ÇOCUK HİKAYELERİ
Güzel hikâyeler altın kitaplar : 5
Amerika’nın en meşhur çocuk kitaplarından:
ALTINİŞ
____*****____
İngilizceden mütercimi;
Nilüfer Baha
—–*******—–
Satış yeri:
Maarif kitap hanesi
İstanbul: babı âli caddesi
1927
Güzel hikâyeler altın kitaplar: 5
Mekteplilere resimli güzel hikâyeler:
ALTIN KİTAPLAR
Sayfa:2
İngilizce mukaddimesi
“ Altın kitaplar “ serisi, tedriç usulüne riayet edilerek meydana getirilmiş (malûmatı ahlakiye ) kitaplarıdır. Bunlarda takip edilen usul: (bilvasıta usul) dür. Çocuk – müşahhas şeylerle ve alâkasını da uyanık tutarak peri masallarıyla, efsaneler ile hikâyelerle, latifeler ile hakiki hayattan alınmış vakalar ile erkek ve kadın kahramanların serencamlarıyla, tercüme i haller ile tarihi vakalar ile ahlak mevzularına çekilmiştir. Bu ( bilvasıta usul )ün bu bab da ( bilavasıta usul )e mercuh olduğu, yapılan bir ( anket-tahkikat ) neticesinde anlaşılmıştır. Bu anket, Amerika da yapılmış olup muallimlerin yüzde doksan beşi ( ahlaki malûmat)da ( bilvasıta usul )ü tercih etmişlerdir. Çocuk ruhiyatı ve ilk gençlik ruhiyatı da bunu teyid eder.
Mevzuları yazmada, seçmede, tertipte çocukların (entere) alâkası daima nazarı dikkatte bulundurulmak suretiyle pedagojinin son neticelerine riayet olunmuştur.
Seçilen parçalar, en iyi edebiyat menbalarından alınmıştır. Bu babda kırk eski, kırk yeni ( klâsik )lere bol bol müracaat olundu. Mevzuların yalnız ahlaki muhteviyat ve kıymetine değil, aynı zamanda edebi ve cazibedar olmasına da itina edildi. Tertip itibariyle tederrüce de dikkat olunarak kitaplardaki
Sayfa: 3
mevzular gittikçe yükseldi. Bunların hepsi, Newyork mekteplerinde ameli bir muhakke vuruldu. Takip olunan usul, derç olunan parçalar, gözetilen tedriç, alakalılıktır. Nokta-i nazarlarından, bu günün tecrübeleri mahsulü daima göz önünde tutulmuştur. ( altın kitaplar ) serisinden maksat edebi, aynı zamanda tedrice riayet olunmuş ahlâka dair malûmatı havi kıraat kitapları meydana getirmektir.
Bu kitapları çocuklara okuturken ayrıca hususi bir usul tedrise ihtiyaç yoktur. Diğer kıraat parçalarında takip olunan usul veçhile sual ve isticvap usulü bu ahlakı kıraatte da kâfidir. Eğer okunan parçanın ahlakî kıymetine çocuğun nüfuz edemediğine muallim hüküm ederse, o zaman, muallim, mahirane sualler ile parçanın ahlakî kıymetine nüfuz ettirmekte çocuğa rehberlik eder. Lâkin ( bila vasıta ) usulle müracaattan ihtiraz etmelidir. Çok şayanı temindir ki çocuk yüksek ahlaklılığı bizzat kendi bulsun, buna muallimin teşvik ve vaazıyla varmış olmasın.
İşte bu nokta-i nazardan bu seri yegânedir. Fransa da, Japonya da, İngiltere de, Amerika da ( malûmatı ahlâkiye ) kitaplarından ya ( bila vasıta usul ), yahut ( bilvasıta ) ve ( bilavasıta ) usullerin memzuci kullanılmıştır. Hatta İngiltere ve Amerika ( malumatı ahlakiye ) kitaplarından daha ziyade dini parçalar alınmıştır. Bunun içindir ki bu Amerikan serisi dinî terbiyeden müstakilen sırf ahlaki terbiyeye yardım edecek yegâne ( layık ) seridir. Binaenaleyh şimdiden ümit edebiliriz ki (altın kitaplar), “mektepler için tedriç usulüne riayet edilerek
Sayfa: 4
Yazılmış malûmatı ahlakiye kitaplarının meydana getirilmesi” hakkında umumi arzuyu tatmin edebilir.
Altıncı sınıf için olan bu kitap, ( altın kitaplar ) serisinin hemen bütün ana hatlarını ihtiva etmektedir. Bu yaştaki çocukların fazail ve kabayahindan bahis eder. Parçalar, fevkalade itina ile hazırlanmıştır. Bu yaştaki çocukların kıraat kitaplarında, kardeşçesine bir içtimai hayat esas ve fazailine, şahsi, ulvi ve mektebi fezailden ziyade ehemmiyet verilmelidir.
Sınıf da her parçanın ahlaki gayesini her çocuğun idrak etmesi, şüphesiz pek mühimdir. Sınıf da parça okunduktan sonra bunu talebelerden biri veya ikisi anlatmalı ve muallim mahirane isticvaplar ile ahlaki gayeyi buldurmalıdır. Doğrudan doğruya ahlaki nasihatler vermekten çekinmelidir.
Muallim parçanın manasını, ahlaki gayesini bulduruncaya kadar isticvaba devam eder. Bu usul ile çocuk, kendi ahlakını kendi yapar ki muallimin doğrudan doğruya ahlakı nasihatlerinde bulunmasından daha ziyade müessirdir.
——-*******——-
Sayfa:5
Aksi seda ile nergis
Çok eski zamanda, ormanlarda, dağlarda ve çayırların arasından akan parlak sulu ırmakların kenarlarında gezen bir kimse kendi sesine cevap veren bir ses duysa hemen şu eski masalı düşünür ve işte ( aksi seda ) derdi.
(aksi seda ) avcılığı, hiç durmayıp konuşmayı çok seven güzel bir kızdı. Çiçekli tarlalarda, yeşil tepelerde bulunmasını çok sever fakat hiç sakin ve rahat durmazdı. Güzel ve tatlı dili daima işler ve söylerdi. Kendisiyle konuşan hiç kimseye son sözü söyletmezdi. Her söylenen söze (aksi seda)nın bir cevabı vardı.
Halbu ki avcılık ile çok konuşmak birbirine hiç yakışmaz. İyi bir avcı bütün konuşmayı kuşlara bırakır ve kendi sesini çıkarmaz. Fakat (aksi seda) avı sevmekle beraber susmayı istemez ve daima söylerdi.
Arkadaşları (aksi seda)nın bu halinden usanmağa başladılar. Her zaman kulaklarını dolduran ses onların sabırlarını tüketti. Bir de herkes son sözün kendinin olmasını ister, (aksi seda) ise buna hiç meydan vermezdi. Dostları ona kızmışlar, daima
Sayfa:6
cevap vermesinden bıkmışlardı. Sesinin kısılmasını, gevezeliğinin cezasını görmesini bekliyorlardı.
Nihayet Allah bir gün bu daima konuşmayı cezalandırdı. (aksi seda)ya:
— sen hiçbir zaman başkalarına söz söylemek fırsatını vermiyorsun. Sabahtan akşama kadar durmayıp dırlanıyorsun. Nefes almak için bile bir dakika susmuyorsun. Herkesi rahatsız eden bu gevezeliğinin cezasını çekeceksin. Şimdi beni güzelce dinle: bundan sonra daima son kelime senin olacak, fakat yalnız söyleyeceğin söz söylenen sözün aynı olacaktır. Sen daha evvel birinin söylemesini bekleyeceksin, dedi. İşte o zamandan beri (aksi seda)ya bir başkası söyledikten sonra söylemek üzere son kelime kaldı. Artık eskisi gibi daima söylemiyor, birinin kendisine hitap etmesini bekliyordu.
O civarda, (aksi seda)nın çok sevdiği (nergis) isminde pek güzel ve iyi bir genç vardı. (nergis) bir gün ormanda gezerken başka avcılardan ayrıldı. Yalnız kalınca:
— kim var burada!
Diye seslendi. (aksi seda) hemen:
— burada!
Diye cevap verdi. (nergis) bağırdı:
— gel. . . .
(aksi seda)da cevap verdi.
— gel. . . .
Sayfa:7
(nergis) (aksi seda) yı çok aradı ise de bulamadı, çünkü göremeyeceği bir yerde saklanmıştı. Bunun üzerine (nergis) seslendi:
— niçin kaçıyorsun benden?
(aksi seda)da hemen cevap verdi:
— benden!
(nergis) bağırdı:
— birleşelim.
(aksi seda)da cevap verdi.
— birleşelim.
Fakat (nergis) (aksi seda)nın bu kadar çabuk razı olmasını beğenmedi. Onun daha utangaç, daha çekingen olmasını ve biraz nazlanmasını istiyordu. Hâlbuki ses pek çabuk cevap veriyor ve razı oluyordu. Onun için (aksi seda) gelince (nergis) ona: geri çekilmesini söyledi:
— ben istemem, istemem senin olmak!
Dedi. Biçare (aksi seda)nın bütün söyleyebildiği söz “senin olmak” sözü oldu ve bu cevapta (aksi seda) ile aralarını daha fena bozdu.
(nergis) dönüp gitti. (aksi seda) o kadar bedbaht ve müteessir oldu ki artık ormandan çıkmadı, orada aç kalıp öldü, kemikleri kaya oldu ve yalnız sesinden başka bir şeyi kalmadı.
Onun sesini, size kadar getirecek münasip bir rüzgâr olduğu
Sayfa: 8
Zaman bir tepenin eteğinde oturup seslenir iseniz size verdiği cevabıda işitebilirsiniz.
Kral ile deniz
Yüzlerce sene evvel krallarda o kadar kudret vardı ki ekserisinin son derece kibir ve azamet takınmaları şayanı hayret değildir. Fakat tarih bize böyle olmayan bir kral gösteriyor. O kral hiç kibirli ve azametli değil, bilakis çok mütevazı idi.
Bu kral İngiltere tahtında oturan bir Danimarkalı idi. kral (Alfred) den yüz sene sonra hükümdar oldu. İsmi de (canute) idi.
Sarayında etrafını alan müşavirleri ve saray halkı ona daima büyüklüğünden bahis eder, türlü türlü metih ve sitayişlerde bulunurlardı. Ona her fırsatta ne kadar kudreti olduğunu, en ufak arzusuna her şeyin itaat etmeğe ve baş eğmeğe mecbur bulunduğunu söylerlerdi. Fakat bu manasız ve budalaca methiyeler kralı aldatmadı. Mağrur ve kibirli bir adam olmadığından böyle budala cümleler, methiye sözler kulaklarına hoş gelmiyordu.
