DONANMA MECMUASI 88 / 137 – 20 Eylül 1917

DONANMA MECMUASI 88 / 137 – 20 Eylül 1917

Sefa-yi bahr:  [deniz ve insan]
Pencişenbe:  20 Eylül 1333 – 3 Zilhicce 1335
Nüshası: 1 kuruş
Donanma hayattır.
Numara: 88 – 137
Senelik abonesi Osmanlı memleketi için 40 kuruş / ecnebi memleketler için 12 Frank
Merkez tevzii Babıali caddesinde Ay Yıldız
Kitap hanesidir.
Matbaa Ahmed İhsan ve Şürekâsı

     Mülahaza:

MAKSADA DOĞRU

TERAKKİ HATVESİ

Hatırlardadır.  İki hafta evvel bu sütunlarda büyük ve bahri bir inşaat şirketinin teşkil etmek üzere olduğundan ve bu gibi şirketlere memleketin – denizcilik, sanatı namına – gösterdiği şiddetli ve mübrem ihtiyaçtan bir nebze bahis etmiş idik.  Şirketin teşkiline ait kanuni muameleler hitam bulmuş ve esası nizamnamesi irade-i seniye ye iktiran eylemiş olduğundan yine bu mühim bahse avdet ediyoruz.  Denizi sevmek, kenarında durup dalga saymakla ispatı kabil bir muhabbet, değildir.  Denizi seven yahut istikbalinin deniz üzerinde olduğunu anlayarak, onu sevmek lüzumuna kail olan bir millet her türlü tehlikelerine, meşakkatlerine, sonra gösterdiği ve göstereceği ihtiyaçlara göğüs açar.  Mütehevvir bir dalga, hissiyat ilham eden sıçrayan, dolup çıkan beşerin denizleri bile emrine münkad bırakacak derecede kavi azimli, büyük fikirli olduğu düşünülür.

Her zaman söylemekteyiz.  Bizlere vaktiyle denize ait her ihtiyacımızı dâhilde tedarik edecek dereceyi bulmuşuz.  Sonra zamanın hükmüne itba ederek tevkif yerine terakki göstermeği bilemediğimizden denizcilikte de geri kalmışız, büyük acı değil mi?  Fakat insanlığın en büyük mazhariyeti, tekemmülün, itilanın en kuvvetli saiki her açıdan bir intibah dersi almak olduğundan maziyi tahassürler ve teessürler ile andığımız sırada hale bakmak, sonra istikbale hazırlanmak bizim için milli bir farizadır.  Bugün koca payitahtta gayri resmi bir inşaat-ı bahriye müessesesi bulunmaması, binlerce millik sahilleri olan bu memleket için büyük, pek büyük bir nakısa değil midir?  Sulh zamanında İstanbul limanı yüzlerce ecnebi gemisinin mühim bir makarr olur.  Bazısı Karadeniz’e çıkar, bazısı Karadeniz’den gelip Akdeniz’e geçer.  Bazısı buradan döner.  Hâlbuki bu kadar geminin tabii ve mübrem tamirleri, hatta çok defa muhtaç oldukları tathirleri için eşhas uhdesinde kaç dar-ül sanayimiz vardır?

Bu gibi işler hükümetten beklenilmez.  Gayri resmi zatlar veya heyetler çalışır, sermayelerini, sayilerini tevhid eder, hükümet de teşvik ve himaye suretiyle vazifesini yapar.  Bu defa bizi sevindiren nokta, böyle bir teşebbüste, her iki kuvvetin de birleşmesidir.  Çünkü beş on sermaye sahibi birleşmiş, fikir ve nakitlerini, teşebbüs ve sayi kuvvetlerini ortaya dökmüş, hükümet de bunları teşvik ve himaye eylemiştir.  Mamafih inşaat bahriye anonim şirketi ismini alan yeni şirketin her halini yakından takip eylemek, denizciliği seven ve sevdirmeğe çalışan bir mecmua için asli bir vazife olduğundan bu mühim teşebbüsün safhalarını tetkik ettik.  İftihar ile anladık ki, hükümet seniyece mesele layık olduğu ehemmiyetle karşılanarak teşvikat ve teshilat münasebe icra kılınmıştır ki, denizciliğe matuf olan bu büyük isabet ve hamiyeti takdirler ile karşılarız.  Harbiye nezaret celilesi de teşebbüsün kıymet ve ehemmiyetini takdir eylediğinden şirketin muhtaç olduğu malzemenin, edevatın tedariki namına teshilat mahsusa göstermiş ve teşvikat münasebe icra etmiştir ki, bittabi memnuniyetler ile yâd olunur.

İşte yeni şirket bu suretle teşekkül etmiş ve başında memleketin tüccar ve sanat âleminde de mühim mevkileri olan ve her biri başlı başına birer fabrika sahibi bulunan on zat, şirketin asli sermayesi olan 100000 liranın 50000 lirasını i’ta etmişlerdir.  Beheri onar lira kıymetinde on bin tahvil ihracı da nizamname iktizasındandır.  Şirketin manzurumuz olan nizamnamesi ve senevi temettü maktuadan maada hissedarına ita edeceği para mübrem bir ihtiyacın karşısında zaten vazifelerini ifaya koşan halka ayrıca bir sebeb-i teşvik olacaktır.  Şimdi <milli inşaat bahriye anonim şirketi> nin hal ve istikbaldeki hizmetlerine nakl-i kelam edelim ki zaten asıl mevzuumuz da budur:

Şirket hem hali, hem istikbali düşünmekle işin ehli olduğunu ispat etmiştir.  Hali düşünmüştür.  Zira umumi harbin ihdas ettiği müşkülat arasında nakliyat için büyük ve demir gemi inşasından ziyade ufak ve ahşap gemi elde edilmesini daha ziyade ameli bulmuştur.  Ve bunları tahrik için motoru tercih eylemiştir.  Bu gün bilhassa Amerikalıları işgal etmekte olan ahşap gemi ve motor meselesi burada, kendi yurdumuzda kendi sanatkârlarımız elinde pek güzel halledilecek, Müslüman evlat sanatı 100 – 200 tonluk – ve matlup derecede süratli gemiler yapabilecektir.  İstikbal içinde güzel, ümit bahş projeler mevcuttur.  Bir taraftan ihtiyaçla mütenasip sefineler inşasından maada, limanımızı dolduracak havuz ve kızak her zaman için müracaat gâh olacaktır.

Yukarıda söylediğimiz veçhe ile denizi sevmek, dalga saymakla ispat edilemez.  Ortada fiil olmayınca muhabbet kavli, lâf-ı güzâf nev’inden olur.  Cihan, hatta pek az sahili olan memleketler bile istikbalin denizler üzerinde olduğunu anlıyor.  Bizim de satvet ve saadetimizin atisi denizdedir.  Deniz ise fen, sanat, himmet ve gayret ister.  Hele hal ve istikbalin ihtiyaçlarını dürbünane tayin etmek, bütün ihtimalleri hesap eylemek işin ruhudur.  Biz bu yeni teşebbüsle hem sanatı, hem denizciliği iyi bir terakkiye namzet görüyoruz.

Onun için müteşebbislerini tebrik ederek ileride yine bu bahse avdet eylemek üzere susuyoruz.

          Donanma.

     İcmal hadisat:

EDEBİYATTA AHLAK

     Hasbihale devam etmek fikrinde idim. Ve bu maksatla üstat-ı azam Namık Kemal Bey merhumun bir mektubunu enzar-ı intibaha arz etmek istiyordum.  Nagehan elime bir kitap verdiler.  Ayrı ta’lik yazısı göze batıyor.  Unvanı ise mütalaasına saik oluyor.  Abdülhak Hamid – Süleyman Nazif. . .   Bu kadar kıl ü kal arasında salakları artıp eksilmeyen bir mektep edebin iki üstat mümtazı.  Biri asır dide bir telakiyi, zamanın emir ve işaret ettiği terakkiye kalp etmiş. . .  Lisan şaire hayat vermiş, bu iki hüviyet müstesnanın tetkiki öyle bir kardeş var ki, buna nefsinde cüret bulan her kim ise bir aferin. . .  Ben bunları düşünerek kitabı ele aldım ve baştanbaşa okudum. 

     <<Hindenburg>> gibi bütün bir cihanla müsaveleye kudretini kâfi gören bu kudret dahiyaneyi topların berk-i satıa arasında ispat eyleyen bir büyük kumandan cihan harbi için sinir muharebesi demiş, hangi tarafın kuvvet asabı yerinde ise onun zafer nihaiye ye kavuşacağını iki sene evvel ihtar eylemiş idi.  Kavgayı edepte bir nevi müsareayı asap. .    Fakat insan öyle hezeyanlara tesadüf ediyor ki sinirlenmemek kabil değil.  Kitabı bir daha okumak mecburiyetini duydum.  Çünkü daha Türkçeyi doğru yazamayan sahi her kim ise – müstahak olduğunu – istemiş.  Manasından sarf-ı nazar lafzı hatalarını şöyle bir işaret edeyim dedim.  Kitabın her sahifesi çizgiler ile doldu.  Şaşırdım, o sırada Kemal Beyin mektubunu düşündüm.  Ne acı bir hakikattir ki edebiyatta ahlak bahsi için 1292 de yazılan bu mektup 1335 de de hüküm ve tesirini kayıp etmiyor.   Edebiyatta fıkdan ahlakın mülevves bir numunesi karşımda dururken edip merhumun mektubunu ahlakının dikkatle okuması lazım geldiğine kail oluyorum.  Ve buna hepimiz topumuz için acınıyorum.  Şimdi mektubun saik tahririni biraz anlatmak lazım geliyor.  Sair hizmet hüsnü vetan perverhanesi meyanında vatana bir de muhitü’l-maârif yadigâr bırakmak istediğine neşriyat ve mülahazatı şahadet eden Ebuzziya Tevfik merhum Ahmed Mithad Efendi gibi bu yolda tecarib kılmaya da bulunmaktan men-i nefis edemezdi.  O tarihlerde neşriyat siyasiyesi tazyiki hükümete hedef olduğundan, “ma hayat ulum” ünvanlı bir risale tertibini niyet eder.  Vatan perverliğinin mükâfatını Magosa zindanında gören büyük Kemale bir mektup yazarak mütalaasını sorar. . .   İşte aldığı cevap:

     Birader,

     Mektubunu aldım.  Ben seni ufak ufak tekdir ve ta’ziz etmedim.  Adeta bildiğimi söyledim.  “ma hayat ulum” meselesini pik azametli buluyorum.  Çünkü ulum kelimesi koskoca bir şeydir.  Ta’rifat denizse de yine tasallufattan kurtulamaz.  Vidinli Tevfik Bey, Cevdet Paşa gibi biri çıksa da nakli ve akli yazdığımız makalenden birine itiraz etse çıkacak eserin ismine mutabık ve layık olmak üzere cevap vermeğe kim muktedir olacak?  Biz olsa olsa edibadan veya tabir sahihiyle hürde-furuşuz.  Eyi cehlin gösterecek kadar cahil değilsek de ulemalık sanacak kadar da âlem değiliz.   Hakikaten maksadın böyle bir kitap vücuda getirmek ise adını yalnız mahayat koy.   Sokrat’ın hâkim unvanını muhabbet hikmeti tabirine tahvil eylediğinden olsun ibret alalım.  Mahayat unvanlı bir eserde ulumun mahiyanesiden de bahis olunur.  İnsan hatasında eshab-ı insafın müsamahasına da muzahir olur fakat mahayat ulum unvanlı bir kitap meydana çıkarılınca onun hakkını ifa etmek hiç olmazsa bizi ulum şarkıye ve garbiyede on sene okutmağa tevkif eder.   Bence ya mevzuat veya Sayıdin ta’rifatı yolunda bir şey yapmalı.  Hatta baksak a!  O koca Sayid eserine yalnız ta’rifat demiş.  Ta’rifat ulum dememiş.  Hâsılı birader!  Biz Sokrat gibi bir hüküm rusu gibi bir edip olabiliriz.  Fakat ibn Sina gibi Sayid gibi, ibn-i Kemal gibi bir âlim geçinmeğe kalkışırsak haddimizi bilmemiş metotlar gibi şarlatanlara bu yolda şerik olmuş oluruz. 

