DONANMA MECMUASI 101 / 51 24,Haziran,1915
DONANMA MECMUASI 101/ 51 24,Haziran,1915
Perşembe: 11,Şaban,1333 – 11,Haziran,1331 – 24,Haziran,1915
DONANMA CEMİYETİNİN HAFTALIK GAZETESİDİR – Numarası 101 / 51
Çanakkale’de kırdığımız düşman kanatlarından: Fransız tayyaresi.
- * * * * * * * * * * * * * * * *
Gel köylü seninle dertleşelim.
Biliyorsun ya bu gün devletimize dinimize kast eden düşmanlar ile muharebe ediyor, tabii merak ediyorsun, işlerin nasıl gittiğini anlamak istiyorsun değil mi? Öyle ise dinle; dinle! de yaradan yüce tanrıya şükür et. . . .
Düşmanlarımızın en kocası alçak Moskof; Muharebe arkadaşlarımız olan Almanlar ile Nemçelilerden dayak yiye yiye en nihayet “Limberg” denilen güzel şehri de bıraktı kaçtı. Ta kendi sınırının içine çekildi. Ya bizden Anadolu’da yediği dayağı hiç sorma. Oltu taraflarında öyle kaçıyor ki kovmak ile önü alınmıyor.
Hilekâr İngilizlerin, Almanların ta dünyanın öbür ucunda Çanakkale’ye gönderdiği tahtelbahirlerden gemileri batıp durmada. Allaha çok şükür eskisi gibi öyle boğaz önünde rahatça durup askerlerimize koca koca gülleler savuramıyorlar.
Fransızlar da arkadaşımız Almanlardan her gün dayak yiyor. Şimdi anladık ya arkadaş hemen Allaha şükür et. Nusret ve muvaffakıyet dile. . . Ama sakın unutma ki kuru duaları Allah kabul etmez. Çalış, tarlanı ek ve askerdeki komşunun tarlasını da ek, biç. Hülasa dine vatana hizmet et.
ALLÂHÜ EKBER VELİLLAHİL HAMD
Harb-i cihan Çanakkale ve Galiçya’da had, <Flandra ile Alplerde> de müzmin bir devre geçirmekte ve inâyet-i hak ile takip eden vukuat; Bizim ve müttefiklerimiz için pek mesut neticeler ihzar etmektedir.
Karpatlardan kovulan, Galiçya’da hezimetten hezimete uğrayan düşman-ı kadim; Rabıtası kopmakla uçurumdan yuvarlanan büyük bir silindir şeklinde kendi hududuna atılıyor. Bu vahşet silindirinin güzergâh-ı menfisinde masnûât-ı (sanatsal, sahte) medeniyye namına bu güne kadar ne yapılmış ve sekiz ay evvelki tahribat-ı sebaiyeden ne kurtulmuş ise bugün onlar da imha ediliyor. Moskova isyanı bugün Galiçya’nın düşman elinde kalan pek cüzi aksamında yapılan bu tahribatın yarın düşman memleketinde yine kendi elleriyle yapılacağına delil olmaktadır.
Serhatte aldığımız vaz’ tecavüz düşman için oralardan tefrik kuvâ ederek müttefikin önüne atılacak süvarilerin tedarikine imkân bırakmıyor.
İngilizlerin tek şiline varıncaya kadar sarfı göze aldırarak topladıkları biçare müstemlekat ahalisi, Fransızların endişe-i ferdayı siyah ile gözleri kararan askerleri ile yapılan Çanakkale, Flandra hücumlarının da bi faide olduğuna kanaat eden Rus ahalisi arasında hükümetten sulh talebi için içtimalar, Duma’nın daveti ve Rus başkumandanlığının “Limberg”in müdafaasından katı’ ümit ederek karargâh ile memurin idarenin hudut dâhiline alınacağına dair matbuata gönderdiği resmi beyanname bu memleketteki yeisin artık vahşete galebe etmek üzere bulunduğuna delalet etmektedir.
İ’tilaf fecilerin Balkanlarda da israf ettiği nukudun, sarf ettiği emeklerin heba olduğunu görmekle mübâhî oluyoruz. Limberg’in istirdad seri ve pür şerefi ile Galiçya’daki vazifeyi tathiriyesi hitam bulan müttefikin ordusunun Besarabya ya nüfuz ederek Romanya’yı fena komşudan kurtarmağa başlaması Balkanlara bilvasıta verilen hümmâ-âlûd harâret mütezaide üzerine bir buzlu su banyosu mahiyetinde tesir bıraktı.
Makedonya’da Bulgar âmâli, Yunanistan’da Epir ve adalar aşkı, Sırbistan’ın Adriyatik’te bir limana ihtiyacı ve bu emeller, aşklar ve ihtiyaçların şiddetleri göz önüne getiriyorlar da i’tilafcılar açtıkları bu pazarlık politikası içinden nasıl sıyrılıp çıkacaklarını tayin edemiyoruz.
Biz; İştirak etmez isek tehlikede kalacağını idrak ettiğimiz hâk-i vatanı kurtarmak için girdiğimiz bu harpte; Allah’ımızın bu güne kadar bize ve müttefiklerimize bahş ettiği muzafferiyetlere şükür ederek pek mesut tahmin etmekte olduğumuz neticeye sabır ile intizar etmekteyiz.
Balkan harbinde sû-i idâre ile alnımıza vurulan günahsız lekeyi Çanakkale’de büyük bir kumandanımızın askere nasihat eder iken söylediği gibi kanımızla yıkadık ve yıkayacağız. Allah’ına karşı pâk olarak yükselen nâsıyelerin hâk-i mezelletde sürünmesine adl-i îlâhinin müsaade etmeyeceğine imanımız var ve bu iman öyle bir sine-i sengin metanette mahfuz ki tüfek mermisi nispetinde düşman topçusunun karadan, denizden, havadan attığı büyük çapta top güllelerine, tayyare bombalarına, hülasa beşeriyet imhayı hayat için ne gibi vesait-i müthişe ihtira’ etmiş ise, kâffesine karşı en ufak bir lerziş ictinab bile göstermiyor. . . . Vukuat-ı rûz-merre bütün belagatiyle buna şahit. . . (ALLÂHÜ EKBER VELİLLAHİL HAMD)
– donanma –
Çanakkale’de tepelediğimiz vücutlardan: Bouvet torpil yer iken.
MUSÂHÂBAT-I İCTİMÂİYYE
Mes’ele-i arazi
3
Kitab-ı Mukaddes diyor ki: İnsan topraktan yaratıldı. Fen itiraf ediyor ki; İnsan anâsır-ı arziyyeden vücud buldu. Nevi beşerle zemin arasında ki alakayı neden, ne felsefe, hiç kimse inkâr etmez. İnsandan hâlî arazi bulunur, fakat arzdan mütecerrid bir hayat insanlar için mümkün değildir. Toprak bizim beşiğimiz, sütninemiz, yatağımız, mezarımız olduğuna ve hiç birimiz için toprağın temasından azade yaşaya bilmek mümkün olmadığına göre heyet-i müctemia için “Mes’ele-i arazi” nin ehemmiyeti tezahür eder.