Bir gün kral deniz kenarında oturuyordu. Yanındı bulunan bendegânı onu ber mutad alkışlıyorlardı. Kral da her zaman olduğu gibi bu methiyelerden hoşlanmıyor ve sıkılıyordu.
Kral, burada, denizin kenarında mühim bir ders verebileceğini
Sayfa:9
Düşündü. Sandalyesini denizin kenarına koymalarını emir etti. Sonra kuvvet ve kudret sahibi deryanın yanına oturarak dedi ki:
— benim bütün insanların en büyüğü olduğumu söylüyorsunuz, değil mi?
— evet! Ey muhterem kralımız! Dünyada senin kadar büyük kimse yoktur.
— her şey benim emrime itaat eder mi?
— evet! Her şey sana itaat eder.
— pek ala! Deniz bana itaat eder mi?
Kralın bendegânı bu suale ne cevap vereceklerini şaşırdılar. Önlerinde kuvvetli deniz vardı. Büyük dalgaları sahile doğru yuvarlanarak geliyorlardı. Kürrei arzda onları durduracak hiçbir kuvvet yoktu. Dağlalar kralın ayaklarına doğru geliyor ve yaklaşıyorlardı. Fakat budala ve müdahin adamlar hayır! Demeğe korktular ve dediler ki:
— ey muhterem kral! Denize emir et. O da sana itaat eder. Bunun üzerine kral yüksek sesle emir etti:
— ey deniz! Artık yaklaşma. Dalgalarına yuvarlanmamalarını, sularına ayaklarıma dokunmamalarını emir ediyorum.
Fakat derya ne zaman bir insanın emrini dinlemiştir? Dünyada hangi kuvvet dalgaların kenara doğru hücumunu durdurabilmiştir?
İşte bu defa da deniz krallık emrine itaat etmedi. Dalgalar yuvarlanmakta devam ettiler. Sular, gittikçe kralın sandalyesini ihata etti, ayaklarını ve elbisesini ıslatacak kadar yükseldi.
Kralın bendegânı bunu görünce korktular, acaba, kral deli mi oldu?
Sayfa:10
diye düşündüler. Çünkü bir adamın denize emir etmesi divaneliktir, o öyle bir kuvvet idi ki onun yanında bir kralın kudreti bile hiç mesabesinde kalırdı. Fakat müdahinler ona her şeyin itaat edeceğini kati olarak söylemişlerdi.
Kral, denizin, emrine itaat etmediğini görünce başından tacını çıkarıp kumların üstüne attı ve haykırdı:
— ben bunu bir daha başıma koyamam.
Her şeydeki kudrete nispeten insanlardaki kuvvet nedir?
Büyük bir nedamet, büyük bir af
Çinin büyük generallerinden biri (Liang cheng yu) birçok sene memleketine akilâne ve müdebbirane surette hizmet etmişti. Dört milletle başlayan harp de (Liang cheng yu) düşmanları mağlup ederek hükümdarının idare ve inkıyadı altına soktu.
Onun bir unvanı da hükümdarın büyük yardımcısı demek olan (shang fu) idi. ona bu şerefli unvan, baba oğul iki hükümdara hizmet ettiği için verilmişti.
Bir gün (Liang cheng yu ) hükümdarın huzurunda olduğu sırada general (Lee Ang Pu)yu kabahatli çıkarıp tektir etti. (Lee Ang Pu) bu hale gücenerek kendi kendine dedi ki:
— (Liang cheng yu) gibi büyük bir general hükümdarın huzurunda bana böyle şeyler söylememeli idi. onun önünde beni kabahatli çıkardı.
Sayfa:11
bende onun bir kusurunu bulup hükümdarın huzurunda itham ederim. Memlekete birçok hizmetler ettiğim cihetle hükümdar beni af etti. Yoksa onun sözü üzerine beni cezalandırırdı.
Evine gitti ise de pek ziyade müteessir olduğundan ve kalbi hiddet ateşiyle yandığından o gece gözüne uyku girmedi. Sabahleyin yüzünde hala meyusiyet eseri vardı. Çünkü hükümdarın huzurundaki büyük mahcubiyetini unutamıyordu. Zevcesi sordu:
— dün gece niye canın sıkılmıştı?
General bu suale yalnız “sorma” demekle cevap verdi. O sırada hizmetkâr sabah kahve altısını getirdi. Lakin o hiçbir şeyde lezzet bulmadı. Hizmetkâr kadehe şarap doldurdu. Fakat bu, su gibi tatsızdı. Başka bir hizmetkâr yıkanması için su getirdi. General, su her vakit ki gibi olduğu halde:
— bu su çok soğuk dedi.
Üç gün geçti, fakat (Lee Ang Pu) nun tesiri geçmedi. Sonra bir dostunu ziyarete gitti. Yolun biraz ilerisinde (Liang cheng yu)nun geldiğini gördü. Ondan çekinmeyip yanına doğru yürüdü ve konuşmaya davrandı ise de (Liang cheng yu) onu görmemezliğe gelerek öbür tarafa doğru yürüdü.
(Lee Ang Pu) kendi kendine söylendi;
— ne acayip ve müthiş şey! Ben hiçbir zaman onun düşmanı değildim. Ne için bu kadar uzun zamandan beri bana dargın? Ne için beni görmek istemiyor? Onunla beraber birçok seneler memlekete hizmet ettim. Şimdi
Sayfa:12
benden yüz çevirmesindeki manayı anlamıyorum. Şüphesiz o haksızdır, haksızdır.
Derhal evine dönerek (Liang cheng yu)ya bir mektup yazdı. Onda diyordu ki:
“bu gün size (Vunshang) sokağında rast geldim. Sizinle konuşup size birçok şeyler söylemek istedim. Beni görmek istemediniz, yüzünüzü çevirip öte tarafa doğru yürüdünüz. Bu muamelenizden dolayı ikinci bir kedere düştüm. Sizi yarın sabah kahvaltısından sonra hemen görmek istiyorum. Öğle yemeğini beraber yemek için sizi evime davet ediyorum.”
Bu mektubu bir hizmetkâr ile gönderdi. Fakat (Liang cheng yu) mektubu alıp okuduktan sonra ateşe atıp yaktı ve bir kelime bile söylemedi. Bunu gören hizmetkâr avdetinde (Lee Ang Pu)ya bütün olanı anlattı. Bu hal elli gün sürdü. O sırada idi ki (chakva) krallığı (Cuva) krallığı ile harp edecek diye bir haber alındı.
Bunun üzerine hükümdar, generâl (Lee Ang Pu) ile büyük yardımcı general (Liang cheng yu)ya haber göndererek derhal huzuruna gelmelerini emir etti.
(Lee Ang Pu) bu haberi alınca kendi kendine:
— zan ederim ki (chakva) krallığı ile büyük bir harb olacak, dedi ve hükümdarın nezdine gitmeyerek bekledi. Bununla beraber dört bin askerin harbe hazır olması emrini verdi. Askerin hazırlandığı iki gün (Lee Ang Pu) hükümdarın yanına gitmeği tehir etti.
Sayfa:13
fakat (Liang cheng yu) hükümdarın yanına gitmişti. Kalben korkuyor ve düşünüyordu:
— (Lee Ang Pu) gelmeyecek. Ben onu hükümdarın yanında utandırdım, pek fena hareket ettim. Eğer gelmez ise memleket ve millet mahf olacaktır. Çünkü biz onsuz harbe giremeyiz.
(Liang cheng yu) hükümdarın huzuruna girince kral sordu:
— generâl (Lee Ang Pu) niçin gelmedi? Biz onsuz harp edemeyiz, hatta (chakva) krallığına bile haber gönderemeyiz.
Bunun üzerine (Liang cheng yu) :
— bu gece yatmadan evvel generali göreceğim.
Dedikten sonra evine avdet etti ve hizmetkârlarına:
— yemek yiyecek vaktim yok. Hemen generâl (Lee Ang Pu)yu görmem lazımdır,
Dedi ve bir deste dikenli değnek kestirdi. Bunları alarak (Lee Ang Pu)nun evine gitti. (general Lee Ang Pu)nun evine geldiği zaman vakit epeyce geç olduğundan her tarafta derin bir sükunet vardı. Uykuda bulunan hizmetkârlara kapıyı açtırıncaya kadar üç dört defa çaldı. Nihayet kapıyı açtılar ve
— kimsiniz? Ne istiyorsunuz?
Diye sordular. Ziyaretçi:
— ben (Liang cheng yu)yum. Efendinize söyleyiniz bu gece onu her halde görmeliyim, yoksa öleceğim,
Cevabını verdi: hizmetkârların haber vermesi üzerine (Lee Ang Pu)
Sayfa:14
derhal elbisesini giyerek kapının önüne geldi. Orada yüzü görünmeyecek kadar başını önüne eğmiş bir ihtiyar gördü. Arkasında eski bir elbise, belinde kılıç ve bir elinde bir deste dikenli değnek vardı. Yere diz çökmüştü. General (Lee Ang Pu) hayretle sordu:
— bu kimdir?
O zaman iki nesil hükümdarının yardımcısı mağrur generâl (Lianğ cheng yu):
— generâl (Lee Ang Pu)yu görmek isterim,
dedi. Başını kaldırmamış hala yere bakıyor ve söylerken sesi titriyordu. İlave etti:
— generâl (Lee Ang Pu), ben hükümdarın önünde senin aleyhinde bulundum. Şimdi kabahatin kendimde olduğunu anladım. Seni haklı buldum. Kabahatli sen değilsin benim. Sana karşı büyük haksızlık ettim. General (Lee Ang Pu) işte kılıcım belimde ve bir deste dikenli değnek de elimdedir. Bu değnekleri al, beni döv, kılıcımı al, başımı kes, eğer bu gece barışmaz isek yarın harp edemeyiz.
Bu sözleri işiten (general Lee Ang Pu) büyük yardımcı (Liang cheng yu)yu elinden tutarak ayağa kaldırdı ve dedi ki:
— biz daima dost idik, ebediyen de dost kalacağız. Hükümdarımıza beraber hizmet edeceğiz. Beni af et, hükümdar da beni af etsin, çünkü ben de hatalarda bulundum. Hepimiz af eder ve af ediliriz. O zaman şüphesiz dost oluruz.
Sayfa:15
İki general yere eğilerek Allaha ibadet ettiler ve o günden sonra her şey de ittifak edeceklerine yemin ettiler.
—–*****—–
Maymunlar kralı
——————-*
Bir gün maymunlar kralı ormanın ortasında seksen bin tebaasını bir araya topladı ve dedi ki;
— unutmayınız, evvela bana sormadan yiyip içmeyiniz, çünkü bir gûlyabani ormanda bir gölü zehirlemiştir.
