DONANMA MECMUASI – 94 Perşembe – 20,Mayıs,1915
DONANMA MECMUASI – 94 Perşembe – 20,Mayıs,1915
Perşembe – 6,Receb,1333 – 7,Mayıs,1331 – 20,Mayıs,1915
Şanlı tarihimize parlak bir sahife: denizlere hâkim olduğunu iddia eden melun İngiliz’in HMS Goliath ismindeki zırhlısını cihanı müttehayyir eden bir cesaretle denizin dibine indiren Muavenet-i Milliye torpido botu muhribimiz. [bu torpidonun milletin sâye-i hamiyyetinde donanma cemiyeti tarafından iştirâsı ebedi sebeb-i mefharettir.]
BAHRİYEMİZE TEŞEKKÜR
Muavenet-i Milliye torpido muhribinin menâkıb-ı şecâati dillerde geziyor. Dillere ferah verdi. Millet sevindi. Cemiyet iftihar etti. Dostları tuğyan-ı meserretden, mel’un düşmanları takdiri ceraitten bi-karâr eden bu eser-i fedâkârıyı, donanmanın amel-i ta’lisi rehber harekâtı olan donanma cemiyeti kemâl-i iftihar ile sahifelerine nakil ve hararetle tebriklerini takdim eder.
Münderecat:
Donanma cemiyeti bahtiyardır: donanma – deniz ve edebiyat: Ali Rıza Seyfi – vatan perverâne bir içtima: Hüseyin Kâzım – muharebe ve Alman metanet-i ahlâkiyesi: salim – Alman topları: yek-tâ bâhir – talim ve terbiye: Ahmed Kemâl – makaleyi ziraiye: Cevad Rüşdi – 1914 Şimal Denizi muharebesi: A. Ş. – İcmâl: Âbidin Daver –
İdman sütunları
Taab-ı umumi – Ali Seyfi. İdmancılarımız – Hokey müsabakaları penbe kısımdadır.
DONANMA CEMİYETİ BAHTİYARDIR
Mebnayı teşekkülü: Milletin şevk rûz-efzûn (uzun ömürlü) hamiyyeti olmak itibariyle tamamen milletin olan donanma cemiyeti yine bütün milletle beraber bahtiyardır, i’lân-i şâd-mânî ediyor. Çünkü cihâd- ekberin ferda-yı ilânından beri ruh-i ecdadın ihlafında tecelliyi kâmiline cihanı hayretlere gark edecek nice bin misâl şehâmet ibraz eyleyen hey’et-i celileyi askeriye; Bahriye namına da havârık-ı fedâkârı göstermektedir. İnsaf ve takdir ile tahliye-i zat eden her fert, bahriyemiz tarafından eyyam-ı âhirede meydana konulan fedakârlıkların takdir-i havanidir. Hatta Viyana’da cerâîd-i mühimme ve muhtelife:
[Bu muzafferiyet; Osmanlı donanmasının gerek askeri, gerek manevi nokta-i nazarından parlak bir hareket-kahramananesidir. Zira bu defa taarruz eden İngiliz değil, Osmanlı filosu olmuştur.]
Veya:
[Bu muharebenin en ziyade şayan-ı dikkât olan bir hakikati de küçük fakat şecî Türk filosunun İngiliz donanmasından en çok zırhlı batırmağa muvaffak olanı bulunmasıdır.]
Zemininde hayrani-yi dostaneyi izhar etmişlerdir. Çünkü bir kısım filomuz hâkimiyeti bahriye ilân eden İngiliz ve Fransız donanmasına Çanakkale’den çıkmak suretiyle hücum etmiş ve bu meyanda Muavenet-i Milliye torpido muhribimiz, kahbe İngiliz’in HMS Goliath zırhlısını birkaç dakikada ka’r bahre indirmiştir. Bu vakıa harikulade şerait icrası noktayı nazarından harbi umumiden biri görülen vakayı muazzama meyanında nev’i şahsına münhasır bir hadiseyi mesudedir. Bu münasebetle bütün millet ve askeri heyet ve bahriyemiz ne kadar iftihar etse yeri vardır.
Milletin ve onun hadim abidesi olmakla müftehir donanma cemiyetinin bu muvaffakıyeti azimeden ayrı bir hisseyi iftiharı vardır. Çünkü Muavenet-i Milliye milletin naktiye hamiyyeti sayesinde alınan, fukara kesesinin mahsulü kuruşlarla teraküm eden liralar mukabilinde Almanya’dan gelen dört büyük muhripten biridir. İşte millet; Fedakârlığının, cemiyet, hissin niyetinin böyle hayret-resân mükâfatını görmüştür. Cenabı hakka bin hamdüsena.
Ufak bir teemmül ile tastik olunacağı üzere donanma cemiyeti gibi düş hamiyetine tahammül ettiği vezaifin ehemmiyetiyle mütenasiben çalışmağı nefsine minnet bilen bir heyet – sermaye tesisi yine milletin mâ-hasal hamiyyeti olduğu cihetle – her dakika millete hesap vermeği, muvaffakiyat-ı haliye ve atiyesi namına en kavi medarı istinad olarak telakki eyler. El-hamd millet verdiğini, severek verir. Makdûr-i beşer dahilinde hissen muhafaza ve tenmiyesine sarf-ı himmet olunacağını anladığı içindir ki buhran cihanın şedâidine maruz kaldığı eyyam-ı zıyyıkda bile donanmayı unutmamıştı. Fakat bir de sa’ynin semeresini görmek vardır ki dünyanın en büyük zevki budur. Ve bu gün millet onu idrak eylemiştir. Çünkü kuruşlarının terekküb eden gemiler, tarih hemaset cihana zerrin sahifeler ilâve ediyor. Donanma cemiyetine bu yolda bir hesap vermeği nasib eden cenabı-l umur, kitabı muzafferiyatımıza daha nice nice sahaifi kıymettar ilavesiyle cümleyi mesrur eylesin.
Bizce her zaman iftihar ve şükran ile tekrar edilmeğe sezavar hakayık-ı fahiredendir ki, dünyanın hiçbir tarafında hiçbir donanma cemiyeti, cemiyet-i acizanemizin muvaffakıyatı maddiye ve maneviyesini iktitaf edememiştir. Bu cihet, ruh-i teşekkül cemiyette milletin ihraz ettiği mertebeyi bülend idraka ait bir muvaffakıyettir. Bu muvaffakıyetler bu kadarla kalmıyor. Cemiyet nasıl iftihar etmesin ki, geçenlerde ceraidin sahaifi iftiharına bir şahendin defter mazbutatından: helâl muharebesi unvanıyla intikal eden Gara Burlu hatt-ı tasvirde :
[. . . . . Zavallılar orada hayalleri veçhile kartopu gibi çoğalıp büyüyecekleri yerde kara bataryalarımızın ve gemi toplarımızın dahaş ateşleri altında eriyip durmaktadır. Mezkûr gemiler ise donanma cemiyeti tarafından en fakir kulübeye kadar gidilip toplanan paralar ile tedarik edilmiş olmasına rağmen alicenab milletin keseyi hamiyetinden çıkan şu paranın bu suretle pek feyzli bir nema temin etmiş olduğu tezahür eder.]
Denilmesi donanma cemiyeti için ebedi sebep mefharettir. Takdirin en büyüğü ise yine millet râcîdir. İşte millet bin kongrenin tetkik edeceği hesabattan beliğ bir hülasa mesai… cemiyet, millete donanma için müracaat etti. Millet, dirîg hamiyyet eylemedi. Bu gün ise semeratı mesaisini iktitaf ediyor. Alınan zırhlılar Balkan harbinden beri bedeli iştiralarının çok fevkinde hizmetler gördüğü gibi en son asarı sanattan olan torpido muhripleri de cihanın nazarı hayretini celb ediyor. Bu gemilerin çeşman iftiharımız önünde ikad ettikleri meşâil hemaset bize atide tutacağımız yolu bütün parlaklığıyla gösteriyor. Ati ise bu günden çok himmet bekliyor. İstikbalin bize açtığı aguş-u teâli mutlaka silâh zaferin zelâl şehâmeti altına iltica etmek ister. Çünkü hiçbir millet vesait minnetini ikmal etmeden mezârî terakkinin ne cerait ne de hirasetine mukatderdir.
DENİZ VE EDEBİYAT
Deniz dar-ül-hazain, âlem-i azad ve haşmetdir;
Bize hürriyet ve gayret, cesaret, cenk eder ima,
tabiat sanki inler: <<İttihad ve Say’dır rağbet bakan,
emvâc dûşadûşdan peyda olur derya!>>
Deniz! Tabiatın âsümândan sonra ve sanki rûy zeminde anın aksi veya ayînesi olmak üzere bize arz ettiği bu unsur-ı muazzam; Bu âlem her dem – cidâl, bu define-i bi-payan a’sâr! Deniz: Her milletin şairlerini, hatta şair olmayanlarını entak etmiş bir ma’şûkayı heyecan-bahşa, bir mühibe-i hissiyat!
Evet, denizlere temas etmek, anın derin uğultularını dinlemek, o azamet sarfesinin muvacehesinde bulunmak bahtiyarlığına nail olup da hususuyla tarihen denize taalluku bulunup da edebiyatta ona yer vermemiş türkülerinde anın enin hurûşunu aks ettirmemiş bir millet hemen yok gibidir. Maatteessüf biz, bir Osmanlı milletiyiz ki, bu kaydın haricinde kalmışız. Memalik-i Osmaniye’nin haritası şöylece nazardan geçirilecek olursa toprağımızın heyeti umumiyesinin Basra körfezinden Çoruk su hududuna kadar tarih kadimin en meşhur gemici milletlerine vatan olmuş sahil dura devre mülk bir cezire değilse de, bir şibh cezire teşkil ettiği görülür. O halde Osmanlı milletinin denizle olan münasebetinin dörtte üç ve denizden tevellüd edecek menafiin yüzde yetmiş olduğu meydana çıkmaz mı?
Mamafih: Biz bir zaman Osmanlı Türklerinin pek samimi bir <<deniz edebiyatı>> olduğuna kaniyiz. Filhakika bu edebiyat, bahriyelilerimizin levend kaptanlarımızın, korsan dayılarımızın hüviyetleri ve menşeileri itibariyle bir <<avam edebiyatı>> mahiyetinde idi. Lakin işte bu hal idi ki; Anı birkaç şairin tasavvuratı garibe ve şahsiyesinden tevlid etmiyor, milletin büyük ve kahraman bir şaibesinin ruhundan nebeân ettiriyordu.