Arazide nüfus kadar mühim bir amil ictimaidir. Arazinin ebadı, şerait-i iklimiyesi, vaziyet-i coğrafyası, ahval-i cevviyyesi, tıyneti, tabiat-ı kimyeviyesi, o saf tabiiyesi üzerinde yaşayan cemiyyet-i beşeriyyenin hayatını bilzarure tadil eyler. Hemen her hadiseyi ictimaiyede doğrudan doğruya veya bilvasıta muhitat-ı maddiyyenin nüfusu his olunur. Muâşır-ı beşerin kısm-ı uzvîsi nüfus ve kısmı gayri uzvîsi arazidir.
Meselâ derecat-ı arzın ihtilâfı gece ile gündüzün imtidadını, hararetin şiddetini, mahsulat-ı nebatiyye ve hayvanat-ı ehliyyeyi değiştirerek sekineyi adet-i hususiyye ittihazına ve ahlâk mahsusa kabulüne mecbur eder; Ve bunlardan efkâr ve hissiyat-ı umumiyye müteessir olarak dolayısıyla cemiyetin kuvvânînı, şekl-i idaresi, felsefesi, edebiyatı ve elhasıl bütün hayatı hissedar olur. Eğerçi nüfuz-ı muhitât, terakkiyat-ı medeniyye ile makusen mütenasiptir. Fakat her cemiyet için bir hayat-ı ceniniye ve bir devri sabâvet geçirmek zaruri olduğuna binaen tesir-i araziden kurtulmuş bir zümre-i beşer gösterilemez.
Her ne kadar araziye nispetleri itibariyle münhasıran avcılık, balıkçılık veya çobanlıkla geçinen göçebe akvam ile devri ziraata girerek mazhar-ı istikrar olmuş bir kabilenin veya tabakât-ı medeniyette yükselmiş bir milletin farkı muhtaç-ı izah değilse de ister müstemirren bir kıtada sakin olsun, ister bilâ tevkif tayy mesafat etsin insan hiçbir zaman arz ile münasebetten münkatı’ olamamıştır. Ve bir cemiyetin işgal ettiği araziye tevfik-i hayat etmesi büyük bir eser-i terakki addolunur.
Göçebe avcılar nazarında seyyidgahların, çobanlar için yaylakların ehemmiyeti nâ-kabil-i inkâr olmakla beraber arazinin kıymet-i içtimaiyesini ancak çiftçilik devrine dâhil olarak bir nahiyede temerküz eden akvam takdir eder.
Bir kıtayı arzıyeye hâkim olmayan bir cemiyet müterakkiye tasavvur olunamaz. Afrika ortasındaki aşâir-i zenciyenin bile birer hakir kariyeleriyle birkaç fakir mısır tarlaları vardır; Hani vaha-nişin kabileler çölde malum-l hudud birer havza-i tefrice maliktirler.
Hayat-ı tarihiyye temini için araziye malikiyet şarttır. Göçebe bir hizb-i beşer ne kadar kesr-l nüfus olsa, ne kadar vakayı ictimaiye arz etse tarihte bir makam işgal edemez. Sahifeyi tarihe geçmek için hadisat-ı beşeriye bir parça toprak üstünde çivilenmek ister.
Nüfus ve arazi mütekabilen yekdiğerinin kıymetini tadil ederler. Suret-i mutlakta ne aded-i nüfus, ne de sa’y arazi için takdiri kıymet olunamaz. Araziye kıymet veren bilhassa meskuniyyettir. Ve bir millet ancak iktisaden arazi-i meskunesine maliktir, denilebilir. Arazi-i gayri meskûna devletlerin arazii siyasiyesidir. Sahra-i kebir veya Pamir ovası gibi hiçbir kıymet-i ziraiyesi olmasa bile bazen bir menfaat-ı harbiye ve bazen bir faideyi nakliye ve rabtiyye temin eyledikleri cihetle muhafaza ve müdafaa olunur.
Fikr-i vatan ve fikr-i milliyyet efradı beşerle hak-ı arzın irtibatından tevlid etmiştir. Çergelerini ovadan ovaya gezdirerek hiç his etmeksizin hudutları aşan çingeneler de fikr-i vatan ve fikr-i milliyet, tabiidir ki mevcut değildir ve vücut bulamaz.
Arzın bir noktasında istikrar eden cemiyetlerde bir taraftan efradın hemşehrilik, dostluk, hısımlık alakalarıyla yekdiğerine, diğer taraftan üzerinde doğdukları, büyüdükleri, gülüp oynadıkları, sevdikleri, sevildikleri ve sevindikleri arza bir irtibat-ı mahsus his etmeleri tabii olup habb milliyet ve habb vatan bu rabıtanın şekl-i kemalidir. Ve vatansız bir millet-i kâmile mevcut olmadığına binaen habb vatanla habb milliyeti ayrı ayrı iki his gibi telakki etmemeliyiz. Bir vatandaşın rü’yet-i didarı vatanı ihtar ettiği gibi vatanın bir bucağı da ehli vatanı yâdâ getirir. Dâ-isalâhdan muztarib olanların lisan iştiyakında kâh memleketlerinin ormanları, dereleri, hadâik ve manâzırı, kâh hayat-ı vatana ait hatıralar gezer.
Arazi ile ahval-i ictimaiye arasındaki münasebata gelince; Evvel be-evvel şunu tahattür etmeliyiz ki sa’y arazi itibariyle milel mütemeddine arasında bir fark-ı fahiş yoktur. Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere arasında hacim coğrafi itibariyle hemen müsavat görülür. İngiltere 100 addedilecek olursa Fransa 105, Almanya 110, Avusturya 120 itibar olunabilir. Hâlbuki bu nispet-i arazi Rusya ile Belçika arasında ale-l-takrib binde bire reşide oluyor. Zik-i arazi his edilen yerlerde efradı nüfusun müdalekeyi daimesi neticesi olarak hissiyatı medeniyye münbasit olur. Fiiliyat-ı ahali kesbi şiddet eder. Âmâli lâ-yenkatı’ inkisam ve işgal daima teksir eyler. Her tarafta mesaiyi nafianın imar günâ günü görülür. Yollar açılır, hudud hududiye döşenir, fabrikalar tesis olunur. Sanat ve ticaret âlemleri mütemadiyen asar-ı intibah gösterir.
Ve arsa fiatı günden güne yükselerek metre murabbaı kilometre murabbaı fiyatına çıkacağından bu kıymettar arsalar üzerine kıymettar binalar inşa etmek ihtiyacı his edilir. Ve dolayısıyla metin ve cesim ebniye çoğalır. Ve bunlara mukabil fuhuş, sirkat, sahtekârlık, dolandırıcılık ve emsali rezail ve mesâvî artar.
Gariptir ki zik araziden muztarip memleketlerde arzuyu fütuhat gayet mahduttur. Bilakis vasat arazi tevsii arazi arzusunu uyandırıyor. Bir devlet büyüdükçe büyüklüğünü his ediyor ve büyüklüğünü his ettikçe büyümek istiyor. Vasat arazi hayat-ı milliye ve dâhiliyede mücadeleyi tahfif eder. Hiddet-i milliyeyi kuşatır. Merkezle muhitat arasındaki münasebat za’f getirir. Ötede beride meyl-i istiklal uyandırır.