Biraz sonra maymunlar göle geldiler, hepsi çok susamışlardı. Fakat kralın emrini hatırladılar ve hiç biri kuyruğunun ucunu bile suya batırmadı. Nihayet kral geldi ve sordu:
— ey dostlar! Niçin içmiyorsunuz?
— sizi bekliyoruz haşmetmeab.
— çok iyi ettiniz. Gölün kenarındaki ayak izlerini bir göreyim sonra icabına bakarım.
Kral izleri tetkike başladı. Hepsi aşağı göle giden izlerdi. Geri dönen bir tek iz bile yoktu. Kral dedi ki:
— görüyorsunuz ya orada bir gûl yabani yaşıyor.
Biraz sonra mavi vücutlu, beyaz yüzlü ve parlak kırmızı elli ayaklı bir gûl yabani göründü ve sordu:
— susamadınız mı? Göle girin de için!
Gûl yabani göle girenin kendi kuvvetine mağlup olacağını biliyordu. Kral haykırdı:
Sayfa:16
— gölün sularını içeceğiz, gölü kurutacağız ve senin eline düşmeyeceğiz!
Gûl yabani gülerek ”oh” dedi.
Sonra kral uzun bir kamış kesti ve dinlerinin on emrini okuyup içine üfledi. Kamışın içi bir baştan diğer başa kadar oyuldu. Bu suretle bir çok kamış hazırladı. Sonra seksen bin maymun birer boş kamış aldılar ve limonata içer gibi gölün sularını onunla içtiler. Kral:
— eğer bu türlü muvaffak olamasa idik başka türlü hareket eder ve yine gölün sularını içerdik; dedikten sonra gûl yabaniyi suyu çekilen gölün çamurunda bırakıp gittiler.
———-*———-
Altın kaz
İyi bir adama öldükten sonra bir altın kaz şeklinde tekrar dünyaya gelmesine müsaade olundu. Kaz insan iken oturduğu evin damına kondu ve orada zevcesiyle kızlarını gördü. Onlar şimdi çok fakir idiler ve geçinebilmek için pek çok sıkıntı çekiyorlardı. Kaz: — ben sizin babanızım, bu altın tüyü alınız, satınız ve kendinize yiyecek tedarik ediniz, diye seslendi ve onlara bir tüy attı. Her gün böyle bir altın tüy veriyordu. Aile de rahat yaşıyordu. Nihayet bir gün anneleri kızlarına dedi ki:
— çocuklar! Bir kaza itimat edilir mi? Bir gün uçar gider, bir
Sayfa:17
daha onu göremeyiz. Yarın geldiği zaman onu tutup bütün tüylerini yolarak alalım ve emin olalım.
Ertesi gün kaz geldi ve onu tutup bütün tüylerini yoldular. Fakat bu tüyler adi kaz tüyleri idi, çünkü onlar yalnız kazın rızasıyla koparıldığı halde altın idi.
Kaz uçup gitti ve bir daha görünmedi.
——–****——-
Kraliçenin mayıs tenzihi ve
Sir (Lenslavet) arabaya nasıl bindi
——————-***———————
Bir mayıs sabahı, kırlarda ve ormanlarda gezmeğe gidecek olan kraliçe (Günyur) erkenden şövalyelerine, kendisine refakat etmek üzere hazır olmalarını emir etti.
Kraliçe bir yere gider ise, kraliçenin şövalyeleri namı verilen henüz harp ve zarba girmemiş gençlerden mürekkep kalabalık bir maiyetin beraber gitmesi adet idi.
Kraliçenin şövalyeleri, kral (Artur)un şövalyelerinden tefrik olunmak için başlarına beyaz bir kalpak giyerlerdi. Kraliçenin maiyetinde bir sene hizmetten sonra yuvarlak masa şövalyelerinden biri vefat edip yeri boşalırsa orasını kraliçenin şövalyelerinden en değerlisi doldururdu. İşte bu suretle sır (Lenslavet) ve daha birçokları kral şövalyeliği mertebesine alamet olan altın mahmuzları kazanmışlardı.
Sayfa:18
Kraliçenin mayıs ayı tenzihi ve sir (Lenslavet)arabaya nasıl bindi
O gün kraliçe kendisiyle beraber, sir (Kay), sir (Agradeyun) sir (Birsint) ve sir (Beleas) dahil olduğu halde on şövalye götürmüştü. Hepsi korucular gibi yeşil elbise
Sayfa:19
giymişlerdi. Neşeli, şen ve şatır sahraya çıktılar. Hava gayet güzel olup bozulmasına delalet eden en ufak bir alamet bile yoktu.
O civarda şatosu bulunan sir (Melyagranus) namında gayet fena ahlaklı bir şövalye bunları geçer iken gördü ve kraliçe (Günyur)a aşık olduğundan onu eline geçirmek için bu fırsattan istifadeye karar vererek bir plan tertip etti. Bir takım silahlı adamları ve okçuları ile beraber ormanda gizlenerek kraliçe ile maiyetinin gelmesini bekledi. Kraliçe ile şen maiyeti, havayı neşeli kahkahalarıyle çınlatarak çiçekler ve yeşillikler ile süslenmiş ormana girince, sir (Melyagranus) ile adamları ileri atılarak yolu kestiler, bunu görünce kraliçe hiddetle haykırdı:
— bu ne demek oluyor?
Şövalyeler kraliçenin etrafını sardılar. (Melyagranus) ileri çıkıp:
— bu, benim esirim olacaksınız demektir. Bu kadar sene ben sizi ümitsiz bir muhabbetle seviyordum. Şimdi tesadüf sizi bana teslim etti. Kaçıp kurtulmak ümidini beyhude yere beslemeyiniz. Diye cevap verdi.
Bu sözler kraliçeyi bütün bütün kızdırdı. Hiddetli bir tavirla:
— namussuz şövalye! Kendini ve beni lekelemek mi istiyorsun? Bir hükümdar oğlu ve yuvarlak masa şövalyesi olduğunu hatırla, sağ
Sayfa:20
salim avdet etmek üzere beni bırak, dedi isede kraliçenin gerek bu sözleri ve gerek ilave ettiği diğer sözler (Melyagranus)u tasavvurundan vaz geçiremedi ve:
— mutlaka bana teslim olacaksınız, hepinizi şatoma götüreceğim, dedi. Kılıçlarından başka silahları olmayan şövalyeler kraliçeyi muhafaza ve müdafaa için önüne dizildiler ise de (Melyagranus)un adamlarının hücumuna mukavemet edemediler. Müthiş ve kanlı bir mücadeleden sonra dördünden başka hepsi yere serilmişti. Cesur ve fedakâr müdafaalarının bu derece fena bir vaziyette olduklarını gören kraliçe (Günyur) daha fazla kan dökülmesini istemeyerek sir (Melyagranus)a, hücumu ve mukateleyi durdurması için rica etti ve salim kalan dört şövalyesi beraber gitmek şartıyla, şatoya gitmek için onu takip eyleyeceğini söyledi.
(Melyagranus) bu teklife razı oldu. Yaralıların yaraları mümkün olduğu kadar sarıldıktan sonra hepsi birden şatoya doğru yola çıktılar.
Bu yaptıklarından kral (Artur)un haberdar olmasından fena halde korkan (Melyagranus) kraliçenin yanında bulunanlardan hiç birinin ayrılmasına müsaade etmeyerek onları son derece dikkatle tarassut ve muhafaza altında bulunduruyordu.
Bununla beraber kraliçenin bir fırsat bularak genç silahtarlarından birine, ilk fırsattan istifade ile kaçıp (westminister)e giderek
Sayfa:21
Sir (Lenslavet)i bulmasını emir edebildi. Parmağındaki yüzüğü çıkarıp ona vererek:
— bu yüzüğü sir (Lanslavet)e ver ve eğer beni seviyorsa derhal gelmesini rica et, yolda bir dakika durmayarak mümkün olduğu kadar çabuk git, dedi.
Genç silahtar biraz sonra kaçmak fırsatını bularak atını dört nala koşturmağa başlamıştı. (Melyagranus)un atlılarından bir haylisi onu yakalamak için arkasından birçok oklar attılarsa da tutmak veya vurmak mümkün olamadı. Biraz sonra genç silahtar uzaklaşmış ve gözden nihan olmuştu.
Bunun üzerine hain şövalye şatosuna çabuk vasıl olabilmek için acele etmeğe başladı. Çünkü sir (Lanslavet)in kraliçenin yardımına koşmakta gecikmeyeceğini biliyor ve onunla açıkta karşılaşmak istemiyordu. Aynı zamanda sir (Lanslavet)i yolda pusuya düşürmek için en mahir okçularından otuz kırk danesini ormanda sakladı ve bunlara kır atlı bir şövalyeyi beklemelerini ve her ne suretle olur ise olsun onu durdurmalarını tenbih etti.
Kraliçenin gönderdiği genç silahtar nefes nefese sir (Lanslavet)in evine gelip keyfiyeti haber verince, şövalyenin bu hikayeyi nasıl dinlediğini tasavvur edemezsiniz. Derhal bir arslan gibi kükreyerek:
— zırhımı getiriniz, atımı da derhal hazırlayınız, emrini verdikten sonra kendi kendine:
— kraliçeyi bu alçaktan kurtarmak için ben orada olmalı
Sayfa:22
idim, fakat yine beis yok. Ben sağ oldukça onun bin şövalyesi olsa bile kraliçeyi esir olarak tutamayacaktır, diyordu. Genç silahtara arkasından gelecek olan sir (Lavin) isminde biri için haber bıraktıkdan ve zırhını giyip atına bindikten sonra sir (Melyagranus)un şatosuna gitmek üzere yola çıktı.
Büyük caddeden atını koşturarak ilerliyordu. Nehri yüzerek geçti ve kraliçenin o sabah gittiği yoldan süratle gitmeğe başladı. Kuşlar ağaçlarda eskisi kadar neşeli ötüyordu. Tarlalarda çiçekler aynı güzellikle açılmıştı. Fakat sir (Lenslavet) bunlara dikkat bile etmiyor, yalnız, ormandaki kara gelik şatoda birkaç kişiden ibaret maiyeti ile mahpus bulunan kraliçeyi düşünüyordu. Hiddetinden yüzü mos mor olmuş, kılıçını da sım sıkı tutuyordu.
Biraz sonra sir (Melyagranus)un adamlarını pusuya koyduğu mahalle geldi. Gerilmiş yayları ile kendini karşılayan okçuları görünce, atının dizginlerini çekti ve hiddetle bağırdı:
— bana yol vermenizi emir ediyorum. Yuvarlak masa şövalyesi olduğum halde ne hakla beni yolumdan alıkoymağa kalkışıyorsunuz?
