip 1 defa berabere, 1 defa mağlup, Anadolu 2 defa galip, 2 defa mağlup, İdman Yurdu ise 4 defa mağlup. İlk müsabakaların icrasına başlanıldığı zaman Galata Sarayın Anadolu’yu 14 sayı ile Süleymaniye’nin İdman Yurdunu 9 sayı ile mağlup etmesi kulüpler arasında kuvvetçe pek çok farklar bulunduğu ve binaenaleyh müsabakaların tamamen gayri müsavi iktidar ve maharette takımlar arasında cereyan edeceği zehabını hâsıl etmişti. Hâlbuki öyle olmadı. Bazı kulüpler kemali gayret ve faaliyetle çalışarak idman ve maharetlerini artırdılar. İlk müsabakalardaki nispetsizlik pek çok azaldı. Bu cümleden olarak İdman Yurdu Anadolu’ya ancak iki sayı ile mağlup olduğu gibi Süleymaniye de dörde karşı bir sayı fazlasıyla Galata Saraya galebe etti. Son zamanlarda elde edilen netayiç, seferberlik ve harp münasebetiyle birçok gençlerin silahaltına çağırılmış bulunmasına rağmen kulüplerimizin yeni oyuncular yetiştirmeğe ve mevcut oyuncuların maharet ve iktidarlarını artırmağa muvaffak olduklarına delalet eder.

     Ekseriyet azimesi kendi yetiştirdiği oyunculardan mürekkeb bir takımla meydanı müsabakaya atılan ve uğradığı mağlubiyetlere rağmen sa’ylarında devam eden genç İdman Yurdu cidden şayanı takdirdir. Çünkü kulüp teşkilinden maksat ve gaye idmancı yetiştirmek olup muhtelif kulüplerden yetişmiş oyuncuları toplamak suretiyle yalnız kendi kuvvetleriyle meydana çıkan takımları yenmek değildir. Binaenaleyh en çok şayanı takdir olan kulüpler en ziyade kendi yetiştirdikleri anasır ile meydanı müsabakaya çıkanlardır. Yalnız galebe hırsını takip ve bu maksada vusul için her vasıtayı mubah addetmek idmancılığın; vücudu, dimağı ve ahlakı sağlam insanlar yetiştirmekten ibaret olan kibar ve neziye gayesiyle katiyen kabili telif değildir. Fikri muzafferiyet elbette en büyük sayiki terakkiyedir. Fakat bu, bir sa’yi medid zati mukabilinde kazanılmalıdır ki memduh ve makul olabilsin.

     Geçen müsabakaların müddeti devamınca en ziyade asarı terakki gösterenler Süleymaniyeliler olmuştur. İlk haftalarda iki sayıya karşı üç sayı ile Anadolu’ya mağlup olan bu kulüp son haftalarda Altın Ordu ile berabere kaldığı gibi Galata Saraya da galebe etmiştir. Süleymaniye İstanbul’un kuvvetli takımlarından biri olmağa namzettir.

     Bazı takımların en iyi oyuncuları ihtiyat zabiti namzedi sıfatıyla vazifeyi vataniyelerini ifaya hazırlanmakta oldukları cihetle bu idmancılar futbol mevsiminin hitamına kadar İstanbul’da kaldıkları taktirde müsabakaların ikinci kısmı şüphesiz ki daha iyi ve daha hararetli olacaktır.

Abidin Daver

BÜYÜK ALEV

onları suların üzerinde, gözleriyle takip etti. Sonra başını göğsünün üzerine ittirdi. Şimdi gözlerine yakıcı göz yaşları hücum ediyordu. Biraz ileride, büyük kanala girdiler. Bu: <<Dursduru>>nun altı kısmından biri idi ki; burada kanalın daha tantanalı bir parkasına tesadüf ettiler. Bu diğerleri gibi tekmil siyah idi. Fakat bunlar da piyasadaki gondolların cazip zarafeti yoktu. Pruvasındaki o parlak kırmızılık da yoktu. Daha vasi, daha düz, suyun üzerinde, bi intizam yuvarlanıyor gibi gidiyor. İki gondolcu, alelade gondolcular yerine, köylü ile gemici bininde bir kıyafet, alelade şapka yerine, bir siyah caket, bir siyah kokarda ile mechuz bir silindir şapka giyiyorlardı. Bu gondol, açık bir kapının önünde durdu. Ve kapının altında iki üç kadın vardı.    

 Grasia, ayağa kalkarak gondolcuya sordu;

  • Şu gondol nedir?
  • Efendim o, ölü gondoludur. Onlar da mezarcılar.

