DONANMA MECMUASI 106/57 13 Ağustos 1915
DONANMA MECMUASI 106/57 13 Ağustos 1915
1 Şevval 1333 – 31 Temmuz 1331 – 13 Ağustos 1915
Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir – no:106 / 57
Hadisat: Avusturya donanmasının son hücumu münazârından.
* * * * * * * * * * *
Donanma mecmuası, hulûlî âlem-i İslâmı şereflendiren îd-i saîd fıtrın kütle-i muvahhadîn için sa’d ve bahtiyar olmasını ve şu yevm-i mübarekte yar ve diyarını terk ile düşmanla göğüs göğüse çarpışmağa koşan yiğit Osmanlıların galip ve muzaffer ve memalik-i Osmaniye’nin inayet yârî ve imdad rûhânîyyet resul ile a’dâ-yı dinden mutahhar olmasını tazarru’ ve niyaz eyler.
***************************************
İ’tizâr – mecmuanın intişarına ufak bir sekte arız oldu. İki hafta yevm muayyeninde eyâdi mütalaaya takdim olunamadı. Sebebi matlub kâğıdın tedarikindeki müşkülat azimedir. Müsâadeyi imkân nisbetinde bu mahzur izale olundu. Arz-ı i’tizâr ederiz.
——————-< * >—————–
Bir rica
Mecmuanın hususat tahririye ve idaresine ait mesailik mercii ser muharrirlik olduğundan işi olan zevat-ı kirâmın bu yolda müracaatta bulunmaları rica olunur.
Mukavemet bahsi
Rus ordularının Alman savlet ve fenni karşısında ricatı mukabelesinin Osmanlı ordusunun Çanakkale’de ve Alman hudut müdafaasının garp sahneyi harbindeki Kuvayı muhacemeye karşı olan mukavemetleri, ser levhayı tahrir edindiğimiz bahiste icaleyi kalemi mucib oldu.
Her millet bir takım mezâyâ ve hasâile maliktir. Bu mezâyanın bir kısmı kesbi, bir kısmı da halkîdir. Kesbi olanlarının ehemmiyeti halkîlere, halkîlerinin ki de kesbilere tefevvuk edemeyecek derecede muadil olanları vardır. Bu mezâyâ ve hasâil arasında şu harp azimin en inkişafında tezahür ve tebarüz edenleri, lüzumu olanları vardır. Biz nasıl tarafeyn muharibinden isek hasımlarımız da öyledir. Binaenaleyh vaziyet harbiye’nin şu halini işte bu söylediğimiz mezâyâya atıf etmekten başka çare olamaz.
Katiyet riyaziye kadar belagat ile ifadeyi hakikat edecek hiçbir şey yoktur, bu gün iki muhasım mecmuayı teşkil eden devletlerin mecmuu nüfusu tetkik olunursa ale-l-takrib şu adetler bulunur.
İttifak devletlerinin: 145 | İ’tilaf devletlerinin: 310
[Japonya dâhil değildir] |
O halde nısfından fazla bir adetle harp eden ittifak ordularının bu günkü galibiyeti ekserinden neşet etme değildir.
İşte buradaki sır, sır galibiyet mukavemet milliye meselesidir.
Harpte her şeyden fazla yer kıymeti olan fennin tesirini zikr etmeyişimde sebep tarafeynde aynı derecede değilse de az bir fark ile tekmil eylemiş uzuvların mevcut oluşudur. Garp sahneyi harbinde Almanlara tevcih edilen silahlar meyanında boğucu gaz neşir eden bombalara kadar vesait tahrip ve helak mevcuttur. Çanakkale’de de aynı silahın bize karşı kullanılmakta olduğunu tebliğ resmiyetlerden görüyoruz. Bu kadar insaniyet-şikenâne vesait muvacehesinde sarsılmayan Osmanlı ve Alman askerinin mukavemeti şüphe edilemez ki, fennin tesirinden ziyade bir haslet halkiyeden münbaistir. Bu gün Alman ve Avusturya kuvvetleri karşısında taab-âver olamayarak çekilen moskof ordusu adeden müttefik ordulara faiktır. Fakat Rusların mukavemeti, Alman ve Avusturyalılara nispetle dûndur. Bundan dolayı dayanamaz. Çekilir. Şimdiye kadar birçok harplerde olduğu gibi şu son Varşova sukutunu intaç eden Galiçya ve Lehistan muharebelerinde Rus ordusunun noksanı mühimmat ve cephaneden ziyade işte şu söylediğimiz haslettir.
Osmanlı ordularının Çanakkale cephesinde düşmanın ciddi muhacematına karşı mukabil taarruzlarla cevap vermesi, orasının bir Fransız ve İngiliz mezaristanı haline gelmesi, düşmanın mecalis teşriyesinde, mahafil resmiyesinde Çanakkale hücumunun akamete mahkümiyeti bahislerinin geçmesi, bitaraf hükümete mensup gazetelerin Çanakkale’yi gayri kabil-i teshir ad eylemesi emin olmalıdır ki Osmanlı ordusunda görülen, mukavemetin kesafetindendir.
Harplerde, silah, cephane, mühimmat hülasa her şeyi maddi biter ve bitmek imkanı vardır. Fakat bitmeyen bir şey, bir müessir vardır ki o da mukavemet milliyedir. Bizde – cenab-ı hakka hamd edelim – şu haslet lüzumu derecesinde mevcuttur. Müttefiklerimizle bu meselede de hem-haller bizim şu haslete malikiyetimize en büyük bürhân, Çanakkale’de çırpınan, yırtılan ve nihayet bizar ve bitap sinen düşmanların halidir, emniyet zafere şu mukavemet milliye bahiste mühim bir saik teşkil ediyor.
<<<<<<<<<<*>>>>>>>>>>
Barbaros
* * *
Düşman Barbaros’u torpilledi. Mezbuhane bir hareket ki çok söze hacet bırakmaz. Barbaros vazife-i şanı öteki harplerde yapmış, bir zırhlının kıymet hayatiyesine göre kendinden beklenilen hizmeti ma ziyade ifa etmiş idi. Düşmanın yekûn zayiatına baktıkça onların bu suretle teşfiye kalkışmasına karşı gülüyoruz. Barbaros’u, donanma cemiyeti saye-i hamiyyette iştira etmiş idi. Mübarek ve muhterem Barbaros Hayreddin Gazinin ahfadı olduklarını bilfiil ispat eden kahraman bahriyelilere yeni bir Barbaros Hayreddin zırhlısı takdimine yine milletin hamiyyet ve fedakarlığı mütekeffildir.
MUSÂHÂBAT-I İCTİMÂİYYE
Mes’ele-i cinsiyet
– 8 –
sunûf ictimâiyye
mabad
muharriri: Cenab Şahabeddin
Bütün bütün hal ibtidaiyede bulunan muâşır vahşiye müstesna olmak üzere her cemiyette kadınlar bir sınıf hususi teşkil ederler. Ve her cemiyette bu sınıf hususiye müteferri bazı mesail-i ictimaiye vardır. <kadın> mevzuu bahis olunca cereyan münazaraya nüfusu hissiyattan kurtarmak kolay olmadığı cihetle mesail nisviyye leh ve aleyhte efratlar ve mübalağalarla iğlâk ve teşvîş edildi. Hâlbuki mesail mezkûreyi bitaraf bir nazarla tetkik ve muhakeme pek mümkündür. Biz de nokta-i itidalden ayrılmamağa çalışacağız.