Keşf-l-nüfus yerlerde hemen her şûrışin sebebi bir meseleyi iktisadiyedir. Ve bilakis vâsî-l-arazi devletlerde esbab-ı siyasiye mihver vukuat olur. Mevkii coğrafi tâli’ cemiyeti hacim-i coğrafiden ziyade müteessir eder. Evvela şurası muhakkak ki ahvali iklimiyenin suhuleti hayata müsaid olmadığı yerlerde muaşer-i beşer bir nümüvv-ı kâfiye mazhar olamıyor. Hatt-ı üstüva civarı gibi pek sıcak ve sahrayı kebir gibi fevk-l-had kurak kıtalarda avcılık ve çobanlık devrelerinden çıkabilen kabileler enderdir. Dest-i kaderin oralara attığı bedbahtlar bermutat göçebe hayatı yaşar ve avcılıkla geçinirler. Hayvan avı (sayyâdlık), insan avı (esircilik), eşya avı (yağmacılık) hemen bütün esbab-ı ta’yişlerini teşkil eder. Ömürleri daima bir akın halinde geçerek yalnız menhûbât ile yaşayan aşiretler vardır. Bu akalim-i nar-himde heyeti müctemia için çobanlık devrine girmek bir emr-i asîr, çiftçilik devrine irtika ise hemen hemen müteazzirdir. Ne aksa-yı şimal ve aksa-yı cenubda, nede mıntıka-i üstüvaiyede yetişmiş bir büyük devlet gösterilemez.
Bundan başka iklimin hayat-ı iktisadiye ve ahlakıyede tesiri his olunur. Bu cihetle rub’-i meskûnu – buğday, pamuk, pirinç – memleketleri namıyla tasnif etmeği teklif edenler bile olmuştur. Filhakika mahsulat-ı arziyenin ihtilafı ikalimden müteessir olacağı aşikâr ve ihtilaf mahsulatın hayatı iktisadiye ve ahlakıyeyi müteessir edeceği kâffeyi ispattan müstağni görünür. Kıta-ı Mısıriyenin son altmış sene zarfındaki inkilabat-ı iktisadiye ve ahlakıyesini Mehmet Ali Paşa teceddüdatı İngilizler işgaline azv oldu. Filvaki hayat Mısıriyeyi tetebbu eyleyenler elli beş seneden beri pamuğun ve kırk seneden beri şekerin orada ne kadar zi nüfus birer amil ictimai olduklarını bilirler.
Diğer cihetten her tarafı bir umman ile muhat olan Amerika’nın vaziyeti hiç şüphe yok ki her tarafından bir ecnebi toprağına temas eden Sırbistan’ın vaziyetine benzemez. Mesela Amerika’da kemali suhuletle tatbik edilen bir “Monroe kanunu” nu Sırbistan’da mevkii icraya koymak na-kabil-i iktiham suûbet-i dâî olur. Hudutlardan mütemadiyen ecânib, eşyayı ecnebiye, elfaz ecnebiye ve hatta efkârı hissiyat-ı ecnebiye terşîh eder. Dikkat olunmuştur ki her devletin hudutlarda sakin tebasında hafif bir ecnebilik rayihası vardır. Mesela bizim İran hududunda mukim anasır-ı Osmaniye’mizde şemme İraniyet pek âlâ his olunur.
Yunan kadimin tarih-i medeniyeti bir mahsul ırkı olmaktan ziyade memleketin teşkilat-ı coğrafisi semeresi olduğunu iddia edenler az değildir. Delil-i dava olmak üzere iller yalıların – ki aynı ırka mensupturlar – şayan-ı dikkat hiçbir eser temeddün gösteremedikleri ileri sürülür. Eğer Yunanistan arzın devri salisindeki vaziyet-i coğrafisini muhafaza etmiş olsaydı yani Amerika’ya mülâsık bulunsaydı hiç şüphe yok ki üzerinde Sokrat ve Aristo’yu değil aslanlar ve gergedanlar gibi hayvanat-ı vahşiyeyi görecektik.
Finikelileri, İtalyanları, İspanyolları esfar-ı bahriyeye sevk eden memleketlerinin vaziyet-i coğrafiyesi değil midir? Avrupa ile Asya’nın nokta-i telakkisinde bina edilen İstanbul’un uruk muhtelife ye mevâîd-i mulâkat olması zaruri değil mi idi?
Bünye-i ictimaiyeyi müteessir eden avamilden biri de irtifayı arzidir. Dağlar sapana karşı az çok asi olduğu cihetle belâd-ı cebliyede bereket-i agdiye ye tesadüf edilmez ve nedret-i agdiye kilit nüfusu intaç eder. Dağlar arasında turuk rabıta tesisi güç ve bundan naşi münasebat-ı ictimaiye gevşektir. Dağlar arasındaki – o sarp, kıvranık, dolambaç, bir tarafı uçurum, öte tarafı âmâde-i sukut kayaların tahtı tehdidinde titreyen – yollar vesait-i ihtilâttan ziyade hududu fasılaya benzerler!
Ovalar bilakis münasebatı ticariye ve fikriyeyi kolaylaştırır. Manii ihtilat olan ormanlar, bataklıklar arızasız yerlerde bilnisbe suhuletle imha edilebilir. Halbuki aynı mevânik arazi-i maniada kala bir amir müteassırdır.
Bu esbaba binaen menâat arziye cereyanı medeniyete irâs betâet eder. İngiltere’de İskoçya, Fransa’da merkezi Bretanya menâat mevkiyeleri hasebiyle geride kalmışlardır.
Bir de dağların bir istiklâl-i tabiiyesi vardır. Ehl-i cebel maili istiklâl olur. Sekineyi cibâl her şeylerini kendileri istihsal ve imâle çalışırlar. Ahz ve itadan hoşlanmaz ve ne ithalata, ne ihracata iltifat etmezler. Bu bir nevi istiklali iktisadidir. Diğer cihetten karayı cebel arasında muaşeret sa’b ve nadir olduğundan karayı mütecavire sekinesi arasında vahdet-i ahlakiye görülmez. Hemen her kariye halkının başka âdeti, başka usul ziraatı, hususi bir tarz-ı hayatı vardır. İşte istiklâl ahlakı. . . . Ehl-i cebel azasî, seri-ül-infiâl, mail-i şedâid ve şiddetle muhafazakâr olduğundan kabza-i idare altına pek güçlükle giderler. Endülüslüler asırlarca uğraştıkları halde cebel-i refînin haylûletinden naşi Astorya halkını taht-ı idarelerine alamamıştılar. Rusya Kafkas dağlarını işgal için otuz sene uğraştı. Kafkasyalıları Ruslaştırmak için belki otuz asır mütemadiyen bir sa’y akîm sarfına mecburiyet his edecektir. Bizim Arnavutluk’taki, Asur’daki elim ve akîm icraatımızı bu sırada tafsil etmek istemem.
Sekine-i cebel hangi nokta-i nazardan tetkik edilse arzuyu istiklâl âsârı görülür. Bundan naşi dağlarda teşkilat ve terakkiyat-ı ictimaiye usret ve batâetle tahakkuk eder. Fakat tahlil ve inhitatda ovalardaki kadar süratle zuhur etmez. Bunda da kanun tavizin hükmünü görürüz.