Ferrante, bu fena günün mahareşliğini izaleye çalışan bir tatlılıkla, sükutu fet ederek:

  • Grasia, gidelim, uzağa gidelim. Dedi

Fakat Grasia, bir huşunetle cevap vererek:

  • Hayır, hayır, görmek istiyorum. Göndolcu, bir parça dur.

     Ferrante; başını sallayarak, kemali melayımetle:

  • Azizim gitmek daha iyidir. Gitmek daha iyi.

Grasia, ona doğrudan doğruya cevap vermedi. Ayakta, sağ taraf küpeştesine dayanarak, içerisinden matemi fısıltılar gelen siyah kapıyı, hiç gözünü ayırmadan bakıyor ve kendi kendine söylüyordu:

  • Bu ölüyü görmek istiyorum.

Ve onun ruhu, arzuvi ıztırap ile titreyen manyetizmalı bir kuvvetle mücehhez görünüyordu. Kapının içinde bir hareket oldu. Ve bir küçük, erkek ve kadın kalabalık arasında iki diğer mezarcı, bir tabut zuhur etti. Birinci kattaki pencerelerden birinin arkasından, yeis engiz bir hıçkırık duyuldu. Muhtelic bir el, pencerenin pancurunu açmağa çalışırken, diğer bazıları, onu kapalı tutmağa muvaffak oldular. Birisi, cenaze gondoluna kadar gelmiş, görmek istiyordu. Ve o, yukarıda pencereyi açmak istiyerek, cenvengar hıçkırıklarla inleyen, muhakkak, o çocuğun annesi idi.

     Mezar gondolcuları, bir mümareseyi mutade ile, bir harekatı aniye içinde, küçük tabutu gondolun kilisesi içine indirerek, kuru bir darbe ile kapısını kapadılar. Şimdi onun içinde. Küçük ölü. Yalnızdı. Kilisenin dört tarafı, fakir ve krizantem taçlarıyla dolu idi ki: bunları mezarlara, sükûnetle ağlayan bir çocuk getirmişti.  

     Grasia , düşer gibi oturarak, asi bir istihal , gondolcuya bağırdı:

  • Gidelim, çabuk gidelim, çabuk.

Ve bir anda, cenaze gondolu ile aynı yol üzerinde bulunmak mecburiyetinde müthiş bir korku duydu. Başını arkasına hiç çevirmeyerek uzaklaşırken, ilave ediyordu.

  • Çabuk çabuk.
  • Omuzlarından hıçkıran şahsiyetinin arkasında kıskançlık, daha kuvvetli ve daha

yüksek idi. Cenaze barakası hareket etmişti. Fakat o kadar yavaş ki. Grasia ve Ferrante’nin gondolu, onu görmeyecek bir noktaya pek çabuk vasıl oldular. Hayli gittikten sonra, yalnız o vakit, Grasia dönerek Ferranteye bakınca, onu o kadar mütegayyir, o kadar sararmış buldu ki; Korktu ve acıdı. Nefiz bir sürati intikal dakikasından sonra, onun bais tavrı ne olduğuna hüküm etti. Ve yavaş bir sesle sordu;

  • Kendi oğlunu mu düşünüyorsun?
  • Ah… bu defa, artık bu defa inkar edebilmeğe cesareti yoktu. Evet. Dedi. Gayet

Basit bir evet, başka hiçbir kelime, ve Grasia galiba bitmiş bir şahıs hareketiyle kollarını açarak, aynen hayatı bir kerede hicran içinde boğulmağa terk etti.

     Böyle iken, akşam olunca, tabiatının iyiliğine, ve ulvi cenabına itaat ederek, Grasia, onun yanına, büyük salonun sukun bar dende dinlenen Ferrante’nin

Mabadı var

<<Türk edebiyatının tarihi>> derslerinden;

NEDİM

     On ikinci asır Türklerinin hayatını, o devredeki İstanbul hayatından ibaret zan etmek ve İstanbul hayatını saray hayatıyla hem ahenk tanımak yalnız eski tarihlerimize ait bir hata olarak kalmalıdır. Nedim için <<bu asrı terennüm etmiştir>> hükmünü verenlerin pek çok aldandıklarını zan ediyorum. Nedim on ikinci asır Türklerinin değil, tüm İstanbul’un da değil, sade üçüncü sultan Ahmet sarayının ve teferruatının şairidir.

