DONANMA MECMUASI – 95 / 144 8 Kasım 1917
DONANMA MECMUASI – 95 / 144 8 Kasım 1917
Perşembe: 8 Teşrin-i Sânî 13 33 / 22 Muharrem 1336
Donanma cemiyeti haftalık gazetesidir
En meşhur muharrirlerin muavenet mahsusa-i kalemiyesi temin edilmiştir.
Nüshası: 40 para
Merkez tevzi Bab-ı Âli caddesinde ay yıldız kitaphanesidir.
Mercii: mecmuaya ait her iş için donanma cemiyeti merkez umumiyesinde daire-i mahsusaya müracaat edilmelidir.
Futbolculara, kaptanlara, hakemlere
Türkiye’de futbol sönüyor
Henüz başlayan futbol mevsiminin bu sene kulüpler arasında ihdas edeceği vaziyet hakkında, şimdiden ibraz-ı kehanet kabil olamadığı gibi müsabakalarda, bu yolda esas tahmin olacak bir mahiyette değildir. Yalnız bu son günlerde suret-i hususiyede vukua gelen bir müsabaka bize öteden beri nazar-ı dikkatimizi celb eyleyen bir meseleyi açığa fırsat, vesile verdi.
Geçenlerde son şampiyonumuz, Altınordu takımı ile “General” vapuru Alman efradı arasında yapılan müsabaka Alanların galebesiyle neticelenendi. Hepimiz bu müsabakayı seyir ettik. Ben kendime ait hisse-i intibahı aldım. Bilmem meslektaşlarım fikrime yakın mülahazat kayıt ettiler mi? Altınordu takımının, bir nihayet iki oyuncusu istisna edilirse mütebakisi bizim aramızda iyi oyuncu rütbesine nail olmuş, mücerrib futbolcular olduğu gibi bunlar Almanların – bir iki oyuncusu istisna edildiği halde – ekserisinden daha iyi topa hâkim ve oyuna vakıf idiler. Fakat netice neden bu vukuf-u maharet sahiplerine karşı abus oldu? Bin işi artık bir müsabaka meselesi şeklinden çıkararak bir ırk meselesi halinde tetkik etmek istiyorum. Çünkü muahedat sabıkam da bu son müsabakadaki görgülerime inzimam ederek bende bir kulüp işinden ziyade bir nesil endişesi tevlid edecek kanaatler doğurdu. Öteden beri Almanların futbolcu ad edilebilecek her hangi takımıyla bizim Türk oyuncuları çarpıştıysa galebe yüzde on bizde yüzde elli onlarda kaldı ve yüzde kırk da tesavi hâsıl oldu.
Bizim muhitin hemen hemen bütün takımları Almanlarla boy ölçüşmüşler fakat netice şu söylediğimiz nispeti tebdil değil teyid etmiştir. Her kulüp kendi galebe ya mağlubiyetine dâhil sebepler, münferid amiller ararken ben işi büsbütün başka vadide yürüteceğim ve şunu iddia edeceğim ki, eğer buz bu günkü şekil müsabakamızı ve düşüncemizi değiştirmezsek yukarıda söylediğim nispet aleyhimize tebdil edeceği gibi ba’de-mâ İstanbul’a gelecek her ecnebi takımı bizim lâlettayin her kulübümüzü yenecektir. Çünkü;
Bu işin çünküsünü aramak için futbolun bizdeki tarih seyrini tetkik lazım gelir. 1905 – 1906 – 1907 senelerinde olduğunu tahmin ettiğim bazı müsabakalar var ki, bunların bütün İstanbul futbolculuğu tarihinde en mühim en şedid müsabakalar olduğunu bu işin eskileri bizden daha iyi bilirler. Bu oyunlar, o zaman ekseri Rumlardan ve kısmen İngilizlerden mürekkeb Kadıköy ekseri İngiliz ve kısmen Rumlardan mürekkeb Moda ve nihayet mekteb-i sultani talebesiyle bazı harici oyunculardan mürekkeb Galatasaray takımları arasında icra edilir. O zaman çayırlar şimdi olduğu gibi şekl-i intizama da sokulmadığı için bu açık hava = En plein air olurdu. O sırada oyun bu günkü kadar nazik oynanmaz fakat daha müheyyiç daha azimane cereyan ederdi. 1908 tarihinde ittihat spor kulübü halinde teessüs eden “Papazın çayırı” bu oyunların pek çoğuna sahne olmuştur. O tarihten bir iki sene bu kulüplerin bazısı, adamlarının ihtiyarlaması ve yeni oyuncuların yetişmemesi yüzünden söndü. Birkaç defa dirilmek istedi ve meşrutiyeti müteakip büsbütün münhasif oldu. İngilizlerin Moda kulübü de eskileri atmak ve yerine yeni gelen İngiliz oyuncuları oynatmak suretiyle her sene yeni isimle birkaç zaman daha devam ettiyse de harpten bir sene evvelki mevsimde de hemen hemen devr-i kühületi bulmuş ve futbolun şebaba has cevvalliğini gösteremez olmuştu. Bu hal ile bir sene daha yaşayacakları ümid olunamazdı. Bu meyanda Galatasaray en ziyade temdid-i hayat edeni oldu. Zira onun oldukça zengin bir membaı vardı. Eksilen oyuncularını oradan almak kabil oluyordu. Evvelce ikinci sınıf kulüplerden iken bilahare kesb-i kuvvet eden bir iki Rum kulübü de son sene-i sulhta belirmişlerken onlar da bir senelik bir çiçek hayatı geçirerek soldular. Ve iş nihayet bu gün sayılabilen Türk takımlarına kaldı. Galatasaray kulübü, öteden beri muhtelif takımlarla müsabaka yapmış ve onların oyun tarzlarıyla ülfet kesb etmiş olması hasebiyle yeni ve taze oyuncular arasında biraz şiddetli görünmeğe ve sertlikle şöhret almağa başladı. Buna mukabil bizde maalesef hala bırakılmayan sakîm bir fikir tesiriyle küçük yaştan futbola başlayıp yanık kalan, büyüyemeyen, küçük oyuncular bitişerek bu eski timlerle çarpışmış şedid adamların karşısına çıkarıldı. İlk hamlede bunlar düştü, devrildi. Ezildi ve bittabi müsabakalardan bir zevk hâsıl olmadı. İşi bilenlerden tarafgirler, bilmeyenlerden de zayıfı himaye edenler bu hale hamallık vasıf amiyanesini verdiler ve kuvvete karşı şu maddi aczini örtmeğe, kuvveti haksız, zayıfı haklı görmeğe, göstermeğe çalıştılar. Bu hal istisnai bir fikir takip ile devam ettirildi ve her sert, şedid, kavi oyuncu, kayıtsız, meziyetsiz görüldüğü halde küçücük çabuk bekler daha zarif, daha kıymetli olarak kabul edildi. Sanki mesele bu kuvvet, bir zindeki meselesi değil, bir eda, haram cilvesi idi.
Misaldir: bir şey kırk defa söylense tahakkuk eder. Bunda da hal öyle oldu. Ve şu ters düşünce, encamı kâr küçüklerin lehine galebe çalarak ortadaki kavi ve sert oyuncular yılgın ve pişman hatta cüssesine lanethavvân bir vaziyete sokuldu. Ne zaman ki, bir kavi oyuncu rakibini kuvvetiyle aciz bıraksa ona karşı ıslıklar ve bütün imlaya gelmeyen ve her halde takdirkâr olmaktan çok uzak olan sesler ibzal edilir. Sonra da o küçük oyuncunun karşısında arslan gibi duran asıl futbolcu küçük rakibine karşı gösterdiği mecburi müsamaha neticesi olarak ufak bir adım muvaffakıyete uğrasa yığın yığın istihzalar ve diğerine de takdirler yağardı. İşte bu şekil, sonraki oyunlarla biraz kesb-i itidal ettikten sonra harp senelerinde – küçük oyuncuların ekseriyeti ihraz etmesi yüzünden – büsbütün artmış ve artık had gayesini bulmuştur. Ba’de-mâ meydan kavilerin, zindelerin, irilerin, denil küçüklerin çelimsizlerin vazifelerindendir.
Hâlbuki futbol, sporlar içinde en şedidi ve en ziyade sarf-ı kuvvet ve şiddeti ilzam edenidir. Bundan biraz daha serti “futbol rağbeti” dir. Biz ise bütün bu hakayıkı bertaraf ederek, bir iki celebi ve narin oyuncumuzu himaye yüzünden elimizdeki hakiki futbolcuları atalet ve kabiliyetsizliğe sevk etmekteyiz. Esasen küçük adamların futbol oynaması ne kadar gayri fenni ve gayri mantıki ise bunları korumak yüzünden hakiki futbolcularımızı bildirmek te o kadar abestir. İşte bu halet-i ruhiye ile git gide kadınlaşan – müzevir görülsün – takımlarımız güç, tüvânâ, bir azim ve şiddet bir takım karşısında yıpranı veriyor ve onun mahareti o kuvvetin önünde aciz kalıyor. Zor oyunu bozar bu her yerde, her işte kabil-i tatbik bir kaidedir. Bilhassa bu işde.
Eğer bu kanaat ve mesleğimizde devam edersek zamanla Türkiye’de futbolcu olarak bir buçuk metre boyunda çocuklar ve futbol namına da tenis’ten de yumuşak bir eğlenceden başka elimizde bir şey kalmayacak ve eğer maazallah bir ecnebi takımla çarpışmağa kalkarsa o biaman sporcuların savlet ve batışı önünde bizim mahir fakat hafif oyuncularımız elbette ve elbette perişan olacaklardır. Böyle müsabakaların neticesindeki ehemmiyet yapılanların adedinde değil tarafeyn müsabakalarının taşıdığı bayraklardan hangisinin daha yüksekte mevceleneceğindedir. Daha açık ifade ile bu bir oyun meselesi değil milliyet meselesidir.
Binaenaleyh artık bu saçma ve pedagojik mütalaaları terk etmek zamanı gelmiştir. İşte Altınordu’nun, Almanların daha az mahir takımına mağlubiyeti bana bozmanın geldiğini ihtar etti ve ben de ondan aldığım fikri hem mesleklere açtım. Bizim muhitte oyuncuları pek de küçük olmayan kulüplerden birisi olan Altınordu’nun bu mağlubiyeti bir kulüp mağlubiyeti değil artık bir ırk mağlubiyeti sayılabilir. Eğer bu ihtimali ref’ etmek istersek mevkii, şerefi küçücüklere zayıf ve zariflere değil, kavillere, şeditlere azim oyunculara vermeliyiz. Çünkü beynelmilel müsabakalar pek az merhametli ve alelhusus pek çok heyecanlı ve şiddetli olur. Batı yumuşak elişan gençlikten de öyle şiddetlere değil mukabele hatta göğüs gerecek takım çıkarmak kabil olamaz. Esasen futbol herkese değil,
Alman misafirlerimiz
[ahiren Çanakkale cephe-i harbini de ziyaret eden ve sekiz günden beri İstanbul’un sevimli misafirleri olan Alman gazetecilerinin mevziyi ziyaretleri esnasında İstanbullu arkadaşlarımızla beraber aldırdıkları resim]
İhanetin cezası devam ediyor
Kahraman müttefikeyn orduları hain İtalya’ya cezayı sezasını vermekte devam ediyorlar geçen hafta zarfında, İtalyan ordusu, evvela (Tagliamento) nehrinin garp sahiline def edilmiş ve korkak düşman nehri geçerken bir çevirme hareketiyle sıkıştırılarak bir günde 60000 esir vermeğe mecbur olmuştur. Ba’de cebin İtalyanları takiben, müttefikeyn de Tagliamento nehrini geçmişler ve düşmanı tekrar firara mahbûr etmişlerdir. Geçen nüshamızda, bu hafta için esira miktarının tezaifini kari’îlerimize tebşir edeceğimizden ümit var olduğumuzu söylemiştik. Bu ümidimiz, avn-i hakk’la, doğru çıktı. Alman İtalyan esirasının miktarı 200,000’i iğtinam olunan topların adedi de 2000’i geçti. Muzafferiyetin devam ve teâkub edeceğine hiç şüphe yoktur.
İcmal-i hadisat
Harp gayeleri
2
<Hukuk mütekabile> ve <menafi mütekabile-i iktisadiye> terkiplerinden geçen hafta – fakat birer kelime ile – bahis etmiş idik. Buraya kadar gelen mübâhâsât ve mütalaattan da anlıyoruz ki endişe-i iktisat, her memlekette pek büyük bir mevki işgal etmektedir. Müttefiklerimiz, karib bir atinin iktisat programı üzerinde adeta harp planları kadar meşgul oluyorlar ki pek tabii ve makuldür. Oralarda en ufak bir teşebbüs, büyük bir dikkatle takip ediliyor. Bu ufak teşebbüs, memleketin menafi iktisadiyesiyle ufak bir nokta da olsun taarruz eder ise hatıra, gönüle riayet kimsenin aklına bile gelmiyor. Harbin hitamında tabiatıyla tebdil edecek olan ahval-i iktisadiyenin her ihtimali en dakik mizanlara vurularak, çoğalan para, sermaye için yeni membalar taharri ediliyor. Düvel-i muhasamadan sarf-ı nazar, müttefik ve dost memleketler ile mütekabil bir menfaat iktisadiye nazariyesi erbabının nazarı tetkiki önünde – âtîler değil, günler geçiriyor. Gelecek sermaye ile çıkacak sermeye sıkı bir caddeden geçiyor, kimsenin gocunmasına değil, memleketin nef’ine dikkat ediliyor.