Ahval-i ictimaiye itibariyle sahil ile dâhil arasındaki fark dağlarla ovalar arasındaki farktan daha barizdir. Evvela şurası şayanı dikkattir ki adaların dağlar gibi ve hatta dağlardan ziyade istiklâl tabiiyesi olduğu halde sekine-i Cezayir kemâli sühuletle sahil mütecavire halkının tahtı hâkimiyetine girmişlerdir. Hatta Britanya adalarının sekeneyi asliyesinde bile büyük bir aşk-ı istiklâl görülmedi. Romalılara kısa bir mukavemetten sonra hâkimiyeti ecnebiye ye boyun uzattılar. Gerek Anglosaksonların “Angluslar, Saksonlar ve Jütilerden oluşur” gerek Normandiyalıların tesadüf ettikleri muhalefet bilnisbe pek hafif oldu. Müddet-i medide müdafaayı istiklâl etmiş bir ada yoktur. Hatta Sisam adası gibi bir kazayı siyasi eseri olarak nail-i istiklâl olan adalar bir devletin taht-ı hâkimiyetine girmek ihtiyaç garibini his ederler.
Sahilde hayat-ı siyasiye mail-i ınkılâbdır. Ehl-i cebelin hilafına olarak sekeneyi sahil tahvil ve teceddüdü sever. Asar şûriş hatta dâhilde zuhur etse bile tahmini sahilde aramalıdır.
Büyük medeniyetlere ber mutad sahiller muhid zuhur oldu. Mısır, Finike, Yunan medeniyetleri Fırat ve Dicle sahillerinde doğdu.
Mamafih bir milletin inbisat-ı siyasisi bir deniz sahilinin veya bir nehrin istikametini nadiren takip eder. Mesela ne Asurilerle Kaldeliler, ne de Emevilerle Abbasiler neşvü nemalarında Dicle ve Fırat istikametlerini takip etmediler. Şark ve garp istikametlerini tercih ettiler. Zira sahil bahriyenin muhafaza ve müdafaası güç, sahil nehriyenin tersin ve tahkimi zordu. Bahusus nehirle uslu uslu akarken faideli birer dost, fakat tûğyân edince müthiş ve biaman birer düşman oldukları için ezmine-i kadimede hepsi az çok telkin-i havf ve ictinab ederlerdi.
Medeniyete hizmetleri itibariyle ormanların rolü nehirlerinkinden ziyadedir. Bu hakikate iman edildiği için Avrupa’da ormanlara fevkalade itinalar sarf olunur. Bu sayede el-yevm Avrupa kıtasının beşte biri orman haline gelmiştir.
Tabiat araziye gelince; Bunun başlı başına mucib-i terakki veya tedenni olduğu isbat edilemez. Sekenenin tıynet ve istidadına göre tabiat arazi bir sebeb-i terakki veya bir sebeb-i tedenni olmuş, aynı kıtayı arziye illerinden geçtiği milletlerin tabiatına göre edvar-ı tali ve edvar-ı sukut geçirmiştir.
Mamafih ber mutad tabiatı arazide mümâseleti davet eder. Meselâ Rusya gibi arazisi yeknesak memleketlerde işgal-i hayat itibariyle nukad-ı muhtelifesinde bir fark-ı mühim görülmez. Yine meselâ bütün Irakta tabiatı arazi itibariyle müthiş bir ıttırâd vardır. Halkın adet ve ahvalinde de aynı ıttırâdı görürüz. Hâlbuki Aydın vilayetinde tabiat bir şehirden diğerine fahiş hususiyetler gösterir; Manisa İzmir’e, Aydın Manisa’ya, Kuşadası hiç birine benzemez. Şehirlerin menâzır-ı tabiiyesi gibi sekenenin menâzır-ı ictimaiyesi de muhteliftir. Hatta her şehrin üslubu ifadesinde bir hususiyet his olunur.
Aynı tabiat aynı mesaiyi ister, aynı mahsulatı verir ve aynı hayatı istilzam eder. İnsan nasıl toprağını kendi ihtiyacatına göre yoğurmak istiyorsa toprak da insanı kendi fıtratına göre bir şekl-i hususiye ifrağ etmeğe çalışır. Bu mücadele sayesinde sekene ve arazinin terakkisi temin olunur. Üzerinde yaşadığı toprakla uyuşmak büyük bir müjde-i terakkidir. Arz kimlerden hayat alırsa, hayatını onlara verir.
Arazisi itibariyle bir heyet-i müctemiâ ya Avusturya gibi muttasıl-l aksâm yahut İngiltere gibi munfasıl-l akşamdır. Munfasıl-l aksâm olanlar ya bir kıtayı merkez ittihaz ederek kıtaat saireyi arazi-i müsta’mere gibi telakki ederler yahut her kıtaya yarım bir istiklâl vererek mecmuunu hükümet-i müttehide halinde idare ederler. Muttasıl-l aksâm olanlar ya Avusturya’da olduğu gibi ecnas sekeneye nazaran veya Fransa’da görüldüğü veçhile icabat idariyeye göre eyaletlere, vilayetlere, nahiyelere taksim olunur. Fakat ihtara hacet yoktur ki bu taksim bir emr-i mevhumdur.
Cenab Şehabeddin.
– CİDAL-İ AKVÂM –
Beşeriyet, kabil midir ki; Hilkatin kanun umumisinden tahlis-i giribân edebilsin. Ezelden beri o kanun lâ-yetegayyerin zebûn ve mutâa olmaktan kurtulmak, insanlar için mümkün olabildi mi?
Bu kanun, cidal-i mahlûkat kanunudur. Bunun tesiratını medeniyet izale etmek şöyle dursun teşdid bile eylemiştir. Hangi mahlûk arasında cidal, beynelmilel olduğu kadar hûn-îndir? Hangi mahlûk, beşeriyet kadar hem halini mahva sâîdir? Hiç değil mi? Şu silsileyi isale karşısında tarih bize daima cevap nafi veriyor. Kesafet peyda etmiştir. En kuvvetlinin, en haklı olarak kabulü kaidesi insanların hâkim taliidir.
Bu kaide geçmişte olduğu kadar asrı hazırda da caridir. Kimse iddia edemez ki; müstakbelde de nafiz olmasın.
Filvaki kemal insani arttıkça incelenen hissiyat sevkiyle son asırda bir takım insaniyet perverler ve l’hayvan şu kaide-i cidalın aleyhinde bulunarak bu babda âsâr vücuda getirmişler. Adalet ve hak kavâidinin insanlar arasında yegâne hâkim ve fasıl ihtilaf hâsıl olması lazım geleceğini cidden mukanna ve parlak tarzda serd ve ityan etmişlerdir. Fakat bütün bu iyi düşünceleri faaliyet her zaman tekzib etmektedir. Ahval bize gösteriyor ki böyle beynelakvam mesailde hak ve adalet aramak abestir. Hak, daima koyunun öldüğüne – fani değilse de – razı olmak gerektir.
Şu tarz rıza hakkın kuvvetten tevlid ettiği kanaatından neşet etmiyor. Çünkü hak, beynelakvam mütehaddis mesailde kuvvetle tev’em görülür. Bu bir icbar fıtrattan başka bir şey değildir. Şimdiye kadar kuvvet olmayan yerde bir hakk-ı milli zahir olamamış, elde edilememiştir.
