DONANMA MECMUASI 84 / 133 – 23 Ağustos 1917

DONANMA MECMUASI 84 / 133 – 23 Ağustos 1917

Pencişembe:  23 Ağustos 1333 –  5 Zi-l-ka’de 1335
İştirak şartları:  İstanbul ve taşra için seneliği kırk kuruş, ecnebi memleketlere on iki franktır.

Topkapı Sarayı medhali:  [Türk medeniyetinin kıymettar abidelerinden]

Donanma istiklal ve vatanın muhafızıdır.

 Nüshası: 40 para

Merkez tevzii Babıali caddesinde Ay Yıldız

Kitaphanesidir.

Matbaa Ahmed İhsan ve Şürekâsı

Merci: mecmuaya ait her iş için donanma cemiyeti merkez umumiyesinde daireyi mahsusaya müracaat edilmesidir.

Muhabere-i aletiye

Sanatın mertebe-i ihtizarı

     Hüseyin Rahmi Bey Efendiye:

İnhitat-ı sanat – daiye-i inhisar – dai’ uzâl –  izzet-i nüfus milli – bize pek ayıptır – panayır yerleri  – kont, kontes – elbise – yerde – sanat, nerede?

Kadim ve samimi hürmetkârınızı belki unuttunuz.  Fakat telemmüz – sıfat takdirhanı  gün geçmez ki, fecayi ve muzhikat beşeri ruh, istinas bir şuhlukla teşrih eden o güzel kaleminizin bir zade-i rengini aramak iştiyakını duymayayım.  Medid bir sükûnu müteakip yine bizi sevindirmeğe başladınız.  Fakat bizdeki fikir sanatı gülerken ağlatmak kabilinden muâheze ederek. . .  Size çok teşekkür ederim.  Payitaht için yüz karası olmaktan, izzet-i nüfus milliyi her dakika ceriha-dar etmekten başka bir kaideleri görülmeyen sanat musahharalıklarına havale ettiğiniz tığ sertîziniz – tabii olanlarda değil – seyir edenlerde olsun bir intibah husule getirebilmek ümidi vardır.

Zavallı sanat…  Eğer edebiyat sanat ise, eğer temaşa sanat ise hakiki bir dakikanız, tam bir inhitat muvacehesinde bulunuyoruz.  Asrın telakkiyat ve telakkiyatı istikbal namına bize bir şeyler vaat etmiyor.  Aksam-ı edebin elyevm içinde bulunduğu ilim bir tezebzüb, edebiyatçılarımız da mefkürecilik iddiasıyla seyrini ikmal eden maraz garib elbette nazarı dikkatinizden kaçmıyor değil mi?  Bu meyanda temaşa hakkında ne diyeceğiz ki bir dar-ü sanatla, çok masraflı dekorları karşısında Fransa’ya mütefessih bir hale getirmek istidadını çoktan gösteren imraz-ı ictimaiyenin teşrihatını nakil eden himmet kalmaya eshabının senede iki defa müftekir inayeti bulunuyoruz.

Ne garip tecellidir, birinde daiye-i inhisar var.  Bir yeninde manevi dai uzâl sukut. . . Sanat, sefil eller tarafından itilerek kakılarak hafre-i ihtizara doğru uçuyor.

Sizin gibi çok okuduktan ve çok düşündükten sonra az yazan hakiki marifet kalemiye eshabı pek yakın bir atide şahsiyet sanatın in’âm hakikisi ile şikeste-dil ve efser de amil olacaklardır.  Tebşir değil, tenzir ederim.  Onun için her zaman yazınız.  Cümlesi üzerinde ısrar ediyorum.