Buna cevaben okçular: geri dönmesini ve şayet dinlemeyerek ileri geçmek ister ise atını öldürmek için emir aldıklarını söylediler. Sir (Lenslavet)in hiddeti daha ziyade arttı ve:
— ne yapar iseniz yapınız size hiçbir faydası olmaz. Atımı öldürebilirsiniz, fakat bana karşı otuz değil beş yüz bile olsanız umurumda değildir. Size yoldan çekiliniz diyorum, yoksa siz
Sayfa:23
bilirsiniz, dedikten sonra onlara doğru atını mahmuzladı. Fakat yağmur gibi yağan oklar birkaç dakikada hayvanını yere serdiklerinden kahraman şövalye atsız kaldı. Şimdi elinde kılıcı olduğu halde düşmanlarına yetişmeğe çalışıyordu. Fakat arkasında ağırlık olduğu için hendekleri atlayarak onları takib edemediğinden kolaylıkla kaçabiliyorlardı. Bu halde bir şey yapamayacağını anlayınca onları takibten vaz geçerek yoluna devam etti. Bu vaka üzerine sir (Melyagranus)un yaptığı hıyanet ve alçaklığın daha pahalıya mal olacağına evvelden daha kati bir surette karar verdi.
Ormanda yoluna devam ederken iki kişi ile bir odun arabasına rast geldi. Kendi kendine: işte bu iyi bir talih dedikten sonra adamlardan birine:
— arkadaş, şu tepedeki şatoya beni götürmek için ne istiyorsun, diye sordu. Oduncu ters bir suratla:
— bir şey istemem ve seni de bir yere götürmem. Ben buraya efendim sir (Melyagranus)a odun götürmek üzere geldim. Başka kimseye hizmet etmem, cevabını verdi.
Sir (Lenslavet) oduncuyu ikna etmek maksadıyla:
— ben efendin olan (Melyagranus) ile görüşmek istiyorum, dedi ise de oduncu omzunu silkerek:
— bana ne? Benimle arabaya binmeyeceksin. İşte sözün kısası bu, cevabını verince, şövalye:
— öyle ise pekiyi! Bunu da tersliğin için al! Diyerek
Sayfa:24
Herifin başına öyle bir yumruk vurdu ki ah demeden yere yuvarlanıp öldü. Sonra diğer oduncuya dönerek;
— şimdi sen şu arabaya atla ve beni götürebileceğin son süratle efendinin kapısına kadar götür, yoksa arkadaşının başına gelen senin de başına gelir, dedi.
Oduncu kaçmak istedi ise de, şövalye kolundan yakalayarak firarına meydan vermedi. Bunun üzerine korkusundan titreyerek arabaya bindi, dizginlerini eline aldı ve şövalyeyi süratle ormanın içinden götürmeğe başladı.
Yarım saat sonra sir (Lenslavet)in geldiğini görmek için şatonun penceresinden bakan kraliçe ile kadınları garip bir manzara karşısında bulundular; kaba bir oduncu arabası ovadaki yoldan geliyor ve içinde silahlı ve uzun boylu bir şövalye duruyordu. Kadınların biri arabayı göstererek:
— bakınız madam! Ne hazin bir manzara! Şüphesiz bu fenalık yapmış bir şövalyedir. Onu asmağa götürüyorlar, dedi.
Kraliçe de:
Evet öyle görünüyor, cevabını verdi.
Fakat araba daha yaklaştığı zaman içindeki şövalyenin sir (Lenslavet) olduğunu kalkanından tanıdı ve kendi kendine:
— sadık bir dostu olan ne kadar mesuttur! Bana sadık kalacağını biliyordum, (Lenslavet)im. Artık şimdi sir (Melyagranus)un yapmak isteyeceği hiçbir fenalıktan korkmuyorum, dedi.
Sayfa:25
Araba şatonun kapısına gelince sir (Lenslevet) aşağıya atladı ve kapıcının memanatına rağmen, cebren içeri girdi. Şatonun avlusuna gelince durarak:
— şimdi meydana çık, namussuz şövalye! Bütün maiyetinle beraber karşıma gel, ben sir (Lenslavet), seninle çarpışmak için bekliyorum, diye bağırdı. Sir (Melyagranus) bu daveti işitince kraliçe (Günyuver)in yanına koştu, önünde diz çökerek yaptıkları fenalıklar için af diledi ve:
— kendimi merhametinize tevdi ediyorum! Rica ederim, sir (Lenslavet) ile aramızı bul. Yarın, bütün maiyetinle beraber sağ salim (Westminister)e avdet edersiniz. Bu fenalığı yaptığıma hakikaten teessüf ediyorum, dedi yalvardı. Kraliçe:
— sen merhamete layık değilsin. Fakat söylerim, çünkü sulh daima harbden iyidir ve benim hakkımda ne kadar az dedi kodu olur ise namusum için o kadar iyi olur. Cevabını vererek sir (Lenslavet)in ahlaksız şövalyeyi beklediği avluya indi. Sir (Lenslavet) kükremiş arslan gibi avluda dolaşıyordu. (Melyagranus)u mutlak öldürmeğe karar vermişti, fakat kraliçenin ricası üzerine bu fikrinden vaz geçerek içeri girdi ve biraz istirahat etti.
O sırada vakıanın böyle iyi bir şekilde neticelenmesinden memnun olan kraliçe ile maiyeti kral (Aratur)un sarayına avdet etmek için yola çıktılar.
Sayfa:26
sir (Lenslavet), (Melyagranus) ile görüşmek ve gidenlerin arkasından bir fenalık yapmasına mani etmek üzere orada kalmıştı.
Kraliçe ve maiyeti gittikten sonra sir (Lenslavet) ile (Melyagranus) birkaç gün sonra birleşip dövüşmeye karar verdiler. Hain şövalye kraliçeye ve (Lenslavet)e karşı gösterdiği büyük nedamete rağmen içinde hıyanet kast ediyordu. Bunun neticesi olarak sir (Lenslavet)i daha şatoda iken gafil avlayarak derin bir zindana attı ise de sir (Lenslavet) talih yardımı ile, düello meydanında ispatı vücut etmek için tam zamanında zindandan kaçtı ve kral ve kraliçenin önünde sir (Melyagranus)u öldürdü.
———-***———-
Ziyanın mükafat makalesi
Teyzesi Leylâ hanım, Ziyayı mektebe girdiğinden beri tetkik ediyordu. Yedinci sınıfa gelmiş olan çocuğun mekteplerinden çok istifade ettiğini his etti. Minnettarlığını bir şey yapmakla göstermek istedi.
Kütüphane tahsisatına bir miktar para vermeğe karar verdi. Bu paranın faizi ile muallimlere ve talebeye faydalı kitaplar satın alınacak ve her sene yedinci sınıf şakirdanından, muallimlerin tensib edeceği bir mevzua dair en iyi makaleyi yazana, yüz liralık bir mükâfat verilecekti.
Bu mükâfatın verileceği ilk sene, kız ve erkek talebeden bir çokları bunu kazanmağa heveskâr idiler. Yüz lira pek büyük bir para olmamakla
Sayfa:27
beraber ehemmiyetsiz de değildi. Bahusus ilk mükâfatı kazanmak büyük bir şeref olacaktı.
Ziya iyice düşündükten sonra müsabakaya girmeye karar verdi. Leylâ teyzenin memnun olacağından emin idi. müsabakada kazanmak şerefini ve mükafatı da istiyordu. Daha on kişinin müsabakaya gireceklerini haber aldı. Cümlesi yazacakları mevzuun ne olacağını merak ile bekliyorlardı. Ahmet, öyle bir mevzuda muvaffak olacağını zan ettiğinden muallimin tarihi bir mevzu vermesini arzu ediyordu.
Semiha, bir seyahati, yahut güzel manzarasıyla meşhur bir yeri tarif etmeği tercih ederdi. Çünkü bu gibi şeyleri yazmak ve tarif etmek onun en çok sevdiği şeydi. Ziya ise meşhur bir lider, bir asker, bir diplomat veya mucit hakkında yazmak istiyordu. O, faal adamlardan hoşlanırdı. Müsabakaya girecek diğerlerinin de kendi gibi bir mevzu hakkında ümitleri vardı.
Bir sabah muallim tahtaya müsabaka mevzuunu yazdığı zaman hepsi de pek çok hayret ettiler.
Sigara içen çocuk
Evvela müsabakaya iştirak edeceklerin hepsi de inkisar hayale uğradılar. Ahmet böyle bir mevzudan memnun değildi, çünkü ona dair hemen hiç malûmatı yoktu. Semiha sigarayı da ve içenleri de her halde çok fena zan ediyor ve bunların ikisi ile de alâkadar olmak istemiyordu. Futbol timinin reisi olmak dolayısıyla Ziyanın sigara içenler hakkında ve sigaranın tesirine dair biraz malûmatı vardı. Büyük işler gören
Sayfa:28
adamlar hakkında düşünmeği severdi. Onun için Leylâ teyzenin mükâfat mevzuu olarak muallim tarafından (sigara içen çocuk) konulması onun da neşesini kırdı. Fakat muallim, sigara içmenin büyüyen çocuklara ve gençlere çok zararlı bir şey olduğuna nazarı dikkatlerini celp edip bu fenalığın, nasıl ziyadeleştiğini ve bu mevzu hakkında birçok faydalı şeyler öğreneceklerini söyleyince hepsi memnun oldular ve büyük bir şevkle işlerine başladılar.
Makalelerini sekiz haftada yazacaklardı.
Müsabakaya dahil olanların hepsi çalışkan, azimkar çocuklar oldukları için hiç vakit kayıp etmediler. Muvaffak olmak için ellerinden geldiği kadar çalışmanın elzem olduğunu biliyorlardı.
Çocukların ekserisi makale yazmağa oturdular mı, mevzu hakkında söylenecek sözleri nerden bulabiliriz diye düşünürler. Fakat Ziya söyleyecek pek çok şey olduğundan sıkıldı, makalesinin lüzumundan fazla uzun olmasından korkuyordu. Bununla beraber Ziya, kuvvet bulucu bir gençti, ekseriya böyle olan çocuklar olur olmaz müşkülattan kolay kolay yılmazlar. Binaenaleyh maksada doğru ilerlemeğe ve yazılacak şeyler hakkında tetkikata başlamağa karar verdi.
