DONANMA MECMUASI 86 / 38 25,Mart,1915 Perşembe
DONANMA MECMUASI 86 / 38 25,Mart,1915 Perşembe
9,Cemazeyılevvel,1333 – 12,Mart,1331 – 25,Mart,1915 – Perşembe.
Ateş dehan toplarımız sahayı harbe giderken
**************************
– boğaz müdafilerine –
Kahramanlar. . İnsanlar doğar, yaşar, ölür. Ölenlerin çoğu unutulur. İsmi unutulmayan, kendi ölmüş iken adı, sanı yaşayanlar milletine, vatanına, insanlara iyilik edenler; büyüklük gösterenlerdir. . . Bugün müdafaasıyla meşgul olduğunuz kalelerin önündeki düşman, yirmi beş milyon Osmanlının üç yüz milyon İslam’ın düşmanıdır.
Ser-haddimize kal’a bizim hakk-ı bedendir.
Ruh-u Namık Kemal şad olsun. Lisanı ateş beyanından bizi ihlafa (yemin) bıraktığı her kelimeyi edebi bir kitap hakikate tekabül (karşılaşma) ediyor. . . Yirminci asır medeniyette sehpayı irtikayı (yükselme)beşeriyeti teşkil eden devletlerden ikisi olduklarını iddia eden İngiltere ve Fransa hükümetlerinin Osmanlılara karşı en ciddi muhâsımeleri (düşman) son defa Çanakkale boğazı önünde vaki oldu. Rusya hükümetinin mühimmat ve levazımı harbiye noksanına çâre-cû (çare arayan) olmak emniyyesiyle başvurulan boğaz, İngiliz ve Fransız donanmaları için ihmal edilemeyecek kadar mühim zayiata sebebiyet verdi. Umumimizin tebliği resmiyelerle (resmi bildiri) peydâ-i ıttıla (boş heves) eylediğimiz veçhile 5,Mart,1331 (18,Mart,1915) de Kaleye hücum eden muhtelit (karışık) donanma, Kalemizin mukabeleyi kahhar-ânesi (yok edici) önünde evvela Fransa’nın S/S Bouvet zırhlısını zayi etmiş, sonra da İngiltere’nin HMS Ocean ve HMS Irresistible zırhlılarını kayıp eylemiştir. Ufak tefek torpido, torpil taharri (arama) gemisi gibi sefainden batan yahut hasar zede olanları dâhili hesap etmeyeceğiz. Çünkü muhacim donanmaya nazaran onların ehemmiyeti yoktur. Ancak nazarı dikkate alacağımız nokta zırhlı ve kruvazör itibariyle olan zayiattır. S/S Bouvet, HMS Ocean, HMS İrresistible zırhlıları hali hazırda “Vahad harb” add olunan dretnot sistemindeki sefaini harbiye ye nazaran modası geçmiş add olunursa da elyevm her hangi devlet donanmasında kadro harici yapılacak dereceden çok yenidir. Batanlardan maada hasar zede olanları da düşünecek olursak yalnız şu birkaç günlük mesaimizle harbi umumideki vazifemizi bi-hakkın (tamamıyla) ifa etmekte olduğumuz anlaşılır. Bu harpte, şimdiye kadar vuku bulan muharebatı bahriyenin hangisinde üç zırhlı gark bir tanesi saf-ı harpten ihraç, bizim ettiğimiz hizmetin, azametini gösterir. . . Yalnız bir nokta var ki; nazarı dikkate arz etmek mecburiyetinde kalıyoruz. Unutulmasın ki: Dünyanın en kuvvetli devletlerinden üçüyle hali harpteyiz. Rusya ile Kafkasya’daki macerayı zaferimiz, İngiltere ve Fransa ile de boğaz medhalindeki (giriş) müsadememiz, bize şeref vermiştir. Ve biz bu şerefe hayat bahasına sahip olduk. Ancak, düşmanlarımızı küçük görmemeliyiz. Onları haiz oldukları kuvâ-yi hakikiye ile görürsek hem müdafaamızda aldanmamış, hem de şerefimizi, kendi elimizle tenkis (eksiltme) etmemiş oluruz. . . Alman Kaiser hazretlerinin dedikleri gibi, kavi bir düşmanla çarpışıyoruz. O da dövüşüyor ve batıyor. Fakat o kuvvet ne kadar büyük olursa olsun karşısındaki bizlerin kuvveti kalbine nispet edilemez. Çelik zırhlar içerisinde hak kı vatanımıza saldıran düşmanı vücudumuzla koruduğumuz vatana sokmamak için yaşıyoruz. Onun için ölürsek ne gam? Mademki, Osmanlıyız. Ve mademki Osmanlılar bir tarihi zafer sahibidir. O tarihin sahâifi ahiresini (son sayfaları) de dibâcesinden (başlangıç) parlak yazdırmak istemezsek eslafın (geçmişler) muvaceheyi maneviye sindeki mevkiimiz ne olur? Fatihler, Süleyman Paşalar, daha neler sedayı ruhanileri ile bizi ta’yib (ayıplama) etmez mi? Etmez. . . Hayır. . . Etmez. Çünkü biz o ta’yibe müstahakı ihlaf olmayacağız. Biz varlığımızı, şanımızı, canımıza ve kanımıza bedel muhafaza edeceğiz. Nedir o şecaat o şehamet? Çanakkale önündeki o kahhâr-âne darbelerimiz? Ondaki sır nedir? Ondaki sır şecaatı Osmaniyenin (Osmanlı yiğitliği) galeyanıdır. Alel husus o galeyan bizde sedayı hâtıfi (gaipten gelen ses)ile teşeddüd (şiddet) olunuyor. Kal’anın kükreyici top tarakalarını duymayan kalem o sedayı hâtıfiyi, oradaki oslan müdafilerle beraber işitiyoruz. Bu layerde mezar azimetinden Namık Kemal bağırıyor. Namık Kemal’in ruhu müdafilerimizin önüne düşmüş bakın ne diyor:
Ser haddimize kal’a bizim, hak bedendir.
Osmanlılarız can veririz nam alırız biz.
İşte o ulvi sedayı hâtıfi ve işte tesiratı. Düşmanın gülleleri toplarımıza, tabiyelerimize tesir etse de kalbimize ve bu sedayı ilhama tesir edebilir mi? Ne mümkün.
(donanma)
Amiral Souchon Paşa hazretleri ve maiyeti erkânı
İSTİKLÂLİ OSMANİ
* * * * *
(Hüseyin Kazım Efendiye) Cenabı alilerini tetkik ettim. Şahsım itibari ile arzı minnet ederim. Çünkü ihtilafı içtihatta(görüş) hasma karşı bundan fazla iltifat mutasavver (düşünülmüş) değildir. Makalenizin heyeti mecmuasında dahi nezaket lisanı ve nezâhat fikri itibari ile hiçbir noksan yoktur. Bu da memleketimizde pek nadir bir hasleti celiledir (yüce huy). Ayrıca calibi tebriktir. Zaten “donanma” minberi muhtereminin bu husustaki talihi yaverdir, gıbtai bahşdır. Şu minnet ve tebrike bir de teessüfü terfik (uyum) etmeğe kendimi mecbur görüyorum. Bundan dolayı cidden müteessir bulunduğuma emniyet buyurunuz. Teessüfüm “donanma” mecmuası gibi bülend bir kürsüden intizar ettiğim muhitte bir cevap göremediğim içindir. Kazım Bey Efendi, Emin olunuz ki dermeyan edeceğim fikir vaatlerimin her birini medeni ilmin dârülfünunları (üniversite) muhitleri gibi merakınız tefekküratı (düşünme) nazarında kuvaidi külliye makamında kabul olunan esaslara müstenid hakikati ilmiye olmak üzere imla ediyorum. Bunun için tecavüz kastı gibi şaibeden (leke), yahut hasmı ilzam (susturma) etmek hodbinliği gibi zaaftan iş bu maruzatın masun olduğuna kanaat buyurunuz. Teessüfümün asıl noktayı istinadı zatı alilerinin milliyet hakkındaki iddianız kısmıdır. Çünkü milliyet bahsini ihata etmek emrinde asabiyet etmiyorsunuz. Bahsimizin üç esası vardır. İstiklal, vesaik, milliyet. Bunları birer birer tetkik edelim. Evvela – istiklali Osmani tarihi. Bu bahsi pek hafif geçmişiniz. “donanma”nın hutbe bahsine iştirak buyurduğunuza bunu hamil ile ika göre bahis ediyorum. Zaten bu bahiste bir sui tefhim (yüceltme) var. Mesulü de kimse değil. Makalemdir. Biz <şimdilik> sözü kaçırılmış, ya mertebeyi atlamış veyahut takririm üzerine imla eden oğlum kardasınız unutmuştur. Mademki yevmi istiklal bugün malum değil, vesika bulunup tayin edinceye kadar beklemek de istenilmiyor ve mutlaka her sene icrayı merasime lüzum görülüyor ise şimdilik şöyle yapılsın yolunda takdiri umumiye havale olunmuş bir nazariye idi. Bundan fazlaya değeri yoktur. Zaten o varakadan maksadım pek güzel tahmin buyurduğunuz üzere o nazariye değil, istitrâd (sırası gelmişken) makamında ilave olunan Türklük ve Osmanlılık bahsinde idi. Saniyen – vesikalar bahsi. Buyurulur ki; <<. . . . Tarihin ruhu vesaiktir. Gerek vesaiki tahririye ve gerek abidat (anıtlar); Ruh tarihtir. Nazariyat ve faraziyat ve bunun üzerine yürütülen muhakemat, el farz itibariyle parlak olsa da keza ufak bir kıymeti bile yoktur. . . .>> Amenna. Nazariyat itibariyle denecek yoktur. Fakat vesaikin ne mertebe ruhu tarih olduğunu tayin etmek müşkülce olsa gerektir. Abidat tabir ettiğiniz âsâr kısmen müstesnadır. Taş ve maden işlemek emrindeki sanat ve maharet vesaiki katiyedir. Çünkü hulus ve hulûl için yahut mahviyyet (tevazu) ve meskenet (yoksulluk) için, hatta içtihat ve itikat için bile sanat ve riyaziyat tağyir (değiştirme) edemez. Lakin o abidelerin üzerlerindeki yazılardan bed’ (başlama) ile yaldızlanmış, ciltlenmiş kitaplara varıncaya kadar bil cümle vesaiki tahririye ye o kadar itimat etmek acaba caiz midir? Size bir misal; Buyurduğunuz gibi <<fitneler, veluleler>> devri hamdolsun kapanmış, nisbi sükûnet husul pezir (meydana gelmek) olmuştur. Şöyle bir sükûnet sırasında muharebeyi ve onun icabı bulunan sansürü yok farz ediniz. Sonra da meclis veya devairi âliyeden birinden memulün gayri bir sedanın sudûrunu (çıkmasını) farz buyurunuz. En sonra öyle bir şaze (kural dışı) hakkında serbestiyi matbuat sayesinde mesela İkdam (girişim), Sabah, Tanin, Tanzimat. . . . Gibi gazetelerin yürütecekleri mütalaalar âlâcasını göz önüne getiriniz. Unutmayınız ki bunların her biri bir asır sonra ele geçince birer <<vesikayı tahririye>> olmuş olur. Hâlbuki gazeteler kısmen doğru havadis almak isteyenlere maruz bir ticaret metaı olmaktan kurtulamaz. Muayyen bir vakıanın binlerce enzarı tenkid ve muaheze (azar) önünde cereyan ettiğine ve doğru olmak üzere ücrete mukabil gazetenin satıldığına rağmen ihtilafı ictihad ve iğtişaşı (anarşi) maddiyatın bu derecelere vardırıldığına bakılırsa, matbuatın yokluğu devrinde guşeyi (köşe) hafâde (gizlilik) pek mahdut ve hasis maksadı şahsiye ye veyahut alakadarların emirlerine tabiaten zabt olunan ve ekseriya eshâbı zamanın teftiş ve tezyinlerinden geçmiş olan vesaik hakkında ne rütbe bir itimad etmek caiz olabileceğini tefekkür buyurunuz. Hatta Selçukilerin sene meselesi bile kati vesika olmayabilir. Çünkü kaime gibi senenin dahi kıymet izafiyesi, itibariyle vardır. Altın parçasına şekli makbul ve kıymeti cariye verebilmek üzere Alaeddin devrine mahsus olan altın, resmen in’izalinden (tek başına kalmak) sonra da isti’mâl olunması ihtimali mevcuttur. Zaten Konya’da ibtida oğlunun sonra da kendisinin sultan ilan edildikleri, fakat bunun yalnız Tebriz’de değil, eski sancak merkezlerinde bile tesiri görülmediği tarihlerde mazbuttur (kayıtlı). Bahis buyurduğunuz vesaikin ehemmiyeti ancak müdekkikin azama göredir. Onlar hakikati bulmağa o sayede çalışabilirler. Lakin müverrihler ve müderrisler vukuatın hakikati asliyesinden ziyade harcı âlem olmuş olan kitleyi nakliyattan müstahric (çıkaran) hükümlere binayı talim ile itfayı vazife ederler. Bu sebeple keşfiyatı cedide Avrupa mekteplerinde tedris olunan Mısır ve Irak’ın tarihlerinin esaslı tebdillerine henüz medar olamamıştır. Bu cihet hesaptan kaçırılmamalı. “Donanma” iki nüsha mukaddem Karaca Hisar’da hutbe okunduğuna dair muteber eslafın (geçmiş) tahriri vesikalarını nakil ediyordu. O vesikalar mesela İdris ve Neşri gibi müdekkiklerin iddialarına değil, nüfus il merde (hakikatte) tevfik edilemiyor. Mesela Âşık Paşa zadenin güya hutbe bahsi münakaşatını ve Osman Gazi’nin hiddetini tasvir eden satırlarını ele alalım. Doğru olmak lazım gelse Osman Gaziyi teçhil (bilgisiz) etmekten gayri bir işe yaramaz. Güya Osman Bey demiş ki; <<. . . . Bu şehri hud kılıcımla aldım. Sultanın bunda ne dahli var kim, ondan izin alam. Ona sultanlık veren Allah bana da hanlık verdi. . . . Eğer bu vilayete ben onlardan önden geldim derse Süleyman Şah ondan hud önden geldi. . . .>> Müverrih iki yüz seneyi mütecaviz bir müddetten beri saltanat eden al Selçuklu sene mukaddem ahlata iltica eden bir aşiret ser gürdesini takdim ettiriyor. Hutbenin mahiyeti ve hikmeti hakkında dahi yine cehil isnadına münasebet veriyor. Kara Osman zadeler Selçukilere has bende olmak ile müftehir idiler. Hatta Selçukilerin sukutundan pek çok sonralarda bile sancak beyliği fermanı münasebeti ile icra olunan merasimi tebcili ye yi (ululama) ifaya devam ettiler. Hazreti Fatih tarafından iki yüz senelik tâ’zim (saygı) kâfi olduğu beyanı ile kaldırıldığı tarihlerde mezkûrdur. Hanlık bahsine gelince. Ezcümle Rum patriğine verilen fermana bakmalı. Hazreti Fatih bile <Muhammed Bey bin Murad Bey> imzasını koymaktan henüz vaz geçmemiş idi. Sancak fermanındaki <<Osman Şah>> tabirine mana bulmak için dahi Orhan Gazi tarafından oğlu Süleyman Paşaya, Sultan ikinci Selim tarafından Şah zade Murad Sultana yazılan namelere müracaat etmeli. Oğlum Süleyman Şah, oğlum Murad Şah görülür. Şah tabirinin manası İran’da Safavilerden sonra katiyet kesb etmiştir. Kâtip Çelebi neşrinin doğru iddiasını yani hutbe için ezanı sultani istihsal etmek üzere bilâ istişare kardeşi oğlu Ak Timur Beyi Konya’ya i’zâm (yollama) ettiğini beyandan sonra Derviş Ahmed Beyin – Aşık Paşa zade – iddiasını da buna terfik (uyum) ederek işi külliyen karıştırıyor. İdris şu pürüzlerin ayıklanmasına medar (vasıta) vermemek ile beraber hatadan salim bir ibare ile vakayı nakil ediyor. Seneyi göstermeksizin hutbenin ezanı sultani ile okunduğunu söylüyor. İlh. . . . Osman Gaziye icra olunan isnadat o muhitte kalmıyor, çoğalıyor. Ertuğrul Beyin iltiması ve istidası ile kışlık ve yazlık barınmak üzere muayyen bir hudut dahilinde bir ocaklık <ihsan> olunduğunu, o ihsanın Osman Bey namına tesisen teceddüd edildiğini – ki birinci fermandır – , bundan dolayı Osman Gazinin arzı minnet ve abidiyet ettiğini unutturuyor. Osman Gazi bir husumeti şahsiye sevkiyle Karaca Hisarı fetih etti. Zaten Konya tarafından tevsii hudut etmeğe mezun idi. Kaçak ahali yerine iskân edecek kabile efradına ve harici milletçilere haneler vermesi de tabii add olunur. Lakin hutbe okunmak meselesi henüz varid olmamış idi. Serhadde ehemmiyet kesb eden ahval münasebeti ile o tarafa sefer eden Sultan Alaeddin Karaca Hisarı kendisine kazandıran Gazinin şanını gördü. Şöhretini tahkik etti, münhal olan Eskişehir sancağını tevcih etmeğe karar verdi. İşte Feridun Beyin mecmuasındaki ikinci ferman, Karaca Hisar fethinden bir sene sonra tevcih olunan, Eskişehir mutasarrıflığı fermanından ve <tabl ve alem. . . .