Gözümüz önünde bu kadar ders-i ibret ve intibah dururken, bizim gafletimize tabii ne cevaz verilir, ne de kabul edilir. Hususiyle sermaye ve sanat, ibtiida ve delalet nokta-i nazarından pek çok şeylere muhtaç olan bir memlekette yapılacak şeylerde cüzi bir efrat, ehemmiyetsiz bir lakaydi son, büyük zararlara müeddi olur. Bunları düşünmek de bizim hakkımızdır. Biz ne verebiliriz, dost elinden ne gelir. Gidenle gelen arasında nasıl muvazene tesisi olunabilir. Mahalli servet nasıl kabil-i muhafazadır, dâhil, kendi zararına olmayarak haricin sermayesinden, teşebbüsat iktisadiye sinden ne suretle istifade edebilir? Buralarını elbette düşünmeğe mecburuz. “Donanma”nın yine bu sütunlarında bil-münasebet yazmış idik. Şark eskiden beri tevekkeli pek yanlış bir manaya almış, hatta garbın birçok asarında, iktar İslami yenin zevahiri bu yanlış akideye atıf edilmiş idi. Onun için, bu galat binaya, atıfa diyar-ı şarkı <tevekkel ve müsamaha diyarı> olarak tanıtmıştır. Buralarda rağbet hatır dirinesi bazı defa en son ve hayati menfaatleri de unutturmuştur. Hâlbuki aktar garpta böyle kalenderane felsefelere pek garip bir nazarla bakarlar, hatta hoş görmezler. Zaten menfaatini bilemeyen, gayrin nef’ini de düşünemez. Kıyasıyla beklenilen hükmünün ma’kusunu itada tereddüt bile etmezler. Bu sebeple donanma mecmuasının 85 numaralı nüshasında bil-münasebet şu sözleri söylemiştim:
[. . . . Bütün harp meydanlarını avaza şehametiyle dolduran ittifak murabba manzumesi arasında kıymettar bir cüzi fert olduğunu dostlarımızın her gün takdirkarane ilan ettikleri bu milletin ittifakta vazife-i fert, kanun katiyesi karşısında ne büyük vazifeler, ne çetin himmetler sahibi olmak lazım geldiğini düşünüyorum. İttifakta fert evvela kendisinin kiymet ve ehemmiyetini anlamalı. Sonra anlatmalı, ondan sonra da o manzume arasında muhakk ve meşru’ bir amil ta’li ile ileriye doğru adım atmalıdır ki halk temin ettiği muhadenetler, istikbale feyizli nazarlar ile dâhil olabilsin. Vaktiyle “Likurgus” gibi Yunan vaz’ kanunlarını mariz, zayıf ittifakın hakk idamını verdirecek kadar, beşeriyeti münkadi eden kuvvet nazariyesinin hutut esasiyesinde – mürur-i zaman ile – ufak bir tebdil görülememiştir. Muvazenet ecsam, muvazenet maiyet kanunları münasebat beşeriyede de hükmünü icra etmektedir.
Zayıf bir dostun eli merhametkârane, kavi azimkâr muhabbetli dost hizmeti hürmetkârane sayılır. Bu nazariye yi yalnız kuvayı maddiye ye hasr etmeyelim. Medeniyetin bütün aksam-ı maneviye si de aynı hükme tabidir. Mütemmimden, mütefekkir bir müttefik, kudret maviyesiyle de diğerlerine ihsas-i muhabbet ve hürmet eder. İşte vazifelerimizin mücmel bir işareti.
Şark eskiden beri tevekkül, müsamaha diyarıdır. Muhafaza-i menafide tehâvün, rağbet hatır dirinesi bizlere hastır. Hâlbuki garp bunu daima nazar istigra ile temaşa eder. Orada en ufak bir şey, en dakik hesaplara tabidir. Bu dikkatle tahliye-i nefes etmeyenlere de ittifakta fert vazifelerini idrak etmemiş nazarıyla bakarlar. Betül şümul manasıyla kavi bir düşman, zayıf bir dosta tercih olunur. . . . ]
Bugün de yazdıklarımızı tekrar ediyoruz. İstikbal için iyi düşünenler, elbette bu satırlar arasında, her memlekette muhikk bir câî’ kabul gören milli mülahazalara bir makûs samimi bulurlar. Tarihimiz iyice tetkik olunursa bu memlekette hiçbir zaman iktisadi mülahazalar nazar-ı dikkat ve himmete alınmamıştır. Bir zamanlar bizim servetimizle, Avrupa’nın hali bu muvazenesizlik arasında pek o kadar mazarrat vermeye bilirdi. Hâlbuki bizden ilk muahedeyi koparan RAGUSA Cumhuriyeti bile işe ticaretle başlamış, her muahede-i ittifakiyede ticaret ahitnamesini takip eylemiş, muahedat sulhiye bile birçok maddelerini buna hasr eylemiş idi. İktisadiyat asren ba’de aşırın birçok istihalata maruz kalarak bu gün de sal-hûrde İngiltere’nin genç Almanya’dan hakkıyla korkması hasebiyle umumi bir harbe sebep olmuştur. Yazın içinde bundan başka düşünülecek ne olabilir? Hususiyle sermaye, teşebbüsat için pek bakir olan, kuveyi naktiyesi artıp dâhil ve hariç, muvazenesi için pek çok düşünülecek bir seviyede duran bir memlekette.
Haricin sermayesinden hiçbir zaman, hiçbir memleket istiğna gösteremez. İngiltere, silah veya tezvir kuvvetiyle yapamadığı – vaktıyle – ittifak murabba karşı, iktisadi boykot şeklinde tehdit ile yapmak istemişti. Hâlbuki teklif vaki itilafçıların hemen umumiyetinde hoş bir tesir bırakmadı. Çünkü kabiliyet icraiyeden mahrum olduktan maada, icrası takdire faide yerine muzırrat vereceği aşikâr idi. Demek istiyoruz ki istiğna veya ecanib krizlik gibi mütalaalar, tevhimat kabilindendir. Zat madde mebhas iktisatta da (tevzin kuva) meselesidir.
İkinci makaleye de burada hitam veriyoruz.
Hüseyin Kazım
İkinci hamiş:
Hangi mevzua ait olursa olsun hadisat cariyenin tetkiki için yazılan bu sütunlara ikinci bir hamiş daha ilavesine lüzum görüyorum. Rahmetli ve himmetli Muallim Naci merhum [ 1 ] <<Saibde Söz>> unvanlı kitabında olacak şu mealde bir latife yazmış idi:
[kitaphaneler kapalı olduğu bir günde, onda kitapsız kitap yazan bir muharrir. . .] ben de evvela bu mealde takrir itizar ediyorum. Hasta ve bi-mecal bir muharrirden fazlasını beklememelidir. Saik tahrir ise i’raz-i maraz kadar takat-şiken cür’etlerdir. Bunlar da edebiyatımızın, daha doğrusu bünye-i ictimaiyemizin a’râzıdır. Mürur zamanla zail olur. Zevalini biz göremezsek bile meyus olmağa da mahal yoktur.
Bilmem kari’îlerim tahattür ediyorlar mı? Aile ahlakını tetkik için çok yorulanlar, edebiyat ahlakını unuttukları içindir ki bir vesile ile bu yolda birkaç satır yazmış idim. Bünye-i edebiyatı tetkik edenler görüyorlar ki edebiyat, ibtidai halinde saffet mueddasını ne derece muhafaza ederse sahipleri de o derece edebi bir ahlak muhafaza ediyorlar. Kendi muhit istidaiyelerinden harice çıkmayarak gördüklerini yazıyorlar. O muhitten harice bir adım atarlarsa yalnız sünûhât değil, zati ahlak bile bir teşevvüşe, tezelzüle uğruyor. Yeni muhite göre terennüm etmek istiyorlar. Pek acemice oluyor. Eskiyi beğenmemek için nefiste arızi bir gurur tahsil ediyor. Tereddütü de buradan başlıyor. Bu maraz, seyrine devam ettikçe emraz-ı müteakibe husule geliyor. Faraza, <çok bilgiç> görünmek hastalığı derhal insanın yakasına yapışıyor. Burada pek uzaklardan, edvar-ı cahiliye şiirasından bir misal iradına lüzum görüyoruz:
Arabın edvar-ı cahiliyesini, sonra asır saadeti idrak etmiş müşahir şuradan (Nazar bin Hars) isminde biri vardı. Bu zat, o zamana göre bir hayli mütenevvi malumata sahip olmuş, şurayı cahiliyenin bisatat efkârını, Hicaz kıtası haricindeki seyahatleri ile biraz tadil eylemiş olduğundan derhal kendisine büyük bir tekbir zemimesi arız oldu. Bedir gazasını müteakip dem-i hedr oldu, gitti. Refikadan biri bu nüshada yazıyor:
( Yarım malumat insanı mutlak yanlış yola sevk eder.) bize kalırsa zararı şahsi olmaz, teadi eyler. Çünkü neşriyat vadisine koşmak da bu hastalığın araz asliyesindendir. O halde umumda mutazarrır olur. Müteahhirinden de bir misal iradına mecbur olmak ne kadar acı bir vazife:
Bir genç tasavvur edelim ki faraza bir sene Fransızca tahsilden sonra (ruh-ül cemaat) (ruh-l akvam) gibi en çetin eserleri tercümeye kalkışır, (Napolyon ve Sultan Selim Salis) siyasetini lisanımıza nakil eder. Birincisini nakli mana, ikincisini, nakli vukuat sadedinde – bittabi – berbat eyler. Buna da ses çıkarmaz. Her sene Avrupa’da neşir edilen kitaphane fihristlerini açar. Bir makalenin altına (me’haz) unvanıyla, yapraklarının kesilip, esami-i Fuzulinin tetkiki bile aylara muhtaç duran kitapları, sıraya dizer, orada da kitabın isim muharriri birine isim naşiri – dalgınlıkla – yazar. Bu da sükûtla geçiştirilir.
[ 1 ] – Esatize-i hatıra-i edebden Süleyman Nazif Bey Efendi, son zamanlardaki tetkikatı neticesinde, Naci’nin şairliğini de tasdik etmiştir.
Fakat içtimai inkılaplar meyanında (inkılabat edebîye)nin piş-revi olmak iddiasına gelince, orada denilecek çok söz olur. Faraza, Arap edebiyatı, hele o edebiyatın (devre-i cahiliyet) denilen kısmı öyle bir iki Fransız muharririnin idrak manada bile yaptıkları hatalar ile dolu eserlerden tetkik edilerek yahut şuradan, buradan şifahi notlar tutularak yazılamaz. Orada faraza Gustave Le Bon’da mesnet olmaz. Çünkü iş’ar Arabi yenin asıllarını yanlış tercüme etmiştir. (sed lieu)de çoktan seviye düşmüştür. Zira en ufak mesailde bile hatası vardır. Bunda en güzel tarik istikra’, vaktiyle müşterekinden birinin mezhep Zerdüştî’nin tetkiki sırasında tatbik eylediği usul tefessühtür ki aslına müracaattır. Bunun için de kifayet ister. Artık bu kadarını da iddia edemeyiz a! . . [ 2 ]
Faraza son okuduğumuz makalelerden biri şimdi masanın üzerinde duruyordu. (Mersiye ve mersiyeciler) . . Evvela: bermutat birçok kitap isimleri. . . Bu kitapları okuyup hatta istihraç meal o kadar düşvar bir iş ki biz bir türlü pekiyi tanıdığımız yazıcılarımız için de kolay göremiyoruz. Teyid-i iddia için çok söze hacet yok. Mersiyenin tarihinden bahis ederken (hâme – baykuş) hakkındaki nakliyata hiç de lüzum yok idi. Fakat elde edilen bir not, çok bilmek için yazılıvermiş galiba.
Bu hikâyeyi yazdıktan sonra: ( . . . İşte bu tafsilata göre Araplarda mersiyenin ibtida ölülere ağlamak suretinde başladığı ve ilk zamanlarda sırf dini ve daha muahhar zamanlarda dini – bedia bir mahiyeti bedi’ bir mahiyeti olduğu kendi kendine tezahür eder.)demek manasız, mantıksız, rabıtasız yazı yazmaktır. Çünkü bu satırların evvelinde hiçbir tafsil, tavzih bu kadar yalnız baykuşun (cahiliye) devrinde meş’um olduğundan, hazreti peygamberin bittabi tatayyuru da teşaum manasına, istilahtır) men men’ ettiğinden bahis bir fikre, daha evvel, iki müdekkik garbiye den bila-istiane [eski Arap teşkilatında kadına mersiyecilik vazifesi düştüğüne dair] bir cümle ondan evvel bir iki kitap ismi. . . !