İlk yaptığı şey çocuklar arasında sigara içmenin ne kadar yayılmış olduğunu anlamak için, bazı mektep müdürlerini ziyaret etmek maksadıyla İstanbul’a gitmek oldu. Kendi mektebinin müdüründen birçokları için tavsiyeler aldı. Babasıyla beraber üç hafta İstanbul da kalarak onlarla görüştü. Sigara içmenin her mektepte yayıldığına hayret
Sayfa:29
etti. Yalnız yüksek sınıflarda değil bazen üçüncü ve dördüncü sınıflarda bile vardı. Bir mektebin ikinci sınıfında bile bir sigara içen buldu.
Ziya makalesinin birinci maddesi için zemin teşkil edecek malûmatı bulmuştu. Mektep müdürlerinden öğrendiği şeyleri yazdı.
Makalenin ikinci maddesi, sigara içmenin vücuda zararları idi. Bunun hakkında malûmat alacağı yeri biliyordu. Altıncı sınıf futbol timinin reisi iken, bir ihtiyar doktor ona birçok meşhur doktorların sigara içmenin çocuklara pek çok zararlı bir itiyat olduklarına karar verdiklerini söylediğini hatırladı. O doktoru ziyaret etti. Doktor ona tıbbi mecmualarda bu mevzuya dair birkaç makale gösterdi. Ziya okumak için onları evine götürdü. Bazı kelimeler o kadar uzun o kadar yabancı idi ki bunları kendisine anlatması için iyi yürekli doktoru defaatle ziyaret etti. Aynı zamanda birçok doktorların sigara nikotininin kalbi, sinirleri, çehre ve damarları pek çok müteessir ettiğine inandıklarını öğrendi. Nikotinin gençlerin vücudunu zehirleyen kuvvetli bir zehir olduğunu söylüyorlardı. Çocuğun neşvü nevasını haleldar eder, kuvvetini azaltıyor diyorlardı. Daha evvel öğrendiğini bir daha okudu. Mekteplerde sporcuların sigara içmesine müsaade edilmemesinin şüphesiz sebebi bu idi! kuvvetlerini azaltacağı cihetle oynadıkları timlerin muvaffakıyetini tehlikeye koyacaktı. Daha ileride, vücudun düşmanı olan zehirli ilaçlar ve müskirat kullanmağa sevk ettiğini, başka fena tesirlerde yaptığını öğrendi.
Sayfa:30
Bütün bu malûmatı Ziya ihtisar edip kendi ifadesiyle makalesine koydu. Ara sıra bazı meşhur doktorların sözlerini de alıyordu. Sıra makalenin üçüncü maddesine geldi: çocuğun dimağı üzerine tütünün tahripkâr tesiri. Şüphesiz bu mevzu hakkında okuduğu makalelerden pek çok şeyler öğrenmişti. Dimağ vücuda o kadar bağlıdır ki vücudun sathına dokunacak her şey dimağa sui tesir yapar. Bundan dolayı sigara içen çocuğun umumiyetle durgun olduğunu anladı. O gibiler çok defa sınıf arkadaşlarından geri kalır ve sene nihayetinde sınıf değiştiremez ve o senenin derslerini bir daha tekrara mecbur olur. Bazen sınıfı kendi yaşındakilerden birkaç sınıf aşağıdadır. Bu fena tesirin yalnız doktorların sözü olmayıp görüştüğü mektep müdürlerinin de aynı şeyi söylediklerini gören Ziya bu malumatı da makalesine koydu, çünkü bunun, öğrendiği şeylerin en mühimlerinden biri olduğuna inanıyordu.
Sigara içmek itiyadının çocuğun ahlakına tesiri maddesine gelince, Ziya mevzuun en müşkül noktasına geldiğini his etti. Çünkü tütün içmeyi itiyat edinmiş çok az çocuk tanıyordu. Onun için biraz tetkikatta bulunmağı elzem gördü. İstanbul da ki mektep müdürlerinden bu hususta malumat almak için beraber gitmesini babasından rica etti.
Ertesi perşembe günü birçok mektepleri ziyaret etti. Orada tütünün dimağa tesirinden ekseriya sigara içen çocuğun haylaz olduğunu,
Sayfa:31
Tembelliklerinin onları cinayete sevk ettiğini ve dolayısıyla, sigara içmeği itiyat eden çocuğun ekseriya caniler sırasına geçtiğini öğrendi. Bundan başka bir mektep müdürü ona, bazı memleketlerde çocuklara sigara satmak bir kanun ile men edilmiş olduğunu, fakat bazı insanların bu kanuna itaat etmediklerini, sigara içen çocuk tutulursa, sigarayı satan adamı cezadan kurtarmak için yalan söylediğini ve bu suretle, sigara içmenin yalancılığa ve kanuna itaatsizliğe sevk ettiğini söyledi.
Ziya, makalesinin bu kısmının, zan ettiği kadar zor olmayacağını anladı ve bunu yazmakta ehemmiyeti cihetiyle pek çok itina etti. Şimdi son noktasına gelmişti: bu fenalığa karşı alınacak tedbir. Mektep müdür ve muallimleri ile konuştuğu zaman, Ziya itiyaten kuvvetine ve hususiyle sigara itiyadına dair bazı şeyler öğrenmişti. Sık sık tekrar olunan bir hareketin, kırılması çok müşkül olacak itiyatlar teşkiline sebep olduğu ve bazen bir itiyadı sarsıp atmanın hemen hemen gayri kabil bulunduğunu öğrendi. O itiyat insanı bir mengene gibi yakalar salıvermezdi. Bir yerde de itiyaten bir yılan gibi çocuğa sarıldığını ve zavallı çocuğun ondan kurtulamadığını mühim bir mecmuada okudu. Nihayet Ziya itiyadı kırmaktan ziyade sigara içmek itiyadını hasıl etmemek lazım olduğuna kanaat getirdi. Makalesinde bunu eski bir darbı meselle teyit etti: “bir dirhem mani bir okka şifaya bedeldir.
Ziya pek düşünceli bir çocuktu. Sigara içmenin fenalıklarını
Sayfa:32
Gösterdikten sonra onun menini kuvvetle iltizam edecek kadar dirayet göstererek makalesini şöyle birkaç yeni tavsiye ile bitirdi.
Evvela: çocuklara ve gençlere sigara satmağı San Jose web design men eden sıkı kanunlara ve bunlara riayet etmeyenler hakkında şiddetli cezaya taraftardı. İkinci: çocukların ve gençlerin sigara içmelerini men eden şiddetli kanunlara ve cezaya taraftardı. Üçüncü: sigaranın çocuklara ne kadar tehlikeli olduğu
Ali hocanın hikâyesi
————————-*
Bir vakit Bağdat da Ali hoca namında iyi bir tacir vardı. Halinden memnun ve mesuttu. Üç gece sıra ile rüyasında sert çehreli bir ihtiyar gördü. Onu hacca gitmediği için takdir etti. Ali hoca hac etmenin iyi bir müslümanın vazifesi olduğunu bilirdi. Fakat bu rüyalardan sonra vicdanen o kadar muazzep oldu ki hemen Hicaza gitmeğe karar verdi.
Malını paraya tahvil etti. Yarısıyla yolda giderken satmak için mal aldı. Diğer yarısını bir kavanoza koyup üstüne zeytin doldurarak bir dostunun evine götürdü ve hacıların avdetine kadar mağazasında muhafaza etmesini rica etti. Altındaki paradan hiç bahis etmeden onu bir kavanoz zeytin diye teslim etti. Dostu Nurettin nezaketle ona mağazanın anahtarını verdi ve:
— kavanozunu istediğin yere koy, sen gelinceye kadar kimse ona el sürmeyecektir, dedi.
Kafile hazırlanınca Ali hoca Mekkeye hareket etti. Ve mübarek yerde
Sayfa:74
hacı olmak için lazım gelen bütün merasime iştirak etti. Oradan Mısıra ve Şama gidip ticaretten pek çok kazandı.
Dünyayı görmek istediğinden başka meşhur yerlere ve memleketlere de gitti. Nihayet öyle uzun bir seyahat yaptı ki Bağdat’a avdet edinceye kadar yedi sene geçti.
Bütün bu uzun zamanda zeytin kavanozuna Nurettinin evinde kimse el sürmedi. Fakat Ali hocanın avdetinden birkaç gün evvel Nurettinin zevcesi canının zeytin istediğinden bahis etmekle Nurettin:
— bu kadar zamandan beri Ali hocanın burada bıraktığı bir kavanoz zeytin var, gidip bakayım ve ondan sana biraz getireyim, dedi. Zevcesi kocasının bu hareketine mani olmak isteyerek:
— rica ederim bunu yapma, sana emanet edilen bir şeye el sürmek namussuzluk olur, dedi ise de Nurettin zevcesinin bu sözlerine rağmen mağazaya girip kavanozu açtı. Üstündeki zeytinlerin kâmilen küflenmiş olduğunu gördü. Altındakiler daha iyi olabilir, diyerek kavanozu boşaltınca Ali hocanın koyduğu altın torbası meydana çıktı.
Nurettin ismine sürülecek bir lekeye çok ehemmiyet verir bir adamdı. Fakat kalbinde olan haset damarının esiri idi. Birçok haris adamlar gibi yalnız menfaati için lazım geldiği kadar namuslu idi. Bu kadar parayı görünce onu almağa karar verdi
Sayfa:75
altınları aldıktan sonra, zeytinleri başka zeytin ile tebdil ederek tekrar kavanoza doldurdu. Sonra zevcesinin yanına avdetle:
— çıkın varmış, zeytinler bütün küflenmiş, eğer bir gün Ali hoca avdet edecek olursa onlara dokunulduğunu hiç anlamayacaktır, dedi.
Kadın:
— onlara hiç dokunmanı istemezdim. İnşallah zararını görmezsin, cevabını verdi.
Ali hoca Bağdat’a avdet eder etmez ilk düşündüğü şey altınları oldu. Derhal Nurettin’i görmeğe gitti. Nurettin bunu görünce sahte bir memnuniyet göstererek:
— seni tekrar görmekten çok memnun oldum. Şimdi şüphesiz zeytin kavanozunu istersin. İşte mağazanın anahtarı, oraya koyduğun gibi duruyor. O vakitten beri ona kimse el sürmedi, dedi ve mağazanın anahtarını Ali hocaya uzattı.
Ali hoca, dostuna yaptığı bu iyilikten dolayı pek çok teşekkür ettikten sonra kavanozunu evine götürdü. Fakat boşaltınca altınların alınmış olduğuna hayret etti. Ne düşüneceğini şaşırdı ve kendi kendine:
— dostum bunu çalacak kadar namussuz olamaz, herhalde bana bilahare iade etmek üzere onu almış ve şimdi onu unutmuş olmalı,
Sayfa:76
diyerek Nurettin’in evine avdet etti ve kavanozun içinde zeytinden başka bin altın bıraktığını söyledi:
— eğer onları ticarette kullanmak için aldınsa zararı yok, yalnız bana iade edeceğine dair bir senet ver, dedi.