>ler mutasarrıflığa has alameti resmiyeden başka bir şey değildir. Karaca Hisarın fethi “687” dedir. Fermanın tarihi de 688 dir. İmdi, seksen sekiz fermanındaki şu; <<. . . . Münasibi aliye ve meratibi celileyi ehline bi diriğ (esirgemeden) edip her kimisi neyi kabiliyet ve istidadına göre bir murad kılmak babında tehiri terahi (gevşeklik) caiz görmeyip. . . Oba ve ecdadımızla oba ve ecdadı Turandan İran’a Bil Ahlat’tan Yunan’a muhaceret ve muzaheret tarikini muslin tutub sabıka kendilerine yurtluk ve ocaklık verilen yerlere zimmeten canibi şahinşahıdan riayete ahakk ve layık görülüp tuğ . . . Âlem ve tabl ve nakkare tefevvüz ve tahsis kılınıp levayı Eskişehir’den Yeni şehre varınca hatayı beyd ve nevâhisi (nahiye) ile mecmuu bir sancaklık yer itibariyle saadet mend müşarünileyhe taklid edip buyurdum ki. . . . Şer’i mutemellik (yalvaran) umuru kuzat ile fazıl edip ve siyasete muvaffak olanı bila tevkif yerine getirip. . . Ve taifeyi sipahiye vazife ve ihsanı ebvâbın (kapı) küşad edip efrad ve neferiyetten müctenib ola. . . Ve rüsumu arifiyesini defterlerle tayin olunan kimsene mani etmeye ve onlardan fazla bir hibe nahak yere almak cevaz göstermeye ve mal ganimetten hams şeri ihraç ve piyade ve süvari istihkakları tevzi edile ve cevahir mütekaddeme ve Akmeşe’yi mütenevviadan (değişik) layıkı ihtişamı saltanat olanı Galman ve civarı mergube (beğenilmiş) bir le cenabı saltanat maibime revan eyleye. . . .>> O emrini muhtevi olan fermanı sultaniye. <<seddi seniyye hazret Hüdavendigar terabına arzı bendi kadimi budur ki. . . O meram ki devletli padişahın hayır duaları refik tarikimiz olup . . . Ferman padişahımızındır. . . . >> Asarı inkıyadı ile mukabele eden Osman Gaziye bir sene evvel mezkûr serkeşliği isnad etmek ne demek olacağı tahmin buyurulsun. Bunun için Karaca Hisar hutbesi meselesi bertaraf edilmelidir fikrindeyim. Gelelim şimdi asıl zatı alilerine has olan cevaba, yani milleti Osmaniye bahsine. Mabadı gelecek nüshada. Ebu el Faruk Murad. Cevabımız: Murad Bey Efendi Üstadımızın makalesi hasbel tealik mecmua idaresince tarafı acizaneme tebliğ edildi. İltifatlarına ayrıca teşekkürler ederim. Bu memlekette her bahsin başlangıcında, mübahasatı sairenin alüdeyi sütüm (küfür) olduğundan şikâyet bade mümkün mertebe ibrazı nezahet olunur. Bahis kızıştıkça, kafalar kızar. Nihayet işin müptedası, müntehasına uymaz. İnşallah bu bahis, o siyaheyi kadimeyi tahrire müstesna teşkil eder. Murad Bey Efendi cevabı alilerini iki kısma ayırmışlar, kısmı evvelini, irsal buyurduktan sonra, kısmı sanisini de göndermişlerdir. Kısmı evveline ait cevabı gelecek nüshaya yetiştirmeğe çalışıyorum. Kısmı saniye gelince, kendilerinin pek güzel tahminleri veçhe ile mecmuaya derç etmekte şimdilik mazuruz. Mazuriyetimizi, müşarünileyhe gibi umur dide bir zatı irfan takdir buyuracaklarına eminiz. Mamafih eğer risale şeklinde tab ettirmek arzusunda iseler o kısma ait cevabımızı da yazarız. Birlikte ve bir şekil matbuada muhakemeyi umuma takdim olunur. Ve bu suretle içtihatları muhtelif iki müahasen adap mevzuu dâhilinde müdaveleyi efkârı mümkün olabildiği anlaşılır. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, Murad Bey Efendi bir müverrih ve bir tarih muallimi olmasalardı, bu derece tarih aleyhtarı olmalarına teaccüb etmezdik. Bedbinen felsefe ve ya rebiyün münkarin şeklinde, tehzib (düzeltme) tarihiyeyi inkâr ettiklerine kail olamadığımız için bizzat binayı tarihi esasından hadim edecek suretteki beyanatı aliyelerini ilzamı hasım (buradaki hasım tabiri olmasa elbette efradkarane telakki edilmez. Kafiyeyi manaya feda edenlerden olmamakla beraber mübahasetı edebiyyede yadiğarı islaf olan şu tabiri kullanmaktan maniyi nefs edemedik.) vadisinde bir efrad milletiz mana telakki etmekte mazuruz. Tekrar, beyanı ihtiram ederim efendim. Hüseyin Kazım
Turgut Reis zırhlısında: Bir hatıra.
KÂBUS
– 1 –
Dün gece göklerde bir korku vardı;
Yıldızlar, perişan, imdat arardı.
Bir siyah fırtına . . . . Bulutlar çılgın!
Uzaklar semaya daha çok yakın.
Karanlık dalgalar akın ederdi
Yakınlar, dehşetle, zir ü zeberdi.
Toprağın göğsünde boğuk sayhalar!
Derinden derine <adım> sayıklar.
Ölümle sarhoştu bütün kâinat;
Vahşetin sakisi olmuştu hayat. . .
– 2 –
Birden bire uyandım,
Beynimdeki zelzeleler beni birden uyandırdı.
Benliğimden utandım;
Bu gördüğüm rüya beni benliğimden utandırdı.
Titriyordum, sinirlerim sarsılıyor, kopuyordu.
Ah o buhran, o kasırga beni, bilsek nasıl yordu.
Gönül hazin, sesim kısık, dudaklarım tutuşarak
İnliyordum, <büyük tanrı, şu zavallı yurduma bak!
Şu zavallı yurda bak ki, felaketler iklimidir.
Türk adıyla yarattığın senin kulun değil midir?
————————————-
Uzaklardan uzaklara ışıkların teranesi,
Varlığıma sükûn verdi horozların titrek sesi,
Mukaddes bir nesim uçtu bütün şehrin üzerinden. . .
Henüz müphem, sevimli bir yeni hayat ürperirken
Mütevekkil sokaklarda karanlıklar soluyordu;
Ve yüksekler bir aleyhe zemzemeyle doluyordu.
Allah büyüktür!
Allah büyüktür!
Vatanda okundu sabah ezanı
Sardı bir teselli bütün vatanı.
25,Şubat,1330
Enis Behiç
Ali Suavi
Fotoğrafı huzurunda
İllah müntekimin nazarı celaletidir
O yıldırım ki yanar dideyi Suavi’de.
O yıldırım ki bir imandır eylemiş galeyan
Zeminde kendisine, garşıda hüdavenda
Ümitlerle gülen çehreyi tecelliye
O hilkatin mütehakkim nikâh nefretidir.
Sema sema sarılanlar sır Semaviye
Kaza kitabının evrakı haşem ve hikmetidir.
Kıyam! İşte Suavi’den aldığım mana!
Kıyam! İşte Suavi bununla sakindir!
Kıyamlar, heyecanlar, cidallerle ona,
O fikri hayice ancak sükûnu ruh gelir.
Kıyam! Bunda uyur ruhu gayeyi emelin.
Kıyam! Bunda güler çehreyi bekaya fena.
Kıyam! İşte bu sözdür kitabeyi kabri!
Yaşar bunun kucağında Ozi ve Karbeka!
Beka ki namına fenaya siyandır.
Ezel, onunla kararmış leyali hicrandır.
Ebed, onunla lebalep sabah umurandır.
Ezel, ebed ona ait manii şandır.
Ahmed Kemal
Alman edebiyatından numuneler
HAYR-HAH KARİLERE
Şairler sükutu sevmezler. Hepsi kendisini halka göstermek arzusundadır. Onlara medh ve dem lazımdır. Hiç birisi hüsnü menşûren (neşir) ifadeden hoşlanmaz. Fakat bizler şiir perilerinin gizli hadikasında (bostan) samimi aşk itiraflarını pek severiz. Hatalarım, arzularım, ıstırap ve heyecanlarım bu dünyada bir destanın çiçeklerinden başka bir şey değildir. Ve ihtiyarlık gençlik gibi, seyyieler (günah) faziletler gibi neşidelerimizden (şiir) akis eder. Ormanların Gülü Ufak bir çocuk ormanda bir gül, küçük bir gül gördü. Gül şafak gibi taze ve güzeldi. Çocuk onu yakından görmek için atıldı. Büyük bir meserretle (sevinç) temaşasına daldı. Gülcük gülcük, kırmızı gülcük, ormanların küçük gülü. Çocuk dedi ki; – Seni koparmak isterim. Ormanların küçük gülü! Gül cevap verdi: Dikenler sana o kadar derin batar ki beni ebediyen düşünürsün. Fakat koparılmaktan ben hiçbir zaman ıstırap duymam. Gülcük gülcük, kırmızı gülcük, ormanların küçük gülü! Çocuk söz dinlemedi ve ormanların küçük gülünü kopardı; Gül kendisini müdafaa ederek ellerini yırttı. Fakat heyhat! Çocuk feryat etti, ne çare ki kurtulamadı. İster istemez bütün acıya katlanmağa mecbur oldu. Gülcük gülcük, kırmızı gülcük, ormanların küçük gülü!
Johann Wolfgang von Goethe
İZAHTAN AZADE BİR MESELE
İbni Mevlana Hüsnü Saîd Efendi’ye
Garba ilk nazarlar <<ünvanlı makalemi hatalı buluyor ve bu yeni nazariyelerin katiyetini müş’ir (haber veren) esbabı, müessiratı izah eder tahlili bir cevabı mı>> istiyorsunuz. Evvela haber vereyim ki bendeniz eski yeni bir <<nazariye>> serd etmedim. Mazide yaşanılmış <hadise>lerden bahis ettim. Bunlar mantıkin değil, tarihin malıdır. Benim ispatıma iftikar (düşünce) etmezler. Dikkat buyurunuz; Ben o makalelerimde mesela yirmi sekiz Çelebi Mehmet Efendinin sefaretle Paris’e i’zâmını (gönderme), oğlu Said Efendinin o şehir hakkındaki ihtisaslarını, İbrahim Paşanın Avrupalı sefirlere ziyafet verişlerini, sultanlarımızın sefir haremleriyle görüşmeleri için teşviklerini, İbrahim Müteferrika matbaa tesis etmesini ve ilh. . . Gösterdim. Bunlar garibe ilk nazarlarımızdır. Yeni bir nazariye istiyorsanız bunların garba ilk nazariyemizdir. Yeni bir nazariye istiyorsanız bunların garba ilk nazarlar olmadığını ispata kalkışanı arayınız. Müddeasını (iddia) ancak o ispat mecburiyetindedir. Bendeniz değilim. Makalenizde şu satırlar var; <<tarihi siyasiyat itibariyle garba ilk nazarlar mezkûr devirde in’itaf (yönelme) edebilir. Fakat edebiyatımızda garba ilk nazarlar ondan bir asır sonra görülebilir.>> burada beni çürütecek bir şey yok. Ben İbrahim Paşa asrının şairlerine frenk mukallidi dedim mi? Bu hengâmenin en meşhur şairi Nedim’in bir şark şairi olduğunu, herkesten ziyade Şevket’i takdir ettiğini bilenlerdenim. Dikkat buyurunuz, makaleme şöyle başlamıştım; Garp mektebi dediğimiz Avrupa mukallidi edebiyatımız birden bire teessüs etmedi. Bir takım uzun ve dolaşımlı yollardan gidildi. Evvela içtimaı hayatımızda teceddüd (yenilenme) ve intibah (uyanış) eserleri görüldü, sonra bunların edebiyata akisleri meşhud (görülen) oldu. Bilmem zatı aliniz hiç işittiniz mi? Fransızların bir monsignor de Lapalisse vardır. Büyük hakikatlerden dem vurur, işte on altı, on yedi sene evvel Cahid’in Servet-i Fünûn’da, dört beş sene evvel benim genç kalemlerde uzun uzadıya yazdığımız, bu gün de sizin Donanma Mecmuasında bahis ettiğiniz Garp Mektebi Akif Paşa ile başlıyor. Sözü bu cümleden evveldi. Hiç merak etmeyiniz. Bu paralar tekerlektir. Kadar büyük bir hakikat, kimse yıkamaz. Yalnız bir şey var. Onu da bendeniz sorayım; Acaba Akif Paşa ile başladığı söylenilen garp mektebi – birden bire – sebepsizce mi teessüs etmiştir? Sualimin cevabını yine bendeniz vereceğim, Şehabettin Süleyman Beyin kitabında ismini gördüğünüz İpolitine göre kâinat sahasında hiçbir şey hür ve serbest değildir. Muayyen kanunlara göre tekvin (yaratış) eder. Binaenaleyh amilsiz hadise yoktur. İşte ben o makalemle Akif Paşa ile başlayan garp mektebinin amillerini gösterdim. Ve işte Osmanlı Türklerinin garba ilk nazarları ve işte garp mektebi namıyla yâd ettiğimiz edebiyat devresinin kökleri. Dedim. İçtimaiyat denilen yeni bir âlemi tetebbua başlarsanız, mesela Fransa’da <romantizm>mektebinin köklerini 1789 ihtilalinde bulursunuz. Almanya’da milli edebiyatın amillerini de Napolyon’un mütehakkim çizmeleri altında görürsünüz. İbrahim Paşa devrinin şaşaası devam etmeyip sönmüş ve bilakis cemiyetler birçok inkılabata, tahvilata tabi olmuş bulunması sizi şaşırtmasın. Hatt-ı müstakim (doğru çizgi) yalnız hendesede vardır. Hayattaki hatlar daima münkesir (kırılan) ve münhanidir (eğri). Hadiseler bu inkisar ve inhinalarla beraber amiliyetlerini (sebep) muhafaza ederler. Hatta Gustave Le Bon’un pek güzel iddia ve ispat ettiği gibi İnkılapları yapan ekseriya göze çarpan, gürültülü hadiseler değil, ilk bakışta ehemmiyetsiz görünenlerdir. Siz İbrahim Paşa asrındaki sefahatin birden bire sönmesine değil, o asırda tezahür eden garba ait küçük küçük temayüllerin temadisine dikkat ediniz. Üçüncü sultan Mustafa’nın Prusya Kralı Friedrich’le mektuplaşması, Ahmet Resmi Efendinin sefareti, üçüncü Sultan Selim’in Napolyon’la münasebeti, Fransızlardan topçu muallimleri celbi, nizamiye askeri ihdası, yeniçeriliğin ilgası, Gülhane hattının neşri ve ilh. . . . Hep o meşhur hakikati, Akif Paşa ile başlayan garp Mektebi’ni teessüs eden amillerdir. Muhterem dostlarım Şahabettin Süleyman Beyle Köprülüzade Mehmet Fuat Beyin, müşterek kitaplarını bazı nefsani ve nisyanlarıyla beraber, kemale ermiş bir Osmanlı tarih edebiyatı zan ediyorsunuz. Bendeniz zan ederim ki aleyhe bigâne olmayan bu iki arkadaşım benimle beraber içtimai hayatı tamamen tetebbu edilmemiş bir milletin edebiyat tarihi yazılamayacağı fikrindedirler. Size bir şey daha haber vereyim; Garba ilk nazarlar, benim bir nazariyem olmadığını yukarıda söylemiştim. Maarif Nezaretinin sültaniyelere ait resmi programını okursanız aynı şeye tesadüf edersiniz. Nezarette benim gibi garba ilk nazarlar üçüncü Sultan Ahmet asrında başlamıştır, diyor. İşte bendeniz talebeme izah ettiğim şeyi – bazı refiklerimin arzusu üzerine – makale suretinde Donanma Mecmuasına gönderdim. Köprülüzade Fuad Bey kitabının ikinci cildini yazıyor. Hiç şüphe yok o da bunu böyle yazacaktır. Demek oluyor ki, telaşa hacet yok. Yazdıklarımla <hakayıkı tarihiye> denilen şeyler arasında bir ihtilaf mevcut değilmiş. Bunları meydana çıkardıktan sonra bir şeyden daha bahis edeceğim. Fakat teşevvüşden (karışıklık) korkuyorum. Binaenaleyh bir kere daha tekrar edeyim. Garb mektebinin kökleri ta üçüncü Sultan Ahmed asrının şairleri garb mukallididir (taklitçi) demek değildir. Gelelim Akif Paşanın garb mektebi müessisi oluşuna. . . . Bu fikir hatalıdır. Türk yurdunun ikinci yılının yirminci sayısında uzun bir makalem var. Lütfen okursanız, görürsünüz. Şurada kısaca bahis edeyim; Akif Paşa garb lisanlarından hiç birine aşina değildi. Ona meşhur mersiyesini (ağıt) yazdıran harici bir tazyik değil. Dâhili bir hamledir. Bir de henüz edebiyat tarihi yazılmamıştır. Edebi hayatımızda muhtelif cereyanlar var ki biri birine ara sıra karışıyor. İşte Akif Paşaya meşhur mersiyesini yazdıran bu ihtilattır (karşılaşma). Garb mektebinin ilk numuneleri Ethem Pertev Paşa ile meydana çıkmıştır. Arzu buyurursanız Donanma Mecmuasında bu meseleyi teşrih (açma) ederim.