Şimdi biz de söyleyelim:
- (edvar-ı cahiliye) de Arap’ın ekseri saibi idi. Fakat Kâbe’ye hürmeti bir
Vecibe bilirlerdi. Acaba mersiyecilik bu dinin evamirinden midir, yoksa (mahdudiyet mevzuu) içinde ihtiyaç tabii şairi his eden ezkiya-i Arap, şahsi talimleri nihayetsiz mevzu şeklinde görerek oraya mı koştular? Biz gördüğümüz makaleden anlıyoruz ki muharrir edvar-ı cahiliyenin tek dinini tatkik etmemiş. Etseydi, evvela onun ahkâmını yazar, mersiyeyi amir-i mevadiye gösterir. Ondan sonra hakkıyla. . İşte buna göre diyebiliriz. Yoksa filan âlimin tetkikatına göre mersiye cehalet devrinde dini bir mahiyete haiz idi. Demek kuru bir iddia mütesalifane olur.
- Kendisini Arapların en büyük felaketlisi diye ilan ettiğini duyunca ikaz
Panayırında muharrir. .
İkaz bizdeki manasıyla panayır yeri değildi. Meydan müşâare idi. Orada cemiyet-i edebiye akid olunurdu. Bir diğer mahal müşâare ise mürid l Basra unvanıyla anılır. Her sene orada bütün ayan ve şura içtima eder. Orada teşhir olunan kasaidden hangisini makbul ve pesendide-i ayan olursa altın harfle yazılarak Kâbe’ye talik olunurdu. İşte muallakat bunlardır. Ve adedi yedidir. Yoksa muharririn zu’mi veçhile devr-i edebi değildir. Cidar-ı Kâbe’ye talik olunan kasideler, tarih-i inşad itibariyle yekdiğerinden uzak mesafelerdedir. Muallakat bir nevi üslup-i nazım, faraza kaside şeklini emir etmemiştir. Çünkü oraya kaside asılmak mecburi değildir. Araplar, mesnevi tarzından kasideye intikal ederek, inşad eyledikleri kasaidi ikaz meydan meşairesinden cidar-ı Kâbe’ye asmışlardır. Onun için muharririn: bütün muallakat bu muayyen şekil dairesinde yazılmış, hiçbir şair onun dışına çıkmak cesaretini göstermemiştir. Sözü külliyen mecruhdur. Muallakat, cidar-ı Kâbe’ye asılan eş’ârın unvanı olduktan sonra artık fazla delil aramağa ihtiyaç var mıdır? İbni Haldun’dan makaleye nakil edilen kaside tarifi, kasideyi muharririn çizdiği daireye hasr etmiyor. O satırlar, makale için nakız tamdır.
- Muallakat bedidir. Fakat mersiye ve mersiyeciler muharririnin iddiası
Veçhe ile:
[Acaba o zamanki telakkiye göre kaside ne idi. Ve ne surette teşekkül edebilmişti? Bu meselelerden birincisinin cevabı, maallakat elimizde bulunmak hasebiyle kalaydır.] Dedikten sonra evladiyar canandan, sonra medh mahmubeden, nakil sergüzeştden, daha sonra kasideyi kime takdim ediyorsa onun methinden bahis olduğunu yazmak, maallakat se’bayı hiç bilmemek demektir. Zaten o makale okunursa bu hakikat anlaşılır. Çünkü: faraza tarifenin maallakasını ele alırsak (zehir ibni Selma) maallakasında o zaman asi ve zeban kabileleri beynindeki harbi kaidesiz görerek teşvik-i sulh eyler. Harp ve sulh hakkında irad ve mütalaa eder.
K. A
[ 2 ] – Burada bir garibeyi tahattur ettik. Ser bazan şurayı İran’dan
Hayyam’ın rübaiyatını, Arap ve garaib perest biri, Fransızca tercümesinden Türkçeye nakil ve neşir etmiş idi.
Medeniyet: [Konya’da Musalla kabristanında Şeyh Halil’i Türbesi]
Bu resimler için makalesine müracaat
Medeniyet:
Konya’da Osmani kitabeler
Muhibb kadim müzeler müdür umumisi Halil Edhem Bey Efendiye
Konya’da bulunduğu sırada oradaki asar-ı Osmaniye kitabelerini zapt etmiş buna dair bir de mecelle vücuda getirmiş idim. Noksan-i vesait ve tetebbu senâkârınızı tereddüt ve müşkülat içinde bıraktı. Tarih-i Osmani encümeni mecmuasıyla münteşir silsile-i makalat saireleri gibi bu asarın da kitabeleri taraf alilerinden zapt edilmiş olduğu kanaatını verdi. Hal-i müşkülat ve meçhulat için bazı istizahatda bulunacağım. Cevap itası lütfunda bulunulursa hem bu muhib kadiminizi hem de sair erbab-i tetebbu müstefid buyurmuş olursunuz.
- Konya’da Musalla denilen büyük kabristanda üstü kapalı Osmanlı tarz
Mimarisinde zarif bir türbe vardır. Bu türbe bugün asar-ı saireyi kadimeden ziyade duçar-ı tahrib olmaktadır. Sandukası falan kalmamış bir takım cühelanın attığı taşlarla içerisi dolmak üzere derununda taraf aliyeden birinin muarızı Siracüddin Urmevî isminde birinin medfun olduğu zehabı türbenin bu günkü hal-i harabiyesine vesile olmuş, hâlbuki türbede Şeraceddin değil Şıh Halili isminde Osmanlı ricalinden bir zatın medfun bulunduğu kapısı üzerindeki kitabeden anlaşılmaktadır. Kitabeyi şöyle zapt etmiş idim.
Şeyh-i Halil’i an ruh-i kudsi
Eflek-i insin ol afitabi
Mah-i Muharrem çün nüh’de öldü
Azm etti zat-ı ali cenabi
Hak kıldı işaret buyurdu tarih
Di evliyayı tahte kubabi
Kubbenin oldu tarihi ravza
Bahş tarh et eyle hesabı
Ebced sayısıyla bu zatın 1007 tarihinde vefat ettiği ve 1011 de bu türbenin inşa edildiği anlaşılıyor.
Acaba bu şeyh Halil’i kimdir. Üzerine böyle muazzam türbe yapılacak kadar ve şanı tevkir edilen bu zat hakkındaki malumat aliyeleri ne merkezdedir?
- Yine musalla kabristanında diğer bir türbe vardır. Bu türbenin
Resimde görüleceği veçhile tarz-ı inşası ve kubbesi bir şekl-i hususidedir. Kapısı üstüne kitabe yazılmak üzere beyaz mermerden bir taş konulduğu halde neden ise kitabe konulmamış. Türbenin içinde fevkalade mucella krem renginde mermerden Selçuki tarzına müşabih bir sanduka ve üzerinde metin bir sülüs hat ile atideki ibare menkuş:
Cihedde: çün şücâeddin bi-hakk – bade cinan me’va o
Zahirde: tarih nakl-i ruh ân – dar-ı behişt bih cay o
Beni bu türbeye isal eden Konya’da bu gibi asar-ı İslamiye’ nin müdekkik yegânesi G. . . Efendi burada medfun olan zatın Selçuki ricalinden olduğunu söylediği halde yazılar arasında müsadif olduğum ve emsaline Süleyman Kanuni meskûkâtında tesadüf ettiğin nakış Osmaniye
Medeniyet: [Konya’da musalla kabristanında şecaeddin türbesi manzara-i hariciyesi]
Bu fikri tasdikime mani olmuş idi. Bilahare son mısraı tarihi bil-hesap 940 bulduk.
Acaba bu Şecaeddin kimdir. Şıh Halili kadar mühim olduğunu ancak makarr edilenin ihtişamından anlaya bildiğimiz bu zat hakkında nerede ve ne gibi malumat-ı tarihiye bulabiliriz?
- Türbe cenab-ı Mevlananın bahçesinde bir takım müteferrik kabirler var.
Bunlardan birinin kapısı üzerinde ki kitabeyi aynen nakil ediyorum:
- Ömer hazâ ilbennâ fi eyyam devlet el-sultan Süleymen Han bin Sultan
Selim Han
Beyrut sanayi mektebi müdürü
26 Eylül sene 1333
Osman Ferid
Deniz için
Deniz, Deniz edebiyatı, Deniz Aşkı
Deniz dar-ül hazain, âlem azad haşmettir.
Bize hürriyet ve gayret, cesaret, cenk eder imâ’;
Tabiat sanki gürler:
<<ittihad sa’yadır rağbet:
Kürek, emvac dûşa dûşdan peyda olur derya!>> :
Deniz için bu ana kadar her lisanda neler söylenmiş, neler yazılmıştır! Beşer denilen mahlûk hissi idrak ile tebcil olunduğu zamandan beri bu vasi, azade, coşan ve muhib saha-i lacivertinin kenarında neler düşünmüş, neler his etmiştir. Zahiren pek zayıf ve nazik görünen insan, darbât emvacıyla i’sâr bi-nihayenin inkılabatına göğüs germiş metin ve muhib kayaların, dağların sinelerini köpüklü dalgalarıyla oyan, parçalayan bu azgın unsur üzerinde ne şayan-ı hayret kudret ve metanet numuneleri, ne şecaat vakaları vücuda getirmiştir. Karşımızda şimdi sakıt ve munis oynaşan şu lacivert dalgalara binlerce senelerden beri ne kadar milletlerin al kanı dökülmüş, i’mak mazlumeye kaç binlerce insanın beyaz kemikleri saha saha, küme küme serilmiş, yığılmıştır. Vatan sahillerinden nice emeller, meserretler, şevkler ile dolu, pür heybet ve gurur ne kadar tekneler hareket etmiş de bir daha nam ve nişanları görünmemiştir. Sonra ne kadar donanmalar, avdetlerinden büsbütün ümid kesildiği halde, bir gün al yeşil bayraklarla donanmış ve birçok şanlı kanlı galebelerin, zapt olmuş şehirlerin şan ve şerefi, beşaret malikiyetiyle mahmul, vatan limanlarında arz-ı vücut ederek koca bir hatayı, milyonlarca halk bir tufan meserret ve iftihar içinde bir akıştır. Genç oğlunu nihayetsiz denizlere gönderen bir ihtiyar validenin fırtınalı gecelerdeki yaşlı gözleri, titreyen dudaklarıyla dergâh-ı elvahına ala ettiği şehik istirham ve isti’taf, beyaz saçlı bir gemicinin uzun bir seferden sonra vatan sahillerini ufukta ilk seçtiği dakikalar, meçhul memleketler sahillerinde bir fırtınanın peş takibinde yuvarlanıp giderken binlerce mil üzerinde kalmış aşiyan ailenin nazarı sahilde tecellisi, elhasıl sayılamayacak kadar çok, tarif edilemeyecek derece müessir ve derin böyle birçok şeylerdir ki, deniz edebiyatı dediğimiz o vasi sahayı his ve tebliği vücuda getirir ve denizle insaniyet, denizle millet arasında pek kavi bir rabıta, samimi bir nispet hâsıl eder. Tabii bu rabıtanın bu nispetin derece-i kuvveti milletin denizle mevcut alaka-i maddiyesine göredir.
Bu nokta-i nazardan deniz edebiyatı dediğimiz zaman İngiltere’yi der hatır etmemek gayri mümkündür. Bu millet mevkii coğrafisi dolayısıyla evvelden beri Bahr-i Muhit çocukları namına kesb-i istihfaf etmiş olduğu halde edvar-ı evliya tarih iyelerinde, mesela İsveç ve Danimarka ahalisi gibi, denizcilikte bir marifet ve cüret-i mahsusa gösterememişler, bilakis bu üç memleketten denize açılmış cesur korsanlara, <Viking> filolarına Norman donanmalarına karşı asırlarca hakirane itaat etmişlerdi. İngilizlerin kuvve-i bahriyelerini ancak kraliçe Elizabeth devrinde, kanuni Sultan Süleyman vaktinde vukua gelip, Elizabeth devrinde, kanuni Sultan Süleyman’dan hiç olmazsa bir filo ile imdat talebine sevk eden ve ispanya kralı ikinci Felipe’nin meşhur “na-mağlup armada” sının mağlubiyetiyle neticelenen muharebe-i bahriyeden sonra tanıyabiliyoruz.