Fakat Nurettin kendi kendine şöyle düşündü:
— Ali hoca kavanozda altın olduğunu ispat edemez. Onun için paraları saklamakta hiç tehlike yoktur. Fazla olarak memlekette beni herkes iyi adam diye tanır. Ali hoca ise o kadar uzun zamandır burada olmadığından halk onu oldukça unutmuştur.
Bu düşünce yanlış da değildi. Altınlardan haberim yok diyerek Ali hocayı hiddetle kovduktan sonra, hoca hâkime şikayete gitti. Fakat memnun olacak bir netice elde edemedi. Nurettin hâkime:
— yedi sene evvel Ali hoca giderken kendi arzusuyla mağazamda bir kavanoz bıraktı ve bana da zeytin dolu olduğunu söyledi. Onu oraya kendi götürüp istediği yere eliyle koydu ve aynı yerde, bıraktığı gibi buldu. Onu bana kıymettar bir şey gibi emanet etmedi. İçine altın koymuş olduğu ne ile sabit? Benden bir kavanoz dolusu elmas istemesi de muhtemeldir. Yemin ederim ki bu parayı almadım ve kavanozunda para olduğundan da haberim yoktu, dedi.
Hâkim, Ali hocanın davasını ispattan aciz kaldığını görerek Nurettin’e yemin ettirdikten sonra dava bitti. Lakin Ali hoca altınlarını bu kadar kolaylıkla kayıp etmeğe razı olmadı. Hükümdara
Sayfa:77
müracaat etti. Onu dinlemek için bir gün tayin edildi ve Nurettin’i de çağırdılar.
Mahkemeden bir akşam evvel, hükümdar ile veziri tebdil kıyafet ederek şehirde dolaşırken, sokakta oynayan birkaç çocuğa rast geldiler. Çocukların biri arkadaşlarına:
— geliniz hâkim oyunu oynayalım. Ben hâkim olurum. Ali hocayı, onu aldatıp altınlarını alan tüccarı önüme getiriniz, dedi.
Hükümdar ile refiki oyunun nasıl oynandığını görmek için bir tarafta durdular.
Çocuk hâkim yerine geçti. Sonra Ali hocayı temsil edecek olan çocuğu getirdiler. Yerlere kadar eğilerek selam verdikten sonra hikâyesini anlattı ve hâkime adaletle hüküm etmesi için rica etti. Bunun üzerine Nurettin’i temsil eden çocukta kendini müdafaa ederek, tüccarın söylediklerini aynen söyledi ve masum olduğuna yemin etmeği teklif etti.
Diğer bir çocuk yemini ettirecek iken, hâkim:
— o kadar acele lazım değil. Zeytin kavanozunu göreyim. Onu buraya getirdin mi? Dedi.
Ali hocayı temsil eden çocuk:
— hayır, getirmedim fakat evimden şimdi getirtebilirim, dedi. Hâkim getirtmesini emir etti. Kavanoz getirildikten sonra, hâkim iki tarafa hitaben:
Sayfa:78
— davanızın bu kavanoz için olduğunu ikinizde itiraf ediyor musunuz? Deyince ikisi de tasdik ettiler. Genç hâkim kavanozun açılmasını emir etti ve içindekinden yer gibi yaparak:
— bu zeytinler çok iyi, yedi sene bu suretle muhafaza edilmiş olduğuna inanmam. İki zeytin tüccarı getiriniz!
Diğer iki çocuk zeytin tüccarı gibi şahadet için ilerlediler. Hâkim onlara ne kadar zaman zeytinin yenebilecek bir halde kalacağını sordu. Şahitler:
— efendim pek çok dikkat edildiği halde üçüncü sene lezzetini ve rengini kayıp eder ve artık yenilemez, dediler.
Hâkim:
— öyle ise şu kavanozdaki zeytine bakınız ve bana da o zeytinlerin kaç senelik olduğunu haber veriniz, dedi.
Şahitler kavanozdaki zeytinleri muayene ediyor gibi hareketle birer tane ağızlarına aldılar ve taze, iyi olduklarını haber verdiler.
Hâkim Nurettin’e buna ne diyeceğini sordu. Bu zeytinlerin yedi sene mağazasında kalmış olduğuna yemin etmeğe hazır olduğunu söyledi. Fakat zeytin tüccarı:
— bunun ihtimali yoktur. Biz daha iyi biliriz. Bu zeytinlerin bu senenin mahsulü olduğuna eminiz, demelerine, Nurettin cevap vermek istedi ise de hâkim dinlemedi ve hiddetle bağırdı:
— sen bir edepsiz ve namussusun! Asılmalısın.
Sayfa:79
Bu hüküm üzerine bütün çocuklar el çırparak alkışladılar ve mahkümu idama götürerek oyunu bitirdiler.
Hükümdar bu oyuncak mahkemeyi büyük bir dikkat ve lezzetle temaşa ediyordu. Birkaç dakika düşündükten sonra vezirine hâkim taklidi yapan çocuğu bulup ertesi gün divana getirmesini emir etti. Hâkimi ve iki zeytin tüccarını da çağırttı. Ali hocaya da zeytin kavanozunu beraber getirsin diye haber gönderdi.
Mahkeme için tayin olunan saatte, çocuk hükümdarın huzuruna getirildi. Hükümdar ona bir akşam evvel oyun oynarken mahkeme işinin idare edenin kendisi olup olmadığını sordu. Çocuk evet cevabını verince hükümdar:
— evladım korkma. Şimdi burada hakiki davacılara karşı karar vereceksin. Gel yanıma otur, diyerek çocuğu yanına oturttu. Ve Ali hoca ile Nurettin’i çağırttı ve onlara dedi ki:
— şimdi davanızı bu çocuğa anlatınız, o dinleyecek ve hüküm edecek. Eğer şaşırırsa ben yardım edeceğim.
Bir çocuğun hüküm edeceği bu fevkalade davayı herkes merakla dinliyordu. Ali hoca ve Nurettin dertlerini anlattılar. Nurettin yemin etmeği teklif edince, çocuk:
— onun daha vakti gelmedi. Evvela zeytin kavanozunu göreyim, diye durdurdu. Kavanoz getirildi. Tüccarlar zeytinleri muayene ettiler ve hükümdar bir tanesini ağzına alıp tattı. Her şey, oyunda olduğu gibi, büyük bir ciddiyetle tekrarlandı. Nurettin’in hıyaneti tebeyyün
Sayfa:80
etti. Fakat çocuk bu noktada oyunda olduğu gibi asılmak emrini vermedi, hükümdarın yüzüne baktı ve dedi ki:
— ey hükümdar! Bu oyun değil. Dün akşam oyunda cezayı ben hüküm ettim, fakat şimdi onu ben değil siz tayin etmelisiniz. Nurettin’in hayatına kani olan hükümdar onun tayin cezasını mahkemeye havale etti ve Ali hocaya parasını iade ettirdi. Sonra hâkime dönerek tektir etti ve istikbalde vazifesini ifa için bu çocuktan ibret almasını söyledi. Çocuğu da kucaklayıp okşadıktan sonra yüz altın ihsan edip hanesine gönderdi.
——–***——-
Necip bir kadın
Bin yedi yüz seksen senesinin bir mayıs gününde, İngiltere’nin (Norwich) şehrinde, (Elisabeth Greeny) isminde bir küçük kız dünyaya geldi. (Elisabeth) balolara, konserlere devamı, iyi ve şık giyinmeyi seven neşeli pür hayat bir kız olarak yetişti.
(Elisabeth) on yedi yaşında olduğu zaman iyi bir adam onları ziyarete geldi. Onun sözleri, muhabbeti, kızın hayatını daha faydalı bir yola sevke sebeb oldu. Ona, iyilik etmek arzusu geldi ve ikametgâhlarının civarındaki hastalara ve fakirlere yardım etmeğe başladı. Bir müddet sonra bir mektep açtı ve devam yetmiş fakir çocuğu okutmakta büyük bir maharet gösterdi.
(Elisabeth) yirmi yaşında, mister (Fry) namında biri ile evlendi
Sayfa:81
ve Londra’ya gitti. Orada yine fakirlere ve bedbahtlara yardım ile meşgul oluyordu. Bir zaman sonra, ismi hapishane işlerine merbut olmağa başladı. Bazı dostlarından (New kate) hapishanesinde bulunan kadın mahpusların bütün ahvaline dair malumat aldı. O zaman kanun bu günkünden daha çok sıkı ve mücrimlerin miktarı daha fazla idi. (New kate)de birçok erkek ve kadın mahpus vardı ve halleri son derece feciydi.
Üç yüz kadın, bazısı küçük çocuklarıyla beraber insandan ziyade vahşi hayvanlar gibi yaşamak üzere küçük bir yere doldurulmuşlardı. Onlara çalışmak için iş vermezlerdi. Bazısı adeta çıplak gibi idi. Aynı odada yemek pişirir, oturur ve yaşarlardı. Yattıkları kuru tahta ve üstlerinde yorganları bile yoktu. Genç, ihtiyar, pek küçük kabahatli olanlarla en müthiş caniler karma karışık, bir yere doldurulmuşlardı. Küçük odalar kadınların yaygaraları, çocukların ağlaşmaları ile çınlıyordu. Hapishane müdürü ve hatta gardiyan bile oraya girmekten korkarlardı.
Misis (Fry) bu acıklı sefaleti işitince yüreği sızladı. Hapishaneyi ziyarete ve biçare mahpus kadınların ahvalini, biraz olsun, düzeltmek için elinden geleni yapmağa karar verdi. Dostları onu, orada seni soyarlar ve incitirler diye bu fikrinden vaz geçirmeye çalıştılar ise de merhameti korkusuna galip geldi. Bir dostuyla beraber hapishaneye gitti ve kadınlar dairesine girdi.
Orası tıpkı bir canavar inine benziyordu. Bir takım korkunç
Sayfa:82
ve iri vücutlu kadınlar birbiriyle dövüşüyor, bazıları yüksek sesle şarkı söylüyor, dans ediyor, bazıları içki içiyor, iskambil oynuyor ve bağırıp çağırıyorlardı.
Bu gürültülü kalabalığın arasına temiz giyinmiş, sakin ve nazik iki kadının girişi gürültüyü kesti. Misis (Fry) açık, müessir sesiyle onlara bazı nasihatler ettiği zaman hiç sesleri çıkmıyor ve herkes dikkatle dinliyordu.