     Ben yine iddiamda musırrım.  Maarif-i efkâr ve mülahaza kabilinde değildir.  Benim mektubum mahayat ulumun münasebetsizliğine dair olduğundan ifademdeki maarif lafzını ulum manasında kullandığımı anlamaklığın lazım gelirdi. Çünkü lisanımızda maarif o mana ile de müstameldir.  Haydi, tabirde hata etmiş olayım.  Manada musibim sanırım.  Ulumun mahiyetini temyize efkâr umumiyenin salahiyeti bu kadar. . .

     . . . . . . Muhâtıbat ve iknaiyat edebiyat kuvvetiyle ulum akliye ve nakliyenin mahiyatını efkâr umumiye ye tasdik ettirmeğe kalkışmak da. . .   [mektubun bazı parçaları nakil edilmemiştir].

     Lakırdıyı kendi yalnız kendi üzerine alınıp da münasebetsiz söz söyle!  Mahiyat ulum yazmakta senin (değil hepimizin, topumuzun cehli mâniadır.) 

     İşte edebiyatta ahlak yahut yeni tabirata takliden <edebiyat ahlakı> için büyük bir numune!  Bir Kemalin ka’b irfanını düşünmeli.  Bir de halimize bakmalı.  Bizdeki cüret-i tahrir kimsede yoktur.  Edebiyat ve lisaniyatta radikalliği göze aldıracak kadar mütecasir dururuz.  Yahut mahut kitap sahibi gibi durup dururken meydana çıkar, kim etti sana yukarı teklif diye edilen feryada kulak vermeden: 

     [Abdülhak Hamid ile Süleyman Nazif şimdiye kadar tetkik olunamadı.  Bu vazifeyi birkaç kişi görebilirdi.  Onlar ise müşarünileyhe fert muhabbetle merbutturlar, maluldürler.  İşte bu büyük işin başına ben geçtim. ]

     Diğer bu iddia karşısında diyecek söz ise kalmaz.  Fakat biz edebiyatta ahlak ne olduğunu bilsek veya bilmek istesek böyle şeyleri yazmak değil düşünmekten bile hayâ ederiz.   Sanat müşkül ise muahâze asan değildir İhtarını unutanlar yahut hiç bilmeyenler, hiç olmazsa bir eser tetkiki meydana çıkardıkları zaman en basit kavaid lisaniyeden haberdar olmağı düşünseler, bu türlü asarın namına izafeti sonra da kuraiti bedbahtlığına maruz kalan bu millet, yine sevinirdi.  Hele kaide hatalarından sarf-ı nazar, öyle yazılar vardır ki, acemi elinden çıktığını üzerinden akar, insan her satırında öyle zamansız numunelerini görür ki, o zaman ihtiyarsız (ayıptır, günahtır) demeğe mecbur olur. 

     Sahib-i eser evvela kavaid-i lisaniyeyi öğrenmeli, ondan sonra yazı yazmakta bir de tertib mantıki olduğunu, bir fikrin bir sahifede üç beş defa tekrarı, bir hükmün bu suretle edası, hele tenkitte pek ayıp olduğunu, öğrenmeli daha sonra Abdülhak Hamid ve Süleyman Nazif’i tetkik ve tahlil edecek mertebe-i irfanı zihnen düşünmeli.  Bakın neler söylüyorum.  Böyle olsaydı, hiç olmazsa yazdığını, bir Türkçe bilene okutur da tashih ettirirdi.  Ne diyelim.  Üç kuruş verip alan kari’iye günah.  Bastıran taba yazık.

     Sevgili kari’ilerim!  Haklısınız.  Bir kitap böyle tenkid olunmaz, diyeceksiniz.  Benden – haddimce – bir ilmi tenkit isteyeceksiniz.  Fakat bir de o kitaba bakınız.  İlimden değil imladan, kaideden mahrum olduğunu görünüz.  Sonra sıkılmadan bir defa lütfen okuyunuz.  İçindeki en basıt lisan kavaidinden gafleti görünüz.  Mantıksızlığı, ıttıratsızlığı anlayınız.  O zaman bana kullandığım lisandan dolayı hak vereceksiniz.

     İşte <<icmal-i hadisat>> sütununa geçen bir hadise. . .   Fakat cüret sabır-şiken. . .  .

          Hüseyin Kazım.

     Hafta başında:

Maddi kuvvetler, manevi kuvvetler

Maddi kuvvetler demekle beşeriyeti dahi muhit olan tabii veya suni, sanayi kuvvetleri, mevcudiyetleri kast ediyorum.  Manevi kuvvetlerden maksadım da beşerin zihni ve hissi hüviyetini ifade eden varlıktır.   Birincisinde kendi bedenimiz, kendi tesisatımız ve kendi bedenimizi, kendi tesisatımızı, fabrikalarımızı, silahlarımızı, zırhlılarımızı halk ve eda eden gizli, aşikâr bütün kuvvetlere şümul aranmalı.  İkincisinden yalnız o tesisatı terkip ve ilad eden, onların şühûd âlemine gelmesi için suni ve tavassut gösteren dimağ, zihni, kuvvet izan ve irfan kuvveti anlaşılmalıdır.  Beşeriyet birincisinde, insaniyet ikincisinde dâhildir.  Acaba fazıl ve şeref bunların hangisinindir ve hangisi bu günün ve yarının say’ına, arzusuna amir ve hâkim olmalıdır?  Bu gün tevdiine ihtiyaç duyduğum fikir bu oluyor.

Bu ihtiyacı ilham eden sebepler az değildir.  Evvelen görüyorum ki sağlam akıl sağlam vücutta bulunur telakkisi bizde henüz doğru bir ameliyenin esasını teşkil etmiyor.  Saniyen memlekette ihdasına lüzum vardır denilen müesseselerde yalnız şeklin vücuduna ehemmiyet vererek, bu şeklin yavaş yavaş canlanacağına, keza vazifenin uzvu tevlid ettiği kanununa yanlış bir istidlal ile inanıyor ve aldanıyoruz.

Sağlam akıl sağlam vücutta bulunur, telakkisinin hakkaniyetini teftiş edebilmek için biraz etrafımıza göz gezdirmek kifayet edecektir sanırım.  Buralardan alacağımız misallerimiz anlatacaktır ki sağlam aklın istinad eyleyeceği vücuttaki sağlamlık herkesin bildiği şekil ve şemailde bulunmuyor.  Tabiplerin sahte şahadetnamesini vermekten bi-hakkın imtina edeceği birçok gençler, fikri faikıyetlerini her zaman muhafaza etmişlerdir.  Ceraskal kanunlarını tedvin eden zaten bazusu, bilmem, on beş okkalık bir gülleyi kaldırabilir miydi?  Bundan başka, sağlam bir vücudun mutlaka sağlam bir akla makarr olmadığı da birçok misallerle ispat olunamaz mı?  O halde fikri terbiye için söylenilen bu esas bizzat bizim şah mızı teyid edecek bir mahiyet almış olacak ve artık adım başında, sağlam bir akla malikiyetleri için çocuklarımızı pehlivan yapmak zarureti olmadığı anlaşılacaktır.

Bedeni bir kuvvet iktisap etmek maddi bir kuvvet iktisap etmek demektir ve bu kuvvet, bu kazanç dimağın maddiyeti için de belki bir kuvvet, bir kazançtır.  Lakin nasıl ata binmek bazu için doğrudan doğruya bir kuvvet değilse, bunların her hangi birini yapmak ta dimağın asıl intizar ettiği terbiyenin yerini tutmaz ve hatta ona küllü bir tesir icra etmez.

Aklı, zihni bir terbiye ancak kendi usullerinin ianesiyle dimağ üzerinde yapılacak temrinlerin mahsulüdür ve dimağın terbiyesi sarih bir hususiyete haizdir.  Bir tefekkür uzvi olan dimağ vazifesinde inkişaf bulabilmek için yalnız kolların, bacakların terbiyesiyle kanaat edip kalamaz.  Onun terbiyesi asıl hissi izanın göstereceği tekâmüle ve dimağın bu hissi aza ve iradatını tahlil ve terkib etmekte gösterdiği kudret ve asabiyete bağlıdır.

Bu sözlerle bedeni terbiyenin lüzumsuzluğunu iddia etmiş olamıyorum.  Hiç şah yok ki dimağın kendisi mevcut ve daim olabilmek için bütün uzviyetler gibi beslenip kuvvetlenmeğe muhtaçtır.  Fakat beslenip kuvvetlenmesi de hiçbir vakit bizce hassas ve müdrik olması demek değildir ve sathi bir muhakeme gösterebilir ki dimağın beslenip kuvvetlenmesini isteyen ve emir eden onun maddiyetinden de ehemmiyeti bir his, bir maneviyattır.

Hatırat:  [Sadr Hamiyyetkâr Mehmet Talat Paşa hazretleri Berlin’de iken Alınan bir resim.
Maiyetlerinde yaverleri Binbaşı Ömer Abdülkadir Beyle mihmandarlarından Baron Av bulunuyor.]

 

İçinde bulunduğumuz şu hummalı günlerin galibiyeti, emin olmalıyız ki,  beşeri bir noktadan gelmez:  zafer, insanı bir noktadan çıkacak hattın beşeri noktadan gelenin birleştiği yerdedir.  Kör, sağır, nezleli, hakikaten dilsiz, meflûç bir adamın sağlam bir aklı olmasına elbette ihtimal verilemez.   Fakat sağlam bir akla nailiyet için üç metreden atlamanın tesirini kabul edenler de bulunmamalıdır.  Bu şekildeki idmanların veya bedeni terbiyenin hayatta kazanmak için henüz vücutlarında ve cevap olmakta bittabi ayrı bir meseledir.