Ali Canib
Çanakkale Boğazında
İNGİLİZ VE FRANSIZ DONANMASININ
ZAYİATI
İngiliz ve Fransız muhtelid (karışık) kuvveyi bahriyesi altı Şubatta Çanakkale Boğazına karşı harekâta başlayıp da ilk atılan topların tarakası afakı âlemde akis endaz olunca i’tilaf-ı müsellese(üçlü anlaşma) gazetelerinde ve onlara tarafdar sair matbuatta bir leluledir kopmuştu. Çanakkale’yi zorlamanın müşkülatını takdir etmiş görünen İngiliz gazetelerini bir tarafa bırakırsak diğer gürültücü ceraid, İngiliz – Fransız filosunun Çanakkale’den kemali suhuletle ve adeta bir resmigeçit yapar gibi mürûr edeceğini kemali azametle ilan edip duruyorlardı. Bazı Avrupa matbuatının ve bilhassa Fransız gazetelerinin – ciddi mütehassıslara yazdırdıkları makalât-ı mahsusadan maada – umur-i harbiye ve bahriye (bahriye ve harbiye işleri) hakkında neşir ettikleri mütalaat-ı ale-l-ekser (umumiyetle) son derece manasız atıp tutmalardan, inanılmayacak bir cehalet ve vukufsuzlukla yapılan tafra-furûşluklardan (atıp tutan) ibarettir. Misal ister misiniz? Geçen sene “Le Matin” muharrirlerinden monsieur Şarl Adam Balkan muharebesinin husule getirdiği netayiç hakkında yazdığı bir silsileyi makalâtta o zaman ittifak-ı müsellesin harpten korktuğunu söylüyor ve bu içtinabın (çekinge) esbabını tadad (sayım) ederken Balkan muharebelerinde Fransız sahra toplarının Alman toplarına mütefevvik (üstün) bulunduğunun tahkik ettiğini ve Almanların bu faikıyetten korkarak harp etmek istemediklerini yazıyordu. Hâlbuki hangi taraf toplarının daha iyi olduğu altı aydan beri iyice anlaşıldı. Yine bu bâlâ pervazlıklar (palavracı) cümlesinden olmak üzere İsviçre’de intişar eden bir Fransız gazetesi de Çanakkale bombardımanından bahis eder iken HMS Queen Elizabeth ismindeki İngiliz dretnotunun tek başına bütün Çanakkale istihkâmatına bedel olduğunu ve bu sefinenin mücehhez bulunduğu 38 santimetrelik topların Çanakkale’deki bataryalarımızı, daha bir mermi atmadan ıskat ve tahrip eyleyeceğini serd ediyordu. Hâlbuki İsviçreli Fransızca gazetenin pek gözünü korkutmuş olan HMS Queen Elizabeth’in Osmanlı toplarının ateşinden duçarı hasar olduğu katiyen tahakkuk etmiştir. Her halde Çanakkale boğazı bir ay zarfında, öyle düşmanlarımızın zan ettikleri veçhile, resmigeçit yapılır gibi, geçilecek mevakiden olmadığını bizim için şayanı iftihar, hasımlarımız için de oldukça acı bir surette isbat eyledi. Bir ay muharebeden sonra düşmanın ıskat ve tahrib eyledim zannında bulunduğu bataryalar bugün yine ateş ve yıldırım saçıyor. İngiliz ve Fransız gemilerini yakarak, batırarak vazifelerini ifa ediyorlar. Çanakkale mevkii müstahkemi bu gün kuvveyi asliyeyi müdafaasından henüz hiçbir şey kayıp etmediği halde düşman donanması pek çok hasar ve zıyaa uğramış bulunuyor. Aşağıdaki cetvelde görüleceği veçhile İngiliz – Fransız filosu gerek Çanakkale ve İzmir istihkâmatıyla harp ederken, gerek de sefaini harbiyemiz tarafından Adalar Denizi’nde torpillenerek azim zararlara uğramıştır. Tarihi bahriye kemali taktir ile kayıt edilecek olan bu menkıbeyi besalet (kahramanlık) ve fedakârı muharib devletler donanmasından daha hiçbirine nasip olmamıştır. Çanakkale ve İzmir’e karşı icrayı harekâta başlayalıdan beri düşmanın hasara uğrayan ve batan sefainini bir veçhe ati hülasa ediyoruz. Hasara uğrayanlar:
isim | ton | sürat | Top büyük küçük |
İngiliz HMS Queen Elizabeth | 28500 | 25 | 36 adet |
İngiliz HMS Lord Nelson | 16750 | 19 | 38 “ |
İngiliz HMS Agamemnon | 16750 | 19 | 38 “ |
İngiliz HMS Hampshire | 11000 | 23,5 | 30 “ |
İngiliz HMS Dublin | 5500 | 24,8 | 12 “ |
İngiliz HMS Amethyst | 3050 | 23,6 | 20 “ |
İngiliz Sapphire | 3050 | 22,3 | 20 “ |
Fransız Suffren | 12730 | 18 | 44 “ |
İngiliz HMS İnflexible | 17600 | 26,5 | 34 “ |
İngiliz HMS Prince George | 15150 | 18 | 38 “ |
İngiliz HMS Cornwallis | 14200 | 19,5 | 28 “ |
Batanlar:
İngiliz HMS Ocean | 13150 | 18,8 | 32 “ |
İngiliz HMS İrresistible | 15200 | 18 | 40 “ |
Fransız Bouvet | 12000 | 18,2 | 34 “ |
Fransız Goulois | 11300 | 18,2 | 42 “ |
Fransız Charlemagne | 4800 | 18,4 | 16 “ |
Bunlardan maada Adalar Denizinde sefaini harbiyemiz tarafından torpillenen ve isimleri meçhul kalan iki sefineyi harbiye ile İzmir ve Çanakkale’de batan dört torpil gemisi ve bir torpido vardır ki cümlesi epey büyük bir yekûn adeta bir donanma teşkil eder. (Perşembe 5,Mart,1330) tarihinde vuku bulan son muharebede gark olan düşman gemilerinin bataryalarımızın ateşi ile battıkları düşünülürse Çanakkale istihkâmatındaki ağır topçumuzun nasıl büyük bir maharet ve şecaat ibraz ettiği derhal tezahür eder. Kalın zırhlarla mahfuz ve müteaddit bölmelere münkasım olan sefaini cedidenin yalnız topçu ateşiyle tahrip ve garkı sahil bataryalarının son derece muvaffakıyetle idare edilmesine ve endâhtın bi misal bir sürat ve sıhhate malik olmasına mütevakkıftır. Biraz fazlaca hasara duçar olunca gemilerin hemen hattı harbden çıkıp sahil toplarının müessir menzili haricine çekilmeleri mümkün olduğu düşünülürse ateş sahasından sıvışmak isteyen bir düşman sefinesini büsbütün berbat ve perişan edip batırmanın müşkülatı ve bunun için ne derece mükemmel ve seri bir endâhta lüzum olduğu anlaşılır. Her halde kahraman Kale topçularımız on dokuz harb gemisinin ateşi altında metin ve bifutur ateşlerine devam etmişler ve mütevali (devamlı) isabetlerle düşman zırhlılarını iyice zedeledikleri gibi, mermilerimizin açtığı rahnelerden hücum eden sularla bir tarafa yatarak ateş hattından uzaklaşmağa çalışan gemileri de kaçırmamışlar, dönüp firar etmeğe uğraşan bu hasar zede sefaini yan ve mikraz ateşleriyle tamamen tahrip ederek batırmışlardır. Endâhtımızın dereceyi tesirine en büyük bir delil de yüzlerce düşman topunun yağdırdığı binlerce mermiye rağmen istihkâmatımızın pek az ve ehemmiyetsiz hasara duçar olmalarıdır. Çünkü zırhlıların taretlerini, toplarını paralayan, güvertelerini, kamaralarını tutuşturan, su kesimlerinde büyük rahneler açan, makine ve kazanları tahrib için, efrad ve zabitanın ciğerlerini zehirleyen müessir ve pür isabet bir endâhtın yağdırdığı zehir, ateş ve çelik yağmuru altında düşman topçuları bunalıp kalmışken, bir taraftan da tabiidir ki ve vasat çaplı toplarımızla tahrip edilen ateş kontrolü tertibatından da mahrum oldukları için, endâhtlarını tashih ve tanzim etmeğe muvaffak olamamışlardır. Kahraman boğaz müdafilerimizin gayret ve şecaati ve cenabı hakkın muvahhadine (bir’lik) yar olan inayeti ile Çanakkale her zaman vazifesini ifa edecek ve orada zırh istihkâmlara bedel Mustafa oğlu Mehmet çavuşların azim ve iman ile mücehhez çelik sineleri var iken düşman daima böyle münhazim (bozgun) ve mağlup olacaktır.
Abidin Daver
Hamâset-i Osmaniye önünde gark olan: Çanakkale muhacimlerinden Fransanın (Bouvet) zırhlısı.
Ateş dehen toplarımızın başında: Aslan topçularımızın endâht vaziyetinden.