Azizim!  Kıymeti samimiyetinden ibaret olan şu satırların mukaddemesinde ki [payitaht için yüz karası olmaktan, izzet-i nüfus milliyi her dakika cerihadar etmekten] kaydına bilhassa celb enzar ederim.  Bu cümleyi size takdim ediyorum.  Çünkü bu türlü muzhikeli faciaların tasviri en ziyade sizin hakkınızdır.  Birçok aksam ve şubatta meşhud ve mahsus bir şule-i tekmil görülürken güzel İstanbul’umuzun işlek bir caddesi üzerinde sanat namına göreceğiniz nedir?  İğreneceğiniz için görmemişsinizdir.  Müsaadenizle ben size nakil edeyim.

Evvela, kartela tabir olunan uzun, bütün ezvak sanattan mahrum bir kâğıt üzerinde tahta kalem, kırmızı boya ile yazılmış begayet berbat bir yazı:  idare. . . İdare-i komik şehir.  Sonra;  bu gece iki kumpanya birlikte.  Altına eskiden basılan, şahsım arzu ile Kanber efsanelerindeki resimlerden daha melus bir resim.  Azasından beri mutlaka müthiş bir ifrat veya tefritten hali olmamak şartıyla komik şehrin tasvir dil-peziri.  Kadınlar, kızlar, çengiler, hainler, âşıklar ile dolu bu levha. . .   Dram, komedi yahut facialı komedya yahut gülünçlü dram, hatta gülünçlü trajedi. . .

Altında sanata yan, yan bakan birçok isimler.  Eğer huzur edepte buna cüret varsa, tıpkı onların lisan-ı beyanı gibi davetliler bal haki ve gayri hem.  Panayır yerine gitmeye ne hacet?  Haftanın eyyam madudesinde muzika, davul, zurna eksiksizdir.  Bakın, Hüseyin Rahmi Bey Efendi!  Perde açılıyor:  Kirli bir Kontun hanesi.  Haydi, ona da bir isim verelim.  Faraza <gazalar> size mübalağasız söylüyorum:  kontun odasında kapı yoktur.  İki basma parçası sallanır.  Her dakika ispata hazırım.  Kadife kanepesi, aktör ve aktrislerinin yüzlerine dest-i zaman ile inen müşte-i tahribe mümasil darbene hedef ola ola o kadar çökmüştür ki, sivrilen telleri üzerine oturamayıp her an sıçradıkları müşahede olunur.  O kadar tozludur ki, kırmızı rengi bile mülevvesat içinde boğulmuştur.  Sizi sinirlendirmek için yazıyorum.  Kontun masası dört adet pis tahtadır.  Hasır sandalyeler itile kakıla dağılmıştır.  Ortadaki halı. . .   Söylesem mideniz bulanır.  Kulisler, görmeden inanmayacaksınız.  En kirli bezler ile yamanmıştır.  İşte kontun hanesi.  Konta bakan!  Siyah ütüsüz redingot!  Beyaz pantolon, sarı boyun bağı.  Mahdumu ve bu kontunu düşünün!  Tasavvur ediniz ki, bir perverd-gar çırağı tiyatroya, guruşluk yerden otura kalka merak etmiş, gençliğine terahhümen bazı beyler de delalet ediyormuşlar.  Olmuş bir aktör.  Genç çırak, zaman ile kart bir herif olmuş.  Tamam ellilik.  İşte kontun mahdumu.

Sizi meşhudat ile temin ederim.  Lastik yakası bile sim siyahtır.  Redingotu üzerinden kaçar.  Ayakkabısı çamurludur.  Çorabı üzerine düşmüştür.  Pantolonunun paçaları mutlaka kuyruk, üç seneden beri üzüşüz.  Rengi, rengi ise sarıdır.  Şimdi bir aktris ayağında ökçesi yarım santim bir bot:  Kontes!  Bir diğeri daha!  Dekayık sanatı, büfeden localara yemiş, su götüre, götüre talim edip dâhiye-i temaşa olmuş.  Artık sıra ile aşk!  Tarih-i tevellüdü tezkere-i Osmaniye’sinde 1268 olmak üzere mukayyid! Bir diğeri o da aşk!  Hem onun tarih-i tevellüdü 1255.  Onu sizde tanıyacaksınız!  Tek perdeli komedyalarda uşak rolüne çıkar.  İşte rejisörün gayet mehakk taksimi ile size beş perdelik dram.