Evet, Akdeniz’i bütün dünya donanmalarına dar eden, Bahr-i Muhit Hindi’nin mahallin fırtınaları arasında narin tekneleriyle Portekizlilerin dağ gibi kalyonlarına karşı kanlı ve canlı döğüşen, bir fırkası cihanın Cebelü Târık caddesini kapatırken diğer fırkası, İngiltere sahilini dehşetlere salıp İzlanda ceziresinden mal ganaim ve esir getiren pervasız Türk gemicilerinin elbet kendilerine mahsus deniz türküleri, Buhara Çin ma’şûkalarına covarları, bağlamaları ile okudukları – isterseniz kaba diyelim – lakin tabii ve samimi şiirleri vardı. Lakin umum an’anât ve emvâl-i tarihiyemizin uğradığı meşum harabiden yalnız bunların kurtulabilmesi elbette mümkün değildi ve şevket bahriyeyi maziyesini adeta büsbütün unutmuş, deniz suyundan elini eteğini çekmiş bir milletin bu şaibeye ait an’anât ve terennümat-ı milliyesini muhafaza edebilmesi adeta bir garibe, bir mucize olurdu. Binaenaleyh, şanlı, kanlı hayat-ı milliyeden elimizde yadigâr yegâne olarak ma’hûd
“Saray burnundan aşarken. .
Heyamola
Sırmalı yelkenler açarken. . .
Heyamola
Güfte ve bestesinin kalmış olmasına bile şükür edelim.
Şurada bilmünasebe nice ve şüphesiz bütün efrad-ı milletçe acı bir hatıradan bahis edeceğim; On üç, on dört sene kadar evvel şimdi yabancı bir devletin bandırası altında inleyen, yabancı bir milletin pây-ı serd gurur ve malikiyetiyle çiğneyen o sevgili Trablusgarb şehrinde bulunurdum. Bir zaman yalnız sancağını göstermekle beş on Avrupa teknesini arzı teslimiyete mecbur eden kahraman Trablus fakir, tembel ahaliyi asliye ile vatanı kurtarmak isteyen fedakâran Osmaniyanın çile gâh ve menfâsı olmuştu. Yılmaz, kahraman kaptanların kumandasında her sene Bahr-i Sefid’i karıştıran kuvvetli filoları teçhiz olunduğu kalafat yerinde birkaç çürük, çarık Arap kayığından başka bir şey görünmezdi.
HMS Goliath: İngiltere’nin <<ka’r derya filosu>> na bu defa iltihak eden harp gemisi.
Ekseriya bu hatıradar sahili gönlüm hazin ve elim hançerleriyle doğranarak yalnız ve mütefekkir dolaşırdım. Bir gün yine oralarda idim. Birkaç gemici Arap donattıkları palanganın çımasında büyük bir sandalı karaya çekmeğe uğraşıyorlar ve bu gibi işlerde her millet gemicilerinin âdeti olduğu üzere makamla bir şey söylüyorlardı. Birden, sâmia ve ruhum Arap gemicilerin bu mutarrid ve çetrefil ahenk mutarridine aşina gibi çıktı. Dikkat ettim. Evet, bu hiç bilmeyen melâhlar Türkçe bir şey terennüm ediyorlardı. Halatın çımasına her asılışlarında diyor idiler ki;
<<hisa, mangadaniş!>>
Ve sonra Arap telaffuz meşhuriyle itmâm eyliyorlardı.
<<hisa, kolaş, kolaş!>>
Bu garipler bizim Türk gemicilerinde bile bulunmayan bu makamı nereden biliyorlardı. Fikrim bir anda yüzlerce seneler evvelki mazi-i şevket medara ricat etti. “Garp ocakları” denilen Cezayir, Tunus ve Trablus Garp, dâr-ül cihâdını kuran ve Amerika cumhuriyetine varıncaya kadar haraca kesen Türk bahriyelilerinden, Türk korsanlarından bugün bu bigâne ve mensi Berberistan yalılarında yalnız şu birkaç Arap gemicinin çetrefil lisanıyla ihya edilen bu beyt baki kalmıştı. Daldım ve sanki biraz ileride yükselmiş “Bab-al-Bahr” burçları üzerinde koca sarıklı, al ve sırma işlemeli kisvelerine bürünmüş uzun palalı Türk kahramanlarının korkunç vesâmet hayallerini gördüm; ve sanki: Şimdi tenha ve mülevves, atalet perver ve metruk şu
French cruiser Léon Gambetta: Avusturya tahtelbahri muavenetiyle arkadaşlarına kavuşan mağrûk Fransız zırhlısı.
kalafat yerinde ilkbaharda Avrupa kıyılarına dehşet salacak donanmalarını hazırlayan korsanların çûş ü hurûş faaliyetini işittim. Heyhat ki; O devirler çoktan geçmiş, başımı kaldırdığım zaman harp istihkâmat siperleri yüzüme kirli bir istihza ile seyir etmekte bulunmuştu! Bugün yalnız “sarı zeybek” türküleri değil, mesela Aydın vilayetine gitmiş olsak dilden dile gezen, obadan obaya intikal eden birçok yeni, eski destanlar, koşmalar, türküler milletin sinesinde elân muvaç olan ruh şecaat ve merdaneden bize bi-nihaye vesikalar takdim eder. Lakin maatteessüf bizde denizcilik ruhu birçok esbabı tarihiye dolaşışıyla çoktan sönmüş olduğundan şevket-i maziyemiz, hüvviyet melâhîyemiz hakkında bu şekilde vesikalarımız zamanın sine-i nisyanına gömülüp gitmiştir.
Mesela: Âlim, şair, kahraman amiralimiz <<Seydi Ali reis>>in demir dudaklarından çıkmış olan:
Deniz yüzünde yürürüz,
Düşmanı arar buluruz,
Ev çömez komaz alırız,
Bize Hayreddinli derler!
Gibi merdane, derya dolana, tufan hizana nağmeleri unutmuşuz da Seydi merhumun
<<bedri ya gir menafi bi şümârest>>
<<eğer hâhi selamettir kenarset>>
Beyit miskinanesini babadan oğula ezberlete ezberlete nihayet o felsefeyi dervişane ile iman-ı faaliyet ve merdaneği melleden der-kenar olup çıkmışız. Edebiyat-ı milliye, ihsâsât-ı milliyenin tezahüratı şekil mutasavviti olmak haysiyetiyle bu derekeye düşmüş, denizden, denizcilikten bu kadar uzaklaşmış bir milletin gerek avam ve gerek havas edebiyatında hakiki deniz ilhamatı aramak elbette abes olur.
Mesela: Muallim Naci merhumun pek ziyade iştihar etmiş olan <<Fırtına>>sı ele alınırsa görülür ki: Şair;
<<tufan ile nuh kurtulmaz>>
<<ifna ile ruh korkutulmaz>>
Tarzındaki ihsâsât ve tebligatı ile nefes alamazdan uzaklara gitmiştir. Daha doğrusu deniz kıyısından uzaklaşmıştır. Bu manzumenin heyeti mecmuası nazmının <ruh bahri> veya tabiri caiz ise <ruh bahr> la meşbu ve mülhem olmadığını gösterir. O manzumeyi okurken insan denize ancak Çamlıca tepesinden bakan bir kara adamının söylenişlerini duyar gibi oluyor. Bu hadiseyi ruhiye manzumeyi dinleyen bir bahriyeli de daha ziyade bariz olur. O daha denize benzeyen, daha denizden söyleyen bir ses, bir uğultu, bir çoşanı ister. Denizin meşakkı, siyah, fırtınalı nısfü’l-leyllerinde saatlerce ufkun bir köşesinde aranılıp görülemeyen sahil feneri, ıslak ıskota, ıslak gömlek, sefine ile deniz ve rüzgâr arasında uzanıp giden muhteris, mütehevvir homurdanma, bütün ve birçok böyle şeyler mısraın ahenginden taşıp dökülmelidir. Şimdiki münasebet mütekabilemiz her ne olursa olsun itiraf edilmelidir ki; İngiliz hazineyi edebiyatı tetebbu olunursa cidden gemici bir millet edebiyatı görülür. Ve bütün şeraiti salifeyi haiz bulunur.
Kemâl beyin <Akif> tiyatrosundaki fırtına parçası da ancak tasavvur ve tasvir şairanenin merhuma has dereceyi bülendinsini irâe eder. Onun içerisinde de aradığımız tozlu su kokusu, hatta martıların yürek delici feryadı, tabiatın o korkunç ve siyah kükreyişi yoktur. Mahir bir ressamın görerek ve his ederek değil, yalnız tarif ile yaptığı tablo gibi.
Mesela: Rıza Tevfik Beyin meşhur bir manzumesindeki:
<<gezerdi fikri çalağım nihayetsiz denizlerde,
Denizler pek küçük yaştan beri mir’at endişem,
Denizler her zaman cevelangi fikr ve hayalimdir,
Kâh rakid, kâh pür coş o hayran olduğum âlem.
Benim temsil umurumdur, hayatımdır, meylimdir,
Denizlerdir bana bir başka varlık gösteren mir’at.
Ser ab zindegi de, neşeyi rüyayı hestîde
Zaman hecr ve hasrette, dem pür şevk mustide.
Ser muvaffakiyet: Karpatlarda Avusturya muzafferiyetini temin eden ağır obüs topları.
Parçasından, nev’ine göre güzel olmakla beraber, bir gemici ruhu ne his eder? Hiç değil mi? Adeta <denizi çok severim, merakıma dokunur. . . .> deme tarz manzume.
Yukarıkilerle hiçbir surette kabili kıyas değilse de kırk elli sene evveline varıncaya kadar nazmlarımızın deniz ve gemiden bahis etmelerinin bir şekli garip ve hususisi vardı ki mesela:
Bahr bahtım seyrine etmiş iken yelken küşad,
Döndü eyyam ve hava kaldık yine mahrum bâd.
Veya:
Tutma yut sünanı tedbir, bahr aşka fülk dil,
Saldırıb çektirdi gitti, hak selametler vere!
Gibi, yahut:
Beğlik gemiye düştü feza ile evvel afet, pek yosma kıyafet,
Şaşırdı bütün pusulayı erbabı muhabbet, hak verdi selamet;
Ey havaca donatır seni manendeyi arma, hiç üstüne varma.
Neviden olan bu hissin ve haşandan bahis burada mehil yok.