Evvela cinsiyet arasında bir <fevkiyet ve dûniyet> meselesi var ki itikadımca abestir. Zira böyle bir mukayese ancak biri diğerinin yerini tutabilecek iki mevcut arasında varid olabilir. Mesela devam-ı hayat için ikisi de aynı derecede lazım olup biri birinin cânişini olmak ihtimali olmayan su ile hava arasında fevkiyet ve dûniyet davası olamaz. Hayat cemiyetin iki cinse ihtiyacı aynı nispettedir. Eğerçi teşkilat adaliye ve dimagiyye itibariyle erkeklerin faikıyet nisbiyesi görülmekte ise de bu faikıyet asliyemidir, yoksa arıziye midir? Kadınların hayat adaliye ve dimaiyesi bazı avarız ve mevani ictimaiyenin tedâhili ile acaba duçar-ı tevakkuf olmadı mı? Bugün kuvayı bedeniye ve akliye itibariyle cinsiyet arasında gördüğümüz fark min-el-ezel mevcut mu idi, yoksa bazı esbabdan naşı bilahare mi tahdis etti? Bu suallere mukanna cevaplar tedarik edilmedikçe bu mevzu üzerindeki münakaşa mahkûm ikamet kalır.
Erbabı fen mukayeseyi cinsin için silsileyi civanattan istinbât nazariyât ediyor. Hayvanat ibtidaiyede cinsiyet yoktur. Onlar bâlteczî ve bilânoksam tenasül ederler. Onların bir tabaka fevkindeki hayvanlar haneşidirler. Ayrı ayrı iki cinsi olan hayvanat süfliyyede – meselâ örümcekler, hevâmmve haşerât gibi – ale-l-ekser dişilerin faikiyeti görülüyor. Fakat tabakat hayvanatta yükseldikçe bir aralık – balıklarda olduğu gibi – iki cinsin müsavatını görüyoruz. Daha sonra erkekler lehine bir iltimas tabiiyet his olunuyor. Kuşlarda ve bahusus büyük çâr-pâlarda teşkilat bedeniyyece erkeklerin galibiyeti nakabil inkârdır.
Bu meşhûdâta müsteniden kadınların şerait hazıreyi asliye ve dimâgıyyelerini aslı ve cebli addedenler bir ekseriyet mühimme teşkil ederler. Fakat tetkikat ictimaiye neticesi bunlara hak vermiyor. Zira bir taraftan kabail ibtidaiyede kadınla erkek arasında müsavat görüldüğü muhakkaktır. Bir kabileyi vahşiye içinde iki cinsi mukayese ediniz. Sadr ve havsala gibi bazı azanın hususiyet eşkâli bertaraf edilince kadınla erkeği tefrik etmek, denebilir ki, mümkün olmaz. Müsavat yalnız eşkâle münhasır da değildir. A’mâl zükûr ile a’mâl nisa arasında da fark görülmez. O kabilelerde kadınlar kâffeyi mesaiyi zükûra ve hatta hizmet askeriye vezaif harbiye ye iştirak ederler. Mesela Afrika’yı garbide Dagon Malililer, Malabar sahilinde Nairler, Borneo adasında Dayaklar, Sumatra ceziresinde Bataklar, bütün bu kabail iptidaiye elyevm bu devirdedirler. Vaktiyle bu hal her tarafta biraz münteşirdi. Mesela biliriz ki Ispartalılarda kadın ve erkek aynı terbiyeyi askeriyeyi alırdı. Britanyalılar, İberyalılar, İskoçyalılar bilâ tefrik cins harbe iştirak ederlerdi. Ecdadımız Türklerde de böyle idi.
Diğer taraftan bidayet beşeriyede bir saltanat nisvan devrinin mevcudiyeti koya melhuzdur. Muhtaç isbat değildir ki edvar ibtidaiyede münasebet cinsiye sevk ihtiyaç ile ihtiyar edilen bıraktıran hayvaniden ibaretti. Nikâh yok, aşk yok, manayı hazıra ile izdivaç yoktu. Ekseri hayvanatta görüldüğü gibi – ekseri hayvanatta vardır – bütün dişiler bütün erkeklere mev’ûddu. Kadın için icabı hayâ kaçmak ve lazım-ı ismet ancak beğenmediği erkekten ib’âd-ı vücut etmekti. Bu devirlerde yaşayan ecdadımız bu günkü hayvanlar gibi mukarenet ile telkih arasındaki münasebeti bilmezlerdi; Bu cihetle çocuğun teşkilinde erkeğin hissesi ma’dûm zan olunurdu. Çocuk münhasıran kadının mahsulü olduğuna inanmışlardı. Analık fikri var, babalık fikri yoktu. Bundan naşi aile valide etrafında teşekkül ederdi. Nev’i aile ana, merkez ve reyis aile ana idi. Karabet ancak valide cihetine münhasırdı. Fikri übüvvet olmadığı gibi li-eb karabette mevcut değildir. Mesela dayı ve teyze var, fakat peder olmadığı için amca ve hala yoktu. Aile bir mahsulü valide ad edildiğinden her valideye azayı ailesi üzerinde hukuk vasia bahş edilmişti. Mesela Malakka şibh-i ceziresinde ikamet eden Lavet kabilesi bugün hâlâ hükümet ümmehât devrindedir. Orada çocuklar üzerinde hakk-ı hâkimiyet münhasıran valideye verilmiştir. Lord Avebury’nin otuz sekiz kavimde baba kelimesinin mukabili mevcut olmadığını tahkik etmiş olmasına nazaran Lavet kabilesinin nevi-i şahsına münhasır olamadığına hüküm olunabilir.
Bu ahval kadınların bidayet emirde erkeklerden dûn bir mevkii tabiide bulunmadıkları fikrini veriyor. Mamafih kadının havzayı hâkimiyeti daireyi aile ile mahduttu. Ailesine mensup olmayan erkeklerle münasebatında her kadın bilzarure münfail bir vaziyette bulunurdu. Bir taraftan kadınların fıtri olan bu vaziyet münfailesi diğer taraftan husul ceninde erkeğin hisseyi iştiraki anlaşılarak fikri übuvvet doğması üzerine erkekler de aile üzerinde iddiayı hukuka başladılar.
İstitrad kabilinden olarak söyleyelim ki çocuklar üzerinde iddiayı mülkiyet için gebelik ve bahusus lohusalık iki delil-i aleni idi. Cemiyet iptidaiye erkeklerden de bu delilleri talep etti. Bu cihetle hal mebadide bulunan mübaşirin ekserisinde kadınlarla birlikte erkekler de lohusa döşeğine yatarlar, gebeliği ve lohusalığı taklit ederler ki; çocuk benimdir! Demeğe hak kazanmış olsun.
Erkek kendi saffet ubuvetti ile beraber kadının kıymet iktisadiyesini takdir ettikten sonra ona kâmilen temlik kaydına düştü. Artık rişte-i nikâh ile bir erkeğe merbut olan kadın ricali saireye karşı hürriyet inhitabiyesini gayıp etmiş oluyordu. Ve bununla saltanatı nisvan ve hükümet ümmehât hitama ermişti.
Bundan sonra kadın öyle uzun ve o kadar müthiş ve tahammül fersa bir devri esaret ve mazlumiyet geçirdi ki sitem ve istibdadın bu derecesini hiçbir hayvan dişisine layık görmemiştir. Bu şayan-ı tel’in muamelenin bakıyesini hâlâ aşair vahşiyede görüyoruz; Âlem-i vahşette kadının nehafet fıtrıyesi her türlü sui istimale maruz kalır: Metâib hayatiyeden arslan payı o zayıf mahlûklara tahmil olunur. Kadın dövülür, yaralanır, öldürülür ve hatta. . . . ekl edilir! Kâfir kabilesi efradı kadına: <kocasının öküzü!> derlermiş. Himalaya civarındaki bazı aşair efradı zevcelerini satmak hakkına haizdirler ve vasi bir nispette bu hakdan istifade ederler! Bir kadının fiyat mütavassıtası 80 – 100 kuruştur! Zeeland Cedide bir kızı evlendirirken babası yahut biraderi kocasına; Eğer kızımızdan memnun olmazsan onu sat, öldür, ye, ne yaparsan yap, sen onun amir-i mutlakısın! Demeği bir vazife-i namus ad ediyor.