Misis (Fry)ın mahpuslar için yaptığı harikulade işin başlangıcı o oldu. Onlara güzel şeyler okur, nasihat eder ve beraberce dua ederdi. Bundan başka da çıplaklara elbise giydirmek, işsizlere iş bulmak hususunda yardım etti ve hapishanede bir çocuk mektebi açtı. Küçük kabahat sahipleri ile canileri ayırmak için hapishane müdürünü ikna etti. Mahpuslara iş gördürmek için yaptığı planını mevkii tatbike koymak için müsaade aldı. Az zamanda yola geldiler. Ahlaklarındaki tebdil şayanı hayretti.
Misis (Fry)ın bu iyi hizmetleri her tarafta şayi olunca birçok kimseler ona yardım etmek istediler. Herkes onu takdir ediyordu. Bir gün kral üçüncü (George)un zevcesi ihtiyar kraliçe (charlotte) onu görmek isteyerek davet etti. Misis (Fry) büyük bir içtimai gününde kraliçenin salonuna dahil oldu.
Kraliçe misafirini karşılayıp onunla gayet nazikâne ve iltifatkarane konuştu. Bu iki iyi yürekli kadını bir arada gören halk onları şiddetle alkışladılar.
Sayfa:83
Hükümet memleket hapishanelerinin ıslahı için Misis (Fry)ın reyini ve fikrini aldı. Aynı husus hakkında bazı ecnebi memleketler de onunla istişare ettiler. Bir defa Prusya kralı İngiltere’de bulunduğu vakit, onunla beraber (New kate) hapishanesinde yaptığı ıslahatı görmek için oraya gitti. Sonra misis (Fry)ın önünde, hükümdar ailesinden biri imiş gibi çay içti.
Bin sekiz yüz kırk beş tarihinde vefatından evvel, kendi memleketinde ve memalik saire de, her türlü iyilikler yapan, sabrı ve fedakarlığı ile ve daima iyiliğe amade bulunması ile umumun muhabbetini kazanan bu necip kadın, insaniyete pek çok iyilik etmiş gibi takdir edilmeye lâyiktir.
———-****———-
Florence Nightingale
————————-*
1854 senesinin kış mevsiminde, cenubi Rusya deki (Kırım) yaralı askerlerinin ıstırabını teskin ve tahfif etmek için, rahat ve asude evini terk edip oraya giden kadını haber aldıkları zaman, İngiltere de hasıl olan derin his-i takdir ve tahsini, bu günkü gençler güç tasavvur ederler.
Orada dehşetli bir harp devam ediyordu. Bir tarafta Rusya ve diğer tarafta Türkiye, Fransa ve İngiltere vardı. Hastalara ve yaralılara lâyıkıyla değil, hiç bakılamıyordu. Bin hastadan fazlası, haftalarca yatacak karyola bulamadığından yerde, hastane koğuşlarının tahtaları üzerinde yattılar. Ot ve saman dolu yataklar gayri sıhhi olmakla beraber adeta yok gibiydi. Yemek için verdikleri et o kadar fena idi ki kimse
Sayfa:84
yiyemiyordu. Bundan dolayı İngiltere’de büyük bir feryat yükseldi. Mutlaka bir şey yapılmalı, bu hallere bir nihayet verilmeli idi.
mis (Florence Nightingale)i muharebe meydanına giden bir hasta bakıcı gurubuna nezaret ve riyaset etmek için davet ettiler. Orada ıslahat yapmağa çalışacak, vehim vaziyeti düzeltecekti. Mis (Florence Nightingale) gerek İngiltere’de ve gerek hariçte bundan evvel bir çok hastaneleri ziyaret ederek kendisini bu gibi işlere alıştırmıştı. Derhal teklif olunan vazifeyi kabul etti.
Bütün vatandaşlarının muvaffakiyeti temennileri arasında yola çıktı. Fransa’da halk onun hareketini fevkalade takdir ettikleri için, hasta bakıcılarıyla beraber (Manş) denizini geçtiği zaman, Fransız otelcileri, otel ücreti kabul etmediler. (Boulogne) balıkçı kadınları eşyalarını meccanen taşıdılar.
Memleketinden binlerce kadınlar ona muavenet ettiler. Kraliçe, genç prensler ve saraya mensup kadınlar, hasta askerlere dağıtılmak için yün elbiseler yaptılar.
(Florance Nightingale) harp yerine geldiği zaman her şeyi pek acıklı bir halde buldu. Biraz ötede, bol ve mebzul yiyecek olduğu halde, insanlar ve atlar açlıktan telef oluyorlardı. İdare o kadar fena idi ki, yiyecek ve giyecek bir türlü gelemiyordu. Çok defalar, siperlerde bütün gün zahmet çektikten sonra, askerler yiyecek alabilmek için saatlerce dizlerine kadar çamur içinde yürümeğe mecbur oluyorlardı.
Sayfa:85
Mis (Nightingale), mektuplarının birinde diyor ki: yedi gecenin beşini sabaha kadar siperde çalışmakla geçirmeği tasavvur ediniz. Bazen otuz altı, ve hatta kırk sekiz saat, hiç fasılasız harp ettikten sonra, yiyecek namına üstüne biraz şeker serpilmiş çiğ domuz eti, şarap ve galetadan başka bir şey bulamayan askeri göz önüne getiriniz. Yorgun asker, vazifesi olmadığı halde, kendi ateşini kendi toplayıp yemek pişiremediğinden, gençlerden ziyade ihtiyarlarının, cesaret ve sabırlarını muhafaza etmelerini, bu halde siperlere bile gitmeğe heves gösterdiklerini tasavvur ediniz!
Mis (Florance Nightingale) böyle ve bundan daha fena manzaralar ve ahval karşısında bulundu. Bakacağı birkaç hasta ve yaralı değil, bir sürü idi. 7 teşrin sani’de, bir muharebede yaralanan altı yüz askere baktı. Üç hafta zarfında hasta ve yaralılar üç bini buldu. Onun muharebe mevkiine vasılından birkaç ay sonra yaralı ve hastaları on binden az değildi. Eğer o ve beraberindeki hasta bakıcıları olmasa yüzlerce, binlerce asker, telef olmuş bulunacaktı.
Hiç durmadan çalıştı. Hastalara layıkıyla baktığını görmek ve teftiş etmek için ekseriya yirmi dört saat ayakta dururdu. Yorulmaz sayî ile nihayet karma karışık olan yere intizam, pislik bulunan mahalle temizlik getirdi.
Onun huzuru biçare hastalara sabır ve cesaret verirdi. Asker üzerine hasıl ettiği tesiri pek büyüktü. Bütün bu korkunç
Sayfa:86
zamanda hiçbir asker ona asla hürmet ve itaatte kusur etmedi. Bu kadar ağır ve mütemadi işle sıhhati bozuldu ise de yine sayî ve gayretinden vaz geçmedi. Onun cesur ruhu harbin nihayetine kadar bütün mâniaları yıktı.
İngiltere’ye avdetinde onun met ve senası her ağızda dolaşıyordu. O katiyetle verilecek her türlü mükâfatı ret etti ve bir nevi evine çekildi. Onun hizmetlerini yâd ve tezkâr için toplanan elli bin lira, arzusu üzere bir hasta bakıcı yurdu tesisine sarf olundu. Ahvali sıhhiyesinden dolayı evinde kalmağa mecbur olduğu zamanlarda bile vatanında ve hariçteki meslektaşları için çalışmaktan bir an geri kalmadı. İsmi daima hürmetle yad edilecektir.
Bir itfaiye neferinin maruz olduğu tehlikeler
*—————————————————*
Bir itfaiye alayının yangına koştuğunu görünce durur bunu seyir eder ve beğeniriz, sonra yolumuza gider ve şehir hayatının bin türlü karışıklığı arasında bu vakayı unuturuz. Düşünmeyiz ki biraz evvel süratle gittiğini görüp takdir ettiğimiz alayın efradından birçokları tehlikeli surette yaralı veyahut yanmış olduğu halde hastanelere nakil edilmektedirler.
Mücadelesi en müşkül olan, daima en büyük görünen yangınlar değildir, bir binanın çatısından göğe doğru yükselen ve şehri aydınlatan yangın, bazen bu durum veya mahzendeki dumanlar, için için yanan
Sayfa:87
Yangından daha çabuk söndürülür. Bu nevi yangınlar itfaiyecileri, ateş bastırılıncaya kadar agır tehlikeler ve güçlüklerle karşı karşıya bulunmağa mecbur eder ve tesiri haftalarca sürer.
Birkaç sene evvel, bir gece zuhur eden bir mahzen yangınında, dumana tahammül edemeyen on onbeş kişiyi sokağın ortasında yatırılmış gördüm. Her taraf duman içinde, elleri fenerli seyyar cerrahların hayal meyal seçilen çehreleriyle bu yatakların arasında dolaşıp onları ayıltmak ve tedavi etmek ile uğraştıklarını görmek çok müthiş bir manzara idi.
Bunlar hortumlarla beraber içeri hücum eden cesur adamlardı. Cisim binanın her tarafından çıkan kesif dumanla hemen hemen boğulmuş bir halde arkadaşları tarafından çıkarıldılar. O gece yangını söndürmek için içeriye girmezden evvel, mahzendeki dumanın çıkmasını temin etmek, ve bunun için de yüz elli kademden fazla demir parmaklıkları kırmak lazım geldi. Bu demirleri baltalarıyla kırdılar. Bu çok güç bir işti.
Ertesi gün gazeteler bu vakayı on iki satırlık bir fıkrada yazdılar. Mevkiinden, hasıl olan tahmini zarar ve miktarından bahis ettiler. Ve yalnız söndürülmesi müşkül bir yangın idi, dediler. Fakat söndürmek için itfaiye efradının çektiği ıstıraptan hiç bahis edilmedi. Dumandan boğulmuş bir halde sokağa atılmak, yahut yarı yanmış olarak dışarı sürüklenmek için ağır hortumlarla beraber vuku bulan hücumlardan, üstünde ufak bir iz bırakmak için yirmi otuz darbe isteyen kalın demir parmaklığa ağır baltalarla mütemadiyen indirilen
Sayfa:88
darbelerden bahis olunmadı. Bu, insanların bütün ömürlerinde bir defa karşılaşacağı kadar azaları ve ciğerleri yorucu bir işti. Büyük bir şehrin itfaiyesi daima bu gibi müşkülata ve tehlikelere maruzdur.
Mahzen yangınlarından bahis ederken sıra başka bir yerdeki bir itfaiye hikâyesini anlatayım. Yangın, bir çanak ve çömlek mağazasının mahzeninde, şişeleri sarmağa kullanılan otlardan çıktı. Kesif, boğucu bir duman çıkarıyordu. Söndürülmesi için uğraşması müşkül bir yangındı. Onu bana bir itfaiye neferi şöylece anlattı.