Binaenaleyh: İngilizlerin en büyük meziyetleri, denizcilik ve denizlere hâkimiyet için bu veçhile açılan tarikte bundan sonra sebat etmeleri. Fevkalade bir inat, bozulmaz bir akide ile denizcilikte birinciliği başka milletlere vermemek için ale-d-devâm çalışmalarıdır. İşte bu sebat, inat ve itiyat neticesidir ki, o cihangir ispanya, şeci’, coşkun ve ilmi Fransa, zengin, mahir Felemenk birer birer denizler üzerindeki mevkii tefevvuku Britanyalılara terk etmeğe mecbur oldular. Ve aynı zamanda İngiliz deniz edebiyatını parlak zaferlerin fahr engiz hatıratı, cesurane seferlerin hikayat tağniyatı ile pek ziyade zenginleştirdiler. Mamafih: edib şair İrani’nin: sözlerini mazur gösterecek bir surette, bütün münafi hayatiyesi denizlerde olan İngiliz milleti azmi içinde bile denizin meşakk ve mehaliginden bahis ve ondan ihtiraz tavsiye eden zevata tesadüf olunur. En meşhur İngiliz şairlerinden ve lisaniyondan Doktor Gelson denize çıkmağı cennetin bir nevi mahsusu ad etmiş ve demiştir ki: Kendisini bir hapishaneye attıracak kadar akıl ve izanı olmayanlardan başka hiçbir kimse denize çıkmaz. Çünkü bir gemide bulunmak bir zindanda bulunmak demek olduğu halde fazla olarak gemi zindanında bir de boğulmak tehlikesi vardır. İngiliz muharririn bahriyesinden biri doktorun sözünü büyük bir teessüf, hatta hiddetle tenkit ederek altına şu satırları ilave etmiştir: bu büyük şairimiz anlaşılıyor ki; Bahriye ne demek olduğunu, daima dolaştığı matbaa sokaklarını anladığı kadar anlayamamıştır. Ve yukarı ki sözü hamiyetli bir kalp, vatanperver bir ferd-i millet bütün şiddetiyle red eder. İhtimal ki; Parlak zarifane bir söz sarf etmiş olmak için olsun, herkes bu büyük âlimimiz gibi düşünse ve söyleseydi bugün İngiltere haiz olduğu hâkimiyet ve ticaret bahriyeden külliyen mahrum bulunacak, hatta cihanda bir İngiltere hükümeti olmayacaktı.
İngiliz muharrirlerinden ve bahriye romanları yazmakla büyük, müstesna bir şöhret iktisap etmiş olan Kaptan Marriott, Ahmak Peter nam romanının kahramanı olan Peter’e şu sözleri söyletir: <der hatır edilemeyecek kadar eski zamanlardan beri ailenin en ahmak çocuğunu memleketin tefevvuk ve hâkimiyet bahriyesini temin uğrunda feda etmek adet zalimane ve putperest hanesi İngiltere’de adet olmuştu. Ve tasvip ve nida umumi ile bu husus için ben intihap edilmiştim. Mamafih: kaptan Marriott o satırları bir saika-i muzhike perdazane ile yazmış olup İngiltere’de ailenin en ahmak olanı değil, aile azasının sinen en küçüğünün bahriyeye intisap etmesi adet idi.
Evet, denizler ve muhaliki çok ve büyüktür. Lakın şecaat, vazife perveri, fedakârlık ve menafi hususiye ve umumiye karşısında fıtrat-ı beşeriye bu gibi mehaliki hiçe sayacak kadar ulviyete malik bulunuyor. Yine İngiliz şairlerinden biri muzhik, lakin pek manidar bir manzume-i bahriyede bir gemiciyi, insanı bilâ ihtiyar tebessüme mecbur edecek bir ciddiyet-i calibe ile şöyle teganni ettiriyor.
<<Arkadaş, şu şedid fırtına esnasında biz gemimizin güvertesinde şöyle rahat rahat yatarken, şehirlerde bulunan zavallı insanların başları üzerinde kim bilir ne kadar kiremitler ve bacaların enkazı uçuyor dökülüyor. >>
Görülüyor ki: yiğit gemici için şehirdekilerin hayatları gemilerdekilerden çok tehlikelere maruzdur.
Zerefa muharririnden Amerikalı Mark Twain’de bir makale hoş ayette sinde evlerinde, rahat döşeklerinde her gün ölen insanların adedi şimendifer ve deniz kazalarıyla telef olanlardan pek ziyade bulunduğu – tetkikat ihsasiyeye nazaran ispat ve döşeğe yatmanın pek mehalik bir itiyad olduğunu beyan etmemiş mi idi?
Latifeden sarf-ı nazar, denizin mehaliki Doktor Johnson’un dediğinden de büyük olsa bile beşerin ruh şeciyesi bu mehaliki karşılamaktan hiçbir zaman geri durmamış olduğu gibi bundan sonra da durmayacak, bahir coşan, daima kendisiyle boğuşmağa havahoşger yiğitlere malik olacaktır.
Denizde en ziyade nail-i muvaffakıyet olanlar bu mesleği mehaza deniz aşkı ve sergüzeştcilik hissiyatı ile kabul eyleyenlerdir. Acaba denizin mehalikine ilka-i nefis edenler başlıca mevki ve muhit’in sevkiyatına mı tabi oluyor, yoksa seyahat acibe-i bahriyeyi, keşfiyat azimeyi, gemicilerin kahramanane ve müstesna sergüzeştlerini herkesin nazar-ı ıtlaı önüne koyan fikir ve ruha bir süt cazible tağni eyleyen deniz edebiyatının tesirat kaviyesine mi taslim-i nefis ediyor? İngiltere’yi ve İngiliz komünü pek teveccühkarane tedkik etmiş olan (İlfons – Eskiros) diyor ki: bir havuz ördek yavrularını nasıl celb ederse Bahr-i Muhitte İngiliz komünü öyle celb eder. Deniz sahilinde yaşayan, denizi son, her gün her millete mensup sefainin şarka, garba ve şimale, cenuba geçip gittiklerini gören yahut bir ticaret limanında sakin olup sefain cesimenin daima muvasalat ve mufarekatına seyirci olarak cesur ve neşeli gemicilerin yeni memleketler, garip iklimler, henüz görülmemiş ahali hakkındaki hikâyelerini duyan çocukların bir aşk seyahat, bir his macera presti ile müteessir olmaması mümkün müdür? İngiliz muharrirlerinden Charles Kingsley garba doğru nam eserinde böyle bir safha-i hayatı ne kadar hoş tarif etmiştir. Esasen asilzade, ebeveyni zengin Amiyas isminde bir çocuk, Baidcuort rıhtımı üzerinde, Hint garbide İspanyollar aleyhine korsanlık eden kaptanlardan John Sawgezinhem’in yetmiş ayak uzun, on ayak geniş ve on iki ayak yüksek gümüş yığınlarına, İspanyol hazinelerine ve korkak İspanyolları nasıl kolayca mağlup eylediklerine ait hikâyelerini dinlemek üzere gemicilerin koltukları arasına sokulur. Nihayet kaptan John Sawgezinhem sefer baid ve mehaliki için gönüllü yazmak üzere:
- Kim var, kim var? Kim zengin olmak ister? Neşeli gemicilere yoldaş olacak? Denizler üzerinde gezerek ceplerini halis kırmızı altın ile
doldurmak istiyorlar <hay hay > diyenler! Diye makam-ı mahsusiyle
Tağniye başladığı zaman kibar çocuğu İmyas yerinden kalkıp şu cevabı verdi:
- Ben denize çıkmak isterim! İspanyollarla döğüşmeği ben istiyorum. Her
Ne kadar bir asilzade oğlu isem de sizin geminizde bir miço olmak kemal-i şükranla tercih ederim.
İngiliz muharririnin bu levhasından daha muhteşem, daha hakiki levhalar acaba Osmanlı milletinin mazi-i bahriyesinde mevcut değil midir? Cezayir, Tunus ve Trablus’ta yerleşmiş kahraman Türk korsanlarının teşkil ettikleri bu asırlarca müddet cihanın en kuvvetli hükümet bahriyesini muntazaman ve resmen haraç-ı seneviye kesmiş garp ocaklarını düşünelim. Edebiyat bahriyemiz için bunların vakayı namesinden la-ya’na bir hazine mi olur? Mesela, Turgut Reis, bu müstesna hüviyet-i milliye tıpkı İngiliz muharririnin tasvir ettiği on beş, on altı yaşındaki Amasyalı gibi İzmir yalılarındaki aşiyan-ı asude-i pederi, deniz aşkı, kahramanlık ve ser güzeşte muhabbeti, mahsuru ile henüz çocuk inini terk edip bir korsan teknesine kaçmamış mı idi? Sultan Süleyman gibi düşünceli padişahlarımız Barbarosların Barbaristan sahillerinde uyandırdıkları cerag-ı fürûzân cihadı söndürmemek için en şeci Türk gençlerinin Cezayir, Tunus ve Trablus’taki vatandaşlarına her sene gönüllü gitmelerine müsaade etmişlerdi. Bu müsaade ocaklar için adeta bir imtiyaz, Türkiye sahilinden her sene asker yazmak imtiyazı oldu ki: Son asırlarımızın kahraman şehr-i bahrisi olan Cezayirli Gazi Hüseyin Paşa’da o veçhile henüz genç iken Cezayir’e giden bahadırlar ser âmedanındandır. Her sene ilkbaharda Cezayir, Tunus ve Trablus ocaklarının mahsusen tertip olunan sefain-i müzeyyen, muhteşem donanmış oldukları halde İzmir’e, Gelibolu’ya, tekfur dağına, Foça ve Kaz dağı sahiline yanaşırlardı. Korsan dayılar, kahraman kaptanlar için kuşakları, al çuha şalvarları, sırmalı cepkenleri, altın ve gümüş cepleri, keseleri ile şehre çıkarlar, bayraklarını açıp davul ve zurnalarını çaldırarak:
Yüreğinde yiğitlik olan anasına, babasına darılmış delikanlı yok mu? Terlemeden para kazanmak, solumadan can vermek isteyenler bizimle gelsin!
Diye tellal çağırtırlardı. Ateşli, cevherli Türk gençleri bu muhib ve muhteşem vatandaşların, pala bıyıklı, senelerden beri Akdeniz’in Barbariyenin rüzgârı ve güneşi ile tunç rengini almış çehreli pervasız gemicilerin etrafına dolanır, ispanyaya Amerika’dan altın yüklü gelen dağ gibi İspanyol parçalarının, Portekiz kalyonlarının nasıl zapt olunduğu, ispanya, Korsika, Sicilya’ya Balear adaları sahilinde avanak Frenklere ne yaman oyunlar oynandığı ve filan reisin ne kanlı ve şanlı işler yaptığı hikâyelerini müteferrik hayal ve heyecan dinledikten sonra: Biz varız! Biz de gidecek ve bizde yapacağız! Avazasıyla bir gün tarihte meşhur olmak ve dost dilinde hürmet, düşman meclisinde haysiyetle yâd olunmak üzere korsan reisinin peşine düşerlerdi. Ve işte bu deniz aşkı, bu ser güzeşt merakı ve bunlardan mütevellit itiyat kahramanane idi ki: Hayrettin Barbaros o zamanın adet bahrisine mugayir olarak sahil Osmaniye’yi muhafaza için mevsim şitada Akdeniz’de kalmağa karar vermesi üzerine Kanuni Sultan Süleyman:
- Padişahım, benim evim, barkım Akdeniz’dir. Ondan bana ziyan gelmez!
Cevap latifini vermişti. Tarih milliyemizde meknuz olan Deniz Edebiyatı Umman bî-kâranından bu ana kadar istifade edemedik ve kahraman ecdadımızın bize miras bıraktığı bu hazineye bir şey de ilave eyleyemedikse bundan sonra bu kusurlarımızı telafi ve af ettirmek mecburiyet katiyesi altında bulunduğumuzu unutmamalıyız. İngilizlerin bir tabir-i mahsusu vardır: “Denizi kendine miras yapmak” derler. İngilizler de şu son asırda meydan almış olan bu tabiri en meşhur ve muktedir bir bahriye kumandanımız, Galatalı Seydi Ali Reis ta üç yüz elli sene evvel pek parlak bir surette kullanarak:
- Çünkü gemicilik başkalarına sanat ise bize mirastır! Demiş idi. İngiltere’ni
n hali hazırdaki en büyük şairi ve birkaç seneler evvel Nobel’in edebiyat mükâfatını kazanmış olan Rfdyard Kipling’in bir manzumesinde şu mealde bir kıta var:
“cenab-ı Allah’a şükür ve minnet ki: beni esarasıyla ancak Bahr-i Ahmerin bir köşesinden yol açan o Allah, bizim milletimiz için bütün nihayetsiz Bahr-i Muhitler üzerinde cihanın nihayetlerine kadar şanlı yollar açmıştır.
Ne parlak ve ne haklı iftihar!
Ali Rıza Seyfi
Yeni istidatlar
Akşam
Güneş ufkun yollarında bir muhteşem serseri
Sessizliğin bu yolları yayılmakta boşluğa
Canlanıyor sazlıklarda inletiden bir dua
Nazarlarda okunuyor sevdaların eseri
Bir teselli dileniyor suda sarhoş kaşıklar
Ağır ölür bahçelerde birer yorgun münzevi
Camlarında silinirken akşamın son alevi
Nazlı, baygın menekşeler bir tahassür sayıklar!. . .
3 ağustos 1333 / Nişan taş: Ahmad Nazım
Yine Sen!
Deli gönül yanmasın mı?
Eski odlar dile düştü?
Baharını anmasın mı
Ömrüm sensiz çöle düştü?