Size orada konuşulan, yeni mecmuaya <Türkçenin argosu>

     Mülahaza

Maksada doğru

     Denizcilik ve yarışlar

     Yarın Heybeliada da büyük bir kayık yarışı icra edilecektir.  .  Cazip bir programla tertip edilen bu muhteşem yarışlar hakkında rağbeti celp etmek için söz söyleyecek değiliz.  Yarışların tertibinde <<kaide>> noktası ne derece ilzam edilmiş ise merak vermek ve sevdirmek ciheti de o kadar düşünülmüştür.   Bu cihetler temin edildikten sonra halkın deniz yarışlarına göstereceği rağbet, denizcilik fikrinin memlekette ehemmiyetle telakki edilip edilmediğine delalet edecektir.  Memnuniyetle görüyoruz ki, donanma mecmuasının biz ve denizcilik ihtarıyla açtığı yol ehemmiyetle takip olunuyor.  Yevmi refiklerimiz, memlekette denizcilik hayatına taalluk eden noktaları ihmalkâr bir nazarla görmedikleri gibi, bazı mevkut risalelerde baş makaleleriyle denizi sevdirmek için edebiyatın haiz olduğu kuvveti ileriye sürmekte, fikir ve kalem sahiplerini deniz edebiyatına tevcihe eylemektedirler. 

     Bahis bu dereceye kadar vasıl olunca, denizcilik fikrinin mühim bir mevkii daha kazandığını tasdik etmek zarureti hâsıl olur.  Ve bu sırada yarışların terbiye kâr ve irşadkar vazifelerini de unutmamak lazım gelir.  Onun içindir ki, biz bahriye nezaretinin teşebbüsüyle meydana çıkan şu son müsabakaları da memnuniyetle karşılarız.  Müsabaka fikri beşerle beraber başlar.  Heyecan, şiddet, his, tecessüs ve dikkat.  Nihayet galebe fikri bütün yarışların zadeleridir.  İnsanlık ise bu türlü hislerin ezeli münkadı  olduğu gibi zihnin, bedenin çalgısı da yine bu türlü müsabakalar ile tenmiye edilir.

     Nihayet, halk denizcilik işleriyle yakından alaka hâsıl eder. Galebe ve müsabaka fikirleri kalplerde deniz muhabbetini artırır.  Müsabakada temayüz eden bir sandal, diğerinin burnunda öyle bir sandala sahip olmak arzusunu uyandırmak kadar tabii bir hal tasavvur edilebilir mi? Deniz;  Haddizatında dikkat, şiddet, tehlikeleri istisgar, tehlike zamanını, tehlike safhalarını çabuk unutturmak gibi hassalara mazhardır.  Gençlikte bu hislerin nema bulması için daima onları teşvik etmek gerektir.  Donanma cemiyeti vaktiyle bazı idman kalıplarına lazım gelen muavenet ve teshilatı göstermekle idman hayatında denizcilikte ayrı ve mühim bir mevki tutmasını ilzam eylemiş idi ki, muhikk bir temenni olduğunu ispata hacet var mıdır?  Bugün bazı idman mahfillerinde ayrı birer denizcilik şubesi olduğu gibi kotra hayatı da o kadar yabancı değildir.  Fakat biz arzu ederiz ki, bu hatve bu kadarcıkla kalmasın.  Hem ayrı denizcilik mahfilleri tesis etsin, hem de şimdiki gayretli himmetli gençlerin mahfilleri denizciliğe hususi bir ehemmiyet versinler.  Faraza bugün Türk gücü karadaki göçüp konmalarını denize de temim edebilir.  Küçük bir kotrası olduğunu biliyoruz.  Bu kotra iyi bir temel olabilir.  Donanma cemiyeti de bu hususta uhdesine düşecek bir vazife varsa ifaya her zaman hazırdır. 