Yalnız, evet yalnız üstadı sanat Tevfik Fikret Beyin <Balıkçı> larından kudurmuş dalgaların çağıltısını, sonra abus, bulanık ölü denizlerin kumlar üzerinde soluyuşlarını, deniz kıyılarından soğuk soğuk esen iten meşakkat ve sefaleti duyar gibi oluyoruz; şu:
Açık tezadım emvaç kahra sineleri
Birer kayıktan ibaret bütün hazineleri,
Birer kayık ve tükenmez bir ihtiyaç sebat,
Şu kır bıyıklı, yanık yüzlü sâîyan hayat
Ki titrer ağlarının her telinde zehir memat.
Parçası hayat hakikiyeyi bahriyeden bir levha gösteriyor. Anlıyoruz ki artık şair Çamlıca tepesinde değildir deniz kıyısına kadar inmiştir.
Dışarıda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi
Döverdi sahili binlerce dalgalar, asabi…
Bu esnada ihtiyar balıkçı oğluna diyor ki:
Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın,
Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme,
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın gitsin,
Kayık çocuk gibidir, oynuyormu kayd etme;
Dokunma keyfine, yalnız tetik bulun zira,
Deniz kadın gibidir, hiç güvenmek olmaz ha!
Ve daha aşağılarda:
Şafak sökerken o yalnız bir eski tekneciğin,
Düğümlü ekli, çürük ipleriyle uğraşarak,
İlerliyordu, deniz aynı şiddetiyle şırak –
Şırak dövüyor köhne teknenin şişkin,
Siyah kaburgasını, ah açlık, ah ümid!
Kenarda bir taşın üstünde bir hayal sefid
Eliyle engini güya işaret eyleyerek
Diyordu, “haydi nasibin o dalgalarda yürü!”
Yürür zavallı kırık teknecik yürür. Yürümek
“nasibin işte bu, hâlâ gözün kenarda, yürü!”
Yürür, fakat suların böyle kahr hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?
İşte şu satırlarda bir şey, bir şeyler duyuyoruz.
Şairin <<mai deniz>> manzumesi de sisli ve rakid ilkbahar Marmara’sını bize der-hatır ettirebilir.
Deniz ve edebiyat denildikten sonra Lord Byron’un meşhur <<denize hitap>> bu aciz kalemle dahi olsun şuraya nakil etmemek – had naşinaslıktan fazla – günah olsa gerek:
<<dalgalan, sen ey derin ve koyu mai deniz dalgalan!
<<on binlerce donanmalar senin üzerinde nafile dolaştılar.
Beşer, karaları harabelerle nişanlayabilir. Su ovaları üzerindeki kazazede sefineler bütün senin eserlerindir. Orada – denizlerde – beşerin eser tertibi olarak kendisinden başka bir şey kalmaz ki; o da bir yağmur katresi gibi bir an içinde afakani iniltilerle â’mâkına batıp gider. Mezardan, önüne diz çökülerek münâcât edilmekten, tabuttan ve nam ve şandan mahrum…
Kayalardan yapılmış şehirleri yıldırım gibi tahrib ederek milletlere titremelerini emir eden, hükümdarları kaleleri içerisinde titreten donanmalar, beşerin senin emrin ve muharebenin hâkimi olmak üzere azim teknelerini kurduğu sefain muazzama, hep bunlar senin oyuncaklarındır. Vakar zerreleri gibi hafreyi emvacında erirler. Emvac ki: (nâ-mağlûb armada] nın gururu gibi [Trafalgar] muzafferiyetinin ganaimini de yuttu.
Sahillerin, sen müstesna olmak üzere, hepsi duçar-ı inkılâp olmuş imparatorluklardır: Asuriye, Yunanistan, Roma ve Kartac; ne oldular? Dalgaların, bu imparatorluklar hür ve azad iken sahillerini kemiriyordu. Hâlbuki: O zamandan beri nice çaba yere geldi. Onların, o imparatorlukların sahili şimdi yabancıya, esire veya vahşiye itaat ediyor. Ve inkırazları, mamureleri çöllere tahvil etti. Sen ise böyle değilsin! Dalgalarının cümbüşünden başka tahavvül sana arız olmaz, mai nâsıyen üzerinde zaman buruşuklar hâsıl etmez, hilkatin sabahı seni nasıl görmüşse şimdi de öyle dalgalanıp gidersin. . . . .
Ali Rıza Seyfi.
VATAN PERVERÂNE BİR İÇTİMA
Şimdi ne kadar müteessirim: Eğer Alman lisanına vakıf olsaydım, tercüme bir dereceye kadar aslına takrib etmiş olurdu. Maatteessüf Fransızcasından nakli meal eyliyorum. Onun için letafeti asliyesi büsbütün kayıp oldu. Fakat maksat letafeti edadan ziyade ruh müeddâ olduğundan nazar-ı müsamaha ile görüleceğine eminim.
Eserin aslı, Prusya’da ruh milliyi âlâ eden erbab-ı kalemden birinindir. Fransızların bilhassa nazarı dikkatini celb ederek tercümeye saik olan cihet, Napolyon gibi bir belayı mübremin ribkayı tahkiminden kurtulmak için Prusya vatan perverânı tarafından sarf edilen gayretin urûk hissini tahrik etmesi olacak. Şurasını da söylemek lazımdır ki Fransa’da Almanya’nın ruh teâlîsini tetkik eden pek azdır. Bu hükmün son harpten daha kuvvetli delili olur mu?
1812 – 1815 istilâsı Prusya’yı ezmiş, “Scharnhorst” “Handenberg” gibi vatan perverân; hatveyi evlada krala bittabi arz olan tereddüdü izaleye çalışarak devreyi ıslahatı açıyorlardı. Müşarünileyh de kani edilir ki, rahat, kuvvete bağlıdır. Bismarck’ın 40 sene sonra ortaya koyduğu “kuvvet” nazariyesini onlar, Napolyon’a mağlubiyet acısıyla fiilen tasdik etmişlerdi. Islahat güzel. Fakat kuvvet isterdi. Asker, her fedakârlığa amade. Onları ikdâr etmek ise milletin din hamiyeti. köylerde avdet pedere intizar eden masumiyeni düşünmek ise cümlenin vecibeyi insaniyeti idi. Herkes fedakârlığa davet olundu. Prusyalılar, bu gün bütün Alman komünün gösterdiği himmet merdaneyi harika nema bir tarzda ibraz ettiler. O zamanlar Prusya arazisi bataklık, ahali fakir, istila zede. Fakat vatan perverliğe payan mı olur? Bây ü gedâ, varlarını işara başladılar.
İşte şair bundan mütehassis olmuş. Ebnâ-yi hale tuhafe-i teşvik, istikbale ise vesikayı tetkik ithaf ediyor. Bir gün Prusya şev hunük bir içtimaında hazır bulunmuş. Kendisi şair, bittabi hassas. O galeyan ve tenperâne, o hirem reşide simalara pek yakışan âsarı tahsis şairi ağlatıyor. Diyor ki:
Bahar. . . . Reyeân-ı tabiat beni cezb etmiyor. Gözüm orak ve ezhâra değil, o büyük salondaki hazara bakıyor. Hepsinin sesinde bir ihtizaz var. Halkdan gördükleri ulviyet civanmerdane hepsini ağlatmış. O veçhi asîle üzerinde hâlâ izleri görülüyor. Büyük bir salon. Merasime aşina olmayanların aldıkları vaz ihtiraz ile bir köşede oturuyorum. Bana kim bakar? Onlar meşgul. Hâlâ zabıt beka edemeyerek ağlayan, artık zayıf piri ile titremeye başlayan elleriyle heyecanlı heyecanlı şerh hissiyat eden, kesesini açan, senedat temasını uzatan hep orada. Biri bağırıyor:
– Lipde Temuld prensine bir kasr satmıştım. Bedelini tamamen terk ediyorum.
– Yaşa, var ol sen güzideyi ümit, muhatar milletsin.
Derin bir sükût takdirkâr koca salonu istila ediyor. Hiç olmazsa 150000 lira. Oper Furtun ise bir köşede durmuş. Dem ahirayı hayatının şu tecelliyi pakına bakıyor, kaydı tesirden azade olduğuna hüküm edemem. Fakat o tesir zatından ziyade milletine ait.
İçtima salonu yine dalgalandı, reis çıngırağı çalmağa mecbur oldu. Prusya’nın hükümet-i tealisini, hizmet-i milliyeyi acil meratib bilen o leyli umura itaati kaziyesinde az amali. Derhal sükût. Herkes mevki mahsusunu aldı. Reis, o namuslu vatan perver hâlâ yenemediği tesirini gizleyemeyerek dedi ki;
– Muhterem efendiler. Prusya himmet, asker muavenet istiyor. Vatan tehlikede. Bir zamanlar Roma’yı cihangir eden bunda değil mi? Biz şimdi cihangir değil askere destegir olmak istiyoruz. Biz ki, şevhi millet unvanıyla mazharı tevkiriz. Biz ki, akvat yevmiyesini tedarikten aciz bir kısım fedakâranın düş tahammülü üzerine mebnayı haysiyetimizi koruyoruz. O kitleyi fedai hasletin eserine iktifa etmeliyiz. Efendiler: Siz bilirsiniz ki, ben zengin değilim. Fakir namus perveranemle müftehirim aldığımı idhar değil, ancak idare ederim. Onun için nısf-ı maaşımı – şimdilik – verdim. Bana bahsi kuvvet eden riyaset değil, sizde gördüğüm ulu hamiyyetdir. Haydi arkadaşlar. . . .
Fazilet ve hamiyyet vadisinde itaat de unutuluyormuş. Yine salon dalgalandı bir seda on bin mark. .
Hazarın intihab ettiği memurin, kayd ve ahza yetişemiyor.
– Silezya civarındaki emlâkimi kâmilen terk ettim.
– Yeni açılan eytamhanenin iki sene mesarifi daimesini taahhüd ederim. Koca zengin. Acaba elini öpmeğe müsaade eder mi? Ondaki vaz sakin ve mahviyyetkâr tebrike bile müsait değil. Ona nazarımla bir kudsi tazim gönderiyorum. Biri bağırıyor:
– Kırk bin markın kaydını unutma!
Bir diğeri pencereden bakıyor. Titreyerek dönüyor:
– Baron dikkat! İki yetimle dolu! Hamala yüklettiği yatağı <<müdafaayı vatan>> cemiyetine götürüyor. Biz daha duralım mı?