HARBİ UMUMİYE DE RUSYA’YA BİR NAZAR
MUHARRİRİ: EBU EL FUAD REFİK
RUSYA’NIN HAL-İ TEDAFÜİDEKİ (SAVUNMA İLE İLGİLİ) AHVAL-I ASKERİYENİN MÜNAKAŞASI
İktidar tedafüiye si (savunması) iktidar taaruziyesine her halde faik olan, Rusya devletinin bu son zamanlarda vuku bulan muharebatda uzun uzadıya bir takım tedarükat(ele geçirmek, edinmek, hazırlanmak) ihzâratdan sonra (çağırma, huzura getirme). Hazırlama yine nisbeten pek cüzi bir kuvvetle sefere girişmiş olması, mahz (sırf) Rusların o zamanlar hakem-i ferma (buyruk veren)olan devletlerin ittihaz ettikleri (edinmek, kabullenmek, kabul etmek)hatt-ı hareketinden ve daha doğrusu kendisiyle muharib bulunan devletlerin kuvâ-i askeriyesini (güçler, kuvvetler) layıkıyla takdir edememesinden münbais (doğan, çıkan, ileri gelen) olmuş idi hâlbuki istiklalin tehdit ve hayat yahud mematını (ölüm) istilzâm (gerekme, gerektirme) eden bir muharebede Moskofluğun bütün kuvvetiyle harbe girişmeyeceği tabii ve bu vechle vuku bulan bir muharebenin de diğerlerine kıyas kabul edemeyeceği bedihidir(elbette). 1712 tarihinde Napolyon’un Rusya’ya tecavüzüyle sefer-i mezkûrda (Moskova) ya kadar iata etmiş olduğu muharebatın netaici ve 1829, 1853, 1857, 1874, 1788 tarihlerinde açmış olduğu seferler Rusya ordusunun kuvvet ve iktidarını ve liyakat-ı (iktidar) askeriyesine inzar-ı (tehir etme, geciktirme) umumiyede tenkis(azaltma, eksiltme)etmişler ve bu sebeple Rusya’nın vesait-i askeriyesi ile isti’dadat (kabiliyetler, yetenekler) harbini. 1712 seferi tetkik ve münakaşa edilecek olursa sefer mezkûru münasebet politika ile ahvâl (haller, durumlar) sevkulceyşinin (stratejik) Fransa’nın taarruzunu fevkalhad (haddinden fazla) teshîl ( kolaylaştırma)ettiği ve müdafaanın bilakis ahval –ı gayr müsaide tahtında cereyan eylediği nazar-ı mütalaaya alınınca sefer Rusya’nın istihzara (hazırlıklar) askeriyesinde görülen gevşekliğe seferin iptidasında Ruslar tarafından sevkulceyşinin (stratejik) irtikâb (kötü bir iş işlemek, hakkı olmayan bir mal ya da parayı hile ile almak) olunan hataların esbabı (sebepleri) anlaşılmış olur. 1812 seferinde, Rusya devleti, ne Lehistan kıtasına, ne Vistol hatt-ı müdafaasına ve ne de işbu hatt-ı müdafaa üzerinde tarih-i mezkûrun bir ve tesis olunan istikamete mali idi. Bu tarihte (Varşova) dukalığı (Napolyon)nun yek iktidarında bulunduğu gibi (Odur)(Vistol) nehirleriyle (Bahr-Baltık) sahilinde kalan bil cümle Prusya istihkâmatı Fransız askeri tarafından işgal olunmuş ve Rusya hudut (Vistol) nehrinin 40 kilometre ötesinde bulunmuş olmağla (Napolyon) 60000 nefer kuvvetinde bulunan (Varşava) dukalığını ordusuyla müttehiden (birleşik) (Vistol) nehrini bila müzahim (zahmet, sıkıntı veren) mürûr (geçme, geçip gitme, geçiş) düşmanın hududuna doğru tevcihle (döndürmek, yöneltmekle) yan Yarka tarafları düvel (devlet) müttefike vasıtasıyla temin edilmiş olduğu halde kuva-i askeriyesini (Niyemen) nehri gerisinde cem’ (toplama) tahşide muvaffak olmuştu. Hâlbuki bugün ki günde Prusya’yı şarkiden (Niyemen) nehri istikametinde taarruz etmeğe kalkışan bir orduya ve gerilerini muhafaza etmek üzere (Vistol) kale-i müstehakimesine karşı büyük bir kuvvet ifrâz etmedikçe sâlifüzzikr (zikredilen, anılan)hareketin icrasına cesaret edemeyeceği muhtac-ı îzâh (açıklama) değildir. Rusya hakkında gayri müsaid bulunan iş bu ahval sevkulceyşinin (strateji) Avusturya ve Prusya’nın Fransa ile ittifakı dahi munzam (ek) olmuş idi. Rusya devleti hesabatı politikaya ve askeriyede dahi pek çok aldanmıştı. Devlet-i müşarünileyh (anılan, adı geçen) ne derakap (Napolyon) ile bir harbe tutuşacağın ümid etmemişdi ne de harb-i mezkûr için tedarikâtde (hazırlıklar) bulunmuş idi .Hala Avusturyanın Fransa ile ittifak edeceğine hiç ihtimal vermiyordu. Bundan başka 1806 dan 1812 ye kadar Rusya devleti aliye-i Osmaniye ile muharebeye tutuşmamış ve işbu muharebat –ı mütevaliyen (sürekli olarak) azime neticeden sarf-ı nazarla Rusya devletine zayiat olarak 300000 neferle yarım milyar rubleye mâl olmuş idi. Rusya devleti (Napolyon) tarafından kendi aleyhine sevk ve istimal olunabilecek vesait ve kuva-i harbiyenin cesamet ve kesret ( çokluk, bolluk) Layıkıyla kesb-i vukuf (bir konu hakkında geniş bilgi sahibi olma) ve ıttılag edememişti. Devlet müşarünileyhinin erbab-ı harbi arzi ve amîk (derin) mütâlâat ve muhakematda bulunarak, İspanya , Portekiz ve İngiltere ye karşı açtığı seferde 200000 neferden ziyade bir ordu sevk edememiş olan Fransa’nın bunun üç misli olmak üzere 400000 nefer kuvvetinde bir orduyu Rusya aleyhine sevk edebileceğine ve ordu-i mezkurun kendi üss-ül harekat-ı asliyesinden o kadar uzak bir mahalde bağteten tecemmu (toplanma, bir araya gelme) edebileceğine hiç bir vecihle ihtimal veremiyordu . Bununla beraber Rusya devleti kâğıt üzerinde olmak üzere 500000-600000 nefer kuvvetinde bir ordu beslemekte olduğundan son zamana kadar kendisini (Napolyon)dan daha kuvvetli zan ediyordu. Nihayet düşman (Niyemen) nehrini geçtiği vakit Rusya düvelini her türlü hesabatının zannının haricinde olarak yanılmış olduğunu anladıysa da iş işten geçmiş bulunuyordu . 1812 seferinde 42 milyon miktarında bulunan nüfusunun nisbeten kati cihetiyle Rusya devleti bugün ki memaliğinden (sahip olunan) ta’mîm (genelleştirme, genelge) olunmasından ve vasiyetçe pek cüzi farklı bulunan o vakitteki memalikin cesimesini yalnız kendi kuvvetiyle layık veçhile işgal ve kuvvetlice müdafaaya muktedir değildir. Halbuki şimdiki halde 170 milyondan ziyade nüfusa malik olan Rusya devletinin iktidarı tedafiyesi, askerliğin tamim olunmasından ve memalikin her tarafına isâl (ulaştırmak) eden şimendiferlerin teksirinden (çoğaltılmak) dolayı kıyas kabul etmeyecek derecede tezyid etmiş olduğu şüphesizdir. Bila’daki tafsilattan dahi münfehim olduğu üzere 1812 seferinde kâffe-i (tümü, hepsi) ahval (Napolyon)a müsaid idi. Rusya’nın Avrupa’ya karşı müdafaası ve hîn-i hacette devlet müşarünileyhinin Avrupa’ya hücumunu teshil (kolaylaştırma) eden (Lehistan) kıt’ası o tarihten itibaren Rusya’nın kabza-i (ele almak, teslim almak) tasarrufuna geçmiş ve sevkulceyşi (strateji) muvaffak bir surette tahkim ve tersin edilmiştir. Mabadı var (devam edecek, sürecek, arkası var) Mütercim: Remziye Aylin Serinpınar.
SİNEMATOGRAF – HAYAL-İ MÜTEHARRİK
Zamanın son vasıtayı temaşası
Fenni mübahase
Tufeyliyyâtın (asalak) avan neş’etini temsilde ser defter olabilen, hayal perdeleri daha fennin terakkiyat-ı haziresi inkişaf etmeden pek çok evvel bize hayal içinde hakikatler, hakikat arasında hayaller gösteriyordu. Her an neş’eti bin ömür geçmişine her halde bedel add edilen çocukluk zamanında mücessem serverden (reis) ibaret olan o renkli deri parçalarının ruh-u sıbyânda (çocukluk ruhunda) ika ettiği tesirat ne büyük, ne kadar güzidedir. Zaman geçtikçe fen her noktada kendini gösteriyor. Daha beş on sene evveli karagöz oynayan perdeler yerine bugün cihanı birbirine tanıtan hakiki hayaller gösteren sinematograf kaim oldu. Her yerde olduğu gibi şehrimizde de bir iki senedir, mühim bir mevki-i temaşa tutan sinematograf ve sinematografçılık hakkında umumi bir nazar gezdirmeği müfid (yararlı) gördük. Sinema asrın son ihtiyacı mübremiyedir(zorunlu). Kelimeyi kuvve-i hakikiyesiyle istimal ediyoruz. Çünkü bu ihtiyaç, mübrem olmasa istihlâkât (tüketim) cihanda kömür ve buğdaydan sonra üçüncü gelmezdi. Sarfiyat-ı âlem bâ-i’tibâr (saygın) el miktar üçüncü derecede sinemaya gidiyor. Bu halde ise ibramı (ısrar) şüphesizdir. Fransa, Amerika, İngiltere gibi yerlerde sinema salonlarının miktarı 30000’e bâliğ olmaktadır. Esasen ilmi (bilimsel) bir vasıta, bir vasıtayı ta’lîm olan sinemanın en büyük meziyeti, menfaati: vakayı, hadisat ve menâzırın (görünüşler) aynen pek uzak yerlerde in’ikâs (yansıma) suretiyle halka gösterilmesindedir. O temaşa gerandan (seyirden) yüz binde biri bile seyir eylediği hatayı ya sahneyi aslından görmeğe kat’iyyen muvaffak olamaz. Ulûm (ilimler) ve fünûn (fen) şa’b’at (kabile) muhtelifesinde, coğrafya gibi, tarih gibi dersin tedrislerinde sinemanın mevkii büyük olduğu gibi polis ve zabıta derslerinde de o vazı’ (koyan) harekât ve sair ta’limlerin irâesinde (tayin) büyük hizmeti vardır. Tıp’ın en mühim şubelerinden mikro biyoloji bahsinde gözün göremediği ve yüzlerce talebenin bir iki mikroskopla saatlerce uğraşarak ancak görmeğe muvaffak olacağı o hayat esrarengizi yine bu vasıta ile talebeye göstermektedirler ki; cidden hayrete bahis bir muvaffakiyettir. Daha ileriye gidilerek bazı nişan poligonlarında nişangâh makamında faraza; Beş altı geyik yahut karacanın kaçarken alınmış sineması irâe edilmekte ve ona karşı silah istimaliyle mümarese (alışma) ettirilmektedir. Sinemanın esas fenniyesi pek basittir. Hayal müteakip yani hareket eden her hangi bir şey’ in müteakiben ve muntazam ve gayet az fasılayı zamanla alınan resimlerinin mütevâliyen bir yere akis ettirilmesidir. Binaenaleyh burada sinemanın bir doldurulması ve bir de akis ettirilmesi keyfiyetleri nazara çarpar. Sinema doğrudan doğruya fotoğraf alır gibi doldurulur. Kuvvetli bir dürbünün önünde tertibatı mahsusayı haiz surette yerleştirilmiş ve fotoğraf camı cinsinden maddeyi hassasiye havi kurdele makaraları çevrilerek doldurulur. Saniyede vasati olarak manivela iki defa çevrilir. Bu halde 16 resim alınmış olur. Bu alınan resimler, yine fotoğraf camı gibi banyo edilir. Onun gibi “menfi” Negatif ’dir. Yani siyah renkler beyaz, beyazlar siyahtır. Bu kurdele asıl olarak alınır. Yine böyle bir kurdele ile hususi cihaz vasıtasıyla kavuşturularak resmi kağıda basar gibi basılır. İkinci defa elde edilen kurdele “müspet” Pozitif’tir. İşte bu şerit makinalarla akis ettirilir. Bir metre şerit 52 adet resim alır. Bir saniyede de vasati 16 resim alınır ve gösterilir. Binaenaleyh bu hesaba göre bir saniyede 32 santim kadar kurdele gösterilebilir. O halde bir dakikada çevrilecek şeridin miktarı tahminen 18 – 19 metreye baliğ olur. Bir saatte ise mütemadiyen 1100 – 1200 metre kurdele gösterilebilir. Binaenaleyh her gün sinema ilanlarında gördüğümüz 3000 metrelik dram, 4000 metrelik komedi gibi şeyler yalandan, kizb-ı mahzdan (halis yalan) başka bir şey değildir. Çünkü 4000 metrelik şeridi göstermek için bila fasıla üç buçuk saat ister. Bunlar reklamdan ibarettir. Başka bir şey değildir. Gösterilen şeridin ne tûl’de (uzunluk) olduğunu anlamak için en basit usul, akis esnasındaki her dakikayı 20 ile zarb etmektir. Bu halde şeridin azami olarak tûlü meydana çıkar. Garb-ı âsâr muhallidesinin (daim) birçoklarını sinemaya almak için gerek müellife, gerek mümessillere ve gerekse sahne ve tertibatına milyonlarla frank sarf edilmektedir. Faraza; “Quo Vadis – Nereye gidiyorsun” (bu film, Henryk Sienkiewicz‘in 1895 yılında yazdığı aynı adlı romanından uyarlanmıştır) gibi, Neron gibi, şeritlere bir milyona yakın masraf edilmiş ve hakiki sahnelerde vakayı cereyan ettirilmiştir. Bu uğurda üç dört bin kişi çalışmıştır. Edilen şu masrafın çokluğu rağbetin ziyadeliğinden başka suretle telafi edilemez. Vakayı ve hadisatı cariye hakkında da gayet süratli şerit doldurmak hususunda ayrıca büyücek fedakarlıkları mucib (sebep) olmaktadır. Faraza; İngiltere kralı George’un resmi tetevvücü (taç giyme) esnasında Londra da münasip bir mevkide makinasını kuran bir sinematografçı sabahleyin saat dokuzda başlayan alayın resmini aldıktan sonra bulunduğu yüksek yerden aşağıda bekleyen otomobile, doldurulmuş şerit paketini atar ve otomobil son süratle Dover’e ve oradan hususi bir vapurla Calais’e gider. Vapurda da banyosu yapılır. Calais’den Paris’e sürat katarıyla vasıl olur. Derhal atölyede müspeti çekilip o gün akşamı saat dokuzda halka temaşa ettirilir. Bir sinemacıda isabet-i nazar ve i’tidâl-i dem (soğukkanlılık) en büyük amili servet olabilir. 1910 da LaFon ve Pall isminde iki tayyarecinin ta’limlerinde bunlardan birinin sukûtu esnasında bulunan bir sinemacı tayyarenin bidayeti sukûtundan yere düşüp parçalandığına kadar resmini yapmış ve bu uğurdan mühim miktarda para kazanmıştır. Bir iki sene mukaddem Paris’te türeyen otomobilli haydutların tevkifleri esnasında zabıta ile haydutlar arasındaki tüfek müsademesinde tam atış hattının orta yerinde makinasını kurmuş, kemâli itidal ile çevirip duran bir sinematografçıyı polis – mümkün değil – mani edememiş ve hayatı pahasına vakanın bütün resmini aldıktan sonra o akşam halka temaşa ettirmiştir. Alp dağları askeri manevralarında 4000 metre irtifa, sırtında sineması ile çıkan ve tahtelsıfr (sıfırın altında) 30 derecede 500 metrelik şerit dolduran sinemacılar görülmüştür. Sinemaya heyecanengiz levhalar almak hususunda birçok şeyler düşünülmüş, yangınlar, gemi batması gibi şeylerden maada, hayvanatı vahşiye avı gibi hakiki ve müheyyiç (heyecan) şeyler de hatıra gelmiş ve yapılmıştır. Fakat bunu alan sinemacılardan hayatını feda eden de bulunur. Fier isminde bir sinemacı Afrika’da Obangi nehrinde bir aslan avının resmini yapmağa gider. Avcı ile beraber hayvanı mühim bir yerde sıkıştırırlar. Avcı tüfeğini omuzlar. Hayvan da bunlara doğru gelmeğe başlar. Sinemacı kemâli i’tidal demle makinayı tedvir (idare) ile meşgul. Tehlike yaklaşınca avcı hayvana ateş eder. Fakat hayvan pek hafif yaralanır. Ve sinemacıyı parça parça eder. Bilahare bu şerit 100000 Frank’a satılmıştır. Bir hayata bedel alınmasına göre çok değil. Beşeriyet, zevkini tatmin için her vasıtaya başvurmaktan çekinmiyor. İşte böyle bin türlü mehâlik (tehlikeli yerler) ve hataralara (tehlike) uğradığı halde bile fennin sevki daimiyesi önünden kaçmayarak, o görünen uçuruma doğru koşuyor. Yüzde bir yaşamak fakat müsterih (huzurlu) müreffeh (rahat) yaşamak ümidi de bu sinemacı gibi biçareleri yüzde doksan dokuz ademe (yokluk) gönderiyor.