Vuslat demi karanlıktı
Özlerimiz pek yanıktı
Sana kolum gerdanlıktı
Kâh kemerdi, bele düştü.
Aşkın ile dem süzerdim
Destanımı hoş dizerdim
Törelerin ben çözerdim
Şimdi fırsat bele düştü.
Bir zamanlar ar güderken
Can evimi evladın sen
Gönüllerde yer ederken
Yiğit unvan dile düştü
Kozanzade: Cenap Muhiddin
Eylül denizi
İnce sislerle kumlu sahiller
Örtülürken mesa eylülün
Sanki hicranlı, infial aver
Hazimeti yavaş yavaş dağılır:
Sarışın penbe matemi solgun
Renklerin intizarı üstünde
Hasta bir son bahar seması kalır.
Denizin şimdi hisli göğsünde
Gizli bir ihtilaç gam titrer
Hastadır sanki hep güzellikler.
Sahilin kuytu bir kenarında
Oynaşan martılar kanatlandı
Doğdu meçhul ufukların ıssız
Lacivert sinesinde bir yıldız
Denizin şimdi satıh târında
Bir sönük meşul elem yandı
Heybeliada: Mehmet Nuri
Tarihi bahri
Çeşme ve Sakız’da birkaç gün
Geçen nüshadan mabad
Ertesi sabah yine beygirle yaptığım tenezzühümden avdet ederken top ve tüfek ateşi işiterek kasabayı nazarımdan saklayan tepeye süratle çıktım. Bu defa Rum donanmasının hakikaten gelmiş olduğuna kanaat etmiştim. Hâlbuki Yunan sefaininden yalnız biri, Çeşme limanının ağzına takrib etmiş, methaldeki kale bütün toplarıyla bunun üzerine ateş etmekte bulunmuştu. Gariptir ki: mermiyanın hiç biri düşman sefaininine tesadüf etmeyerek limanın karşı sahilindeki kayalıklara çarpıyordu. Osmanlıların adetleri veçhile bu kaleye de evvelce hiç bakılmamış olduğundan çürük kızaklar üzerine oturtulmuş olan ağır toplar sekr demlerinin tesiriyle amira surları çıkmış, surun bazı aksamı dökülüp bir zavallının da başı yaralanmıştı. Bu nevi hadisat birkaç kere daha vukua geldi. Lakin görüyordum ki Rumlar yalnız beş on gülle atarak Osmanlıları azap ve kendi cephanelerini iktisat ediyorlardı.
Bir gün ciddi bir muharebe-i bahriye seyir edeceğimize zahib olduk. Zevalden sonra kanalda bulunan Yunan abluka sefaini uzaklara doğru açılmışlar, Sakız limanının ağzında yalnız bir brik kalmış idi. Bu esnada Sakız muhafızı maiyetinde ve kalenin himayesi altında bulunan iki hafif harp uskunasıyla bir çekelve’den mürekkeb küçük müfreze-i bahriye düşman sefinesine hücum kastiyle limandan çıktı. Lakin bu hareketi uzaktan müşahede eden Rum sefainini hemen refiklerinin imdadına şıtap ettiklerinden küçük Osmanlı müfreze-i bahriyesi bir kuvve-i aliye önünde limana ricata mecbur oldu.
1827 sene-i miladiyesi teşrin-i evvelinde, benim Çeşmeden müfarakatımdan biraz sonra, Yunan asakir-i muntazama ve gayri muntazamasından ve birçok Avrupalı gönüllülerden, bir Sisamlı fırkasından mürekkeb olarak Fransız miralayı Fab Vie’nin kumandasında büyük bir kuvvet Sakız adasına çıkıp kaleyi taht-ı muhasaraya almış idi. Kısm-ı azami Arnavutlardan mürekkeb olup bir Arnavut ser gerdesi ile Sakız muhassalı kumandasında bulunan takriben yüz elli kişilik bir fırka Rumların vürudu üzerine şehrin ucundaki kâgir bir binaya tahassün etmişlerdi. Bunlar bazı şedid muharebat vukuattan sonra nihayet arz-ı teslimiyete mecbur olmuşlardır. Miralay Fab Vie’nin kumandası altında mükemmel bir topçu takımı var idi. Mumaileyh bu emin vasıta ile kalenin eski duvarlarında serian bir takım gedikler açmağa muktedir olmak lazım iken kaleye tahassün eden cüzi Türk kuvvetine karşı bir şey yapmağa muvaffak olamadı. Günler muvaffakıyetsizlikler içinde geçmeğe başladı. Fab Vie’ye muzhik bir cesaretsizlikle hala kale altına lağım kazmağa uğraşıyordu. Bu esnada Yunanlılar adanın zavallı Rum ahalisini soyup soğana çeviriyorlar ve onları adeta aç bırakıyorlardı. Yunan hükümeti ile Fab Vie’nin parlak vaatlerine kanarak bu işe birçok para feda eden Rum zenginleri artık bu tehirden bıkmışlar ve keselerinin ağzını sıkmışlardı. Sakız kalesine hâkim ve ani tahribine pek müsait olan bir tepeye toplar konularak buradan ateş edilmekte iken yukarıda şekillerini beğenmediğim yeni Türk asakir-i muntazamasından iki yüz kişilik bir müfreze kaleden bir hurç hareketi yapıp bu tabyayı istihkâmı Yunanlıların elinden zapt etti. Rivayete bakılırsa Türkler burada buldukları topları üç köşeli süngüleriyle çivilemek gibi bir maharetsizlik gösterdiklerinden bu mevki, biraz sonra kuvayı cesime ile hücum edilip bu küçük, lakin fedai fırka elinden büyük telefatla istirdad olunduktan sonra Rumlar topların faaliyetlerini suhuletle açmağa muvaffak olmuşlar. Bu istirdad hücumunda Rumların ve gönüllülerin kumandasında bulunan Locin isminde pek şeci ve kıymetli bir Hanover’li zat telef olmuştu. Elhasıl muhasara büyük muvaffakiyetsizlikle üç ay devam etti. Nihayet Yusuf Paşa pek kahramanane bir huruç hareketi icra ederek muhasırlarını siperlerinden kaçırdı. Kahraman kumandan Fab Vie’ye bu hali görür görmez maiyeti ile beraber rezilane bir surette gemilere can attı. Fab Vie’ye daha evvelce bacağından hafifçe yaralanmıştı. Adadaki bedbaht vali-i Hıristiyaniye bir kere daha 1822 isyanında olduğu veçhile Osmanlıların eline terk olundular. Ancak muhafız Yusuf Paşanın takdir namus ve şerefi, tekrim insaniyeti için şunu söylemeliyiz ki: ahaliden düşmana bilfiil iştirak etmiş olanlar hakkında bile Osmanlılar tarafından zerre kadar tecavüz vukua getirilmedi. Bir aralık Sakız’a birkaç Fransız sefine-i harbiyesi gelerek arzu eden sekte-i Hıristiyaniyeyi Sire, Tinos ve saire gibi mahallere sevk etti. Benim en taaccüb ettiğim bir şey varsa o da Yunan askerine kumanda eden bu Fransalı Fab Vie’nin ne için bu derece haiz-i şöhret olduğudur. Bu adamın Sakız seferinde duçar olduğu hezimet rezilane bunun hizmetinde bulunduğu müddetçe her yerde gördüğü hezimetlerden daha büyük değildir. Fab Vie’nin deruhte ettiği hiçbir vaka bilmiyorum ki adem-i muvaffakıyetle neticelenmiş olmasın. Fab Vie’ye bütün kabahati maiyetine atıf ediyor. Lakin bir kumandanın maiyetindeki askeri tanımaması daha büyük kabahattir. 1827 ilkbaharında Türk süvarisi Atina ovasında Rum ordusuna yıldırım gibi hücum ettiği zaman Fab Vie’ye büyük bir topçu kuvveti ve fazla mühimmat ile Akropol yani Atina kalesinde bulunduğu ve Osmanlı süvarisine top ateşiyle hasarat-ı azime iras etmesi muhtemel bulunduğu halde hiç ehemmiyet vermemiş olduğu gibi muhafızının açlıktan ölme raddesine geldiği bahanesiyle nihayet kaleyi Osmanlılara teslim ettiği vakit içeride daha bir ay idareye kâfi erzak olduğu anlaşılmıştır.
Hatırat: Kayser hazretlerinin, Müslüman ve Türk şehametine tarih kadar ebedi bir abide olan Çanakkale cephesini ziyareti.
Şu uzun makaleyi tercümemizde birçok maksatlarımız olduğu halde asıl maksadımız, kuvveyi bahriyeye lazım geldiği surette itina edilmemek yüzünden Yunan ihtilali esnasında koca Osmanlı imparatorluğunun nasıl müşkül ve badi-i hicab ve elem bir mevkide kalmış olduğunu erbab-ı hamiyet millete bir daha ihtar eylemektir. Yunan ihtilalinin ve bu ihtilalde Mora ve Teselya taraflarında ikinci bir Endülüs facia-i İslamiye sinin vukua gelmesinin ve bil netice başımıza bir Yunanistan ve daha sonra Balkan belalarının çıkmasının sebeb-i aslı ve hakikisi ancak bahriyesizliktir. Bu devletin bahriyesiz yaşayamayacağını anlamayanların ve iane-i hamiyette köşk davrananların Yunan ihtilali tarihini nazar-i ibretle tatkik ederek kanlı yaşlar dökmeğe ihtiyaç katileri var demektir.
Ali Rıza Seyfi
BİR MİLLET NASIL TERAKKİ EDER?
1
Mukaddeme:
Malum bir hakikattir ki yarım malumat insanı ale-l ekser yanlış yola sevk eder. Bu gün kimden isterseniz Japonya’nın terakkiyatına dair bir fikir sürünüz. Mutlaka iyi, kötü bir cevap alırsınız. Fakat aldığınız cevapları bir araya getirerek tasnif etmek isteyecek olursanız derhal içinden çıkılamayacak bir girdap tenakuza düşmüş olduğunuzu anlarsınız. Bunun sebebi şüphesiz noksan-ı malumat ve buna rağmen ne dense pek sevilen malumatfuruşluk hevesidir. Bir de bir memleket, bir vaka, hülasa her hangi bir şeyi hakkında mübtehirane bir malumat sahibi olmak için, bir iki muhabbet-l maruf karıştırmak kâfi görülür. Hiç unutmam, bidayet-i meşrutiyet de dar-ül fünunlara dair bir yerde bir konferans veriliyordu. Söz sahibi, işgal ettiği mevki itibariyle hakikaten bu mevzua dair söz söyleyebilecek zevatın ön safında bulunuyordu. Söze başladığı zaman dünyanın ilk dar-ül fünunu olmak üzere Fransa’nın bilmem hangi dar-ül fünununu gösterdi. Şüphesiz bu, pek fahiş bir hata-i tarihi idi. Bunu yanımda bulunan bir refike söylediğim zaman, ne yapayım Fransız ansiklopedisi öyle iddia ediyor, demişti. Zan ederim ki, pek muvafık bir cevap verdi.
Bu mukaddemecikten maksadım, bu nüshadan itibaren neşre başlayacağım silsile-i makalata bir girizgâh yapmaktan ibarettir.
Japonlar, dünyanın en son ve en seri terakki eden bir millet. İngilizler de onların çok vakitten beri ve el-yevm müttefikleri. Binaenaleyh Japonlar ve esbab-ı terakkileri hakkında en çok malumat şüphesiz İngilizlerde olmak lazım gelir.
Filhakika İngiliz hazâin kitabında Japonya’ya ve Japonlara ait yüzlerce belgede binlerce cilt kitap mevcuttur. Bu kitapların birçoğu, Pierre Loti’nin <<Madam Krizantem>> gibi en ziyade muharririnin zevkine, arzusuna tab’an yazılmış eserler; Bir kısmı da şüphesiz ciddi ve müşahedeye mübteni asardır.
Bu kadar varlık içinde bazı mütefekkirler yine yokluk veya hiç olmazsa noksanlık his ediyorlar, adeta vatandaşlarının tetkikat ve müşahedatına bile güvenemiyorlar. Mesela ismi bizim de birçoklarımızca malum olan meşhur İngiliz mecmua-i şehriyesinin sahibi mr. Sted; kalkıp doğruca Japonya’ya gidiyor. Birçok Japon ser amedanıyla görüşüyor. İki müttefik milletin biri birini hakkıyla anlayabilmeleri için Japonların asıl rehber terakkileri olan zevattan ihtisasları dâhilinde birer yazı istiyor ve alıyor. Bu yazılardan tertip ettiği takriben yedi yüz sahifelik bir kitabı, aldığı müsaade-i mahsusa üzerine mütevakki imparator Matsu – Hito’nun nam bülend terakki perverine itaf ediyor. Binaenaleyh bu kitabın ne derecelerde kıymettar bir şah eser olduğunu söylemeye hacet yoktur. Sanırım. Mr. Sted kitaba yazdığı mukaddemenin başında şöyle diyor;
- Tarih âlemde Japonya kadar az bir zaman zarfında hayret engiz bir
tekâmüle mazhar olmuş hiçbir memleket yoktur. Kırk seneden az bir zaman evvel Japonya, dünyanın büyük devletlerinin keyfine tabi bir millet idi ki bu devletler Japonya’nın zayıfından çok defalar istifade etmişlerdi. Japonyalıların hamiyet vatanperveraneleri ve imparatorla rical-i hükümetin idare-i dürbünaneleri Japonya’ya mesaili beynelmilelde öyle bir mevki vermiştir ki bu mevki sayesinde Aksa-ı Şarkın hâkim-i yegânesi kesilmiş ve aynı zamanda mecalis cihanda sözünü dinleyebilecek derece bir kuvvet ve kudret sahibi olmuştur.