Herkes gibi bende pencereye koştum. O sahibeyi himmet ve iffet, bu tehalik müttehiranenin farkında bile değil. Babaları serhadde belki ölmüş, iki masumun elinden tutmuş koşuyor ikisi de erkek. Vatanın yarınını haris istiklali. Prusya’nın bu günkü nur dide âmali. Kimse zabt bana edemedi. Marklar liralar yağıyor.
Şimdi anladım. Prusya yükselecek. Prusya ölmeyecek. Prusya, tarihini ihya edecek. Prusya varlığını anlayacak.
Şair bundan sonra Prusya’ya dönüyor. Prusya’nın her şeyi güzel. O zaman kurumayan bataklıkları sel sebil ümran şeklinde tasvir ediyor. <<Senin her şeyin güzeldir. Fıtrat, sana vatan olmak hassasını vermiş. Sen sevimlisin. Çünkü Prusya’sın.>> diyor. Hissiyatı vatan perveranenin bu levhayı mahicesi kimi ağlatmaz, kimi ibret beyn etmez?
Hüseyin Hazım.
____________________
Meclis-i â’yânın hediyesi
Meclis-i â’yân azasından olup el-yevm İstanbul’da bulunan zevat geçen gün bir içtima akd ederek şühedayı muhtereme ailesiyle mecruhin gazat için aralarında beş yüz lirayı mütecaviz bir meblağ cem eylemişlerdir. Bu meyanda reis bey efendi ile Şükru, Ahmed Muhtar, Reşid Akif paşalar nısıf maaşlarını terk eylemişlerdir.
– Tanin refikimizden –
MUHAREBE VE ALMAN METANET-İ AHLÂKÎYESİ
– mabadı ve hitam –
merci görüldü. Bu işte umulduğundan çok muvaffakıyet hâsıl oldu. Derhal bunun 4.460.701.000 “milyonluk” kısmına iştirak edilmişti.
22 Kânunuevvelde istikraz mezkûrun yüzde yirmisi yekten tediye edilecek iken Teşrinisani nihayetinde 4.107.700.000 Mark tamamen tesviye olunmuş bulundu.
Memaliki ecnebiye de harp istikrazı dâhiliyesinin vesait icbariye veya zımnî bir tazyik icra edilmeden yapılamadığı söylendi. Alman âlemi maliyesi ve efkârı umumiyyesini bildiğim cihetle bu nokta hakkında sarih ve esaslı bir hüküm verebilirim. Ve temin edebilirim ki hiçbir suretle ve hiçbir haber ve tazyik icra edilmemiştir. Alman milleti sermayenin kârlı bir işe konulduğuna zâhib ve milletin istikbali hakkında ahenin bir emniyet ve itimada malik olduğundan dolayı istikraza iştirak etmiştir. Bizde sınıf milletten her hangisi olursa olsun vatan için malen ve bedenen her türlü fedakârlığı ifaya hazır olduğu için bu hizmeti icra etmiştir.
İngiliz’in kâbusu: Garp sahneyi harbinde Alman tayyarecisi tarafından fotografyası ahz olunan düşman harekâtı askeriyesi.
1.253.199.000 Marka baliğ olan nakit mevcudu 23 Teşrinisanide 1.940.670.000 Marka çıktı. Bugün de iki milyar Markı geçmektedir.
Bu sayede buhran hasebiyle muamelatı ticariyyemizin kâğıt tedavülüne esir olunması tehlikesi bertaraf edilmiştir. Almanya’da bu gün madeni paradan ve emniyeti ticariye ve sağlam bir iradeyi iktisadiyenin en ciddi esaslarına müstenit banka biletleri ile ikrazat sandığı bonolarından başka meydanı tedavülünde hiçbir şey yoktur.
Biraz evvel arz olunduğu veçh ile Alman bankaları altının memleket haricine çıkmasını men ettirdikleri cihetle bu halin vukua geleceği tabii idi. Aynı zamanda bidayette Alman mahsulatının memleket ahalisi istihlâkına hasr edildiği ve harice gönderilen eşyanın bedeli – her tarafta moratoryum ilan edilmiş yahut altın ihracatı men olunmuş bulunduğundan – gelemediği cihetle Almanya hükümeti ihracatını tehdit ve tenzil mecburiyetinde kaldı ki bu da Alman eshamının kıymetini memaliki ecnebiyede düşürdü.
Mamafih bu hal asla mucibi tesir değildir. Muharebenin başından beri ahval çok değişmiştir. Bidayette husule gelmesi tabii olan teşvişden sonra Alman ihracatı hemen eskisi gibi devama başlamıştır. Ve bunun neticeyi serisi olarak Alman esham ve tahvilatının fiyatı his edilecek derecede yükselmiştir.
Bunlardan maada birden bire bir meseleyi iktisadiye daha zuhur etti. Düşmanlar Almanya’yı aç bırakmağa kalkıştılar. İ’tilâf-ı müsellese devletleri Alman imparatorluğunu ihata ile ana tahtı muhasarada bulunan bir şehir gibi muamele etmek ve memleketi tedrici ve fakat öldürücü bir açlığa mahkûm bırakmak istediler. Lakin düşmanlar Almanya’nın zirai ve sanayi inkişafatı ve terakkiyatı fenniyesini hesaba dâhil etmemişler ve Almanların memleket hududu dâhilinde ahalinin tagaddisine lâzım olan bilumum muvadi kendi topraklarından istihsal ettiklerini ve hariçten getirttikleri sarfı müzeyyenat ve tecemmülât eşyası olduğunu unutmuşlardı.
Almanlar belki bugün muz tedarikinde müşkülâta uğruyorlar. Fakat sofralarında her gün için et, ekmek, sebze ve saire bol bol bulunduğu gibi bundan sonra da bulunacaktır. Bu gibi mesailde söz erkamındır.
Kârilerimizi istatistiki cetvellerle usandırmak istemezsek de tenviri efkâr için birkaç söz söylemeği elzem görüyoruz.
1913 senesinde Almanya’da 20,9 milyon hayvanat-ı bakariyye, 5,5 milyon koyun, 3,5 milyon keçi, 25,6 milyon dücüc mevcut olup hariçten yalnız 250 bin hayvanatı bakariyye ve 146 bin dücüc ithal edilmiştir. Aynı sene zarfında Almanya’da 122 milyon kental çavdar, 46 milyon kental buğday, 36 milyon kental arpa, 541 milyon kental patates, 97 milyon kental yulaf mahsulü alınmıştır.
Yulaf ihracatı ithalatından 1.500.000 kental fazla olmuştur. Çavdardan ise 9.334.730 milyon kental ihraç ve buna mukabil yalnız 3.525.420 kental ithal edilmiştir. Yalnız buğday ithalatı, miktarı ihracatı 20 milyon kental aşmıştır.
Bundan maada şu cihet nazarı itibara alınmalıdır ki Almanya’da istihsal olunan şekerin hemen kaffesi ihraç olunur. Hali hazırda Almanya’da bulunan şeker ahali için pek nefis bir gıda teşkil edebildiği gibi pancar ziraatına hazır edilen tarlalara başka şeyler ekilebileceği de bedihidir. Bu hal haddi zatında ekmek imâlinde kullanılan hububatın noksanını doldurmağa kâfi iken has un çıkarmağa hiç de havâ hoşger olmayan Almanlar ilânı harpten sonra un istihsali için pek ucuz ve pek idareli vesait ve tertibat bulmuşlardır. Binaenaleyh Almanya ahalisi mevâdd-ı gıdaiye hakkında müşkülat ve eziyet çekmeyerek düşmanları tarafından tasavvur edilen muhasaraya pek çok seneler tahammül edebilir. Bilmece şeklini alan bu meseleye akıl erdirebilmek için Alman ziraatının mazhar olduğu fevkalade tekâmülat-ı fenniyeye vakıf olmalıdır. Şu kadarını söylemek kâfidir ki 1913 senesinde Fransa’da bir hektardan yalnız 12,6 kental buğday ve 96,1 kental patates alınmış iken Almanya’da vasati olarak 22,6 kental buğday ve 158,6 kental patates istihsal olunmuştur.
İthalatın harp münasebetiyle maruz kaldığı müşkülata binaen Almanların hiç müteessir olmadığını iddia etmek tabii mugayyir mantıktır. Memlekette her ne kadar ahalinin ihtiyacatına yetişecek kadar hububat ve zahire mevcut idiyse de bir taraftan ithalatın münkati olması ve diğer taraftan mevcut bulunanların sarf edilmesi üzerine fiyatın artması na-kabil-i ictinab idi. Bundan başka tabiat beşeri tanıyanlar pek kolay anlaya bilir ki bu halden istifade ile cer menfaat kıyam edenler her memlekette bulunabilir.
Servet sahibi olmak arzusu insan için böyle heyecanı milli günlerinde de bâkî olan temayülattandır. Lâkin memleketin her türlü ihtiyacat ve esbabı refah ve saadeti düşünen Almanya hükümeti bunu nazarı itibara alarak hububat için bir narh koymuştur. Bu sayede hali hazırda hem ticaret makul bir derecede istifadesini temin etmiş, hem de ahalinin muhtaç olduğu şeyleri uygun fiyatla tedarik edebilmesi imkânı husule gelmiştir.
Bugün Almanya artık yeni hayat iktisadiyesine tamamıyla alışmış ve hayat yevmiyesini de bir nizam ve intizam dâhiline almıştır.
Tanzim olunan yeni kanun ve nizamat ve ahalinin teşebbüsü şahsiyesi neticesi olarak küşad edilen müessesatı cedide hayat ictimaiyede zayi olan refahiyeti telafi eylemektedir. Bugün Almanya şehirlerinde, köylerinde sefalet denilen şeyin eseri bile yoktur. Kadınlar ailenin esbabı maişetini temine çalışır, muharebe meydanlarına giden milyonlarca adamın boş bıraktığı yeri doldurmağa uğraşırken “çocuk bahçeleri” namıyla açılan binlerce müesseseler bu kadınların çocuklarını alarak sabahtan akşama kadar her türlü ihtiyaçlarını tesviye ve bunları idare ve terbiye etmektedir.
Bil tecrübe görülmüştür ki bu müesseseler sayesinde muharebeden evvel ailelerinin fakir ve zarureti hasebiyle hakikaten sefalet içinde ömür geçiren çocuklar muharebeden sonra daha sağlam, daha kaviyyu’l-bünye olmuştur.
Bu muavenet yalnız çocuklara değil, silahaltında bulunanların diğer efradı ailesine de şamildir. Çalışabilenler için iş yerleri küşad edilmiştir.