M. B. İdris
Zamanımız vesaiti muharebesinden:
TORPİLLER HAKKINDA
36.ci nüshadan mâbad
mamafih, pamuk barutunun jelatin barutu kadar kuvve-i iştiâliyesi (parlama) yoktur. Sefâini harbiye “double bottom”larına karşı muhtelif mevadı infilâkiye ile yapılan tecaribi (tecrübe) mütemadiye neticesi olarak torpillerin mesafeyi müesseresi hakkında bazı gûna (çeşit) kaideler istihraç (çıkarma) edildi. Bu bulunan kaideler her ne kadar takribi ise de bittabi yine istifade bahistir. Pamuk barutunu havi torpillerin müessir olabilecekleri mesafeleri istihsal etmek üzere kaideler icabında istimal edilebilir. 1 – tahribi icap eden sefine karinesinden itibaren 20 ila 50 kadem mesafede bulunması lazım gelen torpilin müessir barut hakkının libre olarak kıymeti yukarıdaki mesafeyi 12 ile darb ederek bulunur. Bu mesafe 20 kademden az ise 8 ile darb edilir. Bu veçhile 30 kademlik bir mesafe için 360 ve 10 kademlik bir mesafe için 80 librelik pamuk barutunu havi bir torpil her hangi bir sefine double bottomlarının tahribi için kafidir. Veyahut barut hakkı miktarı libre olarak malüm olursa 12 ye taksim edilerek mesafe-i müessire bulunur. Mesela; Barut hakkı miktarı 480 libre olsa mesafe-i müessire takriben 40 kademdir. 2 – Danimarka bahriye zabitleri tarafından icra edilen tecrübelerde 24 kadem mesafeden patlatılan 660 librelik siyah barut bir sefinenin karinesinde 100 kadem murabba bir gedik açtı. Mezkur sefine battı. Binaenaleyh pamuk barutunun siyah baruta nazaran 4, 5 defa kuvvetli olduğu nazarı dikkate alınırsa bâlâdaki (yukarı) hasarın 170 librelik pamuk barutuyla da istihsal edileceği şüphesizdir. 24 kademlik bir mesafe için lazım gelen pamuk barutunun 200 ila 300 libre arasında olmasına nazaran yukarıda zikir edilen kaidenin doğruya oldukça yakın olduğu görülür. Torpillerin envaı: Torpillerin, atide görüldüğü üzere, el-yevm birçok nevileri mevcuttur. 1 – Adi temas torpilleri 2 – Elektriki – temas torpilleri 3 – Rasadi torpiller 4 – Kurye torpilleri 5 – Med-cezir torpilleri 6 – Abluka torpilleri
- Adi temas torpilleri:
Adi temas torpilleri el-yevm mevcut torpillerin en basiti olup mevad-ı infilâkiyeyi ihtiva eden kuvvetli ve su sızdırmaz bir muhafazadan ibarettir. Mezkûr (sözü edilen) torpil satıh-ı bahriden itibaren muayyen bir amik’e (derinlik) demirlenir. Barut muhafazası müteaddit iş’âl (tutuşturma) pinlerini (şiş) havidir. Bu pinler bir sefinenin torpile çarpmasıyla içeri girebilip muhafaza derûnunda barut bu suretle infilâk ettirilir. Amerika muharebat-ı dâhiliyesinde konfedereler tarafından isti’mâl edilen torpiller bu sistem idi. Bu nev’i torpiller hem dost ve hem de düşman için daimî tehlike olduğundan daha emin torpillerin kullanılamayacağı ahvalde isti’mâl edilebilir. Zikir edilen iş’âl pinleri, Guantanomodaki İspanyol torpillerinde vukua geldiği gibi, yosun ve sâire sebebiyle gayri müessir bir hale gelir. Keza muhafazanın su sızdırması ile müsademe ağız ivi bozulup hatta iş’âl pinleri içeri girse bile torpilin barutu infilâk etmez. Elektriki temas torpilleri: Bu nev’î torpiller tertibat-ı elektrikiye vasıtasıyla icrâ-yı fiil eder. Düşman sefâininin mütekarrib (yaklaşan) bulunmadığı zamanlar kazaen bir infilâk vuku bulması ve dost sefâinin torpil sahasından selâmetle mürûru için, iş’âl devresi sahilde bulunan bir merkez tarafından kat edilir. Düşman görülünce merkez hemen iş’âl devresini kapatır ve torpiller temas ile icrâ-yı fiile amade bulundurulur. Bu torpillerde su sızdırma keyfiyeti pek o kadar mevcut olmadığı gibi yosun ve sâire dolayısıyla gayri müessir bir hale gelemez. Bu torpillerin infilâkı için, temas torpillerindeki iş’âl pimlerine bedel, bir iş’âl devresi duvar gerekir veya bir üstüvane (silindir) dâhilindeki cıva vasıtasıyla, kapatılır. Torpil muayyen bir zaviye dâhilinde bir tarafa meyil veya miktarı kâfi bir kuvvetle müsademe ettiği zaman üstüvane dâhilindeki cıva veya duvar geri hareket ederek devreyi elektrikiyeyi kapatır ve torpil infilâk eder. İş’âl bataryalarıyla nakiller adedinin mümkün olduğu kadar tenkisi (azaltma) için elektriği – temas torpilleri üç veya daha ziyade torpillerden mürekkep birkaç gurup halinde dökülür. Bu gurup teşkilatında üç veya daha ziyade torpil elektrik nakilleri vasıtasıyla yüz yarda mesafedeki kat iştirak sandığına <disconnecter box> rabt edilir.
Osmanlı güllelerinin kahır ettiklerinden: Çanakkale muhacimlerinden (HMS Ocean) ismindeki İngiliz zırhlısı.
İki veya daha ziyade kat iştirak sandığı umumi yer iştirak sandığına <junction box> 200 yardalık bir mesafe ile rabt edilir. Ana nakil veya gurup nakli ise sahildeki iş’âl merkezine merbuttur (bağlı). İnfilâk eden veya tahrip edilen her hangi bir torpilin diğerleriyle iştirâkı kat iştirâk sandığı vasıtasıyla kat edilir. Temas-ı sebhiyyeleri: mevadı infilâkiye ile devre kapayıcının tek bir muhafazaya konulmasına bedel, bütün elektrikli torpillerde iş’âl mekanizmasıyla devre kapayıcıyı <temas-ı sebhiyyesi> (yüzücü kap) denilen ayrı bir kısma vaz etmek şayan-ı tercihtir. Bu sebh’iyye torpil muhafazasının fevkine merbut olup satıh-ı bahriden itibaren istenilen amikdedir. Mezkûr sebhiyyenin istimâli barut muhafazasının daha hakiki ve küçük olmasını intaç eder. Elektriği – temas torpillerinde temas sebhiyyesi herhangi bir şeyi ile müsademe edince mezkûr sebhiyye iş’âl devresini kapatır. Ve cereyan elektriği nakilden geçerek ağız önüne gider bâde torpil infilâk eder. Rasadi torpiller: Temas sebhiyyesi bir şey ile müsademe ettiği zaman sahildeki merkez bu husustan haberdar eden bir rasada benzetildiğinden bu nev’î torpillerde “rasat” tesmiye edilmektedir. Binaenaleyh bu sistem torpiller iş’âl merkezindeki memurun konturoluna tabi olup birçok hükümler tarafından limanların daimi müdafaalarına tahsis edilmiştir. Bu torpiller temas sebhiyyesi ile beraber ve tıpkı elektriki – temas torpilleri gibi demirlenir. Bu torpillerde alelumum iki esaslı devre mevcut olup birisi işaret diğeri iş’âl devresidir. Temas sebhiyyesi bir şey ile müsademe ettiği veya kâfi miktarda meyil ettiği zaman mezkûr sebhiyyedeki devre kapayıcı işaret devresini kapar. O anda iş’âl merkezinde bir çıngırak çalar ve bir elektrik lambası yanar. Veya bir anahtarı düşürecek kadar bir sademe husule gelir. Bâde merkezdeki memur işaretin altına tesadüf eden bir anahtarı tahrik edip iş’âl devresini kapatır ve torpili infilâk ettirir. Merkezde ki memurun düşmanı görmesine lüzum yoktur. Binaenaleyh iş’âl merkezi taht-l araz dahi olabilir. Rasadi torpiller, alel umum, yedi şerlik guruplar halinde demirlenirler. Her bir torpilin kendisine mahsus demiri, torpil muhafazası ve temas sebhiyyesi vardır. Her bir torpilin elektrik nakli temas sebhiyyesindeki devre kapayıcıdan torpil muhafazasına geçer. Bâde kair-i bahr (deniz derinliği) istikametince gurubun iştirak sandığına ve buradan dahi ana kablo vasıtasıyla iş’âl merkezine gider. Elektriki – temas torpillerinde olduğu üzere kat iştirak sandıkları torpiller ile iştirak sandıkları arasında bulunur. Müteaddit torpillerden mürekkep bir gurubun bir anda infilâki veya temas sebhiyyesi bir şey ile müsademe eden yalnız bir torpilin infilâkı için tertibat-ı mahsusa mevcuttur. Mamafih bir torpilin mi yoksa bir gurubun mu infilâk ettirileceği torpillerin hacmi ve döküldükleri umumi usul ile tayin edilir. Eğer istimâl edilen torpil hacımen büyük ise bir tane, küçük ise bir torpil gurubu hep birden infilâk ettirilir. Otomatik infilâk – iş’âl merkezi memuru vazifesi başında bulunduğu veya her hangi bir torpilin temas sebhiyyesi bir şeyle müsademe ettiği zaman, işaret devresini kapayarak aşağı düşen bir manivela keza iş’âl anahtarı üzerine de düşerek iş’âl devresini kapatır. Ve ait olduğu torpil veya gurubu otomatik olarak infilâk olarak infilâk ettirir. İş’âl merkezi taht-l araz olmaya bilir. Bu halde merkez memuru torpil sahasını iyice görebilecek bir mevkide bulunmalıdır. Merkez memuru, mesafe ve şamandıralar vasıtasıyla, bir düşman sefinesinin tehlike sahasına girdiğini görünce temas sebhiyyeleriyle işaret devrelerine hacet kalmaksızın bir torpil veya gurubu infilâk ettirir. Mamafih bu usul geceleyin veya bazı şerâit-i hevâiyye tahtında mahzurdan salim olmadığı gibi merkez memurunun bir hata etmesi de melhuzdur (muhtemel). Mâ-ba’d-ı var
SİYASET-İ BAHRİYE’DE
HALKIN VEZAİF-İ FERDİYE VE İCTİMAYASI
– 2 –
Hükümetin İrşâd Vasıtaları
Siyaset-i Bahriye, hiç olmazsa hudut-u esasiye itibariyle, mümkün mertebe tayin edilir edilmez derhal bunun esbab-ı hayat (sebepler, vasıta olanlar) ve imtidadını (uzayıp gitmek) aramak, ikdam-ı vazifedir. (gayret, sebat ile çalışmak) Her toprağa her tohum zira’ edilemez; edilirse mahsul vermez. Erbab-ı ziraate malumdur ki toprak, azami semeresini vermek üzere ekilecek tohuma göre evvelce hazırlanmağa muhtaçtır, efkâr-ı umumiye’ye bir kanaati ilga’ (Kaldırmak. Hükümsüz bırakmak. Lağvetmek. Bâtıl eylemek) etmek ise bundan kolay olmadığından ve hazırlanmamış dimağlarda cebir-î (zorla yaptırılan) kanaatleri hiç bir zaman tevlid( sebep olmak, vücuda getirmek, terbiye etmek) edemeyeceğinden ilk iş fikirlerin evvel-i emirde hazırlanması olmak tabidir.
Bilahare halkı mutlub olan hedefe tevcihe (döndürmek, yöneltmek) etmek için uzun müddet efkâr-ı tenvir ( fikir ve düşünceleri aydınlatma) ve irşada mecbur (yol göstermeye mecbur) ve bu vazife ile an usul (usulden) muvazzaf (vazifeli) olan hükümettir. Hükümet, bu hususta iki noktayı nazar-ı dikkate(göz önüne) almak zaruriyetinde kalır:
1) Muasırın ( Aynı devirde yaşayan)
2) İhlaf (Yok etmek)
Butûn (soylar) ve insal (nesiller), gayrı kabil-i fevk (Nereye gittiğini bilmeden gitmek) ve tefrik (Birbirinden ayırt etmek) bir surette biri biriyle mümtaz-ı cidar ( hat ile diğerlerinden ayrılmış) dakika zarfında bir maziyi temsil eden bir ihtiyar olur, hal-i hazır demek olan bir genç büyür, istikbal manasına gelen bir çocuk doğar ve bu her dakika bir terazide tevella (dönme, yönelme) edib gider. Nesil hazır efkârını(fikirler) hazırlamak, yarın bütün zimam (aht, söz, hak) ömür milleti ellerine tevdi’ (emanet bırakmak) edeceğimiz çocukları – aynı hedefe göre – talim ve terbiye etmekten kolay değildir. Zaten bu iki unsurun birbirine o kadar girift ve merbut ( bağlı, bitişik) olması, (vazife-i irşad)’nda yekdiğerine karışmasını mucib (icap eden) olur. Hükümet, yarını hazırlamak için yalnız bir müstakil vasıta-i irşad’a maliktir ki o da (maarif)’den (Tahsil ile elde edilen ilim) ibarettir; burada beraber ta’dad (söylemek, sıralamak) edilecek olan vesait-i saire bilhassa nesil hazırı ihzar (hazır etmek, hazırlamak) ve irşad edeceği gibi nesil ati’ye de icra-i te’sirden(işletme, iz bırakma, eser bırakma) hali kalamaz:
1) Halkı bir hedefe sevk etmek için evvel emirde halkı o hedefi sevdirmek lazım gelir. (Bahriye)’nin mazisi, bütün şan ve şerefi ile halkın inzar (Geciktirme) temaşasında her an açık bulunmalıdır ki bu da bilhassa (müze hane)ler vasıtasıyla temin edilir. Payitahtta, Halicin bir köşesinde, tersane-i amire fabrikaları arasında zengin bir (Bahriye müze)’miz bulunduğunu milyonlarca vatandaşımızdan kaç kişi bilir? Bunlardan kaç kişi oraya gitmek, Kasımpaşa veya Hasköy kapılarında ki asker nöbetçilerden geçerek tersaneye girmek ve koca tersanede delilsiz ve rehbersiz müze binasını bulmak külfetini göze aldırır? Bu külfeti iktiham edenlerden( tahammül etmek, güçlükleri yenmek) kaç kişi Bahriye müzemizde ki kıran kıyamet eşyayı bütün mahiyet-i muazzamasıyla görür ve tanır 😕
On dördüncü asır hicride Osmanlı milletine müzelerin menafi (faydalar) azimesini (büyük iş) sayıp dökmek lüzum ise bu, aynı millete mensup bir muharrir için pek ziyade mucib (icab eden) iftihar bir iş olmamak gerekir.
Ahmet Muhtar Paşa hazretlerinin yorulmak bilmez azim ve sebatıyla vücuda gelen (askeri müze)mizin ahalide ve ali el husus müteakip mekatib (mektepler)-i umumiye şakir-i adanı üzerinde, az zamanda usule getirdiği tesisat, gözümüzün önündedir. Büyük bir kanaatle iddia ediyorum ki ufacık Bahriye müzemiz, askeri müzemizden çok zengindir; orada, dolapların içerisine yığılmış öyle parçalar, camekânlara istif edilmiş öyle sancaklar, yersizlikten dolayı öteye beriye saçılmış öyle eşya mevcuttur ki her biri erbab-ı tetbi’ (araştırma) saatlerce önünde tevkife kifayet eder. Bahriye müzemizin bina itibariyle darlığı, zi- kıymet (kıymetli) eşyanın faideli ve nazar-ı nevaz (taltif edici bir bakışla) bir surette kûşad (açılış) ve teşhirine daima mani olunmuştur, bu binanın tersane-i amire dâhilinde bulunması ise ziyaretini imkân haricine çıkarmakla da kalmayarak böyle bir müzenin mevcudunu bile halka unutturmuştur. (Bahriye müzesi), Halkın kemal-i suhuletle (kolaylık) ziyaretine müsait, deniz ve kara vesait nakliyesinin birleştiği bir noktaya nakil olunmalıdır; bir halde ki payitahtın her hangi bir semtinden hareket eden zairler (ziyaretçi) – inşası mutasavver olan tramvay şebekesini ikmal edilmiş farz ediyorum. Vapurdan vapura, vapurdan tramvaya, tramvaydan tramvaya atlamak zaruretini hüsn etmeksizin en kısa yoldan bu noktaya gelebilmelidir. (7-1328) tarihlerinde Bahriye nezareti bahçesinde bir mahfil-i bahri (denizcilerin toplanacağı yer) inşa etmek üzere tahsis edildiği mesmu’ (duyulmuş, işitilmiş) olan 20 bin lira; bu emr-i mühim için kâfi değildir; mamafih o zamandan beri bu tasvirin fiile geçmemesi paranın ehval-i fevkalade hasebi ile başka yerlerde sarf olunduğunu ifşa ediyor. Bir bahriye müze hanesine tahsis edilecek para ne kadar azam olursa olsun asla istıksar (kısma) edilemez ve böyle bir müze, yalnız sanayi-i Nefise’de değil, belki tarih-i Bahriye’de dahi sahip yed-i tülâ (geniş nüfus,tam) bir zatın idaresine tevdi’ (Bırakmak) edilmelidir. Bugün mevcut olan müzemizin müesseseler meyanında bulunan Süleyman Lütfi Bey’in tarih-i bahriyemizde ki vakıf ve ihtisasına medyunuz (borçluyuz); onun açtığı yolda yine onun gibi bir mütehassıs yürüyebilir.