İçinde çalışacak fikir ve idare kafası olmadan fenni veya idari tesisatta, bence, yukarı ki tevazün altında yürüyüp gitmedikçe boş kalmaya mahkûmdur.  Kullanılamayan binalar ve aletler, tatbikine kadar el ve izan olmayan programlar yalnız başına adam yetiştirmek mucizesini malik olamazlar.  Pek doğru;  vazife uzuv yetiştirir.  Fakat o vazife duyulduktan, vazifeye idrak ve ikan hâsıl olunduktan sonra. . .

Her hangi bir noktadan bakılırsa bakılsın, fazıl ve şeref, manevi kuvvetlerdedir ve ne kadar uzakta olsa bir gün bu kuvvetin tabiatta anlayıp idare ve istifade etmeyeceği bir kanun kalmamak insanlara mukadder gibidir.  O istikbale çabuk ve hiç yeis görmeden varabilmek için manen, fikren yükselmeğe ve yükseklikteki işleri de aynı i’’tila için mesnet yapmaya mecburuz.  Bunu pek eskiden de anlamış olsalar gerektir.  Biz kâmil bir beşer değil, kâmil bir insan olmakla mükellefiz.  Silahlı, silahsız herhangi bir muharebeyi kazanan işte bu insandır.

          Nişantaşı,  17 Eylül 1333
               Hakkı Tarık

    

Hatırat: [Cemal Paşa hazretleri ve Erkân-ı Harbiye’si]

 

Donanma

Harb-i hazırın menşei

[mecmua, bu nüshadan itibaren ayandan vak’-nüvîs Abdülrahman Şeref Bey Efendi hazretlerinin silsile-i makalatıyla tezyin sahaif etmeğe başlıyor.  Üstadın sureti mahsusada mecmua için tahririne bezl hamiyet eyledikleri bu mütalat, <harb-i hazırın menşei> gibi bugün top gürültüleri arasında da bütün cihanı şiddetle işgal eden ve herkesi huzur-i tarihe açık alınla çıkmak için aylarca uğraştıran ve bu kadar neşriyata sebep olan bir mesele-i mühimme-i beşeriyeyi teşrih etmektedir.  Mağlup Rus ordusunun sabık kumandanı Brusilov’un itirafatıyla büsbütün kesb-i ehemmiyet eden harb-i hazırın saikini, tarih sahifelerinde arayarak zamanımıza kadar isal eyleyecek olan bu makalat, asr-ı hazır vukuat-ı azimesinin muhtasar bir tarihi kıymetini de irae etmektedir.  Abdülrahman Şeref Bey Efendinin kıymet-i ilmiye ve vukuf tarihileri hakkında söylenilecek sözler, malumu i’lâm kabilindendir.  Vak’a-nüvîsimizin kendisine has bir lisan ilmane ile tafsil ve tetkik ettiği vukuat cesime-i âlem, sergüzeşt insaniyenin en mühim safhalarıdır.  Bu silsile-i makalatı kari’îlerimize ehemmiyetle tavsiye ederiz.]

Elibbâda azlem fehvasınca harb-i hazırın mesuliyetini üzerine almak istemiyor, Almanlar İngilizlere İngilizler Almanlara ve helmcera isnad edip duruyor.  Âlemi herc-ü merc eden ve tarihte badi-i hakikisi elbette nîk nam ile yad olunmayacak olan bu badirenin esbabını yakınlarda aramak ve şuna buna atıf etmekten ziyade menşeilerine doğru giderek uzaklarda taharri etmek daha muvaffak olur.  Bu babda kari’îyin kerama bir fikir icmali vermeğe gayret edeceğim.

Harb-i hazırın menşei Frankfurt muahedesi ve bais vukuu Balkan yarım adasında hadis gelen tahvilat ahirede malum olduğu üzere 1870 tarihinde Fransa ile Prusya arasında tekevvün eden harp ertesi sene Frankfurt muahedesiyle hitam bulmuştu.  Sefer mezkûrda muhariplerin takip ettikleri gaye başka başka idi.  Prusya namına hareket eden başvekili meşhur Bismarck Almanya ittihad siyasi ve ırkıyesini hâsıl etmek azminde olup bunun için evvela Alman hükümetini Prusya’nın riyaseti altında birleştirmek saniyen hâsıl olacak bu kitleye Alman unsuruyla meskûn olup yabancı hükümetler yeddinde bulunan kıtaatı ilhak eylemek lazım idi.  Harp mülabisesiyle Bismarck ittihadın birinci hatvesini attı ve Prusya kralının riyaseti altında Alman hükümdarlarını tevhid ile imparatorluğu teşkil etti.  İkinci hatveye Alsas –Loren “Alsace-Lorraine” kıtasının Fransa’dan zapt ve istirdadıyla başladı.  Fakat na-tamam kaldı.  Zira birçok Alman arazisi Avusturya imparatorunun dost idaresinde baki idi.  Ve bunları koparmak kolay olmadığından “kesemediğin eli öp de başına koy” meselince Avusturya devletiyle gayet sıkı bir ittifak akd edep ikinci hatvenin itmamını istikbale ve ihlafa bıraktı.

Fransa imparatoru üçüncü Napoleonun takip ettiği gaye büsbütün başka idi.  Tesis ettiği hükümet-i müstebideyi ilcaat zamaneye itibaen refte refte irtika ile nihayet <hürriyetperver imparatorluğa> tahvil eylemiş ise de efkâr-ı umumiye hoşnut ve mutmain olmadığından müşarünileyh muzafferiyat cedide ile taç saltanatına revnak vermek ve bir tanecik oğluna parlak miras terk ve temin etmek emelinde idi.  Ve kendisinden ziyade zevcesi bu politikaya dildade idi.  Zira üçüncü Napolyon’un sıhhati muhtell olup uzun müddet yaşayacağı meşkûk idi.  Muharebede Prusyalılar galip olup Fransa’dan Alsace-Lorraine’i aldılar.  Şahid zafer Fransız ordularına garaz didar etseydi üçüncü Napolyon’a Ren hattını tutmak ve memleketi hudut tabiiyesine ulaştırmak daiyesini ileri süreceği ve binaen aliye Alman toprağından işine yarayan yerleri Almadan kavgaya nihayet vermeyeceği bi iştibah idi.  Tarafeyn muharibinin planlarında ilhak arazi fikri olduğu kabil-i inkâr değildir.

İşbu makalemizde 1870 seferinin suret-i zuhurunu ve hali hazırla mukayeseye medar olmak üzere o zaman düvel-i muazzamanın vaziyetini ve Prusya başvekili Bismarck diplomatlık sanatında gösterdiği mahir il akıl hezleri ve Fransa kabinesinin hatalarını gözden geçireceğiz ve bade neticeyi tahlil ve tetebbu eyleyeceğiz.  1

FRANSA VE PRUSYA HARBİNİN SURETİ ZUHURU

     Üçüncü Napolyon mesail hariciyeye müdahale politikasını ilzam etmişti.  Dostlara karşı 1854 de devlet-i Osmaniye ye muavenet ile Sivastopol seferinde rükn azim olmuş ve sulh konferansını Paris’te toplanmıştı.

Saniyen Avusturya elinde bulunan şimali İtalya’da Lombardiya – Venesia kıtaatlarını kurtararak ecnebi unsuru İtalya hududu haricine tenkil ve teb’id ve bil netice İtalya ittihadı istihsal ve tesis etmek maksadıyla Avusturyalıya karşı silaha sarılan Piyemonte maa Sardunya kralına muzaheret edip Fransa orduları İtalya şimalide Avusturya leşkerleriyle cenk etmiş idi.  1859 vaka bu iki hareket Avrupa siyaset umumiyesi noktai nazarından haiz i ehemmiyet idi.  Sivastopol seferinde İngilizlerle müttefik bulunduğu gibi İtalya seferine müdahalede takib ettiği gaye komşusu olan İtalyan milletine bil fiil hayır hahlık göstererek minnet ve şükranını kazanmak idi.  Bu müdahale böyle nafi yardımlara münhasır kalsa efkârı umumiyece mazur belki makbul görülür idi.

Fakat üçüncü Napolyon ataklığı artırarak 1861 de Meksika işlerine de karışmağa kıyam eyledi.  Amerika gibi bir kıta baîde de, Fransa’ya pik az alakadar eden bir memlekette tahdis eyleyen vukuat dâhiliye yi kendi işi gibi tutmak esbab-ı makuleye müstenid olmadığı gibi sevk ettiği asker ve donanma yüzünden hazineyi devlet masarif azimeye giriftar olmuş ve teşebbüsatının boşa çıkması hükümetine şîn getirmişti.  Dünyanın bir noktasında bir hadise olsa Fransa oraya parmağını sokacaktır.  Fikir ve zehabı diplomasi ilminde tamim etmiş idi.  Bu vaz mütecavizane ve cidalciyane devlet ve milletlerce selb emniyet edip birinci Napolyon’un etvar-ı huzur şikenanesini derhatır ettiriyor idi.  Fransa üçüncü Napolyon devrinde ahval âlem herkes cevelan olmak korumağı takınıp mesela bir sabah imparatorun mütebessim ve neşeli bulunması kondolların yükselmesine ve aksi takdirde tenziline bais olunurdu.  Kaziyece daiye-i tekbir ve tefevvuk rical hükümete ve imparatorluk taraftarlarına da müstevli olmuş idi.  Napolyon sülalesinin ananesinden olan fütuhat arzularından dahi Fransa azade sayılamıyordu.  Nitekim aşağıda zikir olunacaktır.  Birinci Napolyon yüzünden pek çok kahr ve sitemlere uğrayan Almanya kuşkuda bulunuyor idi.  Zahirde şedid-ül satvet görünen üçüncü Napolyon Bismarck’ın tarifi veçhile hakikat halde farkına varılamamış bir büyük iktidarsızlık idi.  Pek uzaklara, Meksika içlerine atılan bu adım yanı başında yekdiğerini mütevelliyen cereyan etmiş ve tesirat atiyesi Avrupa muvazenesini bozarak bilahare Fransa’ya dahi zararı dokunacağı müstedil bulunmuş olan iki mühim vakada lüzumu kadar ehemmiyetle davranmayıp elleri bağlı gibi seyirci kalmış idi.  Vukuatın mezkuriyetinin biri 1864 de Schleswig-Holstein kavgası, diğeri 1866 da Prusya – Avusturya muharebesi olup evvela Danimarka’nın saniyen Avusturya’nın hezimetleriyle Prusya serbülend olarak meydana çıkmış idi.  Zayıf ve mesleği mütereddit zevatta olduğu gibi üçüncü Napolyon söylenmek vacib olduğu zaman sesini kısıyor ve sükût lazım olduğu vakit şamataya kıyam eyliyor idi.