Ahali silahaltında bulunan milletdaşlarının ailelerine maddeten muavenet etmiş ve pek çok ianeler vermiştir. Hatta bazıları malumat-ı mefkûrenin tehlikeli bir nispet aldığını ve hakiki işsizlik yerine “işten kaçma temayülatı” kaim olmasından korkulacağını söylüyorlar.
Alman kudret-i bahriyesinin uzvu mühimmi: faaliyet esnasında Alman torpidoları
İşte Almanya bütün bir kıtanın mukadderatını tayin edecek olan bu müthiş muharebeyi böyle bir fikri karar, bir teşkilatı mütebassır-âne ve ittihadı umumi ile icra eylemektedir. İstikbalin bize ne getireceğini kimse bilmez. Fakat Almanya’nın bu muharebeden ümid ettiği şey pek basittir. Alman milleti muharebeyi beklemiyordu ve binaenaleyh sarih bir program ile işe girmedi.
Almanya silah kuvvetiyle komşu memleketlerden vilayetler zabt etmek ve muaciz bir rakip iktisadinin memleketini çiğnemek ya müsta’merât elde etmek üzere merkezi Avrupa’dan yol açmak gibi senelerce arzular beslememiştir. Alman kavmi yalnız muharebeyi hazireden kati bir netice bekliyor. Ahalinin arzu ve ihtiyacı hakkındaki sözümüzü akd-i sulh esnasında söyleyeceğiz.
M.Elmim.
ALMAN BAHRİYE TOPLARI
Bu hafta Alman bahriye topları hakkında muhterem kari’îlerimize istifadeli izahat vermek istedim. Mecmuamızın diğer nüshalarında başka devletlerin toplarından da bahis edeceğim.
1 – Alman bahriye toplarının en büyüğü 406 milimetreliktir. Mamafih Krupp fabrikasının imâle başladığı bu müthiş top bu güne kadar hiçbir zırhlıya tabiye edilmemiştir. Kırk, kırk beş, elli çapında olmak üzere üç nevidir.
Elli çapında 406 milimetrelik bir topun tûlu yirmi metreyi mütecavizdir. Sıkleti de yüz dört tondur. Beher mermi 920 kilogram ve 338 – 339 kilo barutla atılır. Bir saniyede kat ettiği mesafe 900 – 940 metredir.
2 – Alman bahriyesinde bugün inşa edilmekte olan zırhlılara tabiye ye başlanılan top 381 milimetreliktir. Bunlar da kırk, kırk beş, elli çapında olmak üzere üç nevidir.
Elli çapında 381 milimetrelik bir topun tûlu on dokuz metredir. Sıkleti de doksan tonu tutuyor. Beher mermi 760 kilogramdır. 279 – 310 kilo barutla atılır. Saniyede kat ettiği mesafe 900 – 940 metredir. 1916 senesinde ikmal edilecek üç zırhlı bu toplarla mücehhezdir.
3 – 305 lik toplardır ki yine kırk, kırk beş, elli çapında olmak üzere imâl ediliyor. Elli çapında 305 lik bir topun tûlu 15 metredir. Sıkleti 44 – 47 tondur. Beher mermi 390 kilogram tutuyor ve 143 – 162 kilo barutla atılıyor. Bir saniyede kat ettiği mesafe yine 900 – 940 metredir.
Alman bahriyesinde 305 lik topla mücehhez on üç dretnot ve bir adet dretnot kruvazörü vardır.
4 – 280 lik toplardır ki yine kırk, kırk beş, elli çapında imâl edilir.
Elli çapında bir 280 lik topun tûlu on dört metredir. Sıkleti 34 – 37 ton tutar. Beher mermisi 300 kilogramdır ve 111 – 125 kilo barutla atılır.
Alman bahriyesinde 280 lik topla mücehhez dört dretnot, üç dretnot kruvazörü, on zırhlı vardır.
Çark ser zulmünde patlayacak: Almanların Ruslardan zabt ettikleri bomba mancılıkı.
5 – 240 lık toplar ki yine üç çap üzere imâl edilir. Elli çapında 240 lık bir topun tûlu on iki metredir. Sıkleti 21 – 23 ton tutar. Beher mermisi 190 kilodur. 79 – 87 kilo barutla atılır. Alman bahriyesinde 240 lık topla mücehhez on zırhlı, iki zırhlı kruvazör vardır.
6 – 210 luk toplar ki yine üç çap üzerinde imâl edilirler. Elli çapında 210 luk bir topun tûlu on metredir. Sıkleti 13 – 15 ton tutar. Mermisi 125 kilogram olup 45 – 52 kilo barutla atılır. Sürati ibtidaiyesi 940 metredir.
Alman donanmasında bu nevi toplarla mücehhez yedi zırhlı kruvazör vardır.
İşte Almanların bütün bahriye topları bu tarzdadır. Orta çaptaki toplarına gelince bu, 150 milimetreliktir ki zırhlıların, zırhlı kruvazörlerin yanlarına vaz edilir. Bunlar da üç çapta olmak üzere imâl edilmektedir.
Elli çapında 150 lik bir topun tûlu 7,5 metre tutar. Sıkleti beş tondur. Beher mermisi 46 kilogram olup 18,9 kilo barutla atılır. Bir saniyede kat edeceği mesafe 940 metredir.
Almanlar aynı zamanda 105 milimetrelik toplar da imâl ediyorlar ki bunları muhafazalı kruvazörlere tabiye etmektedirler. Topun tûlu beş metre, sıkleti iki tona yakındır. Mermisinin sıkleti 16 kilodur. 6,5 kilo barutla atılır. Sürati ibtidaiyesi yine 940 metredir.
Mamafih Almanlar muhafazalı kruvazörlerine bu nevi topların 45 çapında olanlarından vaz ediyorlar.
Torpido muhriplerine vaz edilen toplar 88 milimetreliktir. Mermisi 9,5 kilo tutar. Muhriplere vaz edilen 88 milimetrelik toplar 30 – 35 çapındadır. Daha evvelce 52 milimetrelik toplar da kullanılırdı.
İşte bütün Alman donanmasında kullanılan toplar bunlardır. Almanlar sürati entahtdan ziyade mesafenin azamisini nazarı itibara alıyorlar. Mesela diğer devletlerde 305 lik bir top dakikada iki kere endaht edebiliyor. Almanların 305 likleri ise dakikada bir atıyor. Buna mukabil sürat ibtidaiyeleri hepsinden fazla, tahrip kuvvetleri de o mertebe ziyadedir.
Ve yine mesela İngilizlerin kırk beş çapında 381 lik toplarının mermileri 885 kilodur. Almanların aynı çaptaki toplarının mermileri 760 kilogramı tecavüz etmiyor.
Buna mukabil İngiliz mermileri bir saniye zarfında ancak 760 metrelik bir mesafe kat edebiliyorlar. Almanların 45 çapında 381 lik bir mermileri ise bir saniyede 890 metreye fırlıyor.
İşte her şeyi güzel düşünen, her şeyi herkesten daha mükemmel yapan Alman milleti bahriye toplarında da böyle bir faikıyet ibraz etmektedir. Şuraya bir hülasa olmak üzere arz edeyim ki bugün Almanların on yedi dretnotu ve dört dretnot kruvazörü vardır. Bu hoş kuvvete Alman bahriyelilerinin mahareti de intizam etmektedir.
Yek-tâ Bâhir
Talim ve terbiye
“Herbert Spencer”
– 2 –
Evvelki makalede <<maarif bir vasıtadır>> gaye değildir. Gaye milletin muhtaç olduğu şeylere vusuldür, denilmişti.
Bu bir hakikattir. Hepimiz, her gün cehalet. . Maarif, maarif cehalet diye haykırıp duruyoruz. Lâkin hangi cehaletten şikâyet, hangi maariften istimdat ettiğimizin farkında mıyız? Evet! Maarif bir vasıtadır. Gaye değildir. Gaye tayin edilmedikçe vasıtanın delaleti faydasız bir yorgunluk vermekten başka neticeye varmaz. Evet! Bu millet cahildir. Fakat neyin cahili? Cebr-i âlânın, Arapça okumanın, Fransızca konuşmak mı yoksa kundurasını dikmenin, ekinini ekmenin, yiyeceğini bilmenin, rızkını kazanma. . . . Neyini? İşte evvela buralar tayin edilir. Millet, cehaletin hangi neviyle malûl ise onu o cehaletten kurtarmak gaye olur. Vasıtada maarifin bu gayeyi temin edecek kısmında aranır. Talim ve terbiyenin en lazımı ve en müfidi, efrada yaşamak vazifesinin teklif ettiği kudreti şahsiye yi verendir. Kudret-i şahsiye ile müslih olmayan bir fertte olduğu gibi bir millette de ahlak, metaneti ahlâkiye aramak abestir. İşte bu kudretten mahrumiyetin neticesidir ki biz bugün ölmekten ziyade yaşamaktan korkar bir millet halindeyiz! Mekteplerimizi bu gayeyi temin edecek surete sokmazsak salah ve felaha kavuşmak müşkül belki mahaldir.
Mesela: On iki senelik bir Sultaniyi ikmal eden bir efendi kendi hesabına neye yarayacağını bir türlü kestiremiyor. Hele böyle kendisine yaramazların çoğalıp da bir gün bir unsur-i muzır haline gelmesinden ise doğrusu korkuyorum. Bugün tahsil-i tâlide okuyan leyli talebenin üçte ikisi etfal-i fukaradır. Bunlar tahsili zaruri “ibtidai” ile bırakılsalardı emsalleri gibi elbette bir baltaya sap olurlardı. Fakat on iki senelik tahsil-i tâli bunların seviyelerini değiştireceğinden eski seviyelerinin kabul edeceği herhangi bir kesbi vakara tenzil etmeyecekleri gibi yeni seviyelerinin aradığı işi de iktisab ettikleri kudret-i ilmiye-i nazariye kendilerine temin edemeyecektir. Şu suretle bunlar mübareze-i maişette şaşırıp kalacak ve ke-mâ-fi-s-sâbık hükümetin dâmen atıfetine sarılmak zaruriyetine mahkûm olacaklardır ki bu husus âlâkadaranın en ziyade nazarı dikkate alacağı bir meseledir.
Kadınlarımızın talim ve terbiyesi meselesine gelince: Bunda da kantarı “süs”ün müfide tercih edildiği görülür. Herbert Spencer bu hususta diyor ki:
Gerek vücut ve gerek dimağ için sevdayı televvün ve tezyin tâîfe-i nisâda erkeklere nisbeten mertebe-i kusvâdedir.