Yeni binanın inşaatı hitam (sona ermek) bulunduğu vakit eşya-ı mevcude’nin takım takım nakli ve yeni muvazaa yerleştirilmesi lüzum kılacaktır ki bu o derece kolay bir iş değildir; mahfuz olan eşyadan yüzde sekseninin mahiyet ve sebeb-i teşhir’i meçhuldür; Bir sancağın, bir kalyon kaportasının, bir armanın, bir dümen dolabının ila.. Olduğunu ve ne için hıfz ve teşhirine lüzum görüldüğünü bilmek ne büyük bir vukuf ve ihtisasa tevkif eder! Malteasüf eşya-ı mevcude’nin kataloğu el yevm bir defterden ibaret kalmıştır ki bu defter yalnız hangi şeyin kaç numaralı dolapta bulunduğunu ifham (bildirmek) hususunda işe yarayabilir. Bu da müzenin uzun müddet (depo) olarak idare edilmesinin neticesidir; 325 senesinin bir gününde müzeye gittiğim vakit müdürün odasında yazı yazacak mürekkep ve kalem olmadığını görmüş ve esbabını sormuştum;
Müdür dedi ki:
” Burada bir ben varım iki de nefer; müteferrikamız (çeşitli işler gören kimse) yoktur. Her ay muamelatta sarf-ı zaruri olan kâğıdı, kalemi, mürekkebi kesemden ala ala usandım. Zaten ekseriya yazı yazmak ihtiyacını duymuyoruz ki!”
Bahriye müzesinin bugün ki suret-i idaresi, la elhamd, 325 senesine nispetle son derece mükemmeldir; müdür hâzır Sami beyden daha ziyade terfi ve tekmil beklenebilir; Bahriye nazırı Cemal paşa hazretleri bahriye müze ve kütüphanesine nafiz bir nazar-ı ehemmiyet atıf ile onu eski hal tecrit ve tevkifinden kurtarmışlardır. Bununla beraber, bina o bina oldukça ve o da tersane-i amire dâhilinde bulundukça müzemiz (depo) mahiyetinden hiç bir vakit kurtulamayacak ve mahiyet-i asliyesi olan( teşhir) vazifesini ifa edemeyecektir. Binaenaleyh öyle düşünüyorum ki hükümetin vezaif-i irşadiyesinden birincisi bahriye müzesinin ihya ve inzarı imaye küşadından ibaret olmak icab eder. Düvel-i ecnebiye ‘de bahri ve ali el umum askeri müzelere büyük emekler, himmetler (lütuf, yardım), sarf olunmadadır. İngiltere hükümeti, Londra’da ki büyük müze haneden maada Portsmouth’ta Gordion’da ve daha sair merakiz-i Bahriye’de zengin bahri müzelere maliktir. Bunlarda meşahir-i Bahriye’nin en ufak eşyasına varıncaya kadar her şeyi hıfz edilmiş olduğu gibi Britanya’yı kurtaran büyük muzafferiyetlerinin mesela Waterloo, Cape Saint Vincent, Trafalgar muharebelerinin, aylar ve binlerce liralar sarfı ile vücuda getirilen mücessem (şekillenmiş) modelleri inzar-ı amaye vazıl olunmuştur.
2) Halk-ı irşad ve temayül-ü umumiyi cihet-i Bahriye’ye sevk etmek hususunda tesir-i atemi haiz bir ikinci vasıta dahi mefahir (iftihar) ve hatırat-ı maziyi temsil eden sefain-i harbiye’nin muhafazasıdır ki mahiyet itibariyle bu iş müze bahsine zeyil (devam) olabilir. İngilizler, Trafalgar kahramanı amiral (Nelson)’un muharebe-i meskure’de rakip olduğu (Victory) kanyonunu yüz on seneden beri kemal-i itina ile hali asliyesinde muhafaza etmekteler; Portsmouth limanına girenler, direğinde mevki kumandanın forsu müveccihlenmekte (dalgalanmakta) olan bu kar-ı kadim harp sefinesi’ni hayretle müşahede ederler (seyretmek); hâlbuki Portsmouth limanı İngiltere’nin en mühim merakiz-i bahriyesinden biri olduğu gibi Portsmouth kumandanlığı dahi İngiliz bahriyesinin en yüksek rütbelerindendir. Bu kumandanlığı en kıdemli ve en mukadder bir müşir işgal eder ve bu rütbeden sonra o zât [(birinci deniz lordu) (1) olabilir ki İngiliz bahriyesinde bundan [Büyük yalnız bir makam vardır (2) amiral Lord Nelson, HMS St Vincent muharebe-i bahriyesinde komodor (komutan) olarak ispat-ı vücud etmişti ve muharebe-i meskure’de ibraz ettiği liyakat ve besalet (yiğitlik) fevkalade üzerine – o zaman yeni kumandan gemisi bulunan – (HMS Victory)’e celb edilerek sinesine başkumandanın eliyle nişanlar tealik edilmişti; tesadüfat-ı garibedendir ki (garip bir tesadüftür ki) Nelson yine bu gemide, o nişanlar göğsünde bulunduğu halde aynı mevkii de vurulmuştur, ölmüştür. İngilizler kendilerine Britanya’nın en tehlikeli bir anı ve o anda Nelson marifetiyle husul-pezir olan (hâsıl olan) büyük muzafferiyeti ihtar eden Victory’i hep aynı halde saklamışlar ve o gemiyi -haiz olduğu hatıra-i aliye’ye hürmeten- Portsmouth kumandanı gibi en büyük bir amire (sancak gemisi) ittihas (kabul etmek) eylemişlerdir ve on yedinci asır miladiyeden beri her İngiliz gemisi hatt-ı harbiye’den çıkarıldıkça yerine aynı isimde mutlaka yeni sefaine-i harbiye inşası İngilizlerde mütad (adet) iken bugün İngiliz donanmasında bir (Victory) diretnodu yoktur zira mevcut olan eski ve asırdide HMS Victory dretnotundan çok sevgili ve çok büyüktür.
Victory’den maada (paçuş) kumandanı dahi forsunu daha eski bir gemi olan HMS Impregnable kalyonuna çıkmaktadır. Paçuş kumandanlığı dahi İngiliz bahriyesinde en mükamat-ı (durulacak yer, ikametgâh) aliye’den biridir ki ahiren hemen nişanının ikinci rütbesini haiz Admiral Sir George Egerton’nun meşkûr kumandanlığına tayini de bu müddea’yı ispat eder. Dünya’nın ananevi bir hükümet-i bahriyesi olan İngiltere’nin ihya-i hatıratı maksadıyla sakladığı sefain-i atika bunlardan da ibaret değildir; hâlbuki İngiltere hükümeti Portsmouth ve Pelcus gibi merakiz-i mühime kumandanlıklarının maiyetine sancak gemisi olmak üzere hal-i hazırın en makmül sefaininden birini tesis edemez miydi? Buna mani olan yalnız eski büyüklüklere karşı hissedilen meftuniyyet ve şükrandır. Koca bir vatan filosu mesela Portsmouth limanına dâhil olduğu anda, derhal amiral gemisi forsunu indirir ve tekmil bu yeni mahuf sefain, Nelson’un sevgili kumandan gemisi olan Victory’nin kumandasına girerler; bu onlara bizzat Nelson’un idaresinde bulunuyormuş gibi bir hiss-i acaib verir ve sonra yine kendi amirallerinin kumandasında olarak limanı terk ederken bütün efrad-ı zabıtan ve emara bir müddet büyük Nelson’un hakiki kumandanlığı altında yaşayarak tecdid-i ruh ve kuvvet eylemişler gibidir! Bu hissi mesela, o kadar şayan istihkar değildir.
Maatteessüf biz eski büyük amirallerimizin bayrağını taşıyan gemilere değil o gemilerin isimlerine bile malik değiliz. Hatta Barbaros devrinde sefain-i Harbiye’ye Türklerin isim vermek itiyadında olup olmadıklarını da bilmiyoruz. Lakin bu zulmet daha ne kadar devam etmelidir? İngilizlerden çok şanlı, çok bülent, çok harikulade muzafferiyetler terakkilerle dolu bir tarihi Bahriye’ye malikiz. Öyle bir tarih ki bidayet (başlangıç, evvel) tesisinden itibaren yalnız üç yüz sene zarfında Bizansı, Venedik, Almanya ve İspanya donanmalarını mahv etmiş ve ondan sonra da Fransız, Portekiz, Flaman ve İngiliz filolarıyla galibane çarpışmış bir muazzam Bahriye’nin fevk (üstün) işleri ile mal amaldir. (çok dolu) Türk bahriyesi denizlerin serir (taht) iclaline (büyüklük azamet )diplomatik hilelerle değil zamanının en muhteşem donanmalarını yıkıp batırmak sureti ile çıkmıştır. Ne kadar yazıktır ki bu kadar şan ve şereften bize kalmış hiç bir yadigâr mazi yok!
(Yalı köşkü)nün tarih-i ağlatan bir hissizlikle tadili esnasında orada eski bir (kadırga)nın mevcud olduğu görüldü buna kime, hangi devre ait olduğuna dair birçok mülahazat (düşünceler, fikirler) yürütüldü: Ben henüz bu hususta tetkikat icra etmemiş olduğuma rağmen iddia ediyorum ki, alaim-i tersane-i amire’ye nakil edilmiş olan bu kadırga iki asırdan ziyade birisine maliktir ve hakkında öteden beri halkın bir hürmet-i mahsusa besleye geldiğine muhafızının merhum Safvet beye söylediği hikâyeler şahiddir (1) bu kadırgayı tamir ederek tekrar kabil-i seyir bir hale getirmek bilmem ne kadar fedakârlığa vabeste bulunuyor. Mehaza bu fedakârlık ne kadar büyük olursa olsun tevlid (meydana getirmek ,sebeb olmak) edecek menafii maneviyeye nazaran hiçdir.
Padişahlarımız bilhassa kaliç alaylarında, hırkayı saadet ziyaretlerinde bu tarihi sefineye rakib oldukları vakit husule gelecek sahne-i muhibenin tesir-i ruhaniyesin i zamanımızın en mükemmel bir mevturebatı veya bır yatı verebilirler mi?
Burada bahriye nezaret-i celilesinin bahsimize gayet alakadar bir teşebbüs mühimini zikir etmeden geçemeyeceğim: teşkilat-ı ahire mucibince haliç komodorluğu tahsis edildiği vakit komodorluk fırkası merasim-i fevkalade ile İzzettin sefaini hümayununa keşide olunmuşdur. İzzettin, Girit ihtilallerinde kendisine faik (üstün) (arkadi) gibi bir Yunan sefinesini takib ve zabt eylemiş ve bu muvakkiyetle Grek süvarisi olan( Gamsız Hasan Beyin) ve gerek kendi namını müebbed kılmışdır. Mazi şakir şanımızdan bize kalmış yegâne yadigâr-ı maddinin budan ibaret olmasına nazaran komodorluk forsunun bu gemiye çekilmesi teşkirat-ı azimeye şayan bir mülahazadır (İzzeddin)imizin (Victor) ye muadil bir tarihi yokdur; mehaza İzzeddin , bize Türk gemicisinin ecdadından mürüvvet sebat ve salibatını ihtar için kâfi bir timsaldir . Eski nisyanlarımızı (unutmak, akılda çıkarmak) yeni tekazelerle telafiye başlarsak ,havzayı hatırat-ı ihlafa daha çok yeni yeni İzzeddinler ihda edebiliriz; zira içinde bulunduğumuz zaman fevkaladelik itibariyle tarihin en muazzam edvar-ı harbiyesinden asla aşağı değildir ve pek güzel biliriz ki fevkalade şahsiyetleri fevkalade ahval doğurur.
Kezalik, 10 Temmuz bayramını ilk defa topla selamlayan (Necm-i Şevket), büyük bir kadirşinaslıkla muhafaza edlmektedir ki bu fikir devam ettiği takdirde mürur eden her sene bu geminin kıymet-i tarihiyesine bir derece itila zem ediyor. Necm-i Şevket Osmanlı donanması adına meşrutiyet-i Osmaniye’yi ilk defa tebbil ve takdis eylemiştir; devre-i meşrutiyette doğan, ilk an hayatında hava-ı hürriyet teneffüs eden ve bütün bir ömür ceval içinde yalnız kanun ve kaideyi müsavat dairesinde perveriş-yâb (yetiştirilen) olan ahlaksız, Necm-i Şevket’e baktığı vakit bir zamanlar zavallı babalarının, dedelerinin sinekeş tahammül olduğu müsaibi istibdadı hatırlayacak; onların asırlarca döktüğü gözyaşlarından mutehasıl siyah ve matemengiz dalgaları görecek; Sonra şahikalarında yükselen şems taban hürriyetin ilk şuasına karşı, Selanik’in, asude suları üzerinden bütün zuvalpezir felaket bir bahriye namına bir tûlug muazzamı selamlayan eski topların gürültülerini işitecektir.
1] İngiltere bahriye nezareti dört daireye münkasım olup her biri bir lordun riyaseti tahtındadır. Birinci daire reisi olan birinci deniz lordu diğer Lordların mafevkidir (üstün olanı) ve bunun fevkinde (üstünde) yalnız ( başlord=tirtlord) mevcuttur; ifade-i salif (evvelce geçen) müsteban (açıklanmış) olur ki Portsmouth kumandanı üç daire reisininde fevkinde itibar edilmektedir].
2) 1914 de Portsmouth kumandanı Sir Hedwortte Meux idi. Bu amiral, İngiliz bahriyesinin en kıdemli erkânından olup (Order of the Bath) nişanının büyük salibini (haç) ve şövalye nişanın kumandan rütbesine haizdir.
(1) Bu hikâyelerden biri; Padişahların bizzat rekûb hümayunlarına mahsus olduğuna binaen iktisabı kutsiyet eylemiş olan bu sefinenin bir parçasından husule getirilen tütsü, cüzzam illetine bir şifayı acil etmiş, ahali büyük fedakârlıklar mukabilinde geminin ötesini berisini kestirip alırlarmış hatta senelerden beri yongası alına alına geminin yirmi dört çift küreğinden yalnız birinin palası kalabilmiş.