     Türk gücünü bir misal olarak kayıt ettik.  Bu misal tamim edile bilirse neticede çabuk elde olunur.  Şurasını da kayıt etmeden geçemiyoruz ki, denizcilik, denizi sevmek, İstanbul halkından ziyade sahil vilayetler ahalisinde daha kuvvetli tecelli eylemiştir.  İstanbul’da ise mazi daha ziyade feyizli idi.  Şimdi denizciliği uyandırmak zamanı çoktan hulul etmiştir.  Birkaç haftadır takip eden neşriyatımıza, bu makale bir zeyildir ve sırası geldikçe bu neşriyata devam edeceğiz.  Şu son makale ise yarınki Heybeliada yarışları münasebetiyle yazılmakla beraber, cemiyetin maksada doğru tevcih edilen enzarı önünde bir iftihar-ı maziyi ihtar etmek istedik.  Çünkü Türkler, denizin pek eski pek fedakâr aşinalarıdır.

          Donanma.

     İcmal-i hadisat

Nasıl yazıyorlar?

İşte bu günün meselesi.  Ortada gayet büyük bir iddia var.  Öyle bir tarzda cereyan ediyor ki, anlaşmak şanından değil.  Arkadaşlardan birinin ihtarı veçhe ile “port  – parol” kıyafet ve hüviyetinde birkaç kişi meydana çıkmış.  İşin asıl acınacak ciheti – müridinden aldıkları gibi satmak hususasından da mahrum oldukları için – yalnız bir sürü istilah yan yana dizilmiş – burada vaz-ı istilahın şerait ve tevâud asliyesini de nazar-ı dikkate almıyoruz – faraza <semiyye>> <hırs> muaşşeri vicdan, ümmet devresi, garezi, zümrevi ve vicdan, hiçe vezninin şainiyeti yahut esmai ve mesadırdan ne kadarı vaz istilaha salih görülürse hepsinin ahirine bir ci edai ilavesiyle teşekkül eden sıfat medide ve garibiye. . .  Nihayet milli vicdan ve milli edebiyat. . .  Amenna. . Kabul ettik anlamadan, dinlemeden kabul etmeği de muvafık bulduk.  Müstehanelerin imkân ihyası, olmadığını da tasdik ediyoruz.  Artık on sene evvelki lisan, tarz-ı beyan, mefkûre-i edep de müstehasat nev’indendir.  Şimdi milli vicdana muvaffak mevzular, hükümler bulacağız.  Neşidelerimizdeki ilhamat milliyeyi milli lisanla tebliğ edeceğiz.  Ne güzel?  Kim sevinmez?

     Bakın, sevinirken siyah elli, siyah yüzlü bir müstehayı daha gözüm önünde belirdi.  Onun yâd matemiyle müteellim oldum.  Laf oyuncakçılığı. . .   Birçok seneler oluyor.  Taklibat edebîye namına ne türlü bir iddia ile ona atılmış isek, mutlaka lafzdan öteye geçmek bize müyessir olamamış.  Bilmem kaç sene oluyor.  Bu gün bile o dergide çırpınıp duruyoruz.  Bahsi değiştirelim.  Bu acıklı hatıraların neşveli mevzular arasında elbette mevkii yoktur.  Bakın, mefkûre-i edep önümüzde:  mefkûre-i milliye ye mutabık ne güzel yazılırlar.  Sahaif nevbin edep, süslenmiş, bezenmiş, bir şab deste izhar-ı müşkîn toplayalım.  Şimdi göreceksiniz.  Her veri kesinden bin Nükhet canfeza revan oluyor:

          Yazın

Uzaklarda şimdi var

Kımıldayan bir buğu

Hep tiryaki bacalar

Tellendirmiş çubuğu

Bağdaş kurmuş bir hacı

Tüttürüyor nargile

Düşüncesi pek acı

Dipsiz ambar boş kile

     Bu bir şaka. . .   Mizahın yeni şekli biraz daha tork.  “Gözlerde seyahat” bu terkib-i garib mi buldunuz?  Ne yapalım?  Bu kadarcık bir şeyi nükte-i müteşairane deyip hoş görmekten başka çare var mıdır? 