Bu tacidar serseri min-el kadim milliyet mefkûresini perverde eyler, yani müttehid el cins milletleri muhtelif memalikte de sakin olsalar birleştirip hükümet-i milliyeleri idaresi altına konulmak politikasını terviç eder idi.  Bu politika icabınca Slavlar, Cermenler, Latinler ilh.  Biltevhid hükümet vahideyi milliyelerini tabi kılınması lazım geliyor idi.  Üçüncü Napolyon bu politikanın sulh ve müsâlemet âmmeye esas olacağını farz ve tahayyül etmekde ise de bir cinsten, fakat muhtelif hükümetler tebaasından olan milletlerin dimağına böyle bir sevda bulaşınca nice kavga ve keşâkeşi sebeb olacak hayalhanesinde mutasavver olan sulh müstemire pek kanlı pürhaşlar mukaddeme olacağını ve bu sulh mefruz milletlere gayet pahalıya oturacağını hakkıyla takdir edemiyor idi.

Prusya’ya gelince:  sâlif ül değer 1864 – 1866 muharebelerinde ihrazı galebe eyleyerek ilavat cedide ile eczayı memaliğine vüsat ve rabıta vermiş ve Avusturya’yı Germa’ya halka-ı siyasiyesinden ihraç ve Alman hegemonyasını kendisi der-dest etmiş idi.  Müteaddit hükümet içinde yuvarlana gelmiş fakat yarım asırdan beri kalplerinde ittihad hevesatı uyanmış olan Alman milletini Prusya rical siyasiyesi okşamağa başlamış idi.  Prusya siyaseti başvekili Bismarck kabza-i tasarruf ve iktidarında idi.  Müşarünileyhe Almanya ittihadı meselesinin Prusya lehinde hal olunmasını ilk gününden beri iş güç etmiş ve bu uğurda hiçbir fedakârlığı esirgememiştir.  Manevi zamirine nail olmağa vesile arıyor idi.  Çünkü hiçbir sebeb olmaksızın Almanya ittihadı meselesini ortaya atmak abes olacağı kadar husulü meşkûk ve dâhilen ve haricen dahi mukavemet ve itirazat olacak idi.

Bismarck 1865 Teşrin-i evvelinde Bayric banyolarında üçüncü Napolyon ile mülakat edip Fransa imparatoru milliyet politikasına dair birçok izahat vererek karşısındaki gerek baron dediği kandırmağa çalışmış ve bir yeni la ve nim kati cevaptan ictinab ile beraber önüne dökülerek sathi vaadler ile imparatorun tasviratını okşamış ve bütün muzmer derununa ağah olmuş idi.  İşte bu mülakat esasında idi ki Napolyon Almanya ittihadını bila muhalif kabul etmek için Latin ittihadını ileri sürüp Belçika’nın ve Lüksemburg’un Fransa’ya ilhakına Prusya hükümetinin de ses çıkarmamasını teklif etmiş, hatta bu vadide bir mukavelename tesvid edilerek fakat imza olunmamış ve hiçbir karar kati verilmeden imparator ile başvekil birbirinden ayrılmış idi.  Beyric mülakatı lede-l-iktiza üçüncü Napolyon’u kündeden atmak için Bismarck’ın eline bir silah vermiş idi.

1870 muharebesinin sebebi ne idi?  Münhal olan ispanya tahtı krallığına reis hükümet Juan Prim, hanedanının Katolik şubesinden Prens Leopold’un namzetliğini tensib eyledi.  1869 yabancı bir memlekette ve bahusus tarihi mazbut bir millette bir ecnebi için hükümdar ve payidar olmak müşkül ve belki müstehil olduğu emsal adidesiyle sabit idi.  Son misali Fransuva Jozef’in biraderi arşidük Maksimilian idi ki 1867 de hükümet cedidesinde maktulen vefat etmişti.

Binaenaleyh namzetlik taklifi iptidai emirde ne prens Leopold’u, ne pederi prens Antuvanı ve ne de reis aile sıfatıyla Prusya kralı birinci Wilhelmi cezb etmedi.  Hatta meselenin bidayetinde Bismarck dahi prens Leopold’ün İspanya krallığı namzetliği sevgi kâmver bir şey olmadığını ve orada nice sukut-i hayaller ve tehlikeler prense müterakkıb olduğunu Fransa seferine söylemiş idi.  Lakin meselenin Fransa da hâsıl ettiği telaş ve sui tesiri görünce fırsattan ne büyük istifade olunacağını derpiş edip kendisini meydandan çekti.  Ve ispanya ile cereyan eden müzakeratı bir müddet mektum tuttu.  1870 Mayıs ve Haziranında Madrid ile Sigmaringen (prens Leopold ailesinin sakin olduğu şatonun ismidir) arasında devam eden müzakerat hafiyeyi el altından körükledi.  Haziranın yirmi sekizinde namzetlik keyfiyeti Madrid’de birden bire ışığa kılındı.  Prensin krallığı tastik etmek üzere kortejler alel acele içtima davet olunuyor idi.  Bu haber Fransa da top patlamış gibi aksi seda hâsıl etti.  Prusya hanedanına mensup bir zatın ispanya serir hükümetine cülusu on altıncı asırdaki meşhur Şarlken’in saltanat mühibesini iade edeceği cihetle Fransa için gayetle muzır olacağı ve ehemmeleri meydana çıktı.  Matbuat muhic makalelerle efkâr-ı umumiyeyi galeyana getirdi.  Prusya ve ispanya hükümetlerinin bir hanedanda birleşmesi Fransa’yı iki tazyik arasında bırakacağı cihetle kabil-i tahammül olmadığı feryadı her taraftan yükseldi.  Vahameti muhakkak olan bu işe Fransa devleti ses çıkarmayacak mı?  Aciz ve meskeneti o mertebe ileri vardıracak mı?  Diye muvafıklar ile muhalifler ayrı saikalarla yek-zebân olarak kaynaya hücuma başladılar.  Kavgama kesb-i şiddet edip namzetlik meselesinden dolayı icap ederse muharebeye kadar gidilmek lazımdır.  Sözleri hararetle deverana başladı.  Böyle şiddetli hücumlara maruz olan vükela halkın müddeanını haklı görmekle beraber cûş ü hurûşa da kapılarak Temmuzda hariciye nazırı Dük de Gramon heyet teşriiyede irad ettiği nutukta zan etmeyiniz ki komşu bir milletin hukukuna riayet, bir ecnebi devletin azayı hanedanından birini Sharlken tahtına iclas ile bizim zararımıza olarak avrupada kuvayı umumiyenin muvazeneyi hazırasını bozmasına tahammüle bizi mecbur etsin.  Ve Fransa’nın menfaat ve haysiyetini tehlikeye koysun.  Bu ihtimalin vücut bulmayacağına kaviyken ümit varız.  Ve men husûli için Alman milletinin akıl ve kiyasetine ve İspanyol milletinin dostluğuna güveniriz.  Aksi takdirde sizin ve milletin muzaheretine istinaden vazifemizi bila tereddüt ve bila zaaf ifaya muktediriz.  Cümleleri mezkûr idi.

Bu sözler Prusya’ya bir nevi meydan okumak idi.  Vakıa bir Prusya prensinin ispanya hükümdarı olması Fransa’nın siyaset ve münâfî müstakilesine menafi olup tecviz ve kabul olunur mevaddan değil idi.  Ve menine çalışmak Fransa hükümetine tertip eden vazaifden idi.  Fakat bunun için Prusya’yı muatebe etmekten ziyade ispanyada teşebbüsat lazıma icrasıyla dostane ve müslıhane bir surette işi tesviye etmek muvaffak müslihat idi.  Ve bir de bu namzetlik keyfiyeti düvel-i muazzamanın dahi hoşuna gitmiyor idi.  Onlar tarafından da müracaatlar vuku bulacak diplomasi tarikiyle onu alınacağı mütezahir idi.  Ama Fransa erkân-ı hükümeti derhal bir vaz cenkciyane takınarak Bismarck in ekmeğine yağ sürdü ve dört gözle beklediği fırsatı önüne koydu.

Temmuzun dördünde Fransa maslahatgüzarı Berlin’de Bismarck’a vekâlet eden hariciye müsteşarı ile vuku bulan mülakatında prens Neopold ispanya namzetliği meselesi Prusya hükümeti için meçhul ve hatta gayri mevcut olduğu cevabını müsteşardan almış ve aynı günde Prusya seferi baron vardır.  Dük de Gramoni ziyaret eyledikte bir Hohenzollern prensinin ispanya tahtına Fransa hükümetinin asla razı olamayacağı hitab-ı katiyesine muhatab olmuştu.  Bu iki mülakattan anlaşılıyor ki Prusya hükümeti namzetlik maddesini üzerine almayıp bir aile-i kralı meselesi şeklinde telakki eylediği halde Fransa hariciye nazırı doğrudan doğruya Prusya hükümetini hedef itiraz ittihaz eyliyor idi.

Prusya kralı Ems fabrikalarına gitmiş idi.  Mezunen Paris de bulunan Fransa sefiri Benedetti’ye talimat mahsusayı hamilen ve müstacelen Emse gelip 9 Temmuz kral ile mükerreren görüştü.  İşte bu emse mülakatları harbe badi olmuştur.

Şöyle ki:  Fransa hükümeti namına serdedilen talebe ilk günü birinci Wilhelm, prens Leopold ispanya namzetliğinden feragat eylediği takdirde kendisini de tasvip eyleyeceği zemininde pederi prens Antuvan’a mektup yazdığı ve Sigmaringen’den haber verdiğine muntazır olduğu cevabını verdi.

Üçüncü günü prens Leopold kendiliğinden feragat edip bu hareketini tasvip eylediğini ilave etti.  Kral bu hadiseyi sırf bir aile meselesi hududuna hasr eyliyor idi.   Zaten namzetlik keyfiyetinden ispanya c dahi vaz geçildiğinden hadiseye bitmiş gibi bakılabilir idi.  Çünkü Fransa’nın metalibi is’af olunmuş ve izzet-i nefsine zerre kadar halel getirilmemişti.

Bitmedi

Abdülrahman Şeref

Deniz hayatı:  Alman torpido muhrib filotillası üss-ül harekelerine avdet ederken.
[İskajerak muharebesi hakkındaki makalat münasebetiyle]

 

     Gemici hayatı hakikiyesinden:

FECİ BİR SERGÜZEŞT-İ BAHRİ

Deniz!  Oh, bu ne vasi, bu ne derin kelime!

Deniz dediğim zaman ruhumda namütenahi bir umman heyecanın dalgalandığını duyarım.  Sahil hayatımda gümüş köpüklü zümrüt dalgaların hayat verici teması, ruh yükseltici terennümleri yaşar.  Yükselir, ömrümün hudud ahiresine kadar temevvic ederek imtidad eder. . .