İttihad-ı İslâm: Emir Celilinin bir levha-i gurrası.
Bugün ma-l-takbih ötede beride, ancak vahşet bucaklarında gördüğümüz bu ahval müellime bir zaman bütün arz üzerinde cari bir kaide-i umumiye hükmünde idi. Hâkimiyet erkeklerin ale-t-tedriç bedenen ve fikren terakkilerini ve mahkûmiyet ve mazlumiyet kadınların gittikçe adale ve dimağ itibariyle tedennilerini intaç etti. Ve erkekler kuvvet ve zekâlarının inbisatını his ettikçe kadınları akıl ve bazularının zebunu ettiler. Böylece iki cins arasındaki mesafeyi tabiiye açıldı. Kadınla erkek beynindeki münasebet bir esir ve amir, bir abd ve müvellâ rabıtası şeklini aldı. Fakat bir gün geldi ki kadın zaafının sui-istimal edilmesinden isyan his eden erkekler gürledi kadının hukukundan, kıymet-i ictimaiyesinden, kadına hissen muamele erkeğin saadetini temin edeceğinden bahis edilerek kadınlara reva görülen muameleyi zalimaneye nihayet verilmesi taleb edildi. Ancak elli seneden beri bir cihad fikri şeklini alan bu teşebbüs bilahare dallanarak budaklanarak fırkayı nisaiyenin teşkiline müncer oldu.
Erbabı akıl ve izandan hiç biri kadınların temdid mazlumiyetine razı olamayacağı aşikâr olduğu halde ukalâdan ancak birkaç nevader fırkayı nisaiye ye dâhil bulunuyor. Zira mezhep nisaiye âlem halinde saadeti nisvanı ihlal edecek erkân akaid görülmektedir.
Mesail nisaiye dört büyük sınıfa taksim olunabilir: mesail nikahiye; – nikâh, talâk, mehr, drahoma gibi izdivaca müteallik mesaileler henüz hiçbir yerde kadınların amal ve hayalatına muvaffak bir surette hal edilemedi.
Birkaç satır yukarıda yazdığımız veçhile edvarı kadime de reis aile bütün kadınların mevâlî gayri mesulü idi. Onları dövmek, öldürmek, yemek ve satmak hakkına malikti. Bir kadın çok kere bir metaa mukabil bir başkasına terk olunurdu ve – riyayı beşer her işte kendisini göstermek ezeli bir kaide ictimaiye olduğu için – böylece bir kadını satmağa: <<izdivaç>> derlerdi. <<mehr>> ve <<drahoma>> gibi emval nikahiyenin o adet kadimeden yadigâr kalmış olması kaviyyen melhuzdur. Aile dâhilinde bir kadının bir erkeğe satılması mümkün olamayacağından beyyan la-kurb izdivaç pek çok yerlerde min el kadim men edilmişti. Hatta bazı ruesâyı kabail efrad kabile arasında izdivacı bile cümle-i menhiyyât ithal etmişlerdi. Her erkek bir başka aile ve bir başka kabileden kendisine zevce tedarikine mecbur tutuluyordu.
İttihad-ı İslâm
Ve bunun için üç çare vardı: Satın almak, çalmak veya cebren zabt etmek. Arnavut ve Boşnak kabilelerinden bazıları ile ekser aşair bedeviye de hâlâ taklidini gördüğümüz <<kız kaçırma>> âdeti bahis ettiğimiz eski kaidenin bir hatırasıdır. Her ne suretle olursa olsun bir erkek bir diğer kabileden bir kız almağa muvaffak olunca erkeğin mensup olduğu aile ve kabile bu hadiseyi bir muzafferiyet gibi telakki ederek müctemian şâd-mânî gösterirlerdi; Elyevm düğün dediğimiz şu da onun yadigârı olsa gerektir.
Bilahare kabileler tenemmi ve temeddün ederek cemaat hazıriye halini aldıktan sonra hariç kabileden kız almak mecburiyeti ref edildi. Ancak akraba arasında izdivacın memnuiyeti ibka olundu.
Mesâil-i nikâhiyeden başlıcaları ta’did-i ezvaç, ta’did-i zevcat ve talakdır.
Gerek ta’did ezvaç ve gerek ta’did-i zevcat onu tetkik ile anlaşılır ki birer meseleyi iktisadiyedir. Bazı esbabdan naşi kadınların nail-i refah oldukları yerlerde kendilerini besletmek için bir kadına birkaç erkek koca oluyor; Ve bilakis erkeklerin temevvül ettikleri mevakide bir erkek besleyeceği kadar kadın alıyor. Ale-l-ekser sahillerde ta’did ezvacı ve dâhillerde ta’did zevcatı görüyoruz: Çünkü sahillerde balıkçılıkla ta’yîş olunur; Ve balıkçılık kadınların yapamayacağı bir iş olmadığı için kabail sahiliyede nafakayı ailenin tedariki kadınlar tarafından deruhte edilirdi. Ve erkekler bir mevkii tufuliyetde kalırlardı. Kolayca anlaşılır ki bu şerait tahtında bir kadın birkaç erkek ala bilir. Ve bilakis dâhillerde avcılıkla ta’yiş olunur; Ve avcılık münhasıran erkek işidir. Avcılıkla geçinen kabilelerde bittabi hâkimiyet-i iktisadiye erkeklere muvaâd olur ve kadınlar mevkii tufuliyete sukut ederler. Bunun da neticesi ta’did zevcatdır.
Mormonlar gibi sahil ve dahilde münteşir bazı kabailde aynı zamanda hem ta’did ezvaç hem de ta’did zevcat caridir.
İslâmiyetin ta’did zevcata müsait olması a’dâ-yı dinimizce vesileyi ta’riz ittihaz olunmuştur. Fakat malumdur ki bir taraftan devri cahiliyetde bir erkek istediği kadar kadın alabilmekte iken İslâmiyet aded-i zevcatı dörde indirmek suretiyle tahdid etmiş diğer taraftan vazi şer’îmiz ta’did zevcatı icrası hemen hemen müteazzır bazı şürût ile takyid eylemiştir. Ezcümle ikinci bir kadını tahtı nikâhına alabilmek için bir erkek ilk zevcesinin istihsal rizasına mecburdur. Aksi takdirde ilk zevce şer’en taleb ve istihsal talak edebilir.
Nikâh ve talak bahislerinde iki mühim cereyan var; Avrupa, Amerika kadınları talakı teshil ve tesri etmek istiyorlar. Malumdur ki yakın vakitlere kadar Hristiyanlık aleminde nikâh kaydı hayat şartıyla akd olunurdu. Bilahare zevç ve zevcenin taleb-i müştereği üzerine feshi nikâha karar verildi. Şimdi arzu oluyor ki zevç ve zevceden yalnız birinin talebi istihsal talaka kâfi olsun.
Bizde hakk-ı talakın yalnız erkeklere bahş edilmiş olması kadınlarımızın sebebi şikâyeti oluyor. Fakat bundan evvel de yazdığımız veçhile nikâh ve talakta zevç ve zevcenin müsavat hukukunu temine İslâmiyet asla mani değildir. Bu arzuda olan kadınlar nikâhlarını muallak bil şart olarak akd ettirsinler. Zevç ve zevceden her biri istediği zaman fesih etmek şartıyla bir nikâh akdine dinimiz müsaittir. Ve Avrupalıların istedikleri şerait nikâhiyede bizde cari olanlardan başka şeyler değildir.