Bu tebdil, acaba nasıl meydana geldi?
Bu tebdilin başlıca amili, Japonya’yı daima Japonlar için korumak ihtiyacı olmuştur. Pek akılâne bir surette idrak ve kabul olunmuştur ki bu işi, bu ameliyeyi tekâmülü en mükemmel tarzda becerebilmek için Japon halkının ecnebilerin bulunduğu seviyeye çıkması ve hatta onları geçebilmek kudretini iktisap etmesi zaruridir. Bu umumi tefevvuk ve ehliyet sistemi o kadar mükemmel surette tatbik edilmiştir ki biz bugün Japonya’da ecnebi unsuru diğer büyük milletlere nazaran pek az olan bir memleket görüyoruz. Aynı zamanda öyle bir millet görüyoruz ki hülasasını sarf kendi eliyle başa çıkarmıştır. Mehaza diğer memleketlerdeki kemale ermiş tecrübe meyvelerini de nazar-ı istihfaf ile görmemiştir.
Memleket her şube-i idaresinde mükemmel bir teşkilat ile teçhiz edinceye kadar seri ve kati bir temsilin takip ettiği bu intihab ve istifa usulleri bu günkü Japonya’yı meydana getirmiştir.
Fakat Japonlar, eğer şayan-ı hayret bir medeniyet-i milliye sahibi olmasalardı bu işleri asla başaramazlardı. Çünkü o eski medeniyet Japonya’yı, terakki sistemlerini, tarzlarını, usullerini bir takım müphem tafsilat yerine bir kitle halinde kabule karar kılmıştır. Japonya’nın öyle bir meziyeti vardır ki halkı, tam bir şarklı gibi mükemmelen düşünebilir ve düşüncelerinin netayicini de bir garplı kadar büyük bir katiyetle tatbik edebilir. Hâl-i hazırda görüldüğüne nazaran dünyada Japonlardan maada hiçbir millet bu iki taraflı mevhibeye malik değildir.
Binaenaleyh bilâ tereddüt denilebilir ki her türlü anasır tekemmül ile mücehhez ve kalpleri vatan perverlik ve sadakat hisleriyle çarpan bu şayan-ı hayret millet, mutlaka gaye-i ikbal ve terakkiye vasıl olacaktır.
Kitabın ilk babı mütevakki imparator Matsu – Hito’nun her biri Japon terakkiyatının birer basamak taşı makamında olan iradelerini ihtiva ediyor. Bittabi bu iradeler birçok iradat içinden suret-i mahsusada seçilmiştir. Diğer bablar, yukarıda söylediğimiz veçhile en ziyade sahib-i salahiyet zevat-ı aliye tarafından yazılmıştır.
Mesela “Japon kanun-u esasiyesi” ile “Japonya’nın büyümesi ve tefriki siyasiyenin vazaifi “ Marki – İşu tarafından yazılmıştır.
“kanun-u esasi altında siyaset-i milliye”
“ordunun büyümesi” “bu günkü ordu” bahisleri feld Mareşal Harki- – Yamaata tarafından:
<<Siyaset-i hariciye>> , <<terakki-i Maarif>> mübâhis Kont Okuma tarafından, bahriye bahsi de Amiral Sayto tarafından yazılmıştır. Mecmua 31 e baliğ olan diğer babların her biri birer mütehassıs kaleminden çıktığı gibi maliye, posta telgraf, maarif ve saire mübahası da devair-i aidesi taraflarından suret-i mahsusa da yazdırılmıştır.
Buraya kadar olan ifadatımızla kitabın ehemmiyet fevkaladesi bir dereceye kadar tayin etmiştir zan ediyorum. İşte bu ehemmiyet fevkaladedir ki ben oldukça kifayetli olan bu işi başarmaya sevk ediyor. Min Allahü Tevfik .
Ali Şükrü
Mecmua
Bu silsile-i makalatı dikkatle takip etmelerini sevgili kari’î lerimize ehemmiyetle tavsiye ederiz. Terakki, med ve cezir hassasını kuvvetle haizdir. Onun içindir ki ufak bir hata, büyük neticeler verir. Medeniyet hazıra yolunda yürümek isteyenler, önlerinde görecekleri numuneler arasında mahsusat-i milliyeyi şiddetli bir taassüble muhafaza ederek yükselen ve büyüyen bir milletin hatt-ı seyrine dikkatle bakmalıdırlar. Terakki esbabını düşünmeğe muktedir olduğumuz zamandan beri med ve cezirin envaını gördük. Medid ve mecburi bir devre-i tevkif bile, bu seyr-i terakkiyi ikmale mani olamamıştır. Belki bu da şerait ve i’raz-ı tekâmülden sayılır. Bir devre-i intibahı külhânî hattının temin eylediği tanzimat devresine hasr edemeyeceğiz gibi yalnız bir, İbrahim Müteferrika veya bir kâtip Çelebinin neşriyatıyla ona mebde-i bulmak keyfiyeti kabule de tarih göz önünde bulundukça meyyal değiliz. Fakat bu (devr-i intibah – Rönesans) ne zamandan ibtida ederse etsin, muvaffakıyet kâmile için başka milletlerden fazla zamana muhtaç durmaklığımızın esbabı bu gün için en mühim mevzu tetkik, yarın için en kuvvetli cihaz muvaffakıyettir.
Japonya hakkındaki bir eser-i mühimmin silsileyi makalat tarzında kari’îlere arz-ı sebebi de bu endişe-i milliyedir.
İş yaymakla, yapılan işlere muvaffak olmak arasında fark vardır. Bizde tanzimat devresini bir de teşkilat devresi takip etmiştir. Fakat teşkilatta muvaffakiyet ve adem-i muvaffakıyetin meftahı henüz elde edilememiştir. Asıl düşünülecek nokta da budur. Buz burasını düşündükçe zümreden ziyade ferde bakmağa, binaenaleyh makûs teverrüdave hak vermeğe mecbur oluyoruz. Her cihaz, mürekkeb olduğuna göre tahlil ile çıkacak netice, ne için efrad-ı cemiyete kabil-i tatbik olmasın? Bilmek, düşünmek, avarız hariciyeden kurtulmaya bilir. Fakat bilen de ona kendinden bir şey ilave etmez mi? Onun için henüz ferdi muhtaç-i tetkik buluyoruz. Vezaif-i ferdaniye ifa edilemediği takdirde kitlenin muvaffakıyetini meşkûk görüyoruz. Çünkü gözümüz önünde pek yakın ve açık misaller dürüyor.
Manzume-i ictimaiye arasında ferd kabil-i ihmal olamıyor. O kadar ki, ihmali umumi müessir oluyor. Terakki vadisinde atılacak adımlardan beklenilen neticeler için bu suretle elde edebileceği itikadındayız.
Japonya’nın esbab-ı terakkisini bize anlatan son eser, bil münasebet bu satırları da yazdırdı. Pek çok misalleri ile görülüyor ki biz bu gibi eserlere de çok muhtacız. Onun içindir ki, genç hayıendiş muharrirlerimizden Sami Zade Teryapanın ahiren “Day Nippon – Büyük Japonya” unvanıyla neşir ettiği ufak kitapta büyük ehemmiyet atıf ediyoruz. Çünkü evvela, tetkik ve müşahede mahsulüdür. Saniyen faraza bir coğrafya lügat namesi açılarak birkaç satır tercümesiyle yazmamış. Japonya’yı herkesten iyi tetkik etmeği, hatta bekayı hayat namına elzem ad eden İngiliz’in, semerat teşrihi de yakinen tetkik olunmuştur. Biz, genç muharririn bu hizmetini şayan-ı takdir gördüğümüz sırada mecmuaya dercine ibtida edilen makalat hakkında da bir daha celb-i enzar eyleriz.
Risale-i mevkute-i bahriyeden:
Tahtelbahir mi? Muharebe gemileri mi?
Harb-i umumi bütün şiddetiyle devam ederken ilim ve fen de durmayıp terakki ediyor. Esasat asliye-i sevk-ül ceyşiye müstesna olmak üzere harp biri bahr-i kavaid ve nazariyatında dahi daimi bir tebdil ve tekâmül müşahede edilmektedir. Tahtelbahir silahının üç sene zarfında pek çok terakki etmiş olması, fenni harp bahri mütehassısları arasında yeni bir bab-ı mübahase açmıştır. Bu münakaşa dretnotu m tahtelbahri mi? Meselesi etrafında deveran etmektedir. Son derece mühim bir müdafaayı milliye meselesi olmak itibariyle, harbin hadisat rûz-merresine rağmen bütün ilm-i bahriyi işgal eden bu mübahaseye bizim bigâne kalmaklığımız elbette doğru olmazdı. Devlet-i Osmaniye, her türlü terakkiyat ve tekâmülat asriyeyi-ı, bilhassa müdafaa-i milliye ye ait mesailde, pek yakında tetkik ve takibe mecbur bulunduğu için, böyle bir kayıtsızlık bizim için hatta muzır ve tehlikeli olurdu. Erkân-ı harbiye-yi bahriye üçüncü şubesi tarafından neşir olunan ve en güzide bahriye zabitlerimizin kıymettar makalat meslekiyesini ihtiva eden “Risale-i mevkute-i Bahriye” nin bu mühim meseleyi layık olduğu ehemmiyetle mütenasip bir vukuf ve itina ile tetkike başladığını memnuniyet ve şükran ile görüyor ve muktedir genç bahriyelilerimizden Mehmet Şevket Beyin <<dretnot mu, tahtelbahir mi?>> münakaşasını tetkike hasr ettiği vukufâne bir makalesini, müdafaayı milliye ta’liki olan her mesele ile iştigal etmeği mübeccel bir vazife-i vataniye ad eden Donanmanın sahaifine nakil ve iktibas ediyoruz. Ciddi bir tetebbu ve vukufa müstenid olmak şartıyla bu mühim meseleye ait diğer yazıları da her zaman derce hazırız.
Heyet-i tahririye
Dost, bitaraf veya düşman hemen her memlekette münakaşa edilen bu mesele ahiren bizim matbuatta da mevzu bahis olmaya başladığından bu hususta bazı izahatta bulunmak icab etmektedir.
Fakat bu meseleyi tedkik etmeden evvel büyük muharebe gemilerinden mürekkeb donanmaların hakiki rolünü bilmek lazımdır.
Bu rolü uzun uzadı – tedkik – olarak tafsil etmekten ise bu gün devam etmekte olan harp umumiden bir misal alarak tadkik eylemek elbette daha muvafıktır. Bizim için en iyi misal de şüphesiz Çanakkale’ye karşı iki büyük devlet bahriye tarafından tertip edilip hüsran tam ile neticelenen hücumdur.
Çanakkale seferi meydandan müntehasına kadar tedkik edilirse itilaf donanmasının rolü tamamen ifa ettiği görülür.
İtilaf donanması: –
1 – Deniz yollarını tathir ederek dünyanın dört köşesinden devşirilen istila ordusunun selametle nakline muvaffak olmuştur.
2 – Bu ordunun düşman arazisinde ve mevki-i müstahkem civarında kaleye ihracını ve sahilde tutunmasını temin etmiştir.
3 – Mezkûr ordunun mütemadi erzak ve levazım-i harbiye ihtiyacatı tatmin etmiştir.
Düşman ekâbir ricalinin azimet furuşane beyanatı hilafında olarak mezkûr ordunun firarı kararlaştırıldığı zaman şube hazireyi tahliye ameliyatı da başarmıştır.
Deniz aşırı hükûmât arasında vukua gelen harplerde donanmanın hissesine isabet eden vezaif askeriyenin ruhu belâde muhtasaran beyan edilen dört maddede mündemiçtir.
Böyle bir harpte donanmanın hakiki rolü terakki bahriyenin kontrolünü ele almaktır. Bu da düşman donanmasını ya açık deniz muharebesiyle imha veya muharebeden ictinab ettiği takdirde limanlarda abluka etmeğe kabildir.
Bundan sonra düşmen ticaret bahriyesinin tahribi, düşman sahilini topa tutmak ve saire ehemmiyetli meseleler teşkil etmekten uzak kalır.
Donanma, düşman kuvayı bahriyesini – imha suretiyle veya abluka tarikiyle – açık denizlerden tard ettikten sonra düşmanı sulha razı etmek orduya ait bir vazifedir.