Bütün mevcudiyetini hak ve adalet esaslarının himaye-i mantıkiyesine tevdi ile kuvayı maddiye ve askeriyeden istiğna eden bir memleketin komşuları tarafından derhal istilâ edilivereceğine zan ederim ki; Kimse şüphe etmez. Bugün bütün muamelat-ı devliyede kuvvet hâkim iken bazı zayıf milletlerin muhafaza-i mevcudiyetleri, hem civar kuvvetlerin tesâdüm menafiinden ve o zayıfın beliğ hususunda itlaf edememelerinden münbaistır. Büyük devletlerin böyle zayıf yerleri istilaları hep bir takım iptidaiyat-ı siyasiyeden sonra vuku bulmuş ve tedrici olmuştur. Transilvanya, Malta, Küba, Filipin gibi yerlerin tarzı işgalleri hep bu sözü mueyyid misallerdir.
Hülasa hiçbir millet unutmamalıdır ki; hakkını ölçmek için yegâne mikyas o hakkını icabında müdafaa edecek olan kuvvetidir. İnsanlar arasında bu şekilde olan bu kaide muhalefet cins ile başka şekle girer. Bizce bir koyunun hakk-ı hayatı, sırf kendinden daha kıymetli bir dimağa sahip olan diğer bir hayvana – insana – taam olmaktan başka neye istinat eder? Daha ileriye gidelim; Zenciler için yegâne şekil hayat beyazlar tarafından memleketlerinin istilası ve mukavemet edenlerin itlafı. Mukavemet etmediği halde de bütün emvâl ve emlâkından mahrum bırakılarak kamçı altında istihdamı değil mi? Amerika’da olduğu gibi Afrika’da da her zaman icra edilen tarz-ı muamele böyle değil miydi? Filvaki oraları işgal etmek niyetinde bulunan Avrupalılar ibtidayı emirde misyonerler gönderirler, bir tavr-ı insani alırlar, fakat o misyonerlerin cüppelerinde ispirto şişelerinden başka amel-i medeniyet yoktur. Yegâne medeniyet mahsulü ancak köle girer. Zaten kast, temeddün değil safahatı sokmaktır. Hülasa kuvvetsiz biçareler bir yeni kuvvetlilerin önünde – o kadar sahib-i hak iken – yine bir nebze-i adalet talep edemezler. Kavinin arzusuna tabi olurlar. İşte bu suretle o kavinin hakkı, zayıfınkine galebe eder. Binaenaleyh insaniyet perveranın iddiaları, bizce lâf-ı güzâf mahiyetinden harice çıkamaz. Zira bütün bu fikirler, birer kanun mahiyetinde bile olsalar, insanî olan kanunlar, tabii kanunlar muvacehesinde ademi iktidara mahkûmdur.
Tabii kanunlar, muamelât-ı beşeriyeyi idare edecek yegâne amillerdir. Hak ve adalet esaslarına müstenid her türlü nazariyelerin bir kıymet-i ilmiyesi olsa da kıymet-i hakikiyesi yoktur. Hilkat-i cihandan beri menafi mütezâdde ictimainde yahut her hangi bir memlekette büyümek arzusu hasıl oldukta ancak bu tabii kanunlar icra-i hüküm eder. Alelhusus mütefâviteye malik milletler arasında hadis olan ihtilaflarda hak ve adalet esasları hiç bir zaman nazar-ı itibara alınmak kıymetini gösterememiştir. Ya galip ya mağlup, ya sayd ya sayyâd olmak lazımdır ki; Hak tezahür etsin.
Çanakkale’de kopardığımız düşman kellelerinden: tayyarelere karşı kullanılan bir hoçkis
“1926 TÜRK MODELİ HOÇKİS HAFİF MAKİNALI TÜFEK” yn.
Natıka perdâzîlerin, siyasilerin, insaniyet perveran bu kanunlar aleyhindeki sözleri parlaktır, alkışlanır. Fakat maddi değildir. Tıpkı levazım ve münasebat medeniye kabilindendir. Farzen icabat-ı aşinaiyeden olarak bir tanıdığımız bizi görünce hal ve hatır sorar, sıhhatimizin kemali arzusunu izhar eder. Fakat bu adımla bir, hayat meselesi karşısında bulunursak, farzen gark olmuş bir vapurun bir tek cankurtaran kemerini almak için o kibar ve nazik adam, eğer bizden kuvvetli ise canımıza kast eder. Kemeri alır. Pek çok bu kabil vakada çocukları kadınları öldürüp de tahlis-i can edenler vardır. Vakıaten bunlar arasında derece-i kasva-i kemale varmış kimseler, kendi hayatını feda edenler de bulunur. Fakat onların adedi tarihi kahramanlar silsilesine ilave edilir. Bir kaideye esas olamaz. İşte beynelmilel münasebatın adalet ve hukuka istinad ettirilmesi de şu serd ettiğimiz maddi misale pek benzer. Emin olmalıdır ki o güzel sözleri bugün tastık edenler, yarın tekabül-i menafi sevkiyle onları unutur, hep hatırasında ordular, toplar, tüfekler yaşatır. Mazide olduğu kadar şiddetle, atide de cidal-i beşerin devam etmeyeceğine bir delil göremiyoruz.
Bilakis esbab-ı kaviyye karşısındayız ki; Bu mücadele müstakbelde daha büyük bir şiddet kesb edecektir.
Tarihde gösteriyor ya? Milletler mesafat-ı baidde ile yekdiğerinden ayrı iken fennin bu günkü terakkiyata mazhar olmaması sebebiyle o mesafatı kat edememesi yüzünden ihtilaf nadir ve mücadele az olurdu. Bugün ise münasebat-ı düveliye ne kadar mütezâyid ise esbab-ı ihtilâf da o nispette artmıştır. Akdimce en ziyade irs saltanat ve münasebat-ı şahane yahut arzuyu teshir sebeb-i cidal olurdu. Şimdi ise, atiyen de öyle olacağı gibi milletlerin hayatını idame eden menafii iktisadiye badi-i cidal-i beşer olmaktadır.
Muharebât ve mücadelât müstakbelede ise bu esas daha ziyade tesirini göstererek cidden mücadele-i mevcudiyet şekline girecek ve tarafeyninden birinin imhayı katiyesinden sonra ancak hitam bulabilecektir. Hatta son Transilvanya muharebesinde İngilizlerin ihtiyar ettikleri cebir ve i’tisaf bu hususta misal olabilir. Transilvanya harbinde soylarını bitirmek emeliyle çocuk ve kadın dahil olduğu halde 109000 kişi esir alınmışlar. Bunların kısm-ı azamı yiyeceksizlik ve gıdasızlık yüzünden telef olmuştur. Bu hakayıkı bilmek ve ana göre müstahzar bulunmak gerektir.
Zaten, artık bütün milletler için hayat meselesi nasıl iktisadiyatta görülüyorsa, menafii iktisadiyeyi muhafaza etmek keyfiyeti de kuvvete müstenid bulunduğu kaidesi pîş-i nazara alınarak bütçelerinden büyük bir kısmı kuvayı askeriyeye hasr edilmektedir.
Son Avrupa harbinin, esbabı acaba Avusturya – Macaristan veliahdının katlinde arayacak kaç saf-dil vardır. Kim tereddüd eder ki; Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya hep Almanya’nın vaziyetinde gördükleri istilayı iktisadi tehlikesinin giderilmesi için birleşmemişlerdir. Kim tahmin eder ki, Rusya Sırbistan’ı ezdirmemek için; Almanya, Avusturya’nın mağlup olmaması için harp ediyor. Bütün bu milletler, attıkları danelerle, hedef-i milliyesini elde etmeğe mani olan unsuru mahva sâîdir. Ötede mevcudiyet meselesi mevzuu bahistir. Anın için harp ediliyor. Tarafeynden birinin o neticeyi elde etmesi sulhun ilk muhbiri olacaktır. Temenni olunur ki; Bu taraf bizim taraf olsun.