Bidayette süs iki cinsi de “kadın, erkek” aynı derecede işgal ediyordu. Fakat ezmine-i âhireyi medeniyete doğru erkeklerin telebbüsünde zahir perestliğin sıhhat perverliğe, terbiye hususunda da zerafetin menfaate terk-i makam rağbet ettiği görülür. Fakat kadınlarda ne o, ne de bu cihetle şayanı dikkat bir tebdil henüz görülmemiştir. Güya, yüzük, bilezik, hotoz, düzgün. . . Saçlara nazar reba bir şiveyi zarafet ihda etmek için israf olunan say’ ve dikkat. . Modayı takipte ihtiyar olunan azap ve meşakkat. . . . Bütün bunlar hayat-ı nisvanda gayri beğenilmek sevdasının mukteziyat sıhhiyeye ne derece tefevvuk ettiğini gösterdiği gibi talim ve terbiye cihetiyle de sanayii zevkiyeye verilen rağbet ve ruhcan faydanın hoşuna gitmek kaidesine daima feda edilmekte olduğunu beyan eder. Raks, resim, piyano kadınların talim ve terbiyelerinde pek mümtaz bir mevkii rağbet ihraz eder. Fransızca ve İtalyanca tahsiline olan şiddet inhiima kullarının hikmetini tahkik eyleyecek olursanız, bu lisanlara vukufun bir meziyeti mahsusa olmak zaim şayiini bulursunuz. Elsineyi ecnebiyye tahsilindeki gaye o lisanlarda yazılmış olan kitap nadireyi nafiyi halkın nazarğahı istifadesine koymak değil bilge mahafil ve mecalisde Fransızca bir türkü, İtalyanca bir şarkı taganni edebilmek ve bu esnada tasannu edilen eda ve etvar ile mazharı takdir yar ve ağyar olmaktır.
Filozof talim ve terbiyede ömrün kısalığına, tedariki maişetin güçlüğünü, nazarı dikkate almak lüzumunu ihtar ettikten sonra her marifet bir suretle temini fevaid eylediğini söylüyor fakat diyor ki:
“Ce qui est en question; c, est de savoir si ces avanttages compensente ce qu’ ils ont coûte”
Yani: Mesele bu fevaidin masaruf lehiyle tadil edip etmediğini bilmektir. Daha doğrusu bu kısa ömürden sarf edeceğim muayyen zaman ile hangi marifet bana daha müfit bir netice temin eder? Sualini hal etmeden yola çıkmak makul değildir diyor.
Hülasa: talim ve terbiyeyi ihtiyacatı hazıreyi def edecek, bizi bu günkü mefluciyetten kurtaracak ameli şekle zaruretini nazarı dikkatten uzak bulundurmamak elzemdir. Bir kıza çorap örmekle iskonto hesabı yapmaktan hangisinin daha evvel öğretilmesi lüzum olduğu düşünülecek bir meseledir.
Ahmad Kemâl
ÂLEM-İ İSLÂM’IN ISTİKBÂL’İ ZİRAİYE Sİ
Hangi usul ziraiye dedir?
4
Âlem-i İslâmın işgal ettiği havalinin kısmı azamını teşkil eden kıtaatı yabiseye ait mesaiyi mühimmeyi ziraiye ile meşgul olan ve bu babda derin tetebbular icra ederek bu havali ile ilmi ve fenni bir surette kesbi ülfet ve ünsiyet eden Avrupa ve Amerika ulemayı ziraiyununun emniyet ve itminân ile bahis ettikleri “Dry Farming” mesaili esas itibariyle mahsulat tarafından istilzam olunan su miktarı ile “yağmur ve kar” şeklindeki teressubat tabiiye beynindeki münasebat üzerine istinad ediyor. Zaten bizde geçen makalemizde Dry Farming mesailini tadad ederken (yağmurların miktarı zayıf senevisini toprak dâhilinde idhâr etmek) meselesini en başta zıkr etmiştik.
Havali-i yabisede icrası lazım ve muvaffak olan ameliyat ziraiye umumiyet itibariyle oralarda pek az bulunan yağmur sularının harekât ve istihalatı üzerine ibtinâ’ ettiğinden bu suların ne gibi haleti tabiiyeye maruz kaldıklarını tedkik etmek icab eder. Toprak üzerine yağmur suretiyle nüzul ve sûkut eden suyun şeraiti adiye dâhilinde büyük bir kısmı toprağa nüfus etmeksizin sel gibi akmak suretiyle zayi olur. Lakin diğer bir kısmı satha yakın olarak tebahhur eder. Diğer bir kısmı da toprağın tabakatı süfliye ve umkası derununa nüfuz eder ki orada mütenevvi hadisata uğrar ve alınır.
Suyun sel suretiyle akması umumiyetle mebzul bir halde mahsulatın fakdan tenebbütü sebebiyle dry farming havalisinde ciddi hasarata sebebiyet verir. Çünkü güneşin tesiriyle teklis etmiş olan toprağın salâbeti sular tarafından vücuda getirilen hendekler, yağmurların sel suretinde teşekkül etmesini teshil edecek bir hal ve vaziyette birleşirler. Havali-i yabise ile uğraşan ziraatçılar ufak sel yataklarının zayıf bir yağmurdan sonra bile ne kadar büyük bir süratle suları akıttığını hayretle müşahede etmişlerdir. Bir ziraat tatbikiye ve ameliye, arazi-i mezraa dâhilinde bile seylab sebebiyle çok su zayi eder. Amerika ziraiyunundan Forelle o tarz istasyonlardan birinde altmış beş milimetrelik yirmi dört saat imtidad eden bir yağmur esnasında arazinin i’tikâli sebebiyle suların yalnız altı milimetrelik bir kısım arazinin ancak onda bir kesimine nüfuz ve hulûl edebilmiş olduğunu ve yakınında bulunan diğer anızlık bir arazinin ise seylablı bir manzara arz etmekle beraber yağmurların ancak yüzde altmış miktarının imsâs edilmiş olduğunu müşahede etmiştir. Seylabın vuku bulacağı evvelce keşf ve tahmin edilemezse de haşaratını bir dereceye kadar taklil mümkündür. Mesela arazi yokuşlara amuden sürülür. Muvazi sürülmez. Bu suretle yokuşlardan cereyan eden suların sapan izleri vasıtasıyla şiddeti bilnisbet taklil edilebilir.
Nadas mevsiminde bayırlarda disk kurslu sapanlar bu maksat üzerine gezdirilir. Bu ameliyat oldukça güzel neticeler verir. Mamafih yabise havalide herkesin çiftiği seylapları nazarı dikkate alarak intihab etmesi lazım olduğu gibi bu babda intihab ve istimal edeceği usul-i ziraiyenin de muvaffak olup olmadığını teemmül etmelidir.
Karpatlarda merasim-i diniye: Avusturya askerleri dua ederken.
Toprak dâhilinde suyun hangi noktalara kadar idhar edilebilmesinin mütalaasından evvel arazinin bünyesini tetkik etmek lazımdır. Malûmdur ki toprak dediğimiz şey inkisam etmiş ve toz haline gelmiş taş parçalarıyla tahmir ve tefessüh etmiş enkazı nebatiyenin bir halitasıdır. Toprağın aksam-ı hücriyesi ki kısmı azamını teşkil eder. En büyükleri küçüklerinden beş misli daha büyüktür. Atideki cedvel aksam ve eczayı terâbiyenin hangi mikyas ve hudud dâhilinde bulunduklarını ziraatte ahz ettikleri esami ile beraber irâe eder.
Aksam ve ecza-i terbiyenin isim ve cesametleri:
İsimleri milimetre hesabıyla cesameti bir desimetre dâhilindeki adedi:
Kum | 0,5 – 0,53 | 200 – 3332 |
Salsâl | 0,3 – 0,001 | 100000 – 3332 |
Arjil 0,001 den az, 100,000 den çok.
Şu cedvele nazaran bir desimetre toprak teşkil edebilmek için en büyücek olanlardan iki yüz adet, en incelerinden yüz bin adet salsâl “Vare” parçası almak lazımdır. Arjil aksam ve eczası bazen o kadar mebzuldür ki küçük ve vus’atdaki fakat mezru bir arazinin ihtiva ettiği Arjilin aksam ve eczasının adedi zan olunduğundan pek fazladır. Bir desimetre mikâbında 7.812.500 adet kum parçası ile 96 trilyon adette ince salsâl ve aksamı bulunur. Eğer bütün bu ince aksam yan yana vaz edilse yüz kilometre tûlunda bir salsâl zinciri vücuda getirilmiş olur. İşte çiftçi arazisini sürdüğü vakit bu gayri kabili ta’did ve tasavvur daha doğrusu namütenahi adetteki aksam ve eczayı terbiyeyi muamele eder. Bu pek kesir adetteki parçalar ve cüz’ilerdir ki toprağa en hamiyyetli hassalarından birini bahş eder.
Tahattur olunmalıdır ki hiçbir tabii toprak yekdiğerine müsavi parçalardan müteşekkil değildir. Her türlü aksam ve ecza terabiye kumdan itibaren en büyük arjile kadar ekseriya yekdiğerleriyle birleşmiş bir halde bulunurlar. Bu muhtelif cesamette olan aksam toprak dâhilinde muntazam olarak sıralanmışlardır. Mamafih bu intizam bir intizam-ı hendesi değildir. Her suretle yekdiğeriyle karışırlar. Mesela en büyük olan kum taneleri ile aralarında nispeten büyük boşluklar, aralıklar bulunur ki buralara arjil yahut “limon”ların gayet ince olan aksamı kayar. Arjilli olan parçacıklar malik oldukları hassa-i lüzuciyeler ile diğer nevideki aksamı yekdiğerine rabt ve ilsak ederler. Fazla olarak kireç yahut buna müşabe muvad muvacehesinde bu aksam-ı terabiye daha büyük ve mürekkeb bir takım teşkil ederler. Kireç de gayri kabil-i ta’did adetteki eczayı terabiye yi bir araya toplar. Bir ziraat tatbikiye ve ameliyede bu aksam yekdiğerleriyle birleşmiş takımlar irae ederse (toprak mülâsıkdır) denilir..
Ser muzafferiyet: Almanya’nın ruh tealisi olan Kaiser Wilhelm Hazretleri sahneyi harbde plan tetkik ederken.
Muhtelit ve mülâsık olan toprağın sürmek gibi bir ameliye toprağın kuvveyi hasılasını bir takım tahvilata uğratır. İşte toprağın ihtilat ve imtizaç bünyesini idare eden bu kanunu hükmiye ve kimyeviyesini anlamak pek güçtür.