“bir gece saat on bir buçuk da haber geldi. Mahzendeki otlar, samanlar, çuvallar ve talaş yanıyordu. Bu hizmete girdiğimizden beri hiç görmediğim derecede kesif bir duman vardı. Binaya girdik ve ateşin mahzenden yukarı çıkmadığını anladık. Hortumu mahzen merdiveninden indirmeğe çalıştık, fakat mümkün olamadı. Kimse o merdivende bir dakika duramazdı. O zaman reis bizi ayırdı ve ikinci bir tehlike işareti verdi. 27 numaralı makine arkada, 7 numaralı makine ateşin yukarı çıkmasına mani olmak için merdivende ve bizim 29 numaralı makine de önde idi. Zemin katındaki demir mahzen kapılarına baktık ve aşağıya yük taşıyan asansörün yukarıda kaldığını anladık. Kesilecek iki parmak kalınlığında cam vardı. Eyvah, öyle bir dumanda böyle bir iş!
Nasılsa bunu yaptık. Kapıyı açtık. Mahzende toplanan her şey çıktı. Alev değil, yalnız duman, bir saniyede boğup öldürecek kadar kesif ve çok. Avluya doğru geri gittik.
Sayfa:89
ciğerlerimize biraz temiz hava aldıktan sonra tekrar döndük, kamyondan otuz beş kadem boyunda bir merdiven getirdik ve bu delikten indirdik fakat dibine kadar erişmedi. Onu geri alıp kırk beş kademlik bir merdiven indirdik, hariçte üç basamağı kaldı. Bu, mahzenin kırk kademden fazla derin olduğunu gösteriyordu.
Oraya hortumla beraber inmemiz lazımdı. Ne kadar çabuk gider isek o kadar evvel biterdi. Onun için bir yere takılmaması için merdivenin üst basamağından geçirerek aşağıya hareket ettik. Derinlik kırk kademdi. Fakat nasıl anlatayım? Biz dibe varıncaya kadar yol bize üç yüz kırk kadem gibi geldi. Şüphesiz mahzenin dibine vasıl olduktan sonra o kadar fena değildi. Duman yukarı gidiyor ve bize mahzende çalışabilecek bir köşe bırakıyordu. Az zamanda ateşi söndürdük. Fakat oraya ininceye kadar yuttuğumuz dumanı çektiğimiz güçlüğü ömrümüzün sonuna kadar unutamayacağız.”
İtfaiyeciler kahramanlıklarını yalnız hayat kurtarmakla göstermezler, her günkü vazifelerini ifa ederken, çok defa hayatlarını tehlikeye koymağa mecbur olurlar.
Her büyük yangında tekrar eden bu kahramanlıktan, cesaretten kimsenin haberi bile olmaz.
—————-+—————-
Sayfa:90
(New york)da faal bir kadın
*——————————*
Yirmi beş seneden beri yıl başlarından birkaç gün evvel (New York)un fakir mahallelerinden birinde şayanı taaccüp bir manzara görüldü. O günlerde iki yüz kadar kadın ve çocuk, her birinin elinde büyük bir sepet olduğu halde yolda toplanır, bir evin dar yolundan avluya ve oradan da diğer bir eve giderlerdi. O evden her birine yiyecek veriliyordu. Her birine verilen hediye bir tavuk, bir aileye bir hafta kifayet edecek kadar erzak ve sebzeden ibaret idi. bu hediye misis (cook)un muhabbet ve gayretinin mahsulüydü. Bu kadın kırk üç seneden beri evinin kapısından, hatta yatağından dışarı çıkmamıştı.
Bütün bu müddet esnasında yatağında rahat oturmamıştı. Daima muzdaripti. Hiçbir ağaç, ot ve yeşillik yüzü görmez, yalnız evlerin üstünden bir az semayı görürdü. Hayatı cazip yaptığını zan ettiğimiz her şeyden uzak olduğu halde misis (Cook) faal ve neşeli bir hayat geçirmişti.
Bir gün ona sordum:
— misis (Cook) burada ne sıkıntılı günler geçirmişinizdir!
O şen ve zeki tavrıyla, cevap verdi:
— sıkıntılı mı? Öyle bir tek gün bile geçirmedim. Başkalarının benim için Allaha dua edip ıstırabımdan kurtulmamı rica ettikleri zaman, onlara: benim için böyle dua edecek iseniz hiç etmeyiniz, diyorum. Ben o kadar muzdarip değilim, ömrüm mesut geçiyor.
Geçenlerde biri kahramanlıktan bahsederken:
Sayfa:91
— bir kimsenin müteheyyüç olunca kendisi veyahut başkaları için tehlikeye karşı koyduğu veya yine çok müteheyyiç bir zamanında hayatını necip bir maksada feda etmesini de anlarım. Fakat hemen hemen yarım asır kadar o hasta yatağında yatmak, kendi ıstırabını görmemek, hasta sinirlere galebe çalmak, bunların hepsini telaşsız, mezdurub beşeriyetin hatırı için yapmak, benim fikrimce misis (Cook)un büyük kahramanları geri bırakmıştır, dedi.
Bu hakikati ne kadar bilirlerse bilsinler bu harikulade kadını ilk defa ziyaret edenler daima hayret ederler. Ziyaretçi, merdiveni çıkıp ikici kattaki kapıyı çalınca hiç hasta sesine benzemeyen neşeli, cevval bir ses (giriniz)! der. Odada yataktan başka hasta odası olduğuna delalet edecek hiçbir şey yoktur. Yastığın üzerindeki yüz, ıstırap nöbetleriyle titreyebilir, fakat sizi daima bir tebessüm karşılar ve hava bile sanki size hüsnü kabul gösterir. Küçük oda fevkalade temizdir. Resimler ve çiçekler vardır. Bir hizmetçi kız bütün işi görür ve ona bakar. Karyolası bilhassa onun için yapılmış ve 1871 de ona verilmiştir. O zamandan beri içinden çıkmamıştır.
Bir takım makara ve şerit tertibatı sayesinde, ayağı ve dizleri kaldırılıp indirilebilir. Yine bu tertibat sayesinde, yatağını düzletmek ve şiltesini çevirmek için bir muşamba üzerine kaldırılabilir. Ellerinin hizasında, istediği zaman çekip kullanabileceği geniş bir raf vardır. Bu rafın
Sayfa:92
Üzerinde iş ve yazı edevatı, bütün gün çalışmak için ona lazım olan şeyler vardır.
Orada, onu rahat ettirmek ve etrafını cazip göstermek için, ne yapmak mümkünse yapmıştır. Başka şeyler arasında yatağının yanında bir de telefon vardı. Fakat telefondan dinlemek onu yorduğundan kaldırıldı.
Misis (Cook)u evden çıkarmak için birçok doktorların fikri alındı ve her çareden bahis edildi. Fakat hepsi o sokağa çıkıncaya kadar yaşayamayacağında ittifak ettiler.
Kendisi iş için misafir kabul ettiği saatlerin dokuzdan altıya kadar olduğunu gülerek söylüyor. Bu saatler arasında nadiren yalnız kalır. Tuhaflığı gözden kaçırmayan ve insanı görünce anlayan bir zekâsı vardı. Her türlü ihtiyaç için gerek kadın ve gerek erkek ona gelirler. Mevkii içtimaiyesi yüksek bulunanlar da onun mütevazı evine gelir ve kederli zamanlarında ondan teselli ararlar. Doğru yoldan şaşanlar, iş arayanlar ve ihtiyaç içinde olanlar hepsi yardım ve nasihat için bu en aciz görünen kadına müracaat ederler. Daima, beş on kuruş, bir gece barınacak yer, yiyecek yemek, ruhundan bir şeylerini kurtarmak için muavenet, hatta gücü kuvveti yerinde olanlardan tıraş paramız ve temiz gömleğimiz olsa iş bulabileceğiz, diye ona müracaat eder ve bu necip ruhun verebileceği kadarı alırlar, hatta birçokları yeni bir hayata atılmak arzusunu oradan almışlar ve daha evvel tanımadıkları ümit, neşe ve rahatı bulmuşlardır.
Her gelen kovulmaz, onun hayırhahlığına müracaat eden herkes küçük defterine kayıt edilerek yardımcılarından muavenet görür.
Sayfa:93
Ben bir gün ona: hazinesinin tükenip tükenmediğini sordum. O, evet bazen tükenir, o zaman zengin dostlarıma, müşkülatta olduğumu haber vererek “bu benim işim değil, allahındır” derim onlar da cevap verirler, dedi.
Misis (Cook), 1821 senesinde İngiltere’de doğdu. 1847 tarihinde zevci ve üç çocuğu ile beraber Amerika’ya müteveccihen yola çıktı. Yedi hafta süren muziç seyahatte gemide ölen yirmi beş kişiden biri de en küçük çocuğu idi. misis (Cook) o günlerde henüz sabır ve tahammülü öğrenmemişti. Çocuğunun ölümünden dolayı kederi pek büyük ve derin idi. (New York)a geldiklerinden iki sene sonra zevci koleradan vefat etti.
Kendini ve iki çocuğunu yaşatabilmek için ince dikiş dikerdi. O cihetle zengin ve nüfuslu dostlar edindi. Dikişlerini diktiği kibar kadınlar zeki ve insaniyet perver küçük dikişçiden haz ettiler. O esnada her günün iki saatini hastaları ziyarete tahsis etti. Buna sarf ettiği zamanı telafi etmek için geceleri geç vakte kadar ve sabahları erken çalışırdı. Hemen her gün gittiği bir hastanede ona (küçük şay) ismini vermişlerdi
Hiçbir zaman kuvvetli değildi. İki yaşında iken düşmüş ve bundan hasıl olan rahatsızlıktan kurtulamamıştı. Daha sonra bir kere de buzda düştü. İşte uzun hastalığı bu düşmelerin neticesidir.
*———————————–*
Sahife altın eser fihristi
3 mukaddeme
6 aksi seda ile nergis
9 kral ile deniz
11 büyük bir nedamet, büyük bir af
16 maymunlar kralı
17 altın kaz
18 kraliçenin mayıs tenzihi ve sir (Lenslavet) arabaya nasıl bindi
27 Ziyanın mükâfat makalesi
35 satıcı ile cin
41 kordelyanın hikâyesi
49 Refik ile Fatma
61 iyilik iyiliğe müstahaktır
63 iki hükümdar
65 sir (Bomen)
74 Ali hocanın hikayesi
81 necip bir kadın
84 Florance Nightingale
87 bir itfaiye neferinin maruz olduğu tehlikeler
91 (New York)ta faal bir kadın.
———————————