M.B. İdris.
Amerika’nın müsâlahane notasıyla i’tilafın suya düşmüş bir ümidi: RMS Lusitania
SANATTA GÜZELLİK NEDİR?
HARP AKŞAMLARI
Diyar-ı Yusuf’a doğru: Süveyş önünde topçumuz.
Tarihin vereceği hükme muntazır iki ricâl-i siyasi.
Giovanni Giolitti Antonio Salandra
BÜYÜK MUHAREBE GEMİSİ VE TAHTELBAHİR
<> <> <> <> <>
Bu güne kadar birçok büyük gemiler, Alman tahtelbahirlerinin hücumuna kurban oldu. Bu hal, bir hayli münakaşalara yol açtı. Bu yüzden büyük muharebe gemisinin kıymet ve ehemmiyeti nazarlardan düşmeğe başladı. Yalnız kahvehanelerde, salonlarda ve sokak başlarında değil yevmi ceridelerde bile büyük gemiler inşa edilmesine karşı fikirler, düşünceler meydana çıktı.
Böyle mühim bir meselenin, donanma mecmuasında münakaşa mevkiine konması muvafık olur zan ederim.
Harb-i umumi sahasında henüz büyük bir deniz muharebesi olmadığından bu cihette kati bir fikir ve muhakeme yürütmekte imkânsızdır. Mamafih önümüzde, istidlâl ve muhakemeye esas olabilecek bir takım vakalar vardır. Bundan başka, ayrı ayrı gemi sınıflarının o saf ve mahsusatı malum bulunduğu için bunlardan da birçok istidlâllerde bulunmak mümkündür.
Bugün Alman tahtelbahirlerinin elde etmiş bulundukları muvaffakıyetler, birkaç sene evvel imkânsız görülüyordu. Bunda da herkesin hakkı vardı. Bundan takriben on sene mukaddem elde bulundurulan tahtelbahirler böyle işler göremezlerdi. Ancak en yeni numuneler, bu gibi icraata elverişlidirler. Bu kabil tahtelbahirler, haiz oldukları büyük büyük kudretleri fiilen izhar ettiler. Bunda iştibahı mucib bir cihet
Ser muvaffakiyet: Alman gençleri harbe giderken.
yoktur. Fakat bundan büyük muharebe gemilerinin kıymet ve ehemmiyetten ari olduğu istidlâl edilecek olursa doğru bir iddiada bulunulmuş olur mu?
Esasen şimdiye kadar muharebede kullanılmadıkları halde bu kabil büyük gemilerin birçoklarınca iflasına hüküm edildi. Meselenin ehemmiyetine binaen ufak bir istitrâd yapmak icap eder.
Kara harbinde, evvel emirde süvarinin mühim muvaffakıyetler elde edebileceği görülmüştür. Bundan istidlâlen, diğer sınıf askeriyenin kıymet ve ehemmiyetten ari olacağını, kimsenin aklına gelmemişti. Peyderpey süngü, makinalı tüfek, ağır top en ziyade haiz-i tesir olmak üzere meydana çıktı. Buna bakarak, meğer ateşli tüfeğe, hafif topa ehemmiyetsiz mi diyelim? Hayır! Tam yerinde kullanıldıkları taktirde bunlar da muvaffakıyetin istihsaline medar olurlar. Asıl mesele ayrı ayrı silahların haiz oldukları kıymet ve ehemmiyeti göstermek üzere nerede ve ne zaman mevkii istimale konmaları icab ettiğindedir. Yoksa süvari, sahra topu, makinalı tüfek ile metin ve güzelce müdafaa altına alınmış bir kaleye hücuma teşebbüs etmek daima harekette bulunan piyade hatevâtına karşı yalnız ağır muhasara obüsleri kullanmak kadar beyhude bir hareket olur. Bütün vesaitin birlikte çalışması ve ayrı ayrı tekmil silahların tam yerinde kullanılması elzemdir. Bu misaller, harp gemilerine de kabil-i tatbiktir.
Bizim burada mevzuu bahis edeceğimiz şey, büyük muharebe gemisi ile tahtelbahre inhisar ediyor. Tahtelbahir, ne gibi işler yapabilir? Tahtelbahir pusuda düşman beklemeğe, buna hücum etmeğe kabiliyetlidir. Tahtelbahirler muayyen bir hadde kadar istikşaf hususatına yarar ve muharebeye de karışabilir. Mamafih yalnız başına bir limanı abluka edemez. Sahilde oldukça açık bir mesafede bulunan düşman gemileriyle mücadele edemediği gibi sahil istihkâmlarını da hiçbir veçhile ıskat etmeğe kadir değildir.
Müttefiklerimiz tayin-i mesafe ederken. . . .
Tahtelbahirlerin saha-i harekâtı mahduttur. Bunların süratleri de nispeten azdır. Bir donanmayı takip etmeğe bunlarca imkân yoktur. Açık deniz filo muharebelerinde tahtelbahirler kullanılmak lazım gelirse, düşman ya tahtelbahirlerin bulunduğu sahaya doğru sürülmek veyahut ta bunların pusu tuttukları mevkie doğru çekilmek icab eder. Büyük bir muharebe gemisinin, sezilmeden bir düşmana takrib edebilmesi adeta imkânsızdır. Fakat birkaç isabetiyle bunun garkına sebep olabilir. Böyle bir gemi, bir sahil istihkâmını yıkabilir. Bir açık deniz muharebesinde muhâsımı da perişan edebilir. Fakat buna mukabil muhâsım taraf yalnız tahtelbahirlere malik bulunacak olursa, büyük muharebe gemileri kiminle mücadele edecektir? Tarzında bir sual de varid olmak melhûzdur.
– Mâ-ba’dı var –
Ruslar Karpatlara böyle tırmanırken şimdi acaba nasıl indiler? . . . .
Yeni eserler:
İNGİLİZ İMPARATORLUĞUNUN İNHİTÂT VE SUKUTU
Bir Japon âlimi tarafından Japon mekâtib-ı milliyesinde okunmak üzere yazılmış olan bu mühim ve zaman-ı hazıra ait eser, Ay –yıldız kitaphanesi tarafından tercüme edilerek neşir edilmiştir. En büyük düşmanımızın hikâye-i sukutunu, onun müttefiki lisanından işitmek kadar mucib-i ferah ve ibret bir şey olamaz. Binaenaleyh bu ibretamiz kitabı bilhassa gençlerimizin dikkatle okumalarını tavsiye ederiz.
HATT-I HARB GEMİLERİ
<> <> <>
<1914> ŞİMÂL DENİZİ MUHAREBE-İ BAHRİYESİ
– mabad –
Yüz sene evveli bir İngiliz firkateyninin dibine saplanmış olan bir kaya parçasıyla Bahr-ı Muhiti geçtiği mukayyiddir. Bu gemi sivri bir kayaya oturmuş ve kayanın ucu kırılarak yarılan kısmın içinde kalmış ve suyun içeriye hücumunu da men etmiş ki bütün bu halin, gemi havuza girdiği zaman farkına varılabilmiştir.