Şimdi bu esası Çanakkale muharebatına tatbik edersek, burada hezimet katiyeye uğrayan, itilaf donanması olmaktan ziyade, itilaf ordusu olduğunu ve şanlı Türk kuvvetinin galip geldiğini görürüz.
İnsanlar karada yaşadıkları için deniz zaferleri, ordunun iştiraki olmaksızın harbi hitama erdiremez. Düşmanın iktisadiyatını ihlal eder ve birçok mahrumiyete uğramasına mucib olur. Fakat bu tarz harp, yani yalnız deniz muharebeleri, bir tarafı tahrip etmekle beraber diğer tarafı da tamamen yorar ve tedricen yıpratır. Nitekim İngilizler denizlere hâkim oldukları halde muharebeyi garp cephesinde karada, neticelendirmeye savaşmaktadırlar.
5 Mart mağlubiyetiyle hitama eren bahri hücumlar esasen akamete mahkûmdu. Çünkü düşman donanması, yalnız başına orduya ait bir vazifeyi ifaya yeltenmiş – kuvayı berriye ile – harbe girişmiş ve bu veçhe ile vezaifi
[Mısırda Hıdiv ilan edilen ve ahiren vefat eden Hüseyin Kamil solda halefi Fuad sağda]
hududunu tecavüz etmişti. Haddini tecavüz edenlerin duçar olacakları akıbet ise böyle dayak yemektir.
Vakıa Amerika muharebat dâhiliyesinde Amiral Foregut Missisipi nehrinin methalini forsa ederek geçmişti. Fakat mezkûr nehrin methali, her nokta-i nazardan, Çanakkale’ye benzemediği gibi cenubiler de teşkilatsızlık ve birçok nevakıs içinde idiler.
Bazı tahtelbahir tarafdaranının iddiası veçhile tahtelbahirlerin Çanakkale önünde İngiliz muharebe gemilerini batırması düşmanın makam-ı saltanat Osmaniye’nin kapılarını zorlamadan sarf-ı nazar etmesine sebep olmamıştır. Vakıa tahtelbahirler bu sahada HMS Majestic ve HMS Triumph namındaki İngiliz zırhlılarını birbiri arkasından batırmıştır. Fakat kale ağzındaki, mühim faaliyetleri de bundan ibaret kalmıştır. Hatta tahtelbahirler o civarda dolaştıkları zaman düşman Anafartalar’a mühim bir ordu ihraç etmiştir.
Bunlar gösteriyor ki, düşman donanması tahtelbahirler karşısında aciz kaldığından değil, ordusu Türk mukavemetini kıramadığından bu teşebbüsü terk etmiştir.
Çanakkale etrafında yapılan ve mevzumuza en ziyade temas eden bahri hareket, tahtelbahirlerin mevcudiyetine rağmen, düşmanın evvelen Anafartalar’da ve bila hare Seddülbahir’deki kuvvetlerini geriye çekip sefain nakliyeye irkab ve istediği yere nakil etmesidir. Bu vaka gösteriyor ki, tahtelbahirler karşısında henüz dretnot modası geçmemiştir.
İskajerak muharebesine irili ufaklı iki yüz kadar sefain-i harbiye iştirak ettiği ve muharebe beş altı saat devam eylediği halde tahtelbahirlerin mezkûr muharebeye hiç tesiri olmamıştır.
Bu muharebede en ziyade top iş görmüş ve koca yirmi yedi bin tonluk muharebe kruvazörleri top ateşiyle imha edilmiştir. Torpido yarası alan büyük muharebe gemilerinin birçoğu ise muharebeye devam etmesine imkân bulmuştur.
Zafere doğru: şark cephesinde Yak Schtadt’da Alman nakliyatı.
Mamafih beyanat Anka’dan tahtelbahirlerin bir işe yaramayacağı fikrinde bulunduğumuza zâhib olunmasın, bilakis bu sınıf sefain terakkiyat ahireleri dolayısıyla mühim bir silah halini iktisab etmişlerdir. Maksadımız bir iki mah mukaddem ceraid-i yevmiyeden birinin baş makalesinde dermeyan edildiği gibi yalnız tahtelbahir vasıtasıyla <sahil mahruse> ye malik olamayacağımızı ve tahtelbahirlerin dretnotu hal’ edemediğini anlatmaktır.
Selanik seferinin de tahtelbahir faaliyeti tesiriyle duçar-ı akamet olduğunu iddia etmek – geçenlerde yapılan ve bu günlerde tekrar edileceği Alman harp raporlarında zikir edilen taarruz nazar-ı dikkate alınınca – cây-i temeldir.
Bugün Alman sahilinin engiz donanmasının taarruzundan masun bulunması her halde tahtelbahir korkusundan değildir.
Bir defa ordunun iştiraki olmadıkça sahile karşı donanma ile yapılacak taarruz, duçar olunacak zayiata değmez ve müsmir netice vermez. Tamamen harbe mahya büyük bir Alman donanması mevcut oldukça müteaddid nakliye sefaini kafilelerinin şimal denizinde seyir etmeleri ve ihraç yapabilmeleri tehlikeli bir oyundur.
Büyük muharebe gemilerinin sık sık denizde görünmemeleri bazılarınca tahtelbahir korkusuna atıf edilmektedir. Hâlbuki mesele esasından ve bitaraf hane tedkik edilirse bu iddianın da doğru olmadığı tezahür eder. Çünkü hâkimiyet-i bahriyeyi temin ettikten sonra büyük filoların denize çıkmalarına yoktur. Bunlar vazifelerini görmüştür. İş mükemmel bir istikşaf şebekesi tesis ederek tarik-i bahriyenin kontrolünü teminden ibarettir. Diğer taraf bu vaziyeti ihlale tesbit ettiği anda muharebe filolarının tekrar vazife başına koşacakları şüphesizdir. Bu tahtelbahirlerden havf etmeyecekleri bir iki vaka ile sabittir.
Zamanımızda sırf muharebe etmiş bulunmak için muharebe edilmez. Muharebat bir gaye uğrunda icra olunur. Ve iyi düşünürsek itilaf donanmasının açık deniz harbi yapmasına bir sebep yoktur. Mezkûr donanma harbin umumi olması dolayısıyla Avrupa suları haricinde de cihanşümul bir hâkimiyet tesis etmiştir. Bir müddet evvel Hollanda kara suları dâhilinde Alman ticaret sefaininin baskına uğraması, hüküm edilemeyen sularda gemi gezdirmenin güç olduğu ispat eder.
Şiddetli tahtelbahir harbindeki muvaffakıyet de büyük muharebe gemilerinin modası geçtiğine delalet edemez.
Zafere doğru: Ahiren müttefiklerin harika tema savletler ile aştıkları İtalya cephesinde bir Avusturya tarassut mevkii.
Bu hal evvela İngilizlerin tatbik ettikleri umumi ablukaya mukabil ve o cinsten bir harekettir. Hakiki ve askeri bir harp sayılamaz. Saniyen İngilizlerin muharebe gemileri adeden faik olduğu için Alman bahriyesi, mukabelen bu tedbire müracaat etmiştir. Aksi hal mevcut olsa idi bir iki düzüne kruvazörün birkaç haftalık cevelanı Britanya krallığına çoktan aman talep ettirirdi.
Vakıa Alman tahtelbahirleri İngiliz adaları etrafında şehri bir milyon tonluk sefine-i ticariye imha etmekte ve bazen İngiltere sahilindeki mevki askeriyeyi de topa tutmaktadır. Bu vaka karşısında muharebe gemilerine lüzum kalmadı, demek tıpkı tayyare faaliyeti karşısında ordu vükela berriyenin lüzumunu inkâr etmek gibidir. Tayyarelerde cepheler arkasındaki mevaki bombalamakta ve buna ordu mani olamamaktadır. Hatta tayyare müdafaası ile muvazzıf olmayan kıtaat berriye havai hücumlarda mahfuz mahallere saklanmaktadır.
Bu hale bakarak nasıl ki, yine orduya lüzumsuz diyemeyeceğiz. Bunun gibi tahtelbahir karşısında kendini saklamak isteyen muharebe gemilerine de lüzumsuz diyemez. Zira ordu veya sefainin bilfiil mücadelede olduğunu farz edelim. Ne tayyare ne de tahtelbahir bunlara mani olamaz.
Tahtelbahirler filhakika sefin Harbiye’nin serbesti harekâtını bir dereceye kadar ihlal etmiştir. Fakat bu keyfiyet, tıpkı torpidobotların donanmanın gece harekâtı sekteye uğratması gibidir. Aynı zamanda unutulmamalı ki, el-yevm hal-i faaliyette bulunan muharebe gemileri tahtelbahirlerin bu kadar terakki etmediği ve edeceği tasavvur olunmadığı zamanlarda inşa olunmuşlardır. Bu günkü muharebe gemileri arasında iki ve hatta üç tahtelbahir torpil yarasına tahammül eden ve edecek olan sefain mevcut olduğuna göre atiyen inşa edilecek gemilerin daha fazla su altı yarasına tahammül edebileceklerini söylemekle yanlış bir şey söylemiş olmaz.
Halasdan sonra: Romen ve Moskof mezaliminden kurtulan Dobruca Müslümanlarından bir numune.
Torpido silahı seri gemilere vaz olunduğu zaman buna benzer münakaşat zuhur etmiş ve torpido sefainine bel bağlayan Fransa ikinci kuvveyi bahriye makamından ta beşinci dereceye düşmüştür.
Denize hâkim olmak ve denizden istifade eylemek, yani deniz üzerinden askeri ve ticari nakliyatta bulunmak demektir. Bu halde arkasında ticaret gemisi gezdiremeyen sefain harbiye – tahtelbahirler – denize hâkim olamaz. Belki başka birisinin hâkimiyetini rahnedar eder. Bundan başka İngiltere’ye karşı müessir olan tahtelbahir muharebesi her memleket için aynı nispette müessir olamaz. Nitekim ittifak murabbaın abluka altında bulunması biz ve müttefiklerimizi azmimizden döndürememiştir.
Tahtelbahirlerde torpido sefaini gibi büyük muharebe gemilerine arkadaş olabilir. Fakat hiçbir vakit – her manasıyla – onları hal edemez. Bunlar sefin-i harbiyeyi gafil avlamak ve baskına uğratmak şartıyla pek mühim iş görebilir. Su altındaki süratleri umumi bir muharebeye iştiraklarına manidir. Muharebenin kızgın anlarında baca ve toplardan çıkan dumanlar arasında dost ve düşmanı tefrik etmeye periskopları şimdilik müsait değildir.
Tahtelbahir mi yoksa muharebe gemileri mi? Meselesinde tamamen tahtelbahir tarafını iltizam edenlere son cevap olmak üzere Amerika’nın önümüzdeki iki üç sene için tertip ettiği bahriye programına müracaat etmelerini tavsiye ederiz. Bu programda 35000 tonu mütecaviz muharebe gemileri görülmektedir.
Velhasıl şimdiye kadar olduğu gibi bugün de bir donanmanın temeli büyük ve kuvvetli muharebe gemileridir. Yani muharebat-ı bahriyenin birinci amili olan topun en büyüğüne hamil olan seri ve kuvvetli zırhla mahfuz sefaindir. Kuvveyi bahriye bir ağaca teşbih edilirse muharebe gemileri gövde ve kök, tahtelbahir ve torpido sefaini ancak dal ve budaktır.
Mehmet Şevket
İSKAJERAK MUHAREBE-İ BAHRİYESİ
“JUTLAND”
8
Gecen nüshadan mabad
Üçüncü safha
Amiral Jellicoe’nun sahne-i harbe muvasalatı ve muharebeye iştirakiyle beraber İskajerak muharebesi üçüncü ve en şedid, en mühim safhasına dâhil olmuştur. Bu esnada saat sekize gelmiş bulunuyordu. İngiliz kuvveyi asliyesi, evvel emirde şimal garbiden garba doğru uzuyor, bade şarka doğru bir nim daire resim etmekte olan Amiral Beatty ve Amiral Thomas’ın kumandaları altındaki İngiliz Kuvayı istikşafiyesiyle birleşmeğe teşebbüs ettikten sonra geriye dönerek şarktan cenup şarkiye doğru meyil eden bir hatt-ı seyir takip eyliyordu.
İngiliz kuvveyi asliyesi:
Amiral Jellicoe’nun kumandasında olarak musaraaya giren bu müthiş kuvvet, dünyanın en muazzam kuvveyi bahriyesi, atideki sınıflara mensup lâ-akall 25 – 26 tane cesim hatt-ı harb gemisinden mürekkeb idi.
Bu hatt-ı harp gemilerinin refakatinde leva amiral Hod’un kumandasındaki üçüncü muharebe kruvazör filosu ile leva amiral Arbusnot ve Hot’un kumanda ettikleri her biri üçer gemiden mürekkeb iki zırhlı kruvazör filosu bulunuyordu ki bu sefain de atideki sınıflara mensup idi.
Başkumandan Amiral Jellicoe İngiliz donanmasının dördüncü filosu cüzi tamlarından olan dretnotu bulunuyordu. Erkan-i harbiye reisi ferik Amiral Charles Madden idi.