Mesail-i iktisadiye: Şurası muhakkak ki aynı iş aynı maharetle ifa olunduğu halde kadına erkekten az ücret getiriyor. Kadın aşçı ile erkek aşçıya, kadın terzi ile erkek terziye verilen ücretler arasındaki fark hepimizin malumudur. Avrupa’da ücret yevmiye-i vasatiye erkekler için 3 Frank 95 santim yani ale-l-takrib bir mecidiye, kadın için 2 Frank 10 santim yani tahminen on guruş kadar bir şeydir. Külfet ile ni’met arasında muhafazayı nispet en basit bir kaideyi muadelet olduğuna nazaran aynı amel için kadının erkekten az ücret alması şüphe yok ki şayan-ı tecevvüz olamaz. Bu hususta temin-i müsavata çalışanların muvaffakıyetini sanırım ki her akıl temenni eder.
Mesail-i siyasiye: Fırka-i nisaiye erkeklerin malik oldukları hukuk siyasiyenin tamamıyla kadınlara da teşmilini talep ediyorlar. Hakk-ı intihab, vekâlet-i millet, idâre-i hükümet niçin kadınlara tevdi olunmuyor? Diyorlar. Avusturalya ile Amerika’nın bazı mevkiinde kadınlara verilen hukuk siyasiyeden cemiyetlerin istifade ettiği ve her halde hiçbir mahzur içtimaı tevlid etmediği ispat-ı müddeâ için ileri sürülüyor.
Bunlara karşı zimâm-dârân umûr diyorlar ki: Evvela hukuk siyasiye nev-amâ hizmet-i askeriyenin mükafatıdır. Memleketin adüvv hariciyeye karşı emr-i müdafaasını deruhte ederek bu uğurda fedayı hayata hazır olanlar elbette mukadderat-ı memleket tayin hakkını kazanmış olurlar; binaenaleyh kadınlar mükellefiyet müsellâhdan azade kaldıkları müddetçe erkeklerle hukuk siyasiyede tesavi iddia etmemelidirler. Ve mademki yaradılışları icabatından olarak kadınlar hizmet-i askeriyeye elverişli değildirler, tali’ akvamı idare hakkını da tabiattan almamış olduklarını anlamalıdırlar, diyorlar. Saniyen vazaif idareye ve siyasiye inkitasız bir devam ister, halbuki kadınlar edvar-ı şehriyyeleri ile haml ve nifâs gibi ahvalde terk-i meşâgil ile ihtiyar istirahate mecbur olurlar. Eğer idareyi hükümet kadınlara tevdi edilmek lazım gelse ya gah ü bigâh aksam-ı idareden bazılarını tatil etmek, yahut sık sık tevkiller icra ederek anın mesâlihi tecrübesiz ellere bırakmak mecburiyeti hasıl olacaktır ki bunların mahâzırı da muhtacı ispat değildir, deniliyor. Bu mahâzıra kadınların efrad hasiyeti, sürat infiali, noksan metaneti gibi mani ruhiyede zam oluyor. Kadınların devair teşriiyye ve icraiyede bulunmaları menâfiden ziyade muzırratı mucib olacağına karar veriyorlar.
Hâl-i mesaile atiye kalmış olduğundan ancak esasatı irae ile iktifa ediyoruz.
Mesail-i hukukiyye: Kanun muvacehesinde herkesin müsavatından bahis olunan bazı memleketlerde bu müsavattan zât-üz-zevc kadınların müstefid olamaması, şüphe yok ki, fırkayı nisaiyenin itirazat ciddiyesine mucib olmaktadır. Avrupa’nın pek çok yerlerinde kocalı kadın emval zatiyesine bile ancak zevcinin inzimam müsaadesiyle tasarruf edebiliyor; Kocasının müsaadesi manzum olmadıkça malını satamıyor, terhin edemiyor, hibe edemiyor. Mahkemelerde bir kadının şahâdeti kocasının muvafakatine mütevakkıf.
Bu ahval kanuniyeyi ilga ile zevç ve zevceye müsavat hukuk teminine çalışan fırkayı nisaiye itirazat atiye muvacehesinde bulunuyorlar: Hayat müşterekiye başlayan iki kişi arasında bir mücadeleyi hafiye vardır, zevce ile zevç arasında ferdayı zifafta başlayan bu mücadele kah birinin kah diğerinin galebesiyle neticelenir. Bundan naşidir ki bazı ailelerde kanunun kocalara bahş ettiği salahiyetlere rağmen hakimiyetin zevcede olduğunu görürüz. Eğer zevç ve zevce aynı hukuktan müstefid olmasalar böyle zevcatın hakimiyet aldığı ailelerde kıvâm hayatı kim temin edecek! Salahiyet ezvacın tenkisi saadet aileyi daimi bir tehlikeyi inhidama maruz bırakacaktır.
Bunlara karşı fırkayı nisaiyede diyor ki: İngiltere’de, Rusya’da, Kanada’da, Avustralya ve Amerika’nın bazı yerlerinde zevcelerin kocalarına itaate kanunen mecburiyetleri ilga edilmiş olduğu halde saadeti aile bu halden müteessir olmamış, erkeklerin vakarı tenakus etmeksizin kadınların vak’ ve haysiyeti tezâyüd etmiştir. Oralarda da hayatı aile tetebbu edilince bir yerde kadının, bir başka yerde erkeğin hakim olduğu ve bu hakimiyeti saadeti aile aleyhine istimal edenlerin şayanı ihmal bir ekalliyet teşkil ettikleri görülüyor. Saadeti aileyi temin için iki cüz aileden birinin tabi ötekinin metbû olması değil ikisinin menafi aileyi müdrik ve fark bulunması lazımdır. Kendilerinin ve çocuklarının esbabı mesudiyetinden gafil olanlar kanunun her basiret ve ihtiyatına rağmen mesut bir aile vücuda getiremezler.
İlave edelim ki nisvanı İslâm kanun muvacehesinde zükûrun haiz olduğu hukuktan tamamıyla müstefiddirler.
Hülasa: Bütün mesaili nisaiye tetebbu edilince şu neticelere vasıl oluruz ki evvela cinsiyet arasında müsavat iddiası abestir. Müsavat ancak umur riyaziyede görülür. İnsanlar arasında ancak tadil mevcut olabilir. Binaenaleyh erkekle kadın beyninde tadil vardır, demeliyiz. Diğer cihetten beyn-el-cinseyn temini müsavat için kadını erkek haline getirmeğe teşebbüs bir sa’y akimdir.
Itk nisvan ile tezkir nisvanı tağlit etmeyelim. Her cins kendi zimmetine tahattüm eden vezaifi hissen ifa edecek hale getirilmeli. İcabı terakki budur. Muktezâ-yı medeniyet kadınların erkeklere benzemesi değil bilakis müşabehet itibariyle iki cinsin yekdiğerinden uzaklaşmasıdır. Saniyen kadınlara hissen muamele mi’yâr medeniyettir. Kadınların mazharı hürmet ve muavenet olmaları erkeklerin tenevvür ve temeddün sayesinde mümkün olur. Abdülhak Hamid Beyin kavl-i ma’rûf tamamıyla nefs-i âlâ merre muvaffaktır. Salisen hürriyet-i nisvan ancak ta’mimi maarif sayesinde ale-l-tedriç istihsal olunabilir. Râbian nisvanı İslâm nisvanı saireden ne daha ziyade mesut, ne daha az bahtiyardır. Nisvanı İslâm’da mensub oldukları ma’şerin dereceyi medeniyetine göre muamele görmektedirler. Tesettür icabatı şer-iyye derecesine irca edilerek örf ve adetin ilave ettiği eşkal ref edilince mani temeddün ve terakki olamaz. Bağdat ve Endülüs medeniyetlerinde nisvan Arabın mevki dimagısı bunun delilidir.
Cenab Şahabeddin.
MATBUAT-I OSMANİYE TARİHİ YAZILMALIDIR
Abdülrahman Şeref Bey Efendiye:
Hadisat: Avusturya – Macaristan askerinin moskofları takibi.