     Zaten Ahmet Paşadan itibaren Acem edebiyatını taklit ettiğimiz bütün bir edebi devrede böyle olmuştur. Divanlarımızı tetkik ediniz. Şair pek hassas ise kendi ruhunu terennüm edebilmiştir. Fakat tabiat ve hayat namına bir şey görmüştür. Girizgâhlar sarayların, padişahların, vezirlerin bütün bunlara ait şeylerin medh ve senası için yalnız bir vasıta, ismi gibi bir girizgâhıdır. Bizim eski edebiyatımız, hiç şüphe yok hayat ve tabiat edebiyatı değil, yalnız saray edebiyatıdır.

     Nedimde böyle yapmıştır. Mini mini divanını açınız. Yalnız sarayları ve şairin saraylarda gıdalanan ruhunu görürsünüz. Bu noktadan şu küçük divan, mesela; Raşid ve Küçük Çelebizade Asım Efendilerin tarihlerinden daha mühim bir vesikadır, inanırım. Fakat Nedimin terennümleriyle bütün on ikinci asır Türklerini değil, hatta bütün İstanbul’u anlayamayız. Hemen her devrede halk, saraydan çok ayrı ve çok başka yaşamıştır.

     Saray hayatı dâhili harici bitmez tükenmez gürültülerle epeyce bozulduktan sonra biraz da asudelik istemiş, işte şair Nedim Efendi:

         Çeküb vüsâdeyi kıldım küllâh-ı koşeyi zamm

         Dedi ki vakit bu ruhiyyeti tebliğ ediyor.

     Şu beyti de okuyunuz:

               Zehî himmet ki koymuş nev bâhârı suret-i kasr-a

               Zehr-i sanat şebâb-ı ayamen etmiş âb-u veş icra

     İstanbul halkı şüphesiz bu sükûn ve huzurdan büs bütün uzak kalmamıştır. Bunu gören Nedim <<cihan yekpare nurani>> diyor. Şimdi Kâğıthane dediğimiz Sa’d-abad’ı:

         Dök zülfü sihkârın o ruhsâre-i âle

           Simvini kaplat bûsene kırmızı şâle

           Al deste eğer lâle bulunmazsa piyale

         Ver hükmünü ey serveran-ı köhne bahârın

     Şarkısı doldurmuş. Mamafih yine şüphe yok ki İstanbul hayatı yalnız Sa’d-abad’ta haftada birkaç saat yaşanılan zevklerden ibaret değildi. Saray ve halk hayatlarındaki ikiliği Nedim bile anlamıştır. Şu altı mısraını dikkatli okuyunuz:

     EY ÂLEMİ MİŞÂLİN SİYAH HOŞ YÂRİ

     HİÇ KASR SÛRETİNDE GÖRDÜNMÜ NEV BAHÂRI

   OL DENLİÜ SAYESİNDE FEYZÜ NEŞAT VER KİM

     OLSAYDI GER ZAMANIN ASÂYİŞ-İ VEKÂRI

     DERDİM-Kİ GELMİŞ ANDA TARH-I İKÂMET ETMÎŞ

     CEMŞİYD-İ KÂMKÂRIN EYYÂM-I HOŞ KÂRI

     Bu hakikati uzun uzadıya ispata kalkışmağa esasen hacet yok.   Birkaç zaman sonra 1143 ihtilali halkın başka zihniyette olduğunu göstermiyor mu?

     Nedim bir aşk şairidir. Fakat Fuzuli’ye benzemez, bu benzemeyişi iki noktadan izah edebiliriz;

Fuzuli’nin aşkı <platonik>, lahutidir. Hemen her beyti ne derin bir masumiyet izhar eder:

  • GÖKLERE AÇILMASIN ELLER Kİ DAMEN GEDEDİR!
  • ÇEKME DÂMENN NAZ İDÜP ÜFTÂDELERDEN KIL HAZER
  • Bu dindar bir aşıktır.
  • Nedim’in aşkı Sokratik nasutdur. Bunu her beytinde görebiliriz:
  • SAF İKEN ÂYİNE-İ ENDAMDAN SİNEM DERBA’
  • ALMAM BİR KERECİK ÂĞUŞA SER TA PASINI!
  • Onun her şiiri serseri ve çapkındır. Bu ciheti izah edecek iyi bir misal var: Fuzuli bir gazelinde şu beyti yazıyor;

BEN GEDÂ SEN ŞAHÂ KUL OLMAK YOL AMMA NEYLİYEM

ARZU SERKEŞTEY-İ FİKİR MAHAL EYLER BENİ!