Büyük donanmaya terekküb eden sefain ve filoların teşkilata, İngiliz başkumandanı tarafından – Almanlarca dahi daha pek büyük bir ihtimamla vaki olduğu üzere – ifşa edememiştir. Mamafih sör (Jellicoe) Almanlar kadar ketum davranmamış ve raporunda birinci, ikinci ve dördüncü olmak üzere üç hatt-ı harp filosunun harekâtından bahis ve kumandanlarının isimlerini zikir etmiştir. Marliyora zırhlısı birinci filoda Amiral sör Sesilburno’nun , kral beşinci George zırhlısı ikinci filoda Amiral sör Thomas Ceram’ın sancak gemisi idi. Dördüncü filo Falkland galibi ferik Amiral sör Stardy’nin kumandasında bulunuyordu. Almanların iddiasına göre Royal Soverign sınıfını teşkil eden son sistem gemilerden üçü muharebeye iştirak etmiştir. Filhakika amiral Jellicoe’nun raporunda bu gemilerden birinin ismi zikir edilmekte, hms Marlborough dretnotu bir torpil isabeti ile kısman harbe gayri salih bir surette rahnedar olunca birinci filo kumandanı Amiral Sesil burni’nin kendi forsunu [yani kumandanlığa mahsus olan bayrağını] Royal Sovereign sınıfından Revenge’e nakil ettiği beyan edilmektedir. Wise Amiral Beatty’nin donanmasında ise, leva amiral DeBurk, birinci muharebe kruvazör filosu kumandanı sıfatıyla Prens Royal’da, leva amiral Pakenheim’da ikinci muharebe kruvazör filosu kumandanı olarak New Zealand’da bulunuyorlardı.
Jellicoe’nun muvasalatı:
Düşman kuvveyi asliyesiyle muharebeye tutuştuğuna dair, amiral Beatty’den alınan haberler üzerine İngiliz ana filosu, der-akab cenup şarki istikametinde, sahne-i harbe doğru seyir etmeğe başlamıştı. Beatty ve Thomas filolarının faik düşman kuvvetleri tarafından ihata ve imha edilmesine meydan vermemek için amiral Jellicoe İngiliz donanmasına azami süratle seyir edilmesini emir ediyor ve saatte 26,5 mil giden üçüncü muharebe kruvazörü filosunu, tam yolla amiral Beatty’ye muavenete koşturuyordu. Jellicoe’nun raporunda kemali sitayişle zikir edildiğine göre, üç saat kadar devam eden bu seyir esnasında İngiliz dretnotlarının ekserisi, muayyen süratlerinden daha fazla bir sürat temin etmişlerdi. Başkumandan, bu gayret ve muvaffakıyetlerinden dolayı muahharen İngiliz sefain cesimesinin makine mürettebatına suret-i mahsusada teşekkür etmiştir.
Amiral Jellicoe filosundan Alman donanmasıyla temas eden ilk amiral gemi Hod’un kumandasındaki üçüncü muharebe kruvazör filosu refakatinde bulunan Gester hafif kruvazörü olmuştur. Biray istikşaf ayları gönderilen bu kruvazör, üç dört Alman kruvazörüne tesadüf ederek onlarla muharebeye girişiyor, bir müddet sonra amiral Hod’un hms İndomitable sınıfı üç gemisi amiral Beatty’nin filosunu uzaktan görerek bunların ilerisinde ahz-ı mevki eyliyordu. Üçüncü İngiliz muharebe kruvazör filosu Alman donanmasının en ilerideki pîş-dar sefinesinden 7500 metre mesafede bulunuyor ve Beatty filosunun da yardımıyla bu gemiyi – ki Lotsuf muharebe gemisi olması muhtemeldir – şiddetle tazyike başlıyordu.
Amiral Beatty’ye bu suretle ilk kuvveyi imdadiye iltihak ederken amiral Jellicoe’nun filosu da muharebe sahasına iyiden iyiye takrib etmiş idi. Saat 7,45 de kuvveyi asliyeden top gürültüleri işitilmeye başlanmış, 7,55 de top alevleri fark edilmiş ise de havanın bulanık ve sisli olması hasebiyle hiçbir sefine görülememişti. Bundan dolayı amiral Jellicoe Alman kuvveyi asliyesinin mevkiini tayin edemediği gibi İngiliz kuvayı istikşafiyesiyle da henüz temas hâsıl eyleyememişti. Havanın puslu olması İngiliz kuvvetlerinin birleşmesini eşkâl ve ağlak ediyordu. Saat 8 de amiral Jellicoe’nun donanmasından bilahare İngiliz muharebe kruvazörleri olduğu anlaşılan, bir takım gemiler müşahede ediliyor, bu suretle Beatty filosuyla temas tesis olunuyordu. Amiral Beatty evvela, düşman muharebe kruvazörlerinin, bade düşman kuvayi asliyesinin mevkilerini başkumandana bildiriyor, müteakiben İngiliz ana filosuyla kuvveyi istikşafiyesi yani Jellicoe ile Beatty yekdiğerine iltihak ediyorlardı. Gerek üçüncü İngiliz muharebe kruvazör filosunun gerekse İngiliz ana donanmasının Beatty ile birleşmeden evvel icra ettikleri pîş-dar musadematını aşağıda tafsil etmek üzere, İngiliz kuvveyi asliyesinin görünmesini müteakip, Alman donanması başkumandanının ittihaz ettiği karar ve aldığı vaziyeti tetkik edelim.
Abidin Daver mabadı var
TEHLİKE
– mabat –
Ticareti daha emin yollara sevk ettiklerine taalluk eden cümleler, bundan sonra gemilerin, İrlanda’nın şimalinden düşüp Glasgow’da hamulelerini çıkaracaklarına delalet edebilirdi. Ah! İki tahtelbahircik daha, bu medhali de kapamak için! Biz İngiltere’yi tamamen tahrip için dört yerine ancak altıya arz-ı ihtiyaç ediyoruz. Ya rabbi otuz kırk tahtelbahire malik bir düşmana karşı İngiltere ne yapacak? Birçok müzakereden sonra, dört kıta ikinci sınıf tahtelbehirin İrlanda şimalinde ve İskoçya kurbunda geşt ve güzara başlamaları için bir Fransız limanından şifreli telgrafhane çekmeğe karar verdik. Bunu yaptıktan sonra Stefan’la beraber Manş’tan aşağı inip oralarda icrayı hareket edecektik. Bu esnada ise diğer iki gemimiz İrlanda denizlerinde ifayı vazife edebilirdi. Planı böylece kararlaştırdıktan sonra, sabahleyin erkence Manş’ı geçmeğe azim oldum. Biraz sonra Britanideki Eutrata nam kariyeye geldim. Ve telgrafımı oradan çektikten sonra Felmouth’a yol verdim. Esnayı seyirde, Eutrata’ya doğru kemali süratle giden iki İngiliz kruvazörünün omurgaları altında geçtim ki bunlar bizim orada olduğumuzu telsizle istihbar etmişlerdi.
Manş’tan aşağı inerken, elektrik makinalarımızda bir kısa devre müşkülatı zuhur etti. Gemi şaftlardan birini tebdil ve bunlardan bazılarının teceddüd için birkaç saat satıh bahride seyre mecbur kaldık. Bu zaman pek nazikti. Bir torpido üstümüze gelmiş olsaydı dibe dalamayacaktık. Müstakil tahtelbahirleri bu gibi arızaya karşı icap eden çarelere haiz bulunacaktır. Makinist Morunun mahareti sayesinde işleri yerine koyduk. Fevk-al bahr bulunduğumuz müddetçe, bizimle İngiliz sahili arasında bir sebh tayyarenin sebh etmekte olduğunu gördüm. Bir ot kümesi üstünde duran, havada bir atmaca uçtuğunu gören bir farenin ne his ettiğini şimdi ben anlayabilirim. Ne ise her şey yolunda gitti. Fare, su faresine tahvil etti ve zavallı kör ihtiyar atmacaya müstehziyane kuyruğunu salladı. Sonra sevimli, emin ve yeşil âlem-i asudenisine daldı ki bu âlemde onu zahmedide edecek hiçbir şey yoktu.
Buna’nın Eutreta’ya geçmesi Çarşamba gecesi vaki olmuştu. Cuma gününün zevali geçmişti ki biz henüz saha-i cevelanımıza gelebildik. Yolda yalnız bir büyük gemi gördüm. İka ettiğimiz dehşet Manş’ı sefainden hali bir hale getirmişti. Bu büyük geminin pek zeki bir kaptanı vardı. Fevkalade mahirane manevralarla gemisini salimen Times’a ishal etti. Yirmi beş milden aşağı olmayan bir süratle Manş’ı zikzak olarak çıkıyordu. Hiç olmayacak cihetlerde tebdil-i rota ediyordu. Hatt-ı seyrini kat edecek veçhile hesabatta bulunamıyorduk. Bittabi o bizi görmemişti. Fakat bulunmamız ihtimaline karşı yapılacak manevranın bundan ibaret olduğunu düşünmüştü. Hülasa, gemisini kurtardı. O bu muvaffakıyete layıktı.
Lakin bu hareketler, ancak vasi bir kanalda yapılabilir. Ona Times methalinde tesadüf etmiş olsaydım hikâye edilecek vaka pek ziyade başkalaşırdı. Kalmuta yaklaşırken korkudan gelmekte olan tereyağı ve peynir yüklü 3000 tonluk bir gemi batırdık. Bu üç günden beri yegâne muvaffakıyetimizdi.
Bu gece [ 16 Nisan, Cuma ] Stefan’ı çağırdım. Fakat cevap alamadım. Mev’id mülakatımızın birkaç mil yakınında bulunduğu ve o da bu gece karanlıkta seyir ve cevelan etmeyeceği cihetle bu sükûnete bir mana veremedim. Belki telsizi bozulmuştu. Fakat hayıf ( Bricoshav ) balıkçı kayıklarının birinde elde ettiğim ( Western Morning News ) gazetesinin bir nüshasından sebeb hakikiyi öğrendim. Kapa şeci kumandan ve efradıyla beraber, şimdi, Manş denizinin ka’rı zalâm engizinde – idi. Gazete münderecatına göre, kendisinden ayrıldığımızdan itibaren en aşağı beş gemiye tesadüf ve onları gark eylemişti. Bu işlerin Kapa tarafından yapıldığına hüküm etmiştim. Çünkü bu sefainin kâffesi top atışıyla batırılmış ve bu vukuat Dawn sahilinin cenubunda tahaddüs etmişti. Kapa’nın akıbetini hikâye eden kısa telgraf namenin serlevhası:
Bir düşman tahtelbahrinin garkı:
İskajerak muharebe bahriyesi: ikinci sahanın bidayetinde Beatty’nin muharebe kruvazörleri uzaktan Alman kuvayı asliyesini müşahede ederken.
İdi; kalmuttan çekiliyordu ve muhteviyatı şundan ibaretti; P. O. Kumpanyasının Makedonya ismindeki posta vapuru dün geçe su kesiminde beş mermi yarası olduğu halde limanımıza muvasalat etti. Süvarisi Dizard’ın keşişleme cihetinde 10 mil mesafede düşman tahtelbahri tarafından hücuma uğradığı rapor ediliyor. Bu tahtelbahir, torpidolarını istimal edeceği şerde her hangi bir sebepten dolayı satıh bahre çıkarak 12 librelik nim zat-el hareke topuyla mermi endahtına başlamış, şüphesiz tahtelbahrin süvarisi Makedonya’nın top ile müsellah olduğunu bilmiyordu. Hakikatte ise Manş’ta tahtelbahirlerin mevcudiyeti ihbar edildiği zamanından itibaren Makedonya top ile teçhiz edilerek bir muavenet kruvazör haline ifrağ edilmişti. Makedonya seri ateşli topuyla ateş açarak tahtelbahrin kulesini uçurmuştu. Humbaraların tahtelbahri tamamıyla delip geçtiği pek muhtemeldi. Çünkü kapıları açık olduğu halde derhal battığı görülmüştür. Makedonya, yalnız tulumbaların anasıyla suyun yüzünde kalabilerek limanımıza muvasalata muvaffak olmuştur.
Mabadı gelecek nüshaya.
Ermeni komitalarının amal ve harekât ihtilaliyesi
Mecmua, uzun bir makale-i tetkikiye ile Ermeni komitalarının harekât-ı maziye ve haliyelerindeki butlanı, tarihin ve ilmin tetkikatıyla red ve cerh eylemişti. Bu defa baladaki unvan ile yazılan bir eserin istifadesi tamim edilmiş, umumun enzar-ı ıtlaına birçok hakayık vaz olunmuştur.
Ermeni komitelerinin meşrutiyetten evvel ve sonraki harekât ihtilaliyesi, bu kavmi manzume-i Osmaniye’den tefrik için kullandıkları vesait, teşebbüs ettikleri işler birçok vesaik ve tesavir ile nisbiyet edilmiş, mühim ve tarihi bir eser meydana çıkmıştır. Merkez tevzii, bab-ı âli caddesinde İkbal kitaphanesi, fiyatı otuz kuruştur.