          Çıktım bugün güzellerin gözlerinde seyahate

          Bu yolculuk bilmem nasıl ayıracaktı nihayete?

     Gördünüz mü?  Bütün esasat edep, mahkûm zevâl. . .   Yalnız bu günün meşime-i garaibinden doğanın hakk-ı hayatı var.  Şimdi siz diyeceksiniz ki;  Gözler hakkında söylenmedik ne kalmıştır ki bu günün iddiasıyla bir münasebeti ola?  Şark eskiden beri siyah gözün meftunudur.  Yunus Emre’den Naci Efendiye Ekrem Beye gelinceye kadar her şair, cesim siyahın esir nalekârıdır.  İnsaf ediniz.  Müridi garib de olsa:

          Mai, siyah bir nice siva fezaiyun

          Etmiş şefik sedası şevk-aver durun

Manzumesi henüz hanzelerde iken, zat-ı ayine asabiyet isnad edecek kadar garip bir tahakküm-ü fen na-şinası arasında:

          Mai gözler pek asabi, dalgalı bir deniz gibi

          Yeşil, gözler en ziyade mütemayil hıyanete

     Ya senin yeni ve milli edebiyatla münasebeti nedir?  Haklısınız ama biz ona bakmayacağız.  Ortada hece vezninin şainiyetinden iltifat olunacak esmâr duruyor.  Hele biraz daha gezinelim.  Gözlerinizi mi kapıyorsunuz?  Yine mecmuanın ikinci nüshasını hatırladınız.  “Nişanlıya mektup”  Ey benim güzel köşem.  Madem unutulmuşum. İşte o. . .  tevakkuf etmeden geçerim;  Babil’in ölümü büyük, henüz keşif edilen bir hikmet.  Sevenler bilmiyor, Sidi’nin pek meşhur divanında da gördük.  O kadar ince eleyip sık dokumağa ne hacet?  Biz seyran daiyaneye devam edelim:  çiçekler açarken bu serlevhaya da aşina çıktınız galiba?  Kırk seneden beri kırk bin defa gördüğünüzü iddia ediyorsunuz.  Acele etmeyin.  Siz mukataandaki na-şenide hikmete bakın,

          Gençliğim – bilirim ben zamanını –

          Devam edecektir ancak bir bahar

          Hissettim aşkımın heyecanını

          En fazla tulû’dan guruba kadar.

     Artık seyrana kudret-i devam kalmadı.  Şu hikmet müteşairane karşısında hissettiğimiz hayrani bizi lal bıraktı.

     Bilmem sual sırası geldi mi?  Yine tekrar edelim.  Tamamen nakil ve tebliğ kuvveti iktisab edilemediği için – çünkü şifahen ve not tarzında talim edilse – bir takım nazariyat ile ileriye sürülen milli edebiyat bu ve emsaline tevcih olunan bir pay’ muallimidir?  İstenilirse yüz bin misal ile teyide muktediriz.  Altı yüz seneden beri işgal-i muhtelife de elfaz-ı muhtelifede tebliğ edilen mevzuat-ı şarkıye, bu gün de tekrar olunuyor.  Eğer ruh milliden mülhem ise eskilerin ne kabahati vardır?  Değilse şimdikiler nedir?  Yahut bir üçüncü ihtimal yalnız elfaz ve terakib değişiyor. 

     Hele harp edebiyatı unvanlı bir makale ile tamamen aile-i edebiyattan ihraç edilmek