Aksam sagırayı terabiye bütün boşlukları imla etmez. Bunlar ekseriya kendi takımları arasında nisbeten büyücek boşluklar hâsıl ederler. Mesafelerin boşlukları beynindeki nisbet pek ziyade tehalif eder. Bu tehalif azami olarak % 55 dir. Havali-i yabise topraklarında bu nisbet tahminen yüzde ellidir. Mamafih yeknesak ve mesafeleri beynindeki mesafenin pek küçük bulunduğu arjilli ve yabise arazi vardır ki bu gibi arazi üzerinde çalışmak güçtür. İşte bu musamelerdir ki “suyun idharına” vesile olurlar. Binaenaleyh zürra için toprağın mesafeyi mesamiyelerinin dereceyi kâfiyede büyük bulunması faydalıdır. Yalnız rutubetin idharı için değil köklerin tekemmülatının teshili ve hava gibi toprağı fiil tenbite daha salih kılacak avamil-i tabiiyenin nüfuzu için de faydalıdır. İşte bunun için yabis topraklarda derin bir surette araziyi sürmek ve araziyi güneşe ve avamil-i havaiye ye arz etmek ve tenebbüt mevsiminde mebzul bulunan mevad-ı nebatiyeden toprağa ilaveler yapmak gibi ameliyeler mucib-i istifadedir.
Havali-i yabisede tesadüf edilen istihalat miyâh-ı hârre ye taallük eden mesail ile dry farming usulü ziraiyenin ameliyatı esasiyesinden gelecek makalemizde bahis edeceğiz.
Beykoz 25,Nisan,1331
Cevad Rüşdi
1914 ŞİMÂL DENİZİ MUHAREBE-İ BAHRİYESİ
Bir filonun “materyali” ne kadar mükemmel olursa olsun harp gününde neticeye <<personel>>in ziyade disiplin ve talime istinad eder. Her iki hususta da Alman bahriyesi yüksek bir mevki işgal eder. Zabitan, gayet ulvi bir his vazife perveri ile meşbûdurlar. Efrad, gayet güzel talim edilmiş ve yetişmiştir. Gemicilerin kısmı azamının müddeti nizamiyeleri kura usulü icabatından olarak fevkalade mahdud olduğu cihetle zabitanın uhdesine düşen vazifeyi talim hakikatte pek ağırdır. Bu zabitler İngiliz bahriyesinin uzun – hizmet sistemine gıpta ederler. Bu usulün fevaidi müzayaka ve fevkalade müşkülat anında kendi kendini gösterir. Bu hal, hiçbir vakit bu esnadaki kadar hakiki ve kuvvetli bir misal ile kendisini gösterememiştir.
– 4 –
İNGİLİZ FİLOSU
Dretnot, esliha-i bahriye içinde tarihbaşı teşkil edebilecek bir inkılâp husule getiren bir silahtır ki bu silaha, İngiltere’nin icat ettiği yegâne silah-ı bahridir denilebilir. Fransa, ilk zırhlı sefineyi; Amerika ilk taret sefineyi meydana koydu. Bizim, kuyruktan dolma topları sefaine tabiye edişimiz, ancak otuz beş senelik bir meseledir. Tebdilata karşı nefret, teceddüdata karşı da adem-i emniyyet, her zaman için İngiliz meslek bahrisini müteessir kılmıştır. Şâyeste-i şükrandır ki fena netayic ile değil! Çünkü memleketin gayet vazi olan imalat ve inşaat menâbi, tebdilattan ileri gelen güzeşteleri çar çabuk tesviye, yani ileri geçmiş olanlara yetişmek iktidarını bahis etmiştir. Eski bahriyeler, küçüklere olduğu kadar büyük tebdilata karşı da esasen muhafazakârdır. Bir İngiliz gemicisine uskurayı koymak için kırk sene evvelisi mesai verilmişti! Hatta o zaman bile bir amirali sakal ile görmek onun iktidar mesleğisi ve şahsen muhterem olup olmadığı hakkında şüphe uyandırıyordu. Sakal ile aldığı gibi, stim, yandan çarhlar ve bade uskur pervaneler hakkında da hal böyle idi. Bunların tekmili ikrah ile kabul edilmişti. Hatta birkaç sene evveline gelinceye kadar gemilere rampa harabeleri veriliyordu. O halde nasıl ve ne gibi mütalaat üzerine dretnot meydana getirilmiş idi?
1880 tarihinde, eski borda bataryalı zırhlılarla alçak bordalı taret sefineler, tevhid edilmek suretiyle her ikisinin de o saf asliyesini câmi’ yani başta ve kıçta birer çift ağır topu ve bordalarda hafif çapta eslihayı hamil bulunan yeni sistem bir gemi meydana gelmiştir. Hemen umumiyetle bütün zırhlı sefain teknelerinin büyük bir kısmı zırh ile gayri mahfuz bulunduğundan bu gibi aksama karşı ufak humbaralar şayanı ehemmiyet derecede zarar îrâs ederler. Her zaman için birçok topların bir bordadan bir anda ateş edilmelerinin tekrar tekrar ateş edilmelerine nispetle daha fazla tesir icra ettikleri kabul edile gelmiştir. Bunu istihsal için de toplar muayyen bir mesafeye kadar yekdiğerlerine takrib edilmişlerdi ki bu sayede mermileri bir noktada toplanabiliyordu. Mütemerkez borda ateşi beher bordasında yirmi beşten elliye kadar topu bulunan eski ahşap gemiler için pek sevimli bir ateş idi. Bu ise, yirmi beş adet 32 librelik mermi, 800 libre ağırlığında bir demir kitlesinin bir gemiye çarpması demektir.
Şimdi eğer, nispeten küçük olan bu yirmi beş top, 800 librelik bir mermi endaht eden büyük bir top ile değiştirilecek olursa, yukarıki mütemerkez borda ateşi pek müessir bir şekilde elde edilmiş olur. Zira muvaffakiyetli bir endaht ile bütün sıklet bir yere çarpmış olur. Lakin eğer nişan şaşarsa, hepsi de şaşmış olur. Hâlbuki eski tarzdaki borda ateşiyle bazılarının isabet etmek ihtimali vardır.
Buna çare, büyük topların adetlerinin tezyididir. Güllelerin – yani sıkletin – tevhidi yumruk kavgasında kullanılan meşhur bir tabiri kullanacak olursak – en müessir muşta – demektir. Meşhur boks kralı zenci Johanson’a karşı çıkabilecek bir adam arandığı zaman, eskiden muştasının sıklet ve dehşetiyle şöhret bulmuş bir adam intihab edilmişti. Lakin herif ziyadesiyle ihtiyarlamış – toprak namlularının aşınması gibi – ve muştası eski ruhundan mahrum idi.
Mesele yalnız zırhı delmek değildir. Çünkü orta çaplı bir top da, alelade menzillerde aynı işi yapabilir. Ancak 800 yahut 1200 libre sıkletindeki bir merminin gemi içinde patlayışının verdiği tesir müthiş muharribdir.
Bu halin müthiş bir misalini Joshima muharebesine iştirak etmiş olan bir Rus muharriri nakil ediyor ve diyor ki <<Japonların 12 pusluk humbereleri gemiye cesim sandıklar gibi düşüyordu. Tedrici surette bizde, tevfik ateşine maruz kalan bir adamın kartopunu ihmal etmesi gibi ufak mermilere ehemmiyet vermez olduk.>>
Bundan başka, ağır mermiler, aynı sürat ibtidaiyeyi haiz bulunan küçük mermilerden ziyade hava dahilindeki süratlerini muhafaza eder ve bil netice noktayı matlubiye daha seri vasıl olurlar. Bir saniyelik bir fark bile, bir isabeti kayıp ettirebilir. Zira saatte 18 mil süratle seyir eden bir gemi saniyede 30 kademlik bir mesafe kat eder.
Muhtelif çapta topların bir gemiyi tabiyesi yüzünden mermilerin cinsindeki tenevvüan bâdî olduğu karışıklık ve zarar ile mesafe kestirmek ve ateşi idare etmek hususunda çekilen sıkıntıdan uzun uzadıya bahse lüzum yoktur. Sefain-i harbiyeye iki cins top tabiyesinin terkiyle top kuvvetinin on adet 12 pusluk top üzerinde tevhidi usulünün leh aleyhinde şimdiye kadar söylenilen her şeyi mükemmelen tetkik ve tenkid edilmiştir.
Netice itibariyle büyük toplarda karar kılınarak bu on top, üçü omurga hattı üzerinde diğer ikisi bordalarda ve yekdiğerinin mukabilinde bulunan beş adet tarete “top evine” ikişer ikişer olmak üzere tabiye edilmişlerdir. Bu veçhile her iki bordaya 8 ateş, baş ve kıçta altışar ateş temerküz edilmiş olur.
Daha ileri gitmezden evvel bu tertibatı, evvelce terk edilenle bir defa mukayese edelim. 12 ve 6 pusluk toplardan mürekkep – ve miktarları mütenazıren dört ve on iki adetten ibaret – olan iki cins esliha; 1895 ile 1904 arasında ikmal edilmiş olan yirmi sekiz kıta gemiye konulmuştur. Beheri 15000 tonluk 9 adet HMS Majestic, 8 adet HMS Formidable sınıflarıyla, beheri 13000 ilâ 14000 tonluk 6 adet HMS Ocean ( * ) ve 5 adet danken sınıfları. Birçok seneler için bunların kıymeti, diğer bazı mükemmel evsaf ile dört adet 12 pusluk top taşımaları hakikatten ibaret idi. Bade, top kuvvetini daha ziyade artırmak için diğer bazı milletlerin misalini takip ederek sekiz kıta sefineye üç cins top tabiye ettik. Yedinci Edward kümesi, dört adet 12 pusluk toplara zamimeten dört tane 9,2 ve on adet 6 pusluk toplara maliktir. Bu mahlutun faidesi aşikâr değildir. Bunun için ya bütün altı puslukları 7,5 pusluk gibi bir top ile tebdil veya onların yerine daha ziyade 9,2 lik tabiye gibi iki muhtelif fikir karşısında kalındı.