Demir veyahut çelik gemilerin harici ve dâhili dipleri beynindeki saha, ale-l-umûm 3 yahut 4 kademi tecavüz etmez. Bu da su hattına kadar çıkmaz. O haldeki bordanın birçok sahası hatta bu mahdud vasıta-i tahaffuzdan bile mahfuzdur. Çifte borda ihtimal ki bedbaht <<Titanik>> i kurtarırdı. Su hattına kadar 10 kademlik bir saha vermek, bahriye inşaat mühendislerini bir hayli zaman yormaya değer bir meseledir.
Tahtelbahir sefainin tekâmül seri itibariyle geminin su içinde bulunan aksamının maruz bulunduğu tehlikelere karşı kati bir tedbire ihtiyaç der-kârdır.
Su altında seyir eden ve yalnız istikametini tashih için ara sıra, o da pek muvakkat bir zaman için suyun yüzüne çıkan bir madenin – bu tahtelbahir sefinenin – keşfi pek müşkül bir meseledir. Ale-l-husus böyle bir hedefi vurmak hemen hemen gayri mümkündür. Satıh bahride icrayı hareket eden torpido sefainin son bir hücum ile torpido sahasına girmek için kazanlarını zorladığı zaman bacadan duman ve alev çıkması, istim kaçması gibi – tahmini ihbar – edici alamet, tahtelbahirler için mevcut değildir. Her ne kadar bu günkü tahtelbahirler, son <muhriplere> nazaran küçük, binaenaleyh saha ve zaman faaliyeti dar ise de, revş-i ahval bütün bunların inşaat-ı müstakbelede ziyadesiyle tezyid edileceğini işrab etmektedir.
Bu hususta iptidai müşkülata galebe edilmiştir ve tecrübe sayesinde kazanılan itimat ve tahtelbahir seyir ve seferden tahassül edecek menafi, fennin, insanı seyr-i havai hususunda gösterdiği muvaffakıyetlere muktedir kılacaktır.
İşte, milletlerin muharebat-ı bahriyede kullandığı müthiş tahribat makinaları bunlardan ibarettir. Bunların ameliyata tatbikinin sırası günü gelmiştir. Neticenin ne olacağını kim keşf edebilir?
5
Harp hazırlığı
Almanya, eğer filosunun ve teşkilat-ı Harbiye’sinin mükemmeliyeti hakkında tam bir itimat besliyor idiyse, denizde ihraz-ı muvaffakıyete medar olan bazı o saf itibariyle muarızının kendisinin dununda bulunduğu gibi bir itikada güvenerek bu mücadeleye kıyam edişinde elbette daha fazla bir hak kazanmış olur. Alman muharrirleri, gemicilerinin daha faik olan talim ve terbiyeleri her halde filolar beynindeki farkı tazmin eder iddiasında bulunuyorlardı. Bu iddianın, ne gibi bir esasa istinad ettirildiği malum olmadığı halde her sınıf halk beyninde hissen telakkiye mazhar olduğu görülüyordu. Diğer bir kısım muharrirler, İngiltere’nin artık darb-ı mesel hükmünü almış olan harbe hazırsızlığını ileri sürüyorlardı. Bu zan ve itikat galiba <hazırlıksız> lakabını almış olan maruf Sakson kralından tevarüs ede gelmiş olmalıdır. Bir asır evvel, Avrupa’nın diktatörü ile vuku bulan müthiş bir mücadeleden kemali muvaffakıyetle çıkan İngiltere, ondan sonra araya giren uzun bir devreyi müsâlemet ve huzur sebebiyle harbe müteallik her türlü ihtiyatı ihmal etmişti. 1854 de Rusya ile olan muharebe bu halin güzel misalidir.
Biz Kırım’a, harp edeceğimiz düşmanın memleketi hakkında hiçbir malumat sahibi olmaksızın sellemeh-üs-selâm asker döktük. Bundan birkaç sene sonra bir İngiliz rical hükümeti şöyle yazmıştı; “Biz Kırım muharebesinde, hem kuvvetimizi, hem de zaafımızı göstermiş olduk. Kuvvetimiz, menâbimizin elastikiyetinden, ahalimizin tabiatından, kesemizin bolluğundan ve kuvveyi mukavememizden ibaret idi. Zayıfımız ise, tertibatımızın karışıklığında ve maharet-i askeriyenin mefkudiyetinde güneş gibi kendini göstermişti.”
Aynı tenkidat acaba Afrikayı Cenubi muharebesi için de, kabil-i tatbik değil midir? Bizim hesapsız derecede çok olan diğer küçük muharebelerimizde silahımızın kuvvet ve mükemmeliyeti, vahşi sürüleri tarafından kullanılan eski silahlar karşısında terazinin gözünü tarafımıza meyil ettirmiştir.
Bütün bu vakayı ve hadisatı yâd ve tezkârdan başka mütekaid Alman Generalleri vatandaşlarına fenn-i harb bahri hakkında dersler veriyorlardı ki bu dersler onlar tarafından mühim olarak telakki ediliyor ve İngiliz gazeteleri tarafından da iktibas olunuyordu.
Bizim halkımız ise hakikaten neye inanacaklarını bilemiyorlardı. Zira bu memlekette bahriye mütehassısı geçinen bir takım gevezeler, bahriye nezaretinde harp için hiçbir plan mevcut olmadığını ve filomuzun sırf muhteşem bir gemi yığınından ibaret olup sulh manevralarını hakiki harbin istihlâfı anında vücudu zaruri olan birçok avamil-i müessereden mahrum bulunduğunu ilan ediyorlardı.
Mâ-ba’dı var.
İCMÂL
Bir haftalık vakayı berriye ve bahriye
Garb cephesinde, Şark dar-l-harbinde, Cenub-i Garbi dar-l-harekâtında, Denizde, Çanakkale’de
Garb dar-l-harbinde: Geçen hafta zarfında, bilumum sahneyi harplerde olduğu gibi garb cephesinde de mühim ve kanlı muharebeler vukua gelmiştir. Alman kuvvayı külliyesinin şarkta meşgul bulunmasından bil istifade <fırsat bu fırsattır> diyen Fransız – İngiliz orduları efranci Mayıs’ın ikinci haftasından beri devam eden hücumlarına geri mi verdiler. Galiçya’da tekerlenmekte olan Rusların mütemadiyen yardım talebinde ısrar ve feryad etmeleri bu muhâcemâtın, Fransız ve İngiliz askerlerinin gösterebilecekleri en büyük şiddetle, icrasına mucib oldu. Arz-ı meskûn üzerinde yaşayan her cins insanlardan müteşekkil bulunan müttefikin ordusu Alman cephesinin Levan ile Aras arasındaki kısmına azim kuvvetlerle yüklendiler. Fakat Alman hatt-ı harbi yarılmadı. Prusya hassa alaylarının bî-nazîr intizam ve mükemmeliyeti, Saksonya ve Vestfalya askerlerinin metanet ve tahammülü, Bavyera kıtaatının artık dillere destan olan şecaat ve besâleti karşısında, bir tezad-ı garib halinde yan yana harp eden Londralılarla Hintli fakirlerin, Paris şıklarıyla Afrikalı zencilerin muhacematı bir iki harap seyir aksamının zaptından başka bir netice veremedi.