Musahabe
TECEDDÜD, MAARİF
Evet, hakiki teceddüdün <maarif>le mümkün olabileceğini ben de kabul ediyorum; Lakin bunun başlangıcını zihnimde bir türlü kestiremedim: İbtidai tahsilden mi başlamalı, âliyeden mi?
Alemin, güvey yükseklerde olan <tûbâ ağacı> gibi
Yukarıdan aşağıya feyzini akıtması misali pek hoşuma gider. Mamafih bu mesele üzerinde çök ısrar etmek, yumurta ile piliçten hangisinin daha evvel var olduğunu münakaşaya benzer!
Bu meselenin olsa olsa, teceddüd etmekte zaman
kazandırmak itibariyle ehemmiyeti var. Elverir ki talim ve terbiyenin <esas fikirleri> hal edilmiş, yani tatbik edilecek bir programın esas hatları çizilmiş olsun.
Müsaade ederseniz <<Donanma>> mecmuasının geçen haftaki nüshasından bu bahise pek taalluku olan bir iki satırını okuyayım: Bir bünyeyi dimağıyeyi gayesiz bir tarzda olarak ilim ve marifet kırıntılarıyla teceddüde erdirmeğe çalışmak; Gıdayı hazım etmek vazifesi olan mideyi – tabirime gülmeyiniz – süprüntü küfesine çevirmekten farklı değildir.
Filhakika yeni bir hüsrana uğramamak için teceddüd tarihimizi dikkatle tetebbu etmek icab eder. Gayesiz bir maarifin faide yerine hatta pek feci zararlar verdiğini görüyoruz.
Bilhassa bizim yaptığımız tarzda tenkitler pek kolaydır. Zaten bir şeyin fena olduğunu iddia için kendimizde daima bir salahiyet görürüz. Eğer bu yolda kanaatimiz varsa onu izah etmek vazifesini şu iddiacılığımız olsun bize tahmil etmelidir.
Söz söylemek fırsatını her zaman memnuniyetle telakki edenlerdenim. Tenkit etmek cesaretimi ru’yetimin sıhhatinden alıyorum. Sizin bunu hatalı görmenize sade şu cihetle ehemmiyet verebilirim. Eğer ru’yet ve muhakemeniz başka, ve çıkardığınız netice benimkinden büsbütün başka ise tetkikatıma daha fazla dikkat etmek faidesini kazanmış olurum. Teceddüd tarihimizin Reşid Paşa zamanına ait safhasını, davamın emin bir şahidi gibi size arz edebilirim:
<<Gülhane, Islahat [ Hatt-ı Şerif-î ]>> fermanlarının Osmanlı Türk hayatında açtığı yeni cereyan bizi, teceddüd ve terakkinin nurlu yoluna sevk edeceğine, uçurumun kenarına sürükledi. Müceddidler maarifi mutlak manasıyla telakki ettiler. Bizim haiz olduğumuz hususiyetlerin hiç birini nazar-ı itibara almadılar. O zamanki tedrisatın anasırındaki imtizaçsızlık dikkatli bir nazara çarpacak derecede vazıhtır. Hükümet, kimya, kozmografya, nebatat, hayvanat ile tercüme edilen ecnebi kanunlar, akaid, uzviyat, muamelat, münâkehât hep yan yana idi.
Bir zamanlar yan yan bakışan bu iki zad ve imtizaçsız kuvvetten müsbet ilimler; En büyük silahı olan akıl ve zeka ile ahlak ve vicdaniyatın temellerini sökmeğe cesaret etti. Ve çok geçmeden inhidamda başladı. Sade bir ilim, hem de gayesiz bir ilim; Bütün ahlak ve içtimaiyatımızın esaslarını her girdiği varlıkta böylece yıktı, devirdi. Şimdi ahlak ve vicdaniyetin şu ve bu esasa istinadı münakaşaya bile değmez. Ve zarureti mutlak olan cihet, bu istinatgahın kabulüdür. Elverir ki tedrisatın anasırı böyle bir istinatgâhla i’tilaf etsin görüyorsunuz ki ahlak ve vicdaniyat eski <<kuvveyi teyidiyye>>sini kayıp ettiği için pek serseri oldu. <iyilik>, <fenalık>; <güzel>, <çirkin> için elinde bir mikyası olmayan akıl ve zeka ne kadar yüksek olursa olsun idarede kifayetsiz oluyor. Geçenlerde ümmi bir adam bana temin ediyordu ki, münevver olanlarımızın hiç biri fenalıktan kendi kendine ihtiraz etmiyor. Ve olsa olsa ya başkalarının tenkidinden, yahut da bir cezanın tehdidinden sakınıyor! Reşid Paşa sisteminde bir maariften istifade edenlerle hâlisiyyet ve safvetini muhafaza etmiş Anadolu köylüleri arasında mukayese yaparken şu neticeye vasıl oluyorum.
Birinci kısmın akıl ve zeka hususundaki nisbi faikiyete mukabil iyilik, fenalık, güzellik, çirkinlik hakkında hiç bir kanaat yoktur. Hatta yolda tesadüf ettiği arkadaşına <<bonjour>> mu demek, <<selâm>> mı vermek icab ettiğinde, onun ellerini sıkmakta veya musâfaha etmekte tereddüt eder.
İkinci kısma gelince bilakis onun kanaatleri var, ve yapacağından asla tereddüd etmez. Sonra kanaatine göre bir şey yapmak iktidarına haizdir. Veyahut buna pek müsaittir ki birinci kısma göre olan eksikliğini bu hasletlerle telafi eder.
Münevver olanların adedini nüfusumuzun yekününden tenzil ile zayiat defterine kayıt etmek isterdim. Lakin tesirleri o kadar geniş ve şümullüdür ki, zararın derecesini tayin etmekte mütehayyirim.
İlim ile vicdaniyet bizdeki ahenksizliği netayicini geçen gün bir zat bana şöyle anlatıyordu:
İnsan bir şey yaparken varlığının a’mâkında onun yaptığını tasvip veya takbih eden ses bizim içimizde sanki susmuştur. Bu irşad eden sesin yokluğunu his ediyor muyuz? İçtimaı buhranın sersemletici dalgaları arasında o kadar sarsıldım, öyle karanlık uçurumlardan geçtim ki artık kendi iffetimden bile şüphe ediyorum.
Galiba ben de herkes gibi fenayım. Etrafımdakilere karşı olan vazifelerimde benim de suiistimallerim var. Daha doğrusu ne bende, ne de vatandaşlarımda kendi nefsimize karşı ve etrafındakilere karşı <vazife hissi>miz pek sakat, pek maluldür. Bunu size bir misal ile gösterebilirim; Ben şu müessesede ücretle çalışıyorum. Çalışmak saatlerim muayyendir. Bu saatler zarfında benim sa’yim bu müesseseye münhasır kalacak değil mi? Bilfarz istirahat ve yemek zamanı olan bir saati birkaç dakika geçirirsem bu dakikaları çalışmak zamanından çalmış oluyorum. Halbuki içimde gizli bir ses bana bunun bir hırsızlık olduğunu ihtar etmeliydi. Ben de vazife hissi olaydı, bu sesin davetini, ve takbihlerini işitmez mi idim?
Pek doğru! Salim bir rüyetin kendi varlığındaki temaşasından ziyade insana gizli hakikatleri gösterecek hiçbir kitap yoktur. Başkalarının mülahazalarıyla hayatı temaşa etmek, renkli bir gözlükle eşyaya bakmak gibidir ki hakiki renkleri görmek bu suretle mümkün olamaz!
İlim ve fen ile vicdaniyetin ahenksizliğinden neler kayıp ettiğimizi tecrübe ettik. Halbuki vicdaniyet de ilimdir ve bunda husule getirilmesi kabil olan vahdet tesis olunmadıkça içtimaı buhranımıza yeni yeni fikri anarşistler zam ve ilhak etmiş olmaktan gayri bir şey yapmayız.