Nedim tenzir ettiği bu gazelin bu beytindeki ikinci mısraı tazmin ve şöyle ifade ediyor;

          KÜRDEŞEN GÖRDÜKÇE SÂKÎ-Yİ MÜLÂYİM MEŞREBİN

         ARZU SERKEŞTE-İ FİKRİ MUHAL EYLER BENİ

Bu nokta birincinin tabii bir neticesidir:

Fuzuli’nin aşkı giryandır, ebedidir. Zavallı aşkına son derece sadıktır.

OLSAYDI BENDE Kİ GAMI MECNÛNU MÜBTELADA

KÂŞMÎ KARAR İDERDİ BAŞINDAKİ YUVADA?

Deyişi ne kadar sahih ve samimidir.

Nedim’in nazarında aşk pek fani bir zevktir, hemen bir günlük, geçici bir şeydir.

     BİR ELİNDE GÜL, BİR ELDE CAM GELDİN SÂKİYÂ

     HANGİSİN ALSAM GÜLÜ, YAHUT Kİ CÂM-Î YA SENÎ ?

Der ve meclisi handelerle doldurur, şu beytini de okuyunuz;

              OL PERİ VEŞ AŞIKA RAM OLSA DA MANİ DEĞİL

              GÜNDÜZÜN OLMAZSA AKŞAM OLSADA MANİ DEĞİL

Nedim’in niyazı bile serseri ve çapkındır:

                 BÖYLE SERMEST HARAB ETME NEDİM ZÂRINI,

                    NİM SUN PEYMANEYİ SAAKİ TAMAM ETTİN BENİ!

Hülasa işte Fuzuli ve işte Nedim! Aşk şairi: biri melali, öteki handeyi terennüm etmiştir.

     Nedim’in hayatı hakkındaki felsefesi gayet sarih ve sadedir. Bunu şu beytinde pek güzel okuyoruz;

               PÜR NEYİM NEŞE SAY BU CİHANIN BAHARINI

               BİR SÂİRİ KEŞİDEYE TUT LALEZÂRINI

     Edebi lisan iki şubeye maliktir; kalbi beyan, hayali beyan.

    Birinci şube heyecanın, ihtirasın aletidir. Fuzuli’nin Hamid’in (Abdülhak Hamit Tarhan) eserleri kalbi beyanın en nefis misalleridir. Eski edebiyat kitaplarının nida, iltifat, rücu ilh. Dediği şeyler bu beyanın şekilleridir.

     İkinci şube hayalin aletidir: Nedim’in, Cenab’in (Cenap Şahabettin) eserleri hayali beyanın en mümtaz numuneleridir. Eski edebiyat kitaplarının teşbiye, istiare, mecâz-ı Mürsel dediği şeyler bu beyanın şekilleridir.

     Birinci beyan hassasiyetin aletidir. Şair ikinci beyanda, Süreyya’nın dediği gibi kâfi derece bir zihinle yaratıcı bir muhayyileyi birleştirir.

     Nedim’in eski münekkitleri onu pek haşin tenkit etmişler, ve eserlerinin “Nedim efkâr edilemeyeceğini” söylemişlerdir. Edebiyatın vazifesi bugün artık tayin etmiştir, o güzelliği tamim eder. Öğüt vermez. Nabi’nin Hayriye’si Vehbi’nin Latifesi “Lutfiyye-i Vehbî” işte gözlerimizin önünde duruyor. Her iki eser baştanbaşa ahlak dersi verir. Fakat edebiyatın kapısından içeri giremez.

     Şüphe yok Osmanlı Türklerinin zevk noktasından terbiyelerine Nedim’in eserleri pek çok hizmet etmiştir. Ve bu hizmeti için kâfidir.

     Nedim’in nazımı ne kadar zarif ise, nesiri de o derece nefis ve sadedir. Büyük şeyler ümit edenler <sahayıf ül haber >i tetkik edebilirler. Kısa cümleler. Samimi kelimeler. Sarih ve sade ifadeler.

     Nedim terennüm ettiği güzelliği kendi muhayyilesinde yaratmıştır. İşte:

     YOK BU ŞEHİR İÇRE SENİN VASF ETTİĞİN DİLBER NEDİM

     BİR PERİ SURETİ GÖRÜNMÜŞ, BİR HAYAL OLMUŞ SANA.

Nedim 1143 ihtilalinde damdan düşerek vefat etmiştir.

Ali Canib

Ps: KALBİ BEYAN İLE GELDİN BANA EY RUŞENİ GÜLŞEN

     HAYAL-İ BEYAN MI SANSAYDIM TEMAŞA EDERKEN. (Ali Purtul)

 

 

 

 

0486_0035-83_Page_21

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.