Mütercim: Remziye Aylin Serinpınar
İDMAN SÜTUNLARI
İdmancının üç vasfı
Bahsimiz idmanın melekeye, mümareseye (alışkanlık) şedit ta’liki (asılma) olan kısmına – daha ziyade – âiddir. Yalnız hangi nev’î olursa olsun idman (idman kelimesini spor mukabili olarak kabul ediyoruz.) herkesin yapabileceği fakat; Pek az kimsenin tamamıyla ihrazı muvaffakiyet edeceği bir meseledir. En hafifinden en müt’ibine (yoran) kadar, her şu’bede müteaddit mütehassıslar arasında görülmüyor mu? Kaç tane (şampiyon = ödüllü (*)) çıkar? Bundaki sır, hükmen pek zahirdir. Herkes idmancı olabilir. İdman yapabilir. Ancak idmancının malik olması lazım gelen üç esaslı vasıftan birine sahip olamazsa ismi idmancı olur. Elde ettiği netayiç hiçtir. Hele biraz mütefevvik (üstün) yahut – daha doğru tabirle – tam bir idmancı karşısında bulunursa kıymetsizliği büsbütün tezahür eder. İdman, vücudun çalışmasıdır. Bu, onun en basit bir tefsiridir. Filvaki ağyârına mani değildir. Amma esas itibariyle tamamen masadıktır. Vücudun her haraketi de dimağın bir emri neticesidir. İdmanda muvaffakıyet sebata bağlıdır. Koşular, atlama, futbol, güreş hülasa hepsi sebat ile elde edilirler. Sebat da şedit irade ile, daha muhtasar (kısaltılmış) tabirle, azim ile olur. İşte idmancıda bulunacak vasfın birincisi. Azimkâr olmayan kimseler katiyen idmancı olamazlar. Bu azim vasfının içinde idmancının sû-i isti’mâlata (kötülük) olan meylini yenmesi, talimler esnasında intizam ve ıttırâdı (muntazam) elden bırakmaması, müsabakalarda da yılmaması dâhildir. Azim, haliki değildir. Katiyen mahiyete, mesaiye, terbiyeye bağlı bir iştir. Zaten maneviyatın kesrinde olduğu gibi kavi bir kanaatle, en çürük kalpli bir âdem pek azimkâr olabilir. Bunda da en kati usul, yapılan işin sonunda olması melhûz (düşünülen) neticeyi ma’kûseyi (ters) göze aldırmaktır. Faraza: Bir koşucu için çekinilecek şey kesilip bayılmaktır. Bunu göze alan ve bundan yılmayan bir âdem o koşuda mühim, en mühim hatveyi azmi atmıştır. İkinci vasıf: takip edilen idmanın günahına vakıf olmak, nasıl yapılır; nasıl yapılırsa faydası vardır. Nasıl yapanlar kazanır. Bu cihetleri tetebbu etmek keyfiyetidir. Her şeyin ilmi cehlinden evladır. Bu bedihi (belli) misli burada zikir edişimize sebep biz de maalesef bu ikinci vasfın şedit fakdaniyedir (yokluk). Esef olunmaz mı ki? Bugün binlerce futbolcu arasında, değil nazariyatını, futbol kavaidini tamamıyla bilen pek azdır. Sırası geldikçe hep futbolu ileri sürüşümüz his olunacak derecede ancak bununla iştigal edildiğindendir. Bilerek yapılan idman bilinmeyerek yapılana her veçhile tefevvuk (üstünlük) eder. Bu ikinci vasfın tesirinin bir de az çok, görünmemesi bilenlerin pek az olmasındandır. Bu acı hakikati söylemek, bilmek ve bildirmek vazifemizdir. Bir bend değil, her hafta tahririmizi bu bahse hasr etsek yeridir. Üçüncü vasıf da; Yapılan idmanı yapabilmek keyfiyetidir. Yani bilfarz koşuyu ele alırsak, koşabilmek hasletidir. Hilkatinde bunda tesiri inkâr edilemez. Ne kadar azimkâr, hele ne kadar ilim olursa olsun boyu 1,60 metre, sıkleti 100 kilo olan bir kimse kabil değil o hal ile koşucu olamaz. Koşuda böyle olduğu gibi futbolda da böyledir. Alel husus bunda oyuncuların mevkiinin vücutla münasebeti vardır. Kısa boylu bir âdem iyi kaleci olamaz. Az koşan bir futbolcu, dış oynayamaz. Ufak tefek kimseler, iyi müdafaa olamazlar. Bunlar tabii şeyler olmakla beraber sayinin de bu işde büyük kıymeti vardır. Uzun müddet sayi ile elde edilen mümarese (alışma) idmanda en büyük amil telakki edilmeğe sezadır. Şu üç vasfı yalnız ismen denecek kadar yazabildik. Ne kadar fasıl edilse o derece ittisâ’ (bolluk) mesai olan bu bahsin idmancılarca ehemmiyetle telakki edileceğini ümit ederiz. Bu ümidimizde bize en büyük zuhur, idmancı olmak hevesinin günden güne ziyadeleşmesi cereyanıdır. Bu cereyan eğer bir de azim, bilgi ve iktidar ile tetviç (taçlanma) ederse hakiki idmancılara malikiyet saadetine ereriz. Olmazsa azimkâr, muktedir fakat yaptığının cahili; Yahut azim, bilgiç ama yapamayan; Hülasa, bu esaslardan velev birinin mehcûri olanlar nazarımızda, nazar-ı fende idmancı olamazlar. (*) – Şampiyonu “ödülü” ve “şampiyonayı” da ödül kelimesiyle tercümeyi muvafık gördük.
Fİ’L-İ TENEFFÜS ÜZERİNE MÜESSİRÂT
Fi’liyyât-ı asliyenin teneffüse tesiri – muhtelif ahvalde – sürati teneffüs – cemile-i asabiyenin teneffüse tesiri – tesirat-ı asabiye – vüs’at ve ahengin teneffüste ihtiyari tadilât – kater sadırın tezâyüdü – teneffüsün deverana tesiri – zifiri zabt etmenin mazereti. Teneffüsümüzü tanzim etmek, en kaideli bir şekle koymaktaki menâfiimiz bu hususa hasr edilen yazılarla tavzih (açıklama) etmiştir. Fakat bu mühim gayeye vasıl için teneffüs üzerine tesir eden avamili tanımak iktiza eder. İşlenecek zemin malüm ve muayyen olmassa sa’y semeredar olur mu? Faaliyeti aslıyyenin teneffüse tesiri – her hareket, teneffüsü tahrik eder: teneffüs bir sa’y adeli tesiriyle süratlenir. Bu amelî olarak herkesin her zaman müşahade ettiği, nefesinde çok defa tecrübe ettiği bir haldir. Hızlıca bir merdiven çıkmayan, kuyudan su çekmeyen, vapura, şimendifere yetişmek için koşmayan yoktur. Bu faaliyetin tesiriyle hareketi teneffüsiyede husule gelen sürate elbette herkes dikkat etmiştir. Fiiliyatı adeliye dahil bedende hali sukünetteki ihtirakdan fazla bir ihtirak husule getiriyor. Bu ihtirak ensicede (doku) bittabi sükunettekinden ziyade hâmız-ı karbon (asit korbonik) husüle getiriyor ve müvellid-ül-humûza’ya (oksijen) ihtiyaç daha ziyade oluyor. Diğer taraftan ihtirak (yanma) dolayısıyla kandaki sühunet (ısı) derecesi de yükseliyor. Gerek kandaki hâmız-ı fahim (asit karbonik), gerek dereceyi hararet asab-ı rievi’yi (akciğer) tenbiye ediyor. Binaenaleyh teneffüs kesb-i sürat ediyor. Muhtelif ahvalde tetkik edilen fiiliyat-ı teneffüsiye kim atiyeyi arz eder;
Otururken | 1,18 |
Ayakta | 1,33 |
Saatte bir mil süratle yürürken | 1,60 |
Adi adımla giden hayvan üzerinde | 2,20 |
Saatte iki mil süratle yürürken | 2,76 |
Dörtnal hayvan üzerinde | 3,16 |
Yorga giden hayvan üzerinde | 4,05 |
Yüzerken | 4,81 |
Saatte yedi mil süratle koşarken | 7,09 |
Şu ufak cetvelde görülüyor ki; şerait-i adiyeyi hayatiye dahilinde bilfarz dakikada 9 litre hava ciğerlere girerse, biraz şiddetli hareketler esnasında bu miktar yedi misline baliğ oluyor. Tahminen 63 litre. Cetvel otururken faaliyeti teneffüsiye kıymetini 1,18 rakamıyla, fakat saatte 7 mil süratle koşarken, 7,09 rakamıyla irâe (gösterme) ediyor. Demek şiddetli faaliyetlerin teneffüste husule getirdiği sürat sükunettekinden yedi defa ziyadedir. Sebebi, tabiiyeliğinde vukua gelen – hâmız-ı fahim ve hararet tezayüdü (sıkışma) gibi – tağyirat (değişim) olduğu biraz evvel arz edildi. Şu halde, ciğerlere dahil olan havanın miktarı, kanın dereceyi safiyeti ile mütenasiptir neticesi elde ediliyor. İyi bir tarzda cereyan eden teneffüsle çekilen hava istidmaya yani ensice(doku) dahilinde mübâdelât iğtidaiye (gıdalanma) dolayısıyla bozulan kanı terkibi tabiiyesine ircaya hizmet etmelidir. Mamafih bazı avamil vardır ki tesiratı bu gayenin husulüne mani olur. Makalatın vasi mertebesinde tafsilat verilmesi de sui tesirat icra eden avamilden tevakki (korunma), hüsnü tesir yapanların ahzı ve kabil edilmesi fikrine istinad ediyor. Cemileyi asabiyenin harekatı teneffüsiye üzerine tesiri; – fiili teneffüsün sebebi asliyesi, dem veridinin (toplardamar) merakiz-i (merkez) teneffüsiyeyi tenbihi olduğunu biliyoruz. Fakat bu merakiz, uzlet şehikiyenin (nefes almak) yegâne mahreki değildir. Arada, uzlet-i şehikiyenin harekatını tevkif veya tesrî’ (hızlandırma) edebilir. Tesirat ve intibahat damağıye keza ahengi teneffüse müessirdirler. İç çekme tabir ettiğimiz halde (kısa ve şiddetli şahikler), korku ve telaş anlarda sadır, şiddet ve süratle fakat mahdut olarak terfi eder. Bu sürat-i hareket, sa’î uzliye isnad olunamaz. Harekât-ı bedeniyyedeki şiddet neticesi değildir. Tesirat-ı asabiyeden tevlid eden bu teneffüslerin tabiatıyla vüsatları dar olacağından ciğerlerde teceddüd havaya hizmet etmezler. Zayıf şehiklerle icra olunan teneffüslerin havalanmağa ne derece gayri kâfi olduğunu evvelki makalatta gördük. Teneffüs hareketlerinin sürati, vasatlarındaki darlığı ve âdem-i kifayeyi telafi etmiyor. Sık sık ve küçük teneffüslerle ciğerlere miktarca çok hava ithal edilebilir. Lakin yapılan bu teceddüd (yenilenme) hava bir iki derin şehik icra edeceğinden çok azdır. Bu hal, yukarıda “ciğerlere dahil olan hava miktarı kanın dereceyi safiyeti ile mütenasiptir” şeklinde vaz’ olunan destura muhalif oluyor. Ve bu suretle bel’ (yutma) edilen hava istidma ihtiyacıyla mütenasib olmaya biliyor. Çünkü sürat teneffüsü mucip olan faaliyeti bedenîye değil bir haleti asabiyedir. Fakat bu âdem-î tenasüb gayri tabii ve gayri sıhhidir, arızidir. Binaenaleyh hal-i tabiiyedeki müşahedatın verdiği neticeyi tağyir (değişim) etmez. Ve desturumuzu bozmaz. Tesirat ve gayri kâfi teceddüdü (yenilenme) hava, teneffüsü tabiiye lazım olan miktar havayı teneffüs eden iki muzırr amildir. Mümaresat-ı bedenîye te’siriyle harekât-ı teneffüsiyenin vesait ve ahenginde ta’dilât: hareket teneffüsiyeyi tanzim etmek, sâî’le muvazenette tutmak terbiyeyi bedeniyyenin vazifesidir. Koşu ve jimnastik idmanları yapanlarda harekatı teneffüsiye ve vüs’atinin tezâyüd (sıkışma) ettiği tecaribi (tecrübe) katiye ile sabit olmuştur. Mübtedilerde önceleri idmanı müteakip hareketi teneffüsiye süratlenirse bilahare bu sürat tenakus eder. << . . . . . . . Pneumographe denilen aletle evvela hali istirahatte bâ’de 600 metrelik bir koşuyu müteakib alınan ve beş ay idman müddeti zarfında tecrübede ilk her ay tekrar edilen hududu teneffüsiyede, harekâtı sadriyenin hali istirahattekine nispetle ziyadece, sonraları koşudan evvel ve sonra aynı derecede kaldığı fakat her iki halde de – yani faaliyetten evvel ve sonra – idmanla iştigal edilmeyen zamanlara nisbetle harekâtın dört misli tevsi ettiği ve sürati teneffüsiyenin dakikada 20 den on ikiye tenzil ettiği görülmüştür. Fiiliyattan evvel dahi vesâ’iti teneffüsün fiiliyattan sonra günün aynı olması gösteriyor ki jimnastikçi sükunet zamanlarında dahi, idmanla iktisab ettiği derin teneffüsü muhafaza ediyor. O halde bilaihtiyari icra edilen bu tadilat sabittir, daimidir. Yalnız dikkat edilecek bir cihet var. Gayri muntazam bir surette icra edilen fiiliyat bittabi muntazam neticeler vermez her şeyin bir mizanı, mikyası, ihtiyaca kafi derecesi vardır. Bedene, ihtiyacından fazla tatbik edilen her şey mızırrdir. Fransa’da <<Jean Vill – le – Penn>> askeri jimnastik mektebinde yapılan tecarib, kudreti teneffüsiyenin altı aylık idmanı müteakib 546 santimetre mikâbına kadar tenzil ettiğini isbat etmiştir. Bu adedi desimetre mikabı ile daha doğrusu litre olarak ifade edersek 5,46 litre olur ki faaliyeti bedeniyeden mahrum insanların kudreti teneffüsiyesinin hemen iki mislidir. Kudreti teneffüsiyenin bu miktarda yükselmesi sadr’ın (göğüs) katr kaddamisinde 0,5 santim, katr canibisinde de yine 0,5 santim kadar bir tezayüdü neticesidir. Bu tezayüd cüzî gibi görünüyor. Fakat mesele sırf hendesi bir şekil aldığı cihetle katr daire ile muhit arasındaki nispet nazarı dikkate alınınca muhit-i sadrın da dereceyi tevsii anlaşılır. Bu erkamı (rakam) kendi istatistiklerimizden ele alamadığıma müteessifim. Çünkü bunlar bizde mefkuddur (bilinmez). İşte aslı bahsi esef olan da budur. Nefesin deverana tesiri: – Hareketi teneffüsiyede vüs’at ve ahenkçe husule gelen tağyiratı deveran deme de sirayet eder. Şehik için hicabı haczin ve kafesi sadrın hareketi tazyik-i dâhili sadrı bittabi azaltır. Bu tazyikin tenakus etmesi sadra civar olan kan damarlarına tesir eder. Rielere (akciğer) kanın hücumu davet vürud ecvafı aliye ve safla ile kalbe vasılı, ciğer arasından müruru teshil edilmiş olur. Sadr, hava ve kan ile dolunca ciğerler batın etmenden (kalbin siyah kanı ciğerlere gönderen gözü) gelen kanın müruruna mukavemet eder. Aynı zamanda izin etmine ziyade kan geldiği ve oradan batın eminede fazla miktarda nakil edildiği cihetle kalb emin tamamıyla inbisat etmiş ve kan ile dolmuş bulunur. Bu inbisattan sonra zifir yapıldığı zaman kalbin takabbuz (büzülme) etmesi de inbisatı gibi geniş ve kuvvetli olur. Bu hal zarubatın ağırlaşmasıyla pek güzel his olunur. Binaenaleyh kuvvetli şehiki müteakib havayı ciğerlerde hapis etmek kalbin hareketini tevkif eder. Muntazam talimlerle teneffüsün kesb edeceği vasat, harekâtı kalbiyeyi de tanzim eder. Fakat gayri muntazam ve tahmilin fevkindeki ânif (sert) harekât intizamı teneffüsü ve kalbin harekâtını sekteye uğratır.
Tercümeyi bedeniyye muallimi
Ali Seyfi.
İstanbul futbol birliği müsabakalarından: Altınordu – Süleymaniye takımları.