Fikri anarşinin hükümran olduğu bir içtimaı heyeti teceddüd ve terakkinin türlü yolunda ilerliyor görmek bir hayal olur!
Bir heyetin fertlerinde düşüncenin ve duygunun bir vahdet arz edebilmesi, o fertlerin talim ve terbiye esaslarında bir vahdet bulunmasına tevakkuf eder.
Reşid Paşa sisteminde olan maarifin biri uçurumun kenarına sürüklemesi nasıl ki müsbet ilimlerle, vicdaniyetin uyuşamamasından ileri geldi. Ve bu da sırf bu sistemi tatbik edenlerin kendi varlıklarını çok zaman evvel unutmuş edalarından neşet etti ise, fertlerin düşünce ve duygularında bir vahdet husule getiremeyecek yeni bir sistemin muvaffakiyetsizliğini de bunlara atıf etmek mümkün olur. Halbuki, eski müceddetlerin Osmanlı Türk varlığını unutmuş edalarına mukabil, uzun bir baygınlıktan sonra kendisine gelen bizler ruhumuzun derinliklerine bakıyoruz, tarihimize bakıyoruz, istikbalimizin nurlu yoluna bakıyoruz. Ve bizi mefkûremizin ışık ve çiçekli cennete götürecek doğru yolun kenarında biliriz ki pek çok uçurumlar ve çöller var.
Haşim Nahid.
Hatırat: Arabi Buruni kahramanlarından bir gurup.
RAMAZAN MUSAHABESİ
Ezana beş on dakika var, yok. Mülâhham, kısa boylu ve kısık boyunlu bir zat. Sırtında açık renk bir keten kostüm. Ensesinde <a la mode> açık gömlekler sisteminde konmuş bir beyaz mendil. Bir elinde simit demeti, öteki elinde bir şişe turşu. Ayağında beyaz keten iskarpinler. Fesi arkaya atmış. Telaşla Sirkeci’deki işkembecinin önüne geliyor.
-Baksana çorbacı. Beş kuruşluk çorba yap çabuk.
-Şimdi efendim.
-Yumurtası fazlaca olsun.
-. . . .
İşkembecinin cevab vermesine meydan bırakmadan:
-sarımsağını fazla koyma; terbiyesini iyi çalka. Ekşisi karar olsun hadi yavrum. Çabuk ol vapura yetişeceğim.
İşkembeci dükkanında, iftar için sıra ile dizilmiş olanlarda top beklerlerken gelen bu vakitsiz müşterinin hal ve sa’y ale-l-husus fazlaca söylemesi pek de hissen tesir hasıl etmemişti. Çorba hazırlandı.
-İşkembeci soruyor:
-kabınız var mı efendim?
-yoo. Kabı sen vereceksin.
-bizde kab yoktur beyim.
-canım koca çorbacı dükkanında bir kase de mi yok.
-nereye gidecek beyim.
-boğaza. . .
Tam bu sırada top patlayıverince dükkandaki müşteriler arasından biri önündeki kaşığı alıp mülâhham zata vererek:
-boğaza gidecekse bu vakit bundan âlâ kab olmaz. Buyurun. . .
Diye çenesine dayar. Boğazlı müşteri de hele en muvafık hareket çorbayı içmek olduğunu derk eder.
Şahidi vaka bunu anlattığı zaman, o işkembeci dükkanının önünden geçmiştik. İnsan o müşteriyi hayal hanesinde yaşatıverince vakada oldukça tuhaf bir şekil buluyor.
Bu gibi haller ramazanda çokça olur. Davet olunduğu iftara yetişemeyip sokakta iftar edenler, o da med’uvv varken vapuru kaçırıp, eve iftardan sonra gelenler böyle ahvalde feylesof olmalıdırlar.
Hatırat: Galiçya’da Boryslav şehrinin ba’de-l-harb manzarası
Bu sene mevkii temaşada birinci numarayı sinemalar teşkil etmektedir. Ucuzluğu, her yerde kabil-i temaşa oluşu. Bilhassa ilmi bir meziyeti haiz olması bu rağbetin bâisidir.
Hayatın kirli, fakat mudhik kırışıklarını arayan göz, sinemada yalnız akis perdesini seyir etmez. Verâ-ı perdede cereyan eden vakayı ve salonun sükûn zulmet âlûde setresinde geçen hadisatı kaçırmaz. Elverir ki, bu safahatı görmeğe alışmış kasd etmiş olsun.
Gözü aydınlığa alışarak sinemadan içeri girince, etrafı göremeyenlerden, Madam’ın ayağına basıp:
-Ah pudarimu.
Hitabına mazhariyyetle af dileyenler, yahut oturacağı yeri boş zan ederek ötekinin berikinin kucağına oturan ve:
-Höt, höt. . . yahut
-Kendine gel birader, adam var adam. Yahut:
-Zo yavrum. Dip dibe oturacağız ne? Gibi sözleri işiterek kıp kırmızı kızaran, boş bir yer tahaharrüsünde iken kafasını direğe çarpanlar da çoktur. Bunların o hallerini görememezliğe hamil edersek de bir kısım vardır ki, sinemada kırdığı pot pek de imlaya gelmez. Farzen;
Hayalde gösterilen manzarada bir otomobilin tozlu bir yerden geçtiğini görünce burnunu tıkayanlar.
Hayaldeki eşhasdan birinin seyircilere doğru silah istimali halinde, namlunun istikametinden çekilenler.
Sinemada biraz gürültü olursa;
-Gürültüden duyulmuyor ki; diye ukalalık edenler.
Sinemadaki aktrislere tutulanlar? Ve yine bu aktrislerin tesiriyle kendinden geçerek sinema bitince fesini giyecek yerde fesinin yanındaki başkasının şapkasını giyenler bulunur. Bunların halleri bazen sinema komiklerinin tuhaflıklarından daha tuhaf oluyor.
Musahabeyi tasarladığım sırada arkadaşlar arasında muhavere cereyan ediyordu.
-Masraflı ay. Mübarek. Almamak olmaz. Çoluk çocuk ister.
-Evet hele şimdi.
Tarzındaki sözler tuhaf bir hikayeciğin tahattürüne ve o münasebetle arz-ı sebeb oldu:
Büyük bir daireye, mufassal bir hadim ve hışma malik bir yeniçeri ağası ramazan-ı şerifin geldiğini fakat kesede metelik bulunmadığını görür, düşünür. Sarraf Simonaçiden bir miktar istikraz etmek ister. Haber gönderir. Simonacı huzura gelir.
-Ooo. Safa geldin Simonacı! Canım neredesin hiç görünmüyorsun. Böyle ahbaplık mı olur? Tarzında ufak bir mukaddeme-i nazikaneden sonra söze asıl sadede getirerek:
-Simonacı! Bize biraz para lazım. Şöyle iki yüz altın kadar sen dururken başkasına başvurmadık. Bu parayı bize tedarik ediyor.
-Baş üstüne efendim. Sarraf derhal keseyi açıp iki yüz altını ağaya takdim eder ağa da paraları aldıktan sonra katibini çağırıp o zamanın çeşidi olan kalın ve koca bir kağıt üzerine bir senet yazdırarak parayı bayramın birinci günü tediye edeceğini taahhüd edip senedi simonacıya verir.
-Güle güle. İnşallah bayramın birinci günü görüşürüz. Parayı veririm, der. Simonacı senedi alır, çıkar, gider. Ramazan geçer bayram olur. Sarraf hemen ilk günü gidip para istemeği muvafık bulmaz. İkinci günü kalkar, ağanın ziyaretine gider. Ağa sarrafın geldiğini görünce bir vaz gazûbane alır. Sarraf bayram tebriki ifa ederken, ağa;
-Eyvah, eyvah. Sözleriyle işi kısa kesmeğe çalışır. Fakat sarraf her halde parayı bir kere istemeğe niyet eder. Ve ezile büzüle iki yüz liralık senedi çıkarır. Daha parayı istemeğe vakit kalmazdan ağa bağırarak:
-O ne be. Nedir o kağıt. Çabuk şimdi yut onu, yoksa alırım kelleni.