Hayatı idrak ettiğim an iptidai sabavetim de üç tarafı yeşil ve yüksek dağlarla muhat mai bir körfezin müşemmes, mütelâhi suları karşısında, serin, ince kumlu bir sahil üzerinde, o dünyada her şeyden güzel denize o cihanda her şeyden saf, her şeyden iştiha bahş, her şeyden daha ali denize bakmakta bulunmuş olduğumu darhatır ediyorum.  Her şey hatırımda;  hatta hayata uyanan bu yeni mevcudun, bu yeni müdrikenin bütün kuvvasıyla kahramanlık, hürriyet, azim ve şecaat sahnesi olan denize bir hissi âbid-âne ve hâşi’ne ile müteveccih olduğunu görerek suyun, beyaz kanatlarını pürnur dalgalara vura vura keskin çığlıklar ile taze ve pervasız kalbimi oraya davet eden hür ve şecia bir martıyı bile derhatır ediyor. . .   Ve umurumun bu ipince ilerleyen senelerine kadar o martının beyaz kanatlarıyla bana gönderdiği daveti, keskin nida ikazıyla ruhumda uyandırdığı şok ve havahoş hıfz ve taziz etti.

Ümit hep hatırımda. . .  Denizden cenneti bir çemen-zar ile ayrılmış.  Evimizin tenha selamlığından çalarak, Dolmabahçe’den gemilerini halice indiren Fatih Sultan Mehmet gururu, gurur icad ve ihtirayla topraklar üzerinden sürükleyip Gemlik körfezinin dalgaları üzerine indirdiğim yeşil sandık, yarısına kadar su dolu Vasco da Gama bu sandık içinde bir Kristof Kolamb “  Christopher Columbus”   bir “Vasco da Gama, bir Magellan ruh tesbiti ile safra müntehi iken zabıta-i aile tarafından Cerbe’de gemilerini yağlarken Andrea Doria’ya tutulan Turgut gibi yakalanmışım hala hatırımda. . .

Ara sıra körfezde yatan karakol gemisine gittiğim zaman kırmızı şeritli elbisesiyle temiz güvertede, pırıl pırıl parlayan dört futtuk sarı pirinç toplar, pirinç parmaklıklı kaportalar arasında yalın ayak, beyaz ve bol paçalı pantolonlarıyla vakur ve terbiyeli gezinen bahriye askerleri gömleklerinin önünde uçan kırmızı şeritlerle, kırmızı kurdeleli Silistreleriyle hala gözümün önünde.

Ve elan hissediyorum ki:  O zaman benim için aksa-yı emel, gaye-i âmal ve hayal bir paşa, bir sadrazam, bir hükümdar, hatta bir bahriye zabiti olmak bile değildi.  Ancak, ancak beyaz elbiseli, kırmızı şeritli bir bahriye neferi olmaktı.  Garip değildir ki, amak hayatımda o arzu, o ateşin emel elan duruyor.  Çok defalar bir Feld Maraşal’ın beyaz eldiveni benim nazarımda yiğit bir gemici neferinin kalın yelekli ve nasırlı elinden kıymetsiz görünmüştür.

Deniz hayatı:  [Almanya’nın <<König>> zırhlısı]

(İskajerak hatıratından)

Bahriye askeri olmak!  Ona saadetti!  O yaştaki fikrime, hürriyetin bahçe o zamanki suret-i telakkisine göre, nesli bi-nihaye bir hürriyet, nasıl şahane bir zevk idi!  Uzaktan bana bir arz-ı mev’ud görünen latif geminin o esrarengiz köşelerinde istediğim gibi dolaşmak, arkanızdan bir pederin, bir validenin nida-yı nehy ve tehdidini duymak korkusu olmaksızın ziyayı şems altında pırıl pırıl parlayan mücella, yüksek direğe tırmanmak, şapkada dolaşmış filandayı açmak, keskin bir düdük sesi üzerine yan mataforaları üzerinden müsabakakar bir süratle uçarak üç çifteye yahut beyaz narin göğe atlamak, istediğin, istediğin kadar kürek çekmek, gece gemide yatmak, o sevgili deniz üzerinde uyumak!

Gemlik tersanesinin metruk ve harap gözaltlarını etrafın sükûnet amikası, mazinin vakayı gayri meriyesi arasında yalnız saatlerce dolaştıktan, gözaltlarının damlarını tutan kim bilir kaç asırdan beri örümcekli cesim kirişleri üzerinde uyuyan baykuşları tutmağa birçok vakitler çalıştıktan sonra altın ve gümüş zerrelerinden yapılmış gibi görünen sahil kumları üzerine uzandığım, gözlerimi uzaktan pak ve latif bir ömür azade gibi geçen beyaz yelken gemilerine diktiğim ve bunların muvacehesinde pek vakur ve ehemmiyetli görünen kırmızı Sancaklı karakol gemisine uzun uzun baktığım zaman işte bütün düşüncelerim, bütün âmal taflanım bunlardan ibaretti.

Bu aşk payidar ve mütezayitle büyüdüm gittim.  Maşukam denizin aguşunda bin türlü ahval ve şerait içinde saclarım beyazlanıncaya kadar yuvarlandım.  Lakin denizin meşakkatinden şikâyet etmek değil, onun meşakkı olduğunu bile his etmedim.

Hâlbuki;  Acaba denizin meşakkı yok mudur?  Denizin meşakkı dediğimiz zaman insanın nazarı hayali önünde öyle korkunç, öyle fâci, öyle gayri kabili tahammül vakalar, levhalar tecessüm eder, vaka-i hatıra piş fikrimize o kadar uzun bir silsileyi helak ve hatır serer ki:  Tüylerimizin ürperdiğini duyarız.

Lakin, evet lakin bütün bu feciler, korkunçluklar, tehlikeler tek bir hissin önünde mahv oluverir ki;  Bu hissin ismi denize âşıklığıdır.  Dedelerimizden kalmış olan ve çoklarımıza biraz amiyane görünen:

<<Aşk olmayınca meşk olmaz!>>

Sözü için en muvaffak bir cay tatbik varsa o da gemicilik, denizciliktir.  Denize aşk, hem de aşk-ı sadık olmayan denizci olmasın.  Deniz öyle bir nazende-i âyar ve gaddardır ki;  Naz ve niyazını çekebilmek için o aşk ile musellah olmağa katiyen ihtiyaç vardır.  O yar ile geçinebilmek ve nihayet hem ağuş ve salt olarak ölmek için onun <cevri ile de şad. . . > olabilecek bir halet-i ruhiye, bir fıtrat ve fedar sahibi olmalıdır.

Bahtsız, nasipsiz şairlerimizden <Andelib, merhumun>

Canana dedim ki:  Ey pür-i bî-zâd

Oldur beni, yahud et ser azad!

Canan dedi:  aşıkım olaydın

Cevrimle dahi olur idik şad.

Kıtası sanki bu noktayı faş etmek üzere söylenmiştir.

Ser inkılab:  [mahlû’ Moskof Çarı mahbesinde]

     İşte size bir küçük, hoş gemici fıkrası ki, mebusumuzla sahiha alakadar;

Ulemadan biri deniz seferine çıkmış.  Râkib olduğu sefine müthiş bir fırtınaya tesadüf etmiş ölüm ile ümid-i necat arasında birçok saatler, günler geçirildikten ve çok defalar korkunç fırtına pençesinde ümitlerde büsbütün kesildikten sonra sefine nihayet mersa-i selamete girebilmiş.  Ulemadan olan zat bütün yolcuların çıktığı esnada genç kaptanın yanına giderek ona bir ders-i hikmet vermek fikrine düşmüş.  Kaptanla aralarında şöyle bir muhavere cereyan etmiş:

Âlim – kaptan, senin pederin ne sanatla meşgul oluyordu?

Kaptan – gemici, yani benim gibi kaptandı.

Âlim – nasıl vefat etti?

Kaptan – denizde boğuldu.

Âlim – pederinin pederi ne yapardı?

Kaptan – o da kaptandı.

Âlim – nasıl vefat etti?

Kaptan – o da denizde boğuldu.  Hatta büyük babamın babası, dedesi de öyle.

Bu cevabı alan âlim sözüne bir vakar hakimane vermeğe çalışarak, elan ibretbin olmayarak bir gemiye girmeğe nasıl cesaret ediyorsun? Deyince söz ve sual sırası kaptana intikal etmiş;

Kaptan – hoca efendi, pederiniz ne iş yapardı?

Âlim – biz sülaleten ulemadanız.  O da ulemadan idi.

Kaptan – nasıl vefat etti?

Âlim – döşeğinde vefat etti.

Kaptan – pederinizin pederi nerede vefat etti?

Âlim – o da döşeğinde vefat etti, hatta pederimin ecdadı da hep yataklarında öldüler.

Bu cevap üzerine yine kaptan bir tebessüm-i arifane ile demiş ki:  – hoca efendi, madem bütün ecdadınız döşeğinde can vermişler, siz nasıl cesaret edip de o döşekte yatıyorsunuz?

Hoca efendinin bu hakimane söz karşısında bir şey söylemeksizin heybesini omuzlayarak karaya çıktığına şüphe mi var?  İşte hakiki gemiciler, deniz âşıkları her nevi kahr ve metâibine rağmen maşukalarını böyle bir sevda-i sabitle severler.

En bi-nam, en âlim, en kahraman ümerayı bahriyemizden <<Sayid Ali Reis>> bile:

<<Âlim biri koyup bahre havasında gezen

Bu Sayid Ali ise aklına, idrakine yuf!>>

Tarzında söylenmiş olmakla beraber yine cisim ve canını denizlere, denizlerde gazaya vukuf etmekten ve akıl ve idrakini ser-â-ser vasat bahriyenin, melahiyenin tahsiline ve milleti arasında neşrine hasr eylemekten bir türlü vaz geçememiştir.  Yine bu noktaya temas eden, <denizde çekilen unutulur!> sözü de meşhur değil midir?

Şu mukaddemeyi mukavveleyi yapmaktan maksadımız makalemize serlevha ittihaz ettiğimiz <<feci bir sergüzeşt-i bahri>> yi anlatmaktır.  Bu sergüzeşt o kadar feci ve havlnakdır ki:  bunun yanında <<medusanın Salı>> [ 1 ] ve kutup ziyaretlerinin meşakk ve muhabbeti müstesna havl ve dehşetlerinin kayıp ederler.  Meşhur (Robinson Crusoe) hikâyesine esas olan Alexander Selkirk ismindeki gemicinin sergüzeşti ise anlatacağımız vakanın yanında latif bir seyahat kabilinden kalır.  Asıl mühim olan cihet ise, sergüzeşt mezkûrun öyle tasvirat, tahilât ve rivayet ile karışmış, mübalağalandırılmış olmayıp kaptanlarımızdan birinin resmi raporundan müstahrec olmasıdır.  Bu raporu aynen görmek isteyenler “

Tarih-i Sami ve Şakir ve Subhi” nin cild olunan 8 2 nici sahifesine müracaat edebilirler.   o zaman anlaşılır ki deniz denilen bu unsur muhib üzerinde fevkalade sergüzeştlere duçar olmak için daima ebhar-ı muhit üzerinde dolaşmağa hacet yoktur.  Nispeten pek küçük bir havza ad edilen Karadeniz’de bile akıl ve hayalin icat edemeyeceği garip, nagah-ı zuhur ve feci vakayı daima gemici için hazırdır.