Dretnot ’tan evvel inşa edilen son yeni gemide bu ikinci fikir kabul edildi. HMS Agamemnon ile HMS Nelson da mai mahreç 16500 tona ve eslaha 4 adet 12 pusluk ile on kıta 9,2 lik çıkarıldı. Eğer bu on parçanın her iki bordaya da ateş edecek veçhile tabiyyesi imkân dahilinde olsa idi bir bordadan endaht edilen dört adet 12 pusluk ve on adet 9,2 pusluk mermi kümesi daha sonraki tasavvurat – ki dretnotun usulü tabiyesidir – den pek de geri kalmayabilirdi. Maalesef, bu on topun yalnız nısfıyla bir bordadan ateş kabil olabiliyordu ki, dretnot da kabul edilen bir çapta büyük top tabiyesi usulünün verdiği müthiş top kuvvetini münakaşaya – hatta mai mahreçte 1400 tonluk bir tezayidi intaç ettiği halde bile – hiç kimse cesaret edemez.
Bu gemiyi diğer bazı evsafta diğerlerinden tefrik ediyordu. Bir müddet evvel biz su borulu kazanları kabul etmiştik, lakin şimdi bu kazanlara zamimeten türbin usulü makineler istimali, bir hattı harp
Devamı var.
( * ) – Bu gemi 5,Mart harbinde hamd olsun Çanakkale’de kaynamıştır.
İCMÂL
Bir haftalık vak’a-i beriyye ve bahriye
Arab cephesinde, şark darülharekâtında, denizde, Çanakkalede.
Arap cephesinde: Garbi Galiçya’da kopan kıyamet, İsviçre hududundan Şimal Denizine kadar imtidad garb darülharekâtındaki muharebatı ikinci derecede harekat menzilesine indirdi. Esasen Fransa’nın aksam-ı şimaliyesiyle Belçika’da aylardan beri son derece şiddetli ve kanlı cenkler vukua gelmekle beraber bütün bu muharebat büyük ve vasi siper muharebatı mahiyetini tecavüz edememektedir. Fransızlarla İngilizler bu siper muharebelerini hitama erdirmek, Alman ordusunun müstahkem cephesini bir taraftan yararak, kendi tefevvuk adetlerinden istifade edebilmek için Almanları gayri müstahkem mevkide meydan muharebeleri kabule mecbur etmek istediler. Hudud Harbiyelerinin gerisinde kirli kirli istihzaratta bulunduktan sonra cephenin intihab ettikleri bir mevkiine kemali şiddetle hücum ediyorlardı. Fakat her defasında da Almanları bu muhacematı defe hazır ve mahiya buldular. Alman vesait-i istikşafiye ve istihbariyesinin mükemmeliyeti İngiliz – Fransız hücumunun nereye tevcih edileceğini tamam vaktinde öğrendiği cihetle lazım gelen kuvvetler oraya toplanıyor, müttefikin kıtaatının hücumları def edildikten sonra bazen mukabil taarruzlarla ileri bile gidiliyordu.
Düşmanın bütün nevmîdane ve anudane muhacematı nihâyet-ün-nihâye altmış metrelik bir siperin yahut küçük bir köyün işgaliyle neticelene bilirse Fransızlarla İngilizler için bu, büyük bir muzafferiyet ve saadet oluyordu.
Bu defa Alman – Avusturya fetuatının garbi Galiçya zaferine bir mukabele ve nazire yaparak Moskof hezimetinin acısını çıkarmak üzere General Joseph Joffre ile (General French ??) kumandalarında bulunan rengârenk orduyu Alman mevzilerine saldırttılar. Hücumlar en ziyade Lille etrafında icra ettiler? Bu hücum bilançosu Karans köyünü işgal etmek, 600 esir almak 1sahra topu 3 Fransız revolver topu, birkaç sandık melzemeyi harbiye iğtinam etmekten ibaret kaldı. Bu netice, Alman – Avusturya zaferinin semeresi yanında cidden pek fakirane idi. 150000 esir, 110 top 350 mitralyöz, gayri kabil tadat cephane, mühimmat, erzak. Tarafeyn ordularının kabiliyet taarruziyelerini yar ü ağyar nazarında tayin ve ispata bu küçük mukayese beliğen mabeliğ kifayet eder.
Şark darülharekâtında: Alman – Avusturya ordularının şark cephesinin merkezinde ihraz ettikleri büyük muzafferiyet devam edip gidiyor. Garbi Galiçya’da Tarnow – Gorlice arasındaki 70 kilometrelik Rus cephesinin yarılması gibi bir tabiye muzafferiyetiyle başlayan bu büyük muharebe Alman – Avusturya kıtaatının Moskofları takipte gösterdikleri müstesna şiddet ve sürat neticesinde şimdi 300 kilometreyi mütecaviz bir cephe üzerinde, hâlâ devam eden, büyük bir sevk-ül-ceyş muzafferiyeti halini aldı.
Rus ordusu tam ve kati bir izmihlâlden yakasını yalnız mütemadi bir firar ile kurtara bilir. Lehistan Rusya’dan Karpatların müntehasına kadar uzanan bu sahanın tabii vesaid müdafaasını teşkil eden Vistula, Pilica, Wistok, wistoka, San gibi nehirler bile Moskofların ricat ve firarlarını durduramıyor. Filhakika Alman – Avusturya kıtaatı Rus sürülerini o kadar yakından takip ediyorlar ki kaçanlar ile kovalayanlar arasındaki temas daima muhafaza ediliyor ve bu suretle Moskofların tutunabilecekleri hudud-u müdafaaya müttefikeyn ile Ruslar hemen hemen aynı zamanda muvasalat ettikleri için düşmanın bu muvazi müdafaadan istifade edebilmesi mümkün olamıyor. Müttefikin kıtaatı 15 gün zarfında mütemadiyen harp ederek 150 kilometreye yakın bir mesafe kat ettiler ve San nehrini muhtelif mevkiden mürur ederek Przemysl önüne geldiler.
Rus başkumandanı, ordusunun uğradığı bu büyük felakete çaresiz olmak ve bir muvazene husule getirmek maksadıyla Bukovina’da faik kuvvetlerle taarruza geçti. Avusturyalılar bu düşman kuvvetiyle işgal muharebesi yaparak yavaş yavaş ricat ettiler ve aynı zamanda da biraz daha yukarıda kendi sol cenahlarında Alman Generali Alexander von Linsingen’in kumandasında bulunan müttefiklerin ordusunu Bukovina’da ilerlemek isteyen Rusların yan ve gerilerini tehdit edecek bir istikamette ilerletmeğe başladılar. Bu ordunun ileri harekâtı biraz daha inkişaf ettiği takdirde Bukovina’ya sarkmak isteyen Moskoflar ihata edilmek tehlikesine duçar olarak ya biran evvel ricat edecekler yahut ta içinden çıkılmaz bir kapana gireceklerdir. Bu takdirde ise Rus ordusunun bir inhizam tam ve inhilâl-i umumiye uğrayacağı şüphesizdir.
Şark cephesinin biraz da aksamı şimalindeki harekâtı harbiyeden bahis edelim. Almanlar burada Liepāja limanını işgal ettiler ve Mitav’a doğru da uzandılar.
Birçok sevk-ül-ceyş şimendiferlerinin geçtiği bu sahada Alman ordusu büyük bir taarruz harekâtı yapmak maksadını takip etmiyor, vasi mikyasta bir akın yaparak Petersburg ile Varsaw arasındaki Rus şimendiferlerini tahrip etmek ve Moskofların bir kısım kuvvetlerini de garbi Galiçya cephesine uzak olan bu noktaya celb eylemek istiyordu. Alman erkân-ı harbiyesi bu arzusuna tamamen muvaffak oldu.
Harbin ibtidasında i’tilaf-ı müsellese devletleri ve taraftarları Kazakların Alman ve Avusturya dahillerine girerek vâsi mikyasta akınlar yapacaklarını, şimendiferleri tahrib ve bittabi köyleri yağma, ahaliyi katl edeceklerini kaviyyen ve kazıyyen zan ve ümid ediyorlardı. Fakat bilhassa Almanya’da ihtiyar fakat cesur ve fedakâr müstahfazlar Kazaklara hiçbir akın icra ettirmediler. Buna mukabil bugün işte Gorland’da Almanlar bir akın, hem de eski Osmanlı sipahilerinin o meşhur akınlarına pek benzeyen büyük ve mükemmel bir akın yapmağa muvaffak oldular. İ’tilaf müsellesin hülyalarıyla hakikat arasında ne büyük tezad ve tebâyûn!
Denizde: Geçen haftanın en mühim vakayı bahriyesi Çanakkale’de Morto limanında HMS Goliath namındaki İngiliz zırhlısının Muâvenet-i Millîye torpido muhribi tarafından torpillenerek gark edilmesidir. Osmanlı torpido muhribinin bu şanlı muvaffakıyeti yalnız geçen haftanın değil bütün bu harb-i umuminin en büyük ve kıymetli bir vakayı bahriyesi olarak tarihe geçecektir. Düvel-i muharebeden her birinin yüzlerce torpido sefinesi olduğu halde şimdiye kadar hiç biri Osmanlı torpidosunun yaptığı bu şanlı ve şerefli muvaffakıyeti elde edememiş, sekiz düşman muhribinin himaye ve muhafazasında bulunan koca bir zırhlıya hücum ederek torpillemek gibi bir numune-i besalet ibraz edememiştir. Harikulade bir şecaat ve maharet göstererek mani-i adideye rağmen düşmana yaklaşan ve nihayet bi-misal bir itidal demle üç torpilini de İngiliz zırhlısının kalbine saplayan kahraman fedakâr Muâvenet-i Millîye’nin namı küçük arkadaşı Timur Hisar’ın ismi gibi Osmanlı bahriyesinin tarihine ve tarih harb-i bahriye en büyük ve mutena takdirlerle kayıt edilecektir. Muâvenet-i Millîye’nin büyük bir zafer kıymet ve mahiyetinde olan bu muvaffakıyeti ile bütün bahriyemiz, bütün millet iftihar eder.
Çanakkale’de: Çanakkale’deki düşman geçen hafta zarfında pik çok eser-i gayret ve faaliyet göstermemiş ve her ne zaman kımıldandıysa Osmanlı süngülerinin bir hamlesiyle sahildeki mevziine ilticaya mecbur olmuştur. Fransız – İngiliz kuvveyi seferiyesinin harekâtında görülen bu gevşeklik pek çok telefata duçar olan düşmanın bütün kuvveyi taarruziyesini kayıp ederek ancak gemi ateşlerinin himayesi altında mevkilerinde tutunabilecek bir halde olduğunu isbat etmektedir. Yakında büsbütün bi-harekât kalarak denize dökülecekleri şüphesizdir.
Salı 5, Mayıs
Abidin Daver.