Deyince, simonacı da hoşafın yağı kesilir. Ikıla sıkıla, kalın alâ kurna kağıdına yazılı yarım arşın murabbaındaki senedi mideye indirir.
-Hadi çekil gözüm görmesin. Ta’zîri üzerine soluğu dükkanda alır.
Aradan bir sene geçer. Yine ramazan gelir. Yeniçeri ağası min cihet l nakd, yine eski halde. Düşünür, taşınır. Simonacıdan muvafık kimse bulamaz. Yine çağırtır. Simonacı da gelir.
-Canım simanacı! Geçen sene bir şeydir oldu sen de hep kızgın zamanımda gelirsin. O gün senin kalbini de kırdıktı ne ise.
-Zararı yok. Siz sağ olun efendim.
-Öyle ya! Ahbab arasında böyle şeyler olur. Ne ise bize iki yüz altın daha ver de hepsini bayramın ilk günü veririz. Olmaz mı?
-Olur efendim.
Simonacı paraları takdim eder. Ağa katibine:
-Dört yüz altınlık bir senet yaz. Derken:
Simonacı, cebinden bir kağıt helvası çıkarıp
-Efendim müsaade buyurulursa; senedi şu helvanın üstüne yazsalar.
-neden?
-Yutması kolay olur. Geçen sene sizin kağıt büyüktü, fazla zahmet çektim, der. Sarrafın şu bediha-gûlüğü karşısında ağanın ne vaziyet aldığı söylenmiyor.
Musahabemize kısmen medar-ı neşe olacak şu hikayeyi derç eden sarraf nazar edemedik. Bu gibi hikayeciklerin, ale-l-husus bu tarzda olanlarının nakil edildikleri zamana göre mutlaka bir hakikati ihtiva ettiği görülüyor. Zaten ne hakikatler vardır ki tebessümün setre-i latifi altında saklanır. Onu görmek ona gülmekten daha tatlıdır.
M.B Edin.
HATT-I HARB GEMİLERİ
Bu kaza hakkında tetkikata memur komisyon, raporunda kazanın kasıt veya ateşten ileri gelmeyip cephanelikte barut dolu bir hartucun iştialinden ileri geldiğini. Ve barutun a’mâli hakkında kabul olunmuş ameliyatı hakkıyla icra etmemeğe iğmaz edildiğinden dolayı a’mâlinin hatalı bir tarzda yapıldığını bildirirdi. Ve barut a’mâli hakkında kati ve mufassal nizamlar yapıldı. Fransız bahriyesinde kullanılan barut nitroselüloz barutu denilen cinstendir.
Rusya ve Cemâhîr-i müttefika Amerika bahriyelerinde de kezalik bu barut kullanılmaktadır. Nitrogliserin barutu ise İngiltere, Almanya, Avusturya, İtalya ve Japonya bahriyelerinde kullanılır. Vâkıâ istikrarı nokta-i nazarından Nitrogliserin pambuk barutunun havası pek kanaat bahştır. Mamafih harp gemilerine, cephanelikleri muntazaman takriben 21 derece-i hararette tutmak için, tebrid makinaları konur. Derece-i hararetin tebdilinin pambuk barutunun balistiğine tesir etmekte olduğu anlaşılmıştır.
Yukarıda söylenildiği veçhile, kuruvet ateşle netice nispeten muayyen bir tazyik verir ve mermi top içinde ilerledikçe tazyik tedricen düşer. Bu tazyikin şiddeti pus murabbaına takriben 18 ton (santimetre murabbaına bir ton) olup femde 10 tona düşer.
Bu merminin arkasında nispeten uzun bir müddet bir tazyik müessir bulundurulduğundan dolayı, topların tulünün uzamasına sebebiyet vermiştir.
Barut meselesini geçmezden evvel, bilmünasebe, alâ furanlı barutların tesir-i müthişini de göstermek münasip görüldü. Ali furanlı barutların aşağı doğru olan tesiri. Nitrogliserinin sürat-i iştiali pek ziyadedir. İşte bu sürattir ki nitrogliserin yahut dinamit iştiallerinde görülen aşağı doğru olan tesiri vücuda getirir.
Altı aded bir pus mikabı (16 santimetre mikab) miktarındaki nitrogliserin iştial ettiği zaman bir yarda mikabı (765 desimetre mikab) gaz husule getirir. Ve gaz haline geçmesi için takriben 1/4000 saniye lazımdır. Bir yarda murabba (83 desimetre murabba) satıhın üzerinde, takriben, 9 tonluk havâ-yı nesîmî tazyiki vardır. O halde gaz dokuz tonluk sıkleti 1/4000 saniyede bir yarda (91 santimetre) irtifaına kaldırmaya mecburdur. Fakat barutun üzerine mevzu olduğu madde sâlib olduğundan, bu müthiş iştialin geri tepme tesiriyle, çatlar; ve hatta o kadar mukavim değilse, parçalanır.
TOPLAR:
Yeni muharebe gemilerine konan toplar son derecede muntazam ve mütecanis havasa malik, metanet incîracıyyesi pek alâ, ve ziyade özlü çeliğinden yapılır. Çeliğin hakkında yapılan muamelat madeniyyeye son senelerde, hususiyle İngiltere ve Almanya’da, pek ziyade ehemmiyet verilmiştir. Ve birkaç seneler evvel gayri mümkün ad edilen birçok iyi neticeler bu gün elde edilmiştir. Atideki cedvel 1864 ile 1909 senelerinde kullanılan demir ve çeliği mukayese için tertip olunmuştur. 1864 de kullanılan demir çatlamaya gayet mütemayil, az itimat olunur ve top imaline pek uygun değil idi.
Mabadı var.
İCMÂL
Bir haftalık vakayı berriye ve bahriye
Garp cephesinde, Şark dar-l-harbinde, Cenub-i Garbi dar-l-harekâtında, Denizde, Çanakkale’de.
Garp cephesinde: Geçen iki hafta zarfında garp cephesinde en ziyade havalarda harp edilmiştir; Dersek mübalağa olmaz. Çünkü tarafeyn tayyare filoları her gün birçok mevâki bombalar attıkları gibi tabiatıyla yekdiğeriyle de çarpışmışlar, bu harbe mahsus gûnâ gûn yeniliklerden ma’dûd olan <<havai muharebeler>> icra etmişlerdir. Bu meyanda Temmuzun 31 nci günü, muharebat-ı havaiyye cihetiyle en faal bir gün olmuştur. O gün Alman tayyareleri St.Paul’de İngiliz tayyare hangarlarına 30 Nancy’deki Fransız tayyare karargahına 130 bomba atmışlar, Şanosalen karibinde 6 Alman harp tayyaresi 15 Fransız tayyaresine hücum etmiştir. Almanların bu günlerde tebliğ-i resmilerinde sık sık Cerb tayyarelerinden bahis etmekte olduklarına bakılırsa, yeni bir nevi tayyare icat etmiş olduklarına hüküm edilebilir.
Şark dar-l-harbinde: Bütün alemin enzâr-ı dikkati azim bir muharebeye sahne olan şark dar-l-harbine matuf bulunmaktadır. Geçen haftaki harekat Varşova ve İvangorod kalelerinin sukutu ve Nev-Ggeorgiyevsk istihkâmatının hemen tamamen denilecek surette ihata ve muhasarası ile neticelenmiştir. Müttefikin aylardan beri beklenilen bu zaferi nihayet şedit ve ani bir darbe ile elde etmişlerdir.