Sultan Mahmud evvel devr-i hükümetinde ve 1150 seneyi hicriyesinde bize hudut şarkıyemizde Nadir Şah gailesi müsalahaya bağlanmış ise de biraz evvel Dağistan hududunun çiğnenmesini bahane ederek Rusyalılar Kırım askeri üzerine hücum ile bunları Kırım’a sürmüş ve büsbütün nakzı temhidle Uzu kalesini istila etmiş olduğundan Nemçeliler de Ruslarla beraber ilan-ı harp edip Niş’e doğru yürümüşlerdi.  Rus ordusu Or namıyla meşhur Kırım birzehnini zorlayarak cezireye de girmiş oldukları sırada donanmayı hümayun Karadeniz’e gönderilmiş idi.  Bu donanma ile bulunan “Kancabaş” hafif karakol ve sürat ve muhabere sefinelerinden birinin reisi olan Hasan kaptanın o zaman kaptan-ı derya olan Mustafa Paşa huzurunda takrir filhakika o zamanın tarz-ı inşasınca mustalahane yazılmış ise de biz  onu sadeleştirmektense aynen şuraya derç etmeği münasip bulduk:

<<Donanmayı hümayun Kancabaşları kaptanlarından Hasan kaptanın tariridir:.>>

Elli senesi hilalinde bahri siyaha memur olan donanmayı hümayun ile Ak Kerman’a ve solumuzda Hotin tarafından vürud eden Murtaza Ağayı iki nefer hizmetkârı ile celadetli Kırım hanı canibine isale bu kulları memur olmaktan naşi rûz kasıma otuz dört gün kala mahal merkumdan ref mersayı ikamet ve hava muvafık ile canib mezbure han müşarünileyhe taraflarına ba-de’l mülakat iktiza eden cevap ve kâğıtları ahz ve mayetine tayin ve terfik olunan Hasan Gazi nam yedi nefer hizmetkâr mesahibi bir mirza ile avd ve kufül eylediğine binaen tekrar Kancabaşımıza suvar olup musadei rüzgâr ile Ak Kerman’a takrib olunduğu hilalde nagah tecri-ül-riyah muhibinden vezan olan rih asaf gittikçe müştedd ve mütezaif ve derhal taraf taraf zuhur ve hudüs eden emvac mütelâtım-i ejder peyker dahi birbiriyle sigar-ı keşide tenazu ve tevakkuf olmakla, ol derya nil-günde firavun asa nice girdap bela zuhur ve peyda, ve esnayı mezburda havk tünd bad ecel müsemma ile rûz-i rüşen çeşmimizde muşabe leyl-i zulme olup güya afitab âlem ziya berc abide kesufe ağaz ve her trusundan zuhur eden sedayı can-gudaz sur israfile dem-saz olmağın, bu keyfiyet haileden kemal-i hıras can ile sefineyi tahfif iktiza etmekle iptida topları, bade mevcut bulunan ahmal ve eskali ve der-akab derunundaki safrayı dahi deryaya ilka edip, ve altı nefer kimsineler rizalarıyla anbara duhul eyledikleri cihetten üzerlerine meşam çekilip gereği gibi hafet hâsıl olmuş iken manend cibal şaha birbirini müteakip emvac peyderpey mütelatımeden dümeni bir türlü amal imkânda olmamakla ahrülamer sefineyi merkumeyi bastırıp, lakin derunu safradan hali ve anbar dahi bir veçhe muharrir meşmu ile mesdud olmağın, hilal mezburda deryaya düşen iki neferden maadamız habil-i metin inayet-i cenabı perverdekariya tevekkül ve i’tisam ve kemal-i hulus derun ile müteveccih semt asuman olup bu hal üzere sefine-i merkuma ile misal kadvet-ül mai ale-l tevali üç gün, üç gece ol derya bi-ka’r ve kenarda kâh selasil emvac ejder sima ile canib asumana uruc ve kâh keşmekeş inhilal girdap bela ile ka’r zemine vülûc ederek üçüncü gece güya reşide-i selahal ve selamet olup ancak mahal merkum ziyade sengistan, ve şiddet cezir ve müddetten sahile gir aman olmak hariç daireyi imkân olmakla naçar kendimizi birer birer deryaya ilka ve taşra huruç edince dahi hiddet vürud mevcuttan envai ta’b verince mübtela olup, her ne hal ise bir mukadder makûs tevakkuf ile aklımızı cem eyledikten sonra;  bu mahal aya ne mahaldir?  Diye kılavuzumuzdan istifsar ettiğimizde etraf ve cenavibe havaleyi nigah tetkik ederek Sene boğazına karib, iki buçuk mil Çevrer Yani muhitinde (yılan adası) olduğuna muhakkak eyledi.

Pes bu esnada telâtum emvac, sefinemizi dahi taşra ihraç etmekle anbarı keşif olundukta derununda olan altı nefer kimseler teslim-i ruh etmiş bulunmaklığın defin olunup, bade bakiyemiz olan yirmi beş nefer, ebeşer altışar birbiriyle arkadaş olduğuna binaen:  mezbur Murtaza Ağa, Hüseyin Gazi Mirza ve bir nefer hizmetkârı ve bu fakir dahi birbirimiz ile akid peyvend ittifak ve nik ve bed her ne zuhur eder ise katiyen mefarikat etmemek üzere rüşt bend ahd ve misak olduktan sonra, evvela üzerimizde anla sulh ve kabil olan nesneyi onla ibtidar ve cezireyi mezkumede vaki zaferyab olduğumuz bir harabe sarnıçta müctemi olan abi istimal ile iktifa edip bade bu vartayı havl-nâktan halas ve reha için leyl ve nihar hazret çare saz biçun ve cera dergâhına dost daşteyi niyaz ve rica iken zikir olunan adaya vesulümüzün on yedinci günü revi deryada bir sefine hüveyda olmakla cümlemiz halik bahri ve bir cenabına hazar hamdü sena ederek bir miktar ateş izhar ve derununda olanlara cezirede adam öldüğünü iş’ar eylediğimizde zikir olunan sefineden bir sandal zuhur ve ada-yı merkumeye karib mahalle vürud etmiş iken bizleri tamam fark eyledikleri saat bila sebep geriye avdet etmekle, haricindeki feryat ve figan eyledik.  Katiyen ısga ve itibar etmeyip sefineyi merkumeye mülhak ve na-bedid oldular.

Pes bu keyfiyet vukuundan sonra sergüzeştimiz ne derecelere reşide olduğu o güne arz ve takrir olunur ki:  mukaddema beyan olunduğu üzere yanımızda olan mekulat makulesi tamam olup ve cezireyi mezburede vaki nebatat envaiden dahi mecmua ekl olunduktan sonra naçar, galebe-i cev ile taraf taraf cesetçe ve etraf ve havalide, kaya koltuklarının içinde ve bazı mağazalarda tutan etmiş muhib yılan ve garip ve mayhoş ayı balıklarını seyd için o cerbeser tek ve po edip üzerimizde olan alet harp ile kendimizi muhafaza ve kâh maksatla ederek ahz ve helak ettiğimizi tenavül ile kefaflanıp yılan balıklarının yuvalarına varıp, onlar dahi insan misalli muharebeye tasaddi etmeleriyle, her birini sayd edince nice zahmet ve meşakkat çekilir idi.  Hatta bir gün dört nefer refiklerimizle manend Camus, bir veçhe tahmin dört yüz kıya gelir bir ayı balığı yuvasına varıp muharebeye der-kar olundukta hala meşhudunuz olan işbu omuzlarımızı ve zuhurumuzu mecruh eylediğinden gayri zafer bu hakira tevci etmekle karnını yarıp sokum ve bağırsakları zemine düşmüşken yine kendi deryaya firar ve zikir olunan eczasıyla kefaf olunduktan sonra üçüncü gün tekrar o hal ile hayatın meyvasına gelip helak olmakla bir müddet dahi laşesiyle geçinmek mukadder oldu.  Hâsılı kelam bu mesaiye ibtilamız rûz kasımdan otuz yedi gün mukaddem olup ve seneyi merkume esnasında canib asumandan rizan olan berf baran bilcümle üzerimizden geçmek veçhile rûz hazıra yedi sekiz gün kalınca yedi aya karib müddette bazen ayı balığı muharebesinde ve bazen ağdiye-i reddiye tesirinden vefat edenlerin levhumeni ekl eyleyerek cümle refikamız fevt:  ancak mumaileyh Murtaza Ağa, Hüseyin Gazi Mirza ve bir nefer hizmetkârı ile bu hakir hayatta olup lakin bizler dahi târî olan zaaf ve külli ile bitab ve takat müterakkib mevt iken refiklerimizden biri sürünerek yanıma gelip, Hüseyin Kaptan! Bir sefine göründü! Diye haber vermekle ben dahi hazar-ı zahmet ve tab ile yüzüm üzerine bir mahalden nazar eyledim.  Ama kemal zaif ile basarımda kuvvet olmadığı cihetten fırka adem-i kudret ile nice defa dikkat ederek hayali zuhur oldukta ne hal ise ayaklanıp bir miktar atmış ve dehan izhar ve sefine-i merkume dahi gittikçe takrib ve sandal dahi irsal etmekle salif-üz-zikr sengistanın yanaşacağı mahallini mezburlara tefhim edince çekilen havf ve intizar dahi hatt-ı tariften gizerân olup her ne hal ise yanaştıklarında bizleri sürüyerek derin sandala idhal ve ahvalimizi istilam ve istifsar ettiklerinde takrire mecalimiz olmadığını fehm ve istismar etmeleriyle <bunlar etmam olmadıkça kendilerini cem edemezler!> diye sefinelerine götürüp ağzımıza peksimet hurdaları vaz ve tahrik feke adem-i kudretimizi his ve derk ettiklerinden naşi çenelerimizi kendi elleriyle tahrik ederek onla istidat tahsil olunduğu esnada bir miktar çorba tedarik ve tedriç ile tenavül ettirip aklımız başımıza geldikten sonra sergüzeştimizi nakil ve beyan ederek yine Sene boğazına götürüp ihraç etmeleriyle mahal merkumede dahi tashih mizaç edinceye dek birkaç gün meks ve tevkif edip bade herkes vatan me’lûfesi cenabına azim ve rahi oldu.

İşte size hakiki bir macerayı bahri ki:  en feci bir roman teşkil eder.

Ali Rıza Seyfi

Deniz hayatı:

 – TECRÜBE HAVUZU –

2

Şimdi tecrübelere nasıl hazırlanıldığını görelim.  Bir geminin planı kararlaştırıldıktan ve resmi hitama erdikten sonra, geminin şekline mümkün mertebe yakın bir şekil vermek üzere içleri oyuk çift çift ağaç parçaları yardımıyla çimentodan bir kalıp imaline başlanır.  Bu kalıp asıl modelden bir santimetre kadar büyük olur.

Kalıp yapıldıktan sonra cesim fıçıdaki parafin, boşluklar kalmasına memanet edilmek üzere, hamam ratib usulüyle arıtılır ve bade büyük bir boru ve musluk vanasıyla fıçıya pek yakın olarak vaz edilmiş olan kalıba sevk olunur.

Parafin böylece kalıba dolar.  Bunun dâhiline, soğumasına ve katılaşmasına meydan verilmeksizin sanatkârane yapılmış ve arzani konulan küçük ağaç parçaları ile tutturulmuş keten bezinden mamul geminin iskeleti idhal edilip ve bu suretle sefinenin müceff dâhiliyesi tamamen husule getirilmiş olur.

Kalıptan çıkarılan model 4,5 ila 5 tulündedir.  Bu bir nakliye palangasıyla yukarıda zikri geçen atölyeye sevk olunur.  Parafine şekil tam ve katiyi ita edecek olan mükemmel alet işte burada bulunur.  Celali büyük bir masa tasavvur ediniz.  Masanın yanında yekdiğeri muvacehesine mevzu ve dakikada bin beş yüz devir icra eden iki kesici ıskaradan mürekkeb bir makine bulunmaktadır.  Bir de makinadan biraz aşağıda bir çift ray vasıtasıyla bu iki ıskara arasından geçirilen küçük bir araba vardır.  İşte tekmil aletin hülasası.

Geminin planı masa üzerine serilir ve tesbit edilir.  Ameliyatı teshil için bunun tul ve arz mikyasları birbirinin aynı değildir.  Fakat bu o kadar haiz-i ehemmiyet sayılamaz.  Diğer taraftan da parafinden yapılan model, omurgası yukarıda bulunmak üzere sıkıca küçük arabaya rabt olunur.  Bu hazırlıklar ikmal edildikten sonra masa, mesnetleri üzerinde yavaş yavaş kaydırılır.  Arabada ale-l tedriç kesici iskaralar arasına getirecek vechile rayları üzerinde kaymağa başlar.  İşi yapmağa memur olan kimse masanın önünde bulunarak eline çelik bir kalem alır ve bununla eli aletinden yavaş yavaş kaymakta olan plan üzerinde sefinenin su hatlarını itina kâr bir surette takib eder.  Kalem pek mahirane yapılmış bir mekanizma vasıtasıyla makinaya merbut olup ıskaraları dönmekte bulundukları halde, birbirine takrib veya birbirinden teb’id ederek planda takib olunan su hatlarının model üzerinde bir katiyet riyaziye ile husuline delalet eyler.  Bu hatların kâfi adette olduğuna kanaat geldikten sonra masa ve makinanın hareketi tevkif olunur.  Su hatları beyninde kalan parafin aksamı rende ile alınır.  Ve bütün karine düz ve mücella bir hale getirilir.  Model işte böylece mühendisin tasavvur eylediği sefinenin, tamamen müşabihi bir şekle konulmuş olur.

Şimdi geminin çektiği suyu ve teknenin sudaki vaziyetini katiyetle tayine sıra gelmiş olur.  İkmal olunmuş olan model yine bir palanga ile dehlizdeki kanala nakil edilir.  Kurşun parçaları yardımıyla model hakiki su hattına kadar batırılır.  Bundan sonra model sudan çıkarılmaksızın kanal üzerinde hareket eden büyük arabanın altına rabt edilir.

Artık ihzaratı tamam olmuş ve tecrübenin icrasına seyire gelmiştir.  Arabanın sıkleti iki tonu mütecaviz olup tulü 8 arzı 6 metredir.  Platformu altı tekerleğe istinad eder.  Bunun ön tarafında süratini tayin ve buna muntazam ve sarsıntısız bir hareket ita eder bir elektrik makinası vardır.  Merkezinde karinenin mukavemetini ölçmeğe mahsus alet mevzuu bulunur.  Yani modele merbut kayıt altları ki mühendise lazım olan bütün işaret ve malumatı ita ederler.  Mühendis işte bu sayede sefine şeklinde bulunacak kusurları bilahare tadil veya tashih eder.  Bir de arabanın altında ve iki tarafında enstantane fotoğraf objektifleri bulunur ki bunlar tarik seyirde vukua gelen hadisatı sabit eder.

Hatırat:  [Kavala şehri sakine-i mahalliyenin kumandanlık dairesi önünde]

İşte bu alet ile mücehhez bulunan araba harekete sevk olunur.  Sürati, sefinenin haiz olacağı muhtelif süratlerin tamamen aynı olmak lazımdır.  Bunu da kontrol etmek için kanalın kenarına beher 5 metrede elektrik kontakları tertip edilmiştir.  Bunlardan başka, modelin baş ve kıç taraflarına alüminyumdan mamul birer kol takılır.  Bunlar da çektiği sudaki tehalüfü göstermeğe hizmet eder.  Seyrin hitamından sonra alet tehalüfü göstermeğe hizmet eder.  Seyrin hitamından sonra alet mukayyidinin ita eylemiş bulunduğu münhaniler delaletiyle mühendis, sefineye vermiş olduğu şeklin keyfiyet ve nekabesi hakkında bir fikr-i kati peydasına muvaffak olur.  Fotografilerde meselenin aksam-ı sairesi hakkında itayı malumat eder.  İşte bütün bu malumat, mühendisi gerek gayri kabil-i tamir hatalardan tevakkiye ve gerek terakkiyat hakikiye hakkında bir fikr-i kati peydasına muktedir kılar.

Alman mühendisleri inşa edecekleri sefine için umumiyetle üç veya dört muhtelif plan ihzar ederler.  Bu planlara tatbiken, seyir ile tecrübe olunmak üzere, üç veya dört parafin model yapılır.  Bunlar arasında en münasibi yani en az mukavemet gösteren intihab edilir.  Nordicer Loyds Companyasının şekillerinin güzelliği ve süratlerini fevkaladeliği ile İngilizleri bile mütehayyir bırakan en büyük gemileri işte bu tarzda yani bu araba, bu parafin ve bu makinalar ile icra kılınan tetebbuaddan doğmuştur.  Alman donanmasının hemen bütün gemileri aynı tecrübeden geçmekte ve tecrübe havuzu burada bahriyenin bir lüzum-i gayri masarifi ad olunmaktadır.

Bu tecaribden fennen, kavanin katiye ve kavaid esasiye istinbat edeceği zamanlar uzak değildir.  Mesele bahriyenin, bir kısm-ı mühimmi tenvir ve katiyet peyda edecek ve çok geçmeden inşaat bahriyede büyük bir hatve atılacaktır.

Garp cephesinde:  [Alber de Prehat cevelanda]

Şu gecen otuz kırk sene zarfında inşaat bahriye Almanya’da pek vasi mikyasta artmış ve inşaat tezgâhlarının adedi ukul olacak dereceyi bulmuştur.  Asıl hayret edilecek cihet, az zaman zarfında bu tezgâhları işletecek dimağları suret-i tenmiyesidir.  1870 seneyi miladiye sinden evvel Almanya pek az inşaatta bulunuyor idi.  Gerek Hamburg ve gerek Bremen’de kâmilen diyar-ı ecnebiye de inşa edilmiş sefain mubayaa edilmekte idi.  İnşaat fabrikaları vücuda getirmek ve bunları feyz eriştirmek için tecrübe dide mühendisler ve zamanın terakkıyatına bi-hakkın vakıf âlimler lazım idi.  Almanya’da da bunlar mefkud idi.  Bunun için inşaat mühendisi olmak üzere ayrılan gençler tahsillerini itmam için İngiltere’ye izam edildiler.  Bunlar işçilikte bulundular.  En iyi mekteplerde yetiştiler.  Ve ale-l-tedriç sanatın bütün esrarına nüfuz eylediler.  Aynı zamanda İngiltere’ye gemi siparişatında da bulunuluyor ve gemiler teslim edilirken inşa hususunda kullanılan bütün planların beraberce teslim kılınması mukaveleye bir şart esası olmak üzere derç ediliyordu.  Bu sayede genç mühendisler, vatanlarına avdetlerinde kopya edebilecekleri iyi modeller tedarik edilmiş oluyordu.   Bu ilk ameliyat, pek nazik ve pek güç idi.  Bundan sonra – iyi modeller ve iyi mühendislere malik oldukları sonra – Almanya’nın artık kimseye ihtiyacı kalmıyordu.  İstatistiklerin delaletiyle sabit olan terakkiyat harikulade yalnız Almanlar tarafından husule getirildi.  İş bu dereceyi bulduktan sonra Almanlar eski üstadlarına karşı derslerinden ne derece istifade eylediklerini – biraz da müstehziyane bir tarzda – ihsas eylemekten geri durmadılar.  Hatta bir defa Amerika’dan esnayı avdetinde Liverpool souht Merton posta vapurlarını geride bırakan fırsat Bismarck sefinesi (Gustavn) limanına girerken grandi direğinin üzerinde siyah hurufat ile (Made in Germany) ibaresi yazılı büyük ve beyaz flama çekilmiş bulunuyordu.

          Tevfik

Finlandiya’da: [her gün gazetelerde mevzuu bahis olan Finlandiya meselesi münasebetiyle payitahtı olan Helsingfors şehrini, en meşhur caddesiyle oraları işgal eden askerleri, Kazaklar tarafından işgal olunan diyet meclisini ve kıyafet mahalliyeyi musavver bir levha]

Hatırat: [son vakalar münasebetiyle Petersburg’da belediye operası Alexander Kerensky son nutuk ihtilali burada irad etmişti]

Bahr-i Muhitte Kurvaziyer avcılığı

Gecen nüshadan mabad

     Gezinti güvertesine gittiğim zaman gördüm, herkes birbirinin üstünü başını fırça ile süpürüyordu.  Cehreler mütebessim, mesrur.  Güya nerede ise paklanacağız, demek istiyorlardı.  Geminin çanı bulunan yere gittim.  Kiliseye davet çanı çaldırdım.  Küçük çanın bim, bim. Sesleri güvertenin fevkinde dalgalandığı esnada cesur mavi gömlekliler ayaklarını acele ile vurarak merdivenden aşağı yemek salonuna iniyorlar ve ihtiyar kahraman imparatorumuzun cesamet tabiiye deki tasvirinin önünden geçerken muhterem simasına muhteriz bir nazar atfediyorlardı.  Köprü üstündeki kumandana duanın başlayabileceğini haber vermek üzere idim.  Tarassut direğindeki karga yuvasından aşağı bir feryad aks etti.  Bir kerte sancakta bir vapur!  Bu anda gemide bir heyecan vukua geldi.  Güvertede herkesin işiteceği surette gemici ıslığı ötmeğe başladı.  Yemek salonunda gök gürler gibi bir ses işitildi.  Kiliseden dışarı iskele ganaim sandalı hazır ol.  Umum istasyona koştu.  Elbet.  Daha İzlanda sahilleri henüz görünüyorken böyle bir vapura tesadüf edileceği kim düşünmüştü.  Ümit olunur ki bitaraf bir vapurda değildi.  Herkes dürbün ile dürbünümüz o vapura bakıyordu.  Vapur Bahr-i Muhitin yüksek dalgaları içinde ara sıra yarı kayıp oluyordu.  Bizim taraftan işaret verildi.  Dürünüz yoksa ateş ederim.  Vapur orsa alabanda etti ve kırmızı İngiliz bayrağını gösterdi.  Güvertede büyük meserret.  Hayret iş alevlendi.  Bu cesim balıkçı vapurunun yakınında – çünkü balıkçı vapuru idi – gemimizi durdurduk.  Ganaim sandalına koştum ve bunu denize indirttim.  Gemiden ancak ayrılmıştık ki bizi dehşetli bir deniz yakaladı ve büsbütün başka tarafa atıp uzaklaştırdı.  Efrad tekmil kuvvetleriyle küreklere yükleniyorlardı.  Fakat ağır demir sandal yerinden bile kımıldamıyordu.  O mamun vapur ise benden tarafa gelmek için, tabii hiçbir teşebbüste bulunmuyordu.  Vapurda haykırıyor, bağırıyor, birçok laf savuruyordum.  Rüzgâr hepsini dağıtıyordu.  İskele tarafından bakıp denize tükürmekte olan şu İngiliz’e karşı bende şiddetli bir gazap feveran ettim.  Haydi, be herifler!  Gayret edin.  Daha birkaç kürek darbesi.  İngiliz’i yakalarız.  Bu sözlerim yardım etmiş olmalı.  Vapurun yan tarafına vardık.  Sandalımızı hemen alt üst edecek kadar şiddetle sallanıyordu.  Vapurun bordasından dışarı sarkan merdivene süratle atıldım.  Kuvvetli bir sıçrayışla kenar korkuluğun üstüne fırladım.  Öyle ki bir hamlede kendimi makine dairesinin tepe camı yanında buldum.  Süvarinin bulunduğu yere tırmandım.  Evrakını gördüm.  Garimsi’den geliyormuş.  Harp olduğunu da zaten biliyordu.  Vapurda bulduklarıma dair Kayzer’e işaret verdim.  Kayzer hakikatte sim siyah rengi ile pek korkunç, tehditkâr bir tesir icra ediyordu.  Bilhassa üstünde bulunduğum alçak vapurdan pek ziyade nazar-ı dikkat ve hayreti celp ediyordu.  Kumandandan şu emir geldi.  Vapuru batırın. . İngilizleri hemen Kayzer’e nakil edin. .

     İhtiyar İngiliz kaptanı giryan bir çehre aldı.  Gözleri yaşardı.  Yep yeni gemisini anlamaz değilim.   Fakat adamlarının derhal sandala bindirilmesini emir ettim.  Balıkçılar neleri varsa sarıp bağladılar, İzlanda sandalına koyup Kayzere gittiler.  Bu sandal hafif, deniz gayet dayanıklı olduğundan batırmayıp bilakis nezdimizde muhafaza etmeğe karar verdim.  Böyle de oldu.  Sandal yiyecek ile dolduruldu.ve vapurun son saati geldiğinde on altı İngiliz esiri için tahlisiye sandalı olarak kaldı.  Vapur dinamit ile tahrib edildi.  Arkaya yattı ve battı.  Pruvası yukarıya dikildi, sonra Bahr-i Muhitin buzlu dalgaları içinde kayıp olup gitti. 

     Dört zabit güvertede ayakta duruyorlar, ilk kurbanımızın batmasını seyir ve temaşa ediyor ve memnun görünemiyorlardı.  Niçin?  Çünkü bizler gemicileriz, bir gemiciye ise bu şimdiki gibi güzel gemileri bu derece soğukkanlılıkla batırıvermek yakıştırılmıyordu.  Fakat harpte vatan için kaideyi yahut düşman için zararı teneffüs edecek bu gibi şahsi duygular terk edilmelidir.  Mübrem ve kati bir lüzum, düşman gemisini tahrib etmeği sana emir ediyor.  Düşman da her nerede rast getirebilirse seni yakalar ve seni batırır.  Bizler İngiltere’ye karşı harp ediyoruz.  İngiltere hiçbir şeye ehemmiyet vermez, gayet zulümdar.  O halde hassasiyete mağlup olmağa gelmez, yoksa her şey biter. .

     Köprüyü terk ettiğim vakit, insani olan hissiyatıma galebe etmiştim.  Şimdiden kariben tesadüf edeceğimiz başka bir vapur için de seviniyordum, bu bir haktır.  Büyük bir hakkımızdır diye düşünüyordum…  Zabitan gazinosunda pek ziyade neşeli idik.  İğtinam edilmiş enfes balıklarımız vardı.  En büyük zevk ve lezzetin korsanlıkla ele geçirilen böyle taze, nefis ganaimde bulunduğunu gülerek ispata çalıştım.

           – bitmedi –

TEHLİKE

Geçen nüshadan mabad

Telsiz direğimi dikerek (Stefan) ı çağırdım ve bulmakta duçar-ı müşkülat olmadım.  (Venet Nur) açığında yatmakta olduğunu, makinasında vukua gelen işten dolayı mevkiine muvasalat edemediği ve mamafih şimdi işinin tamam olduğunu ihbar etti. Ertesi gün (Savzempeton) medhalini abluka edeceğini ve Manş’tan aşağı inerken bir büyük Hint postasına tahribe muvaffak olduğunu da ilave eyledi.  Teati-i selam ettik, onların da benim gibi muhtaç-ı istirahat olduklarına şüphe yoktu.  Sabahleyin dörtte kalktım ve tekmil efrada gemiyi teftiş ve muayene ettirdim.  Baş torpidolarını istimal ettiğimiz için pruvamız yukarı dikilmişti.  Binaenaleyh baş sarnıçlarına, atılan torpidoların sıkletinde, su alarak muvazeneyi telafi ettim.  Sancak hava makinasını da hazırladık ve ilk infilakın sademesiyle biraz zedelenmiş olan periskop motorunu düzelttik.  Ortalık açıldığı zaman işimizi henüz bitirmiştik.  İlk haber alan birçok sefainin Fransız limanlarına iltica ederek geceleyin nehre girmiş olduklarına eminim.  Şüphesiz ben bunlara da hücum edebilirdim.  Fakat geceleri bir tahtelbahir için daima tehlike vardır ben ise kendimi tehlikeye koymak istemem.  Mehaza bu sefainden biri zamanı yanlış hesap etmişti.  İşte (Vardanpobent) in önünde duruyordu.  Ve ilk şua-i şems bize onu burada göstermişti.  Derhal arkasına düştük.  Bize yakındı.  Burada göstermişti.   Derhal arkasına düştük.  Bize yakındı.  Büyük bir gemi olup bir milimize karşı iki mil gidecek kadar sürati vardı.  Başka türlü ona yetişmek imkânı olmadığından yarı mağtus bir halde hücum ettiğimiz cihetle, son zamanda bizi gördü.  Dümeni bir tarafa kırdı bunun için ilk torpido isabet etmedi, fakat ikincisi kıç bodoslamasının altından vurdu.  Aman yarabbi, ona müthiş bir sademe-i tahripkâr idi.  Bütün kıç darmadağınık olmuştu.  Yaklaşarak batışını seyir ettim, yedi dakikada battı ve birçok adamların sarılmış olduğu direkleriyle bacaları suyun üstünde kaldı.  Bu da B.B. kumpanyasının Virjinia nam gemisi idi.  12 bin ton hacminde olup şarktan ağdiye getiriyordu.  Denizin bütün sathı buğday ile kaplandı.  Manzarayı seyir eden jurnal <bu iş böyle giderse çok bolluk işi be-yâd> dedi.

İşte o anda idi ki bizi helak edecek en büyük tehlike vukua geldi.  Muhteşem seferimizin henüz inkişaf halinde iken nasıl inkıtaa uğrayacağını düşündükçe titriyorum.  Kulenin kapısını açmıştım,  jurnal yanımda olduğu halde Virginia’nın filikalarına bakıyordum.  Bu esnada yanımızda suyun sathında bir fışıltı ile müthiş bir serpinti oldu.  Her ikimizi de ıslattı.  Yukarıya baktık, fevk serimizde birkaç yüz kadem irtifada bir tayyarenin atmaca gibi dolaşmakta olduğunu görünce ne hale girdiğimizi tasavvur edebilirsiniz.  Gürültüyü kesecek bir cihaza malik olduğundan motorunun sesini işitmiyorduk.  Attığı bomba denize düşmemiş olsaydı bizi tahrip edenin ne olduğunu hiç birimiz bilemeyecektik.  İkinci bomba atmak emeliyle daire çevirmekte idi.  Fakat biz süratle ilerledik.  Dumanları aşağıya bastık.  Bir dalganın yanından kayıp olduk.  Tayyare ile aramızda elli kadem su hâsıl oluncaya kadar (deflexion indicator) ü düşürmekte devam ettim.  Çünkü tayyarelerin bir tahtelbahri ne kadar derinlere kadar görebildikleri malumum idi.  İzimizi kayıp ettirdik.  Yakın satıh-i bahre çıktığımız zaman tayyareden hiçbir nişane yoktu.  O ihtimal ki Harmbay üzerinde dolaşanlardan biriydi.

Bir iki liman sefaininden [1000] ton ve daha aşağı hiçbir gemi görünmüyordu.  Bunlar da benim nazar-ı iltifatıma layık değildi.  Periskopum boş olmak üzere birkaç saat tahtelbahir bekledim.  Bu anda bütün zahire yüklü gemilere Fransa sularında barınmaları ve geceleyin karşıya geçmeleri emir olunduğu ihtimali aklıma geldi.  Birden buna o kadar emin oldum ki güya emir, bizim ihzamıza kayıt olunmuştu.  Ala! Mademki onlar oradadır ben de oraya gitmeliyim.  Sarnıçları boşaltıp çıktım.  Çünkü yakınlarda hiçbir sefine-i harbiye emaresi yoktu.  Fakat sahilde iyi bir işaret usulleri olmalıydı ki daha Northforland’a varmadan üç muhrip köpük saçarak arkama düştü.  Üçü de muhtelif istikametlerden üzerime doğru geliyordu.  Üç zağarın bir yunus balığını tutması kadar bunların da bizi yakalamak ihtimali vardı.  Mehaza kızdırmak için mamafih bunun pek yanlış bir iş olduğunu da biliyordum.  Bilfiil top menzili dâhiline girinceye kadar onları bekledim.  Sonra daldım.  Artık biri birimizi göremedik.

– mabadı gelecek nüshada –

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.