FUTBOL MÜSABAKALARI
Bu sene bir taraftan seferberlik ve harp dolayısıyla bir kısım güzide oyuncuların silahaltında bulunması, diğer taraftan çayırın artık müsabaka icra edilemeyecek kadar fena bir hale gelmesi müsabakaların ciddiyetini ihlal ettiği gibi buna zamimeten (ilâveten) futbol kulüplerinin yekdiğerinden tamamen ayrı iki guruba ayrılması da hakiki bir birincilik müsabakayı umumiyesi icrasına mani oldu. Evvelki Cuma günü nöbeti müsabaka Anadolu ile Süleymaniye kulüplerine ait idi. Fakat çayırın çamuru en kavi bacaklı oyuncuları bile nev-mid (ümitsiz) edecek bir mahiyette idi. Oyun sahasının merkezindeki göl ise yalnız topun değil müsabakaların bile seyrine (devam) mani olacak kadar vasat peyda eylemişti. Çayırın bu hali karşısında yapılacak yegâne hareket oyunu yevmi ahire tehir etmek olduğu halde tarafeyn maalesef bu hususta anlaşamadılar. Ve şarkî Prusya’daki “Pripet” bataklıklarından şüphesiz daha berbat bir halde bulunan bir çamur deryasına dalarak oyuna başladılar. Sürat, çeviklik, topa hâkimiyet gibi esasata mübteni bulunan futbolun böyle kaygan, yapışkan bir sahada oynanması kadar garip, tatsız bir şey tasavvur olunamaz. Ayak topunun zümürrüdün (zümrüt gibi) ve düzgün bir çayırda oynanması mutad olduğuna göre bizim idmancıların oynadıkları bu oyuna her halde başka bir isim bulmak ve “çamur topu” demek pek münasip olacak! . . . . Esasen Süleymaniye takımının oyunu yarı yerde bırakıp çekilmesi üzerine na-tamam kalmış olan bu müsabakanın sureti cereyanını uzun uzadıya teşrih (açma) ve tenkid edecek değilim. Yalnız şunu söyleyeyim ki iki taraf oyuncularının hali cidden şayanı merhamet idi. En seri bir oyuncu ancak yürüyebiliyor, kuvvetli darbelerle topu istedikleri mahalle gönderebilenler on metreden fazla atamıyorlar, kaleciler çamurdan çıkıp da ellerinin ucundan geçen topu tutamıyorlardı. Fakat bu göl faydadan hali değildi. Çünkü gözlerinin içine kadar çamur ve zifos ile mülemma (alaca) bulunan oyuncular buraya girdiler mi biraz çamurlarının kabasından kurtuluyorlardı ki buna da cidden lüzumu mübrem vardı. Muharebatı bahriyede denize düşen mermilerin kaldırdığı sular gibi burada da topa indirilmek üzere havale edilen darbelerin fırlattığı çamurlu sular futbolcuları baştan aşağı yıkayordu. Bir defasında Süleymaniye oyuncularından birinin ayağı ta diz kapağından yukarıya kadar bu gölün içinde kazılmış olan kurt kapanı çukurlarından birine girdi. Ve orasını Pripet bataklıklarına teşebbüye edenlere hak verdirdi. Şayanı teşekkürdür ki genç idmancının ayağına bir şey olmadı. Çamurlar içinde oynamakta daima büyük bir kudret gösteren Anadolu oyuncuları birinci parti esnasında hasımlarına üç sayı yaptılar. Bâ’de Süleymaniyelilerin çekilmesi üzerine artık oyuna devam edilmedi. Abidin Daver MECMUA Çayırın çamuru ve ittihad spor kulüplerinin tanzimi hakkında mezkûr kulüp heyeti idaresinden varid olan varakayı bir veçhe ati;
İttihad spor kulübünden;
İttihad kulübü tekmil müştemilatıyla karargâhı askeri ittihazından ve spor sahnesinin deve beygir gibi rukub (binme) ve nakliyatı askeriye hayvanatına tahsisinden meydanın tathirine (temizleme) ne kadar bezl mesai edilirse edilsin ittihaz edilen tedbir havaların âdem-i müsaadesi de inzimam edince – semeredar olamıyor. Sene başı münasebetiyle sekiz haftadan beri akti içtima eden heyet Altınordu kulübünü heyeti fiile umuruna teşrik etmiş ittihad kulübünün tensik ve kakmalı zemininde yapılan projeleri tetkikin tenis, kurs isketini mahallerinin inşasını ve muhtacı tamir aksamının termim ve tanzimi için bankada mevcut meblağın tahsisini kabul etmiş ancak ahvali hazıra münasebetiyle tehiri icrasına karar vermiştir. İttihad kulübü temini istiklal ve bekası için her türlü vesaite malik bulunduğundan anı karibde pek büyük güşayiş (açıklık) ve terakkiye mazhar olacaktır. Şehre baid (uzak) bulunması nazarı dikkate alınacak olursa İstanbul gençliğinin de spor müessesatına ihtiyacı tezahür eder. Bilhassa İstanbul meydanlarında daha mükemmel spor müessesatı temini inşasıyla gençliğe bir mevkii refi içtimaı lütuf ihdası milli cemiyetlerin mesai cemilesinden beklenir. 28,Şubat,1330 heyeti idare azasından Raşid
İstanbul futbol birliği müsabakalarından: Altınordu – Süleymaniye takımları.
BÜYÜK ALEV
Kalkarak, odasından beyaz geceliğiyle, rahat ve huzur bilmeyen bir heyula gibi dışarı çıktı. Ferrantenin kapısına kadar gitti. Ve his etti ki; bu saatte Ferrante dahi uyanık, geziniyor, ciğara içiyor. Büyük kanalın siyahlıklarını seyir etmek için penceresini açıyordu. İki defa his etti ki; Ferrante yazı yazıyordu. O kadar heyecan ile yazıyordu ki; kağıdın üzerinde kalem çıtırdıyordu. Ne acaba, kime yazıyordu? O Ferranteyi çağırmağa ve bunu ondan sual etmeğe, asla cesaret bulamadı. Ferrante şimdiye kadar iki defa yalnız olarak sokağa çıkmıştı. Belki bu mektuplarını postaya vermek içindi. Fakat hiçbir cevap mektubu almadı. Onu yakan azap şimdi azim bir ıstırap oluyordu. Ve bu öyle bir ateş idi ki; onu meçhul bir düşmana karşı olan her hücumunda örtüyor. Her defasında bir parça daha yer zapt ediyor. Her gün ufak bir şey yahut büyük bir harp kazanıyordu. Bu, bir alev idi ki; Daima hududunda ve umkunda tevsi ediyordu. Oralarda büyük boşlukla öyle ateşler bırakıyordu ki, bu yangını söndürmek için, hiçbir çare yok. Yalnız rikkat engiz gözyaşları vardı. Ne o, ne öteki, bu yakaranı Suzan ve tahripkarı faş edecek bir kelime söylemiyorlardı. Fakat her biri diğerinin buselerini hiçbir kelime söylemeksizin ve hatta söylemekten korkarak, keşif ediyordu. Hala hayatta yan yana, el ele yürüyorlardı. Fakat bir hareket, bir vaz ile sevgili bir simata takrib olunduğunu görmek ihtimalinden titriyorlardı. Yalnızlık öyle yalnızlık ki, onda hiçbir rabıtayı mukavemet edemez. Bir yalnızlık ki, ruhun en büyük mevzuat ahlakıyesine ait mesail yavaş yavaş, tedricen yahut bir anda huşunet ve tahurla hal eder. Onlar bundan korkuyorlardı. Şimdi evde yalnız idiler. Bu gün teşrinievvelin sonlarına doğru, bu baş döndürücü buhranlarını nereye götüreceklerini bilmedikleri halde, ufak bir vapura bindiler. Bu vapur, onları Lido adasına götürecekti. Bu tekmil yeşil, küçük köşklerle dolu bir sahili, gölün bi-hareket ve uyuyan suları üzerinde, diğer sahili, Adriyatik’in gürültülü fırtınalı köpükleri içinde, bir adacık idi. Güzel deniz banyoları vardı. Oraya bütün Venedik halkı ve her taraftan İtalyanlar hatta bütün ecnebiler koşarak mahrum kalınmış huzuzatı tekrar bulurlardı. Fakat artık Ağustosun metra ve teravet bahş olan bu sahilinde, şimdi kışa girmiş bir şehrin harikulade mahzuniyetinden başka bir şey kalmamıştı. Banyoların sahillerindeki o şetaret, o yaz zevki çoktan bitmişti. Adanın her tarafı ağaçlarla sayedar, yolları tenha idi. Küçük tramvay, günün seferlerini her ne kadar tamam ediyorsa da, boş olarak, yavaş yavaş gelip gidiyordu. Banyo binasının kapıları hep açık. Bazı kapılar, denizden gelen kuvvetli rüzgarlarla döşemelere çarpıyorlar ve dalgalar sahildeki küreklere köpükler saçarak parçalanıyorlardı. Teraslı büyük salonun içinde hiç kimse yoktu. Yalnız bekçi, kendi kulübesinde uyukluyordu. Maatteessüf hava fena idi. Grasia ve Ferrante, terasanın parmaklıklarına yaslandılar. Bu büyük fırtınalı, denizi seyir ediyorlardı. Ve o onların yüzlerine zerratı barde serpiştiriyordu. Bir anda bu vaziyeti hazinenin içinde, bir dost sedası ihtizaz etti. Şimdi, beraberlerinde biri mi, bir dostları vardı. Bu biraz hafif kalbinin en derinleri açık, biraz ribi bir cenuplu idi. Fakat yalnız o onların zicretlerini görmüştü. Görmüş olmakla beraber, ne izharı cüret etti. Ne soğuk bulundu. Ve şayanı hayrettir ki, Grasia ve Ferrante bir zulüm ihlafı olan sırlarından dolayı bütün beşeri temaslardan öyle mütehaşşi ve müteneffir oldukları halde, bu dostu, bu üçüncü şahsı bulduklarına memnun oldular. Musahabe tozlu banyolara boş banyo binasına dair, tabii derecede samimi idi. Sanki esrarengiz bir rabıta, bu üç
Mabadı var
NASIL GİTMİŞLER
Seydi bin Nur – 29,Mayıs,1911 on sekizinci makale
3,Haziran,1911 Maslata
Müşkülat başlıyor. Kaymakam yok. Yerine müftüyü tevkil etmiş. Müftü, Müslümanların mesaili hukukiyeyi şeriyelerini hal eder. Biz de (Hristiyanlarda) başrahip ne ise, Müslümanlarda da müftü odur. Buradaki müftü, sakallı, halim, saf, pek tatlı bir belagatle baliğ, bir Araptır. Elleri güzel, beyaz, tırnakları zarif ve temiz. Nihayet, o sokakta rast geldim. Bir kahve takdim ettik. Ret etti. Çünkü onun mevkii, umumi yerlerde oturarak, her hangi bir şey içmeğe müsaade etmiyordu. Dedi ki: seyahatimize devam etmekte bir müşkülat görmüyormuş. Yalnız beraberimize iki jandarma almak lazımdır. Ve mamafih Hams mutasarrıfına telgraf çekmiş. İşte bu fena. Çünkü bir mutasarrıfa doğrudan doğruya Trablus’a dönmekte olduğumuzu söylemiş idi. Telgrafın cevabını beklemekte olduğumuz sırada, Kelle dağının tepesine çıktık. Bu Roma malzemesiyle yapılmış bir İspanyol kalesiyle taçlanan, yakında ve ufak bir dağ idi. Bizi iki jandarma ve seyir meraklısı bir sürü Arap takip etti. Müntehayı manzara şayanı hayrettir. Pek geniş, on tane dere, ufkun bütün nikatına doğru, pür nur hududunu saçıyor. Ve her taraf binlerle zeytin ağaçlarıyla donanmış. Çiçeklenmiş bir taş bile yok. Tekmil dağ, yumuşak toprakla örtülü. Tek bir çadır görünmüyor. Hams ’den Maslata ’ya kadar, konaklanmış bir bedeviye bile rast gelmedik. Toprağın serveti, çadırdan eve inkılap tekâmülüne müsait etmiş. Bizim bulunduğumuz irtifadan müselsel ve müzdeham zeytin ağaçlarının arasında, on bir büyük köy saydık. Maslata’nın etrafına, mahud toprağın kırmızı renginde, alçak binalarla tavzi etmiş. Maslata kıtasının üzerinde, kırk bin insan yaşıyor. Rakam, o derece beliğdir ki, bu toprağın bir takım hasarata uğramasını ve hakkıyla zürra edilmiş olması ile bu kadar halkı beslemek için, ne kadar pür feyz ve bereket olması lazım geldiğini, yalnız başına, bütün bir vuzuh ve katiyetle ifade eder.
Avdette, ansızın muntazır olmadığımız bir şey gördük. İtalyanca bilen bir ihtiyar Yahudi’ye rast geldik. Memleketin ahvali pejmürde giysisine yalnız bu, bir istisna teşkil ediyordu. Günde Cumartesi olduğu için iyi giyinmişti. Gözleri görmüyordu. Adi, Babanodr. Beyaz gömleğin üzerine havai mavi kaplı bir kürk giymişti. Bundan bir serpuş üzerine siyah bir sarık sarmış. Kıvırcık ve gümüşi bir sakal. Zan olunur ki; Rembrandt’ın bize yapılmış bir levhasından çıkmıştır. Bize bazı kıymetli taşlar gösterdi. Onları satın olmak istedik. Bize verdi. Fakat kıymetleri hakkında bir şey söylemedi. Çünkü Cumartesi idi. Yarın uyuşuruz.
Bizim burada bulunuşumuz, daha diğer bir takım Yahudileri cezb etti. Bir küçük, iyi giyinmiş, nafiz nazarlı, kısa sakallı; Yuvarlak küçük burunlu bir Yahudi. Nazik ve zarif vaazlarla bizi evine davet etti. – Güzel yeni yapılmış, büyük bir ev – bizi güzel bir kilimin üzerine oturttu. Bal, hurma ve beş senelik şarap ikram etti. Adı Halifa idi. Bu nâ-şinide ikrama karşı, tebessümlerle teşekkürlerimize, ellerini kalbine koyarak mukabelede bulundu. Bize bazı mahkuk taşlar, bazı antika Yahudi kitapları gösterdiler. Gitmek istediğimiz vakit, oğulları, karısı, samimiyetle müteessir oldular.
Böyle olmakla beraber, günün yarısı oldu. Ve cevabi telgraf hala gelmedi. Gelmezden evvel acaba bir karışıklık olacak mı? Tercümanımızı müftüye yolladık. Eğer jandarma almağı kabul edersek hareketimize mani edemeyeceğini, fakat şimdi geç kalınmış olup akşama Terhune’ye varmak kabil olmadığı için jandarmaları getirtmek mümkün olamadığından, onları yarın yollayabileceğini söylemiş. Şark siyaseti, işte hep bu noktada: asla hayır demek, müsait görünerek, tebessüm ederek kendi maksadına vasıl olmak şimdi için maksat, Hams’dan gelecek telgrafın vusulünü beklemek. Bu üç şeytan Hristiyan’ın buraya, muntazam bir kervan ile beraber nasıl ve ne için düştüğünü anlamak.
Şimdi, iyi müftünün, hoş arzusunu memnun etmekten başka, yapılacak bir şey yoktu. Vakti aldatmak ve oyalamak için yakında diğer bir küçük dağın tepesine çıktık ki; Tam tepesinde, bir harabe vardı. Bir sürü Yahudi, yakınımızdan bizi takip ediyorlardı. Bunlarla asla dost olmamıştık. Fakat bugün bayramları olduğu için, böyle eğlenmeğe çıkmışlardı. Fakat yolumuzun üstünde, bazı yerlerde tesadüf ettiğimiz harman yapan. . . .