Bu iki kalenin zaptından maada Almanlar Rusları dünyanın en müstahkem hatlarından biri olan Narev hattından def etmeğe başlamışlardır ki moskoflar buralardan büsbütün tard edildikleri takdirde, artık Brest Litovsk’e kadar Almanları durduracak hiç mühim bir mani kalmamış olacaktır. Bu suretle Rus ordusunun hin-i ricatta, Almanların bi-aman takibatıyla ne hale geleceği kolayca tasavvur edilebiliyor.
Şu son hafta zarfında bütün şark cephesindeki müttefikeyn orduları şimalden bed ile ta Galiçya’ya kadar fevkalade gayretler ibraz etmişlerdir.
Sholich ve Galovich orduları Narev hattında iki günde 14000 esir almıştır. Courland’da birinci ferik General Otto von Below’un ordusu ile cenubda İvangorod etrafında icrayı harekat eden birinci ferik General Remus von Woyrsch’in kıtaatı ve Bug ile Vistul arasındaki Feldmaraşal August von Mackensen ve Archduke Joseph Ferdinand’ın orduları cidden büyük ve mühim faaliyetler göstermişlerdir. General Otto von Below Mitau’ı zabt etmiş ve cenub şarkîye doğru inerek Ponyevij’in 60 kilometre şark ve cenub şarkisine kadar ilerlemiştir. Bu ordunun harekatı Konu ve Grudenu kalelerinin gerilerine sarkmak istidadını aldığından Rus başkumandanlığını pek ziyade telaşa düşürmektedir.
Birinci ferik General Remus von Woyrsch’in kıtaatı ise, evvelki hafta zarfında Vistul nehrini, Pilica’nın mensubu ile Kuzyeviç arasındaki en geniş mahallinden mürur etmişler ve İvangorod – Varşova şimendifer hattını tuttukları gibi İvangorod kalesini de bir hücum cebri ile zabt etmişlerdir.
Bug ile Vistul arasında icrayı harekat eden von Makensen ve Archduke Joseph Ferdinand’ın orduları geçen hafta zarfında moskoflarla pek şiddetli muharebeler icra etmişlerdir. Bu iki ordunun Brest Litovsk’ e müteveccih olan ileri harekatı Varşova havalisindeki moskof ordularının arkasını tehdit eylediği cihetle Varşova’yı tahliye edip kaçan Ruslar, mezkûr müttefikeyn kuvvetlerinin ileri yürüyüşünü, herçi-bâd-âbâd, tevkif etmeğe çalışmaktadırlar. İşte bunun için Makensen ve Archduke orduları moskoflarla pek kanlı ve şiddetli muharebeler icrasına mecbur olmaktadırlar.
Bu muharebelerin şiddetine ve Rusların mukavemet anudanesine rağmen, müttefikeyn kıtaatı Kulm ve Lublin gibi mevaki mühimmeyi ele geçirmişler, şarka doğru terk etmekte bulunmuşlardır. Lublin’in zabtı, buradan İvangorod’a giden şimendifer hattının da tutulmasını intaç etmiştir.
Şimdiye kadar Bug nehrinin diğer sahiline tecavüz etmeyen müttefikeyn orduları ahiren nehir mezkûrun şark sahiline de geçmişler ve Rusların Vologda vilayetinin en mühim şehirlerinden biri olan Volodymyr-Volynsky’yi zabt eylemişlerdir.
Rus harbiye nazırı, duma meclisinde moskof ordularının Varşova’yı tahliye ederek kaçacaklarını ilan eylediği cihetle, Alman erkan-ı Harbiye’si ona göre tertibat almakta ve düşmanını kaçırmak için tedabir-i lazıme ittihaz etmektedir. Moskof ricatının her halde bir inhizam şeklini alacağı muhakkak ad olunabiliyor.
Alman ve Avusturya orduları Temmuz ayı zarfında Ruslardan 221861 esir 57 top 432 mitralyöz almışlardır. Bu suretle Mayıs ibtidasından beri alınan esira ve ganaim miktarı erkam-ı atiye baliğ olmuştur: 2000 zabit 741000 nefer 422 top 1492 mitralyöz. Şu halde Rusya, yalnız esir olarak üç ayda koca bir ordu kayıp etmiş demektir.
Cenub-i Garbi dar-l-harekâtında: İtalya – Avusturya hududunda hücumlar, mukabil hücumlar, müsademeler, muharebeler oluyor. Kanlar dökülüyor, kıyametler kopuyor; Fakat vaziyet asla değişmiyor. Avusturyalılar yine harbin ibtidasından beri işgal ve müdafaa ettikleri siperlerinde, İtalyanlar ise bu siperlerin karşısındaki mevzilerinde bulunuyorlar. İtalyan ordusu, bu hafta dahi Carn havalisinde Gorizia ser köprüsü mevziinde Doberdò yaylasında hücumlarını şiddetle teceddüd ve tekrar eylemiştir. Gorizia havalisinde Monte Sabatino’dan bed ile sahilde nihayetlenen 30 kilometrelik dar bir sahilde 17 piyade fırkasından mürekkeb 7 İtalyan kolordusu – ki takriben 350000 kişilik bir kuvvet teşkil eder – mütemadi hücumlarla Avusturya mevziine saldırmışlarsa da nihayet mağluben ricata mecbur olmuşlardır. Avusturya erkan-ı Harbiye’si bu san hücumdaki İtalyan zayiatını 100000 kişi kadar tahmin etmektedir. Avusturyalıların bu cephede üç misli faik kuvvetlerle harp eylemekte oldukları nazarı itibara alınırsa, gösterdikleri mukavemeti takdir etmemek kabil değildir.
Denizde: Şimal denizinde Alman tahtelbahirleri vazifelerine devam ediyorlar. Umumi harbin ibtidasında pek az faaliyet bahriye göstermiş olan Avusturya donanması, dördüncü defa olarak, İtalyan sahillerine bir akın icra etmiştir. 27 Temmuzda seri kruvazörlerle torpidolardan mürekkeb bir filo Ancona – Pesaro şimendifer hattına taarruz etmiş, istasyonları, edevat-ı müteharrikeyi, köprüleri, depoları, hazneleri, kışlaları muvaffakıyetle bombardıman eylemişlerdir. Avusturya filosu, bu esnada ne düşman kuvayı bahriyesine ne de tahtelbahirlerine tesadüf eylemiştir. Bundan maada İtalya’nın Nautilus ve Nereide tahtelbahirleri, biri tahtelbahir vasıtasıyla, diğeri Trieste önünde sabh torpile çarparak gark olmuşlardır.
Çanakkale’de: 13 Temmuz Salı günü öğlede Mariotte namındaki Fransız tahtelbahri gark, mürettebatı esir edilmiştir. Mariotte Fransa’nın en iyi tahtelbahirlerinden biri idi. Bununla şimdiye kadar Fransızların iki, müttehid düşmanlarımızın beş tahtelbahri batmış oluyor. Gelibolu şibh-i cezîresinde Arıburnu ile Seddülbahir’de evvelki hafta zarfında yalnız küçük muharebeler vukua gelmiş, düşmanlarımızın son şiddetli hücumları ise zayiat-ı azime ile püskürtülmüştür.
Son haftalar zarfında, Kafkasya dar-l-harbinde, sağ cenahımız karşısındaki düşman, kıtaatımız tarafından şiddetle takip edilerek ricat etmekte ve her gün bir takım mühim mevzileri tahliyeye icbar olunduğu gibi birçok zayiata da uğramaktadır.
Pazar: 26 Temmuz 1331
Abidin Daver.
İDMAN SÜTUNLARI
Fensizlik
. . .
MÜDAFAAYI NEFİS İDMANLARI
. . . . .
KRİKET OYUNUNUN USUL VE KAVÂİDİ
. . . . . . .