Bu günkü Rus mağlubiyetinin avamil-i mühimmesinden biri de Moskofların kışın Karpatlarda icra eyledikleri kanlı hücumlarda uğradıkları zayiat-ı azime olduğuna göre her zaman pek kanlı telefat ile püskürtülen Fransız – İngiliz taarruzları da şimdilik bu neticenin ihzarına hizmet etmektedir.
Şark cephesinde: Bu vasi dar-l-harbin Lehistan, Rusya’dan Baltık denizine kadar uzanan kısmında geçen hafta zarfında harekât-ı mühimme cereyan etmemiş ise de Galiçya cephesinde son derece ehemmiyetli muharebeler vukua gelmiştir. Bir mevki-i müstahkem olmayan fakat Poltva nehri ile bu nehirden mütehassıl bataklıklardan mürekkeb tabii bir hatt-ı müdafaa ile muhafaza edilmekte olan Lemberg (Liviv) şehrinin zabt ve müdafaası bu muharebatın gayesini teşkil etmektedir.
Galiçya’nın merkezi idaresi olan Lemberg’i ele geçirmek için Alman – Avusturya kıtaatının şehrin cenubundan ilerleyecekleri zan olunuyordu. Fakat müttefikin erkân-ı harbiyesi Lemberg’i zabt ederken diğer bazı askeri gayeler ve faideler daha elde etmek istemişler ve bu maksada vasıl için de Yanov’un şimalinden bed’ ile Rawa-Ruska’nın cenup şarkisinde kâin Obedinska mevkiine kadar uzanan 35 kilometre tulundaki müstahkem Rus cephesini baştanbaşa zabt etmişler ve Lemberg’in şimaline Delkiyef’e kadar yükselmişlerdir. Bu suretle hem Lemberg cenup, garp ve şimal taraflarından ihata edilerek suhuletle zabt edilebilecek hem de şehrin şarkında ve cenup şarkisinde bulunan Moskof kuvvetleri yan ve gerilerinden ihata edilmiş olacaktır. Artık Dinyester nehrinin şimal sahilindeki Moskof kuvvetlerinin, bu çevrilme tehdit ve tehlikesi karşısında, kemal-i süratle ricat eylemekten başka çareleri kalmamıştır. Nitekim Pazar 20 Haziran efranci tarihli Alman ve Avusturya tebliğ-i resmileri Rusların her tarafta ricata başladıklarına meş’urdur. Müttefikin ordularının sol cenahı tarafından Lemberg üzerinden icra edilen bu çevirme harekâtının mihverini teşkil eyleyen Dinyester sahilindeki General Alexander von Linsingen ordusu bittabi önünden çekilmekte olan Rusları bi-aman bir takip ile kovalayacak ve Moskof ricatı bir firar ve inhizam şeklini alacaktır. Aynı zamanda Besarabya’ya dâhil olduğu halde Rusların mezbûh-âne mukabil hücumlar karşısında ilerlemeğe muvaffak olamayan Flander – Balkan ordusu da yine taarruza geçecek ve bu suretle Moskoflar bütün Galiçya’dan tard edildikleri gibi Besarabya’da da ricata icbar edilmiş olacaklardır. Binaenaleyh bu hafta zarfında Rusların yeni bir hezimete uğramalarına ve birçok esir, top ve levazım-ı harbiye vermelerine intizar edebiliyoruz.
Cenub-i Garbi dar-l-harekâtında: Avusturya – İtalya hududunda iki haftadan beri devam eden ve hudud musadematı mahiyetini çoktan tecavüz ederek ilk Avusturya hatt-ı müdafaasının yarılması maksadıyla icra olunan muharebeler İtalyanların mağlubiyeti ve Avusturyalıların muvaffakıyeti ile neticelendi. Aylardan beri harbe hazırlanmış olan İtalyan ordusu İsonso nehrini geçmek için icra eylediği bütün teşebbüsatta Avusturya kıtaatının mukavemet-i şedidesine maruz kalarak azim zayiata uğradı ve nihayet zımni bir itiraf-ı mağlubiyetle tevkif etti.
Avusturya ordusunun bu cephede en zayıf, İtalyanların ise en kuvvetli bulunduğu bir zamanda icra edilen ilk harekâtın uğradığı muvaffakiyetsizlik tabiidir ki esasen pek yüksek hissiyat-ı cenkciyane ve kabiliyeti harbiye ile mücehhez bulunmayan İtalyan askerleri üzerinde manen büyük bir tesir husule getirecektir.
İtalyanlar bir müddet dinlendikten, kıtanın boşluklarını doldurduktan sonra şüphesiz yeniden hücuma başlayacaklardır. Bu defa hücum cephesini değiştirmeleri ihtimali vardır. Fakat hududun harekât-ı askeriye ye en müsait olan İsonso mıntıkasında muvaffak olamayan bu ordunun sair mani ve müstahkem havalide talihin daha ziyade mazhar-ı lütfu olabilmesi müstebittir.
Denizde: Geçen hafta denizlerde vukua gelen en mühim hadise-i harbiye Avusturya donanmasının ikinci defa olarak İtalya’nın sahil şarkıyesine karşı bir akın icra etmesidir. 1866 senesinde vukua gelerek Avusturya tarih-i bahriyesinde kıymettar ve şerefli bir hatıra bırakan Lissa muzafferiyet-i bahriyesi Avusturya donanmasının maneviyatı üzerinde o kadar büyük bir tesiri haiz ki İtalyan filolarını nasıl olsa mağlup edeceklerinden mütevellid bir itimad-ı nefs, bir itminân-ı kalb ile Avusturya bahriyelileri bi-perva Adriyatik denizinin karşı sahillerine akın ediyorlar. Hâlbuki fazla olarak İngiliz, Fransız filolarının da mazhar-ı muaveneti olan İtalyan Kuvayı bahriyesi, yalnız başına, kemiyetten Avusturya donanmasına faiktır. Tarafeyn Kuvayı bahriyesi arasında yaptığımız atideki küçük mukayese İtalya donanmasının hareketsizliğini mazur göstermek isteyen “Corriere Della Sera” namındaki İtalyan gazetesinin haksız olduğunu ispat eder:
AVUSTURYA | İTALYA | ||
3 | Dretnot | 4 | Dretnot |
12 | Zırhlı | 11 | Zırhlı |
2 | Zırhlı kruvazör | 10 | Zırhlı kruvazör |
4 | Seri kruvazör | 3 | Seri kruvazör |
3 | Muhafazalı kruvazör | 9 | Muhafazalı kruvazör |
19 | Torpido muhribi | 33 | Torpido muhribi |
52 | Açık deniz torpidosu | 69 | Açık deniz torpidosu |
39 | Torpido bot | 15 | Torpido bat |
11 | Tahtelbahir | 20 | Tahtelbahir |
Çanakkale’de: Geçen hafta zarfında harekât-ı mühimme-i harbiye vukua gelmemiştir. Mayısın son haftasında kanlı zayiata uğrayan düşman münferid ve ehemmiyetsiz hareketlerle iktifa ederek, yeni bir taarruz-u umumiye girişemiyor. Kıtaatımız ise delirâne müdafaa ve mukabil hücumlarıyla İngiliz – Fransızları siperlerinden çıkartmamakta, bazen düşman siperlerini de zabt etmektedirler. Anadolu sahilindeki bataryalarımız ise Seddülbahir’deki düşmanı muhrib ateşleriyle mütemadiyen izaç eylemekte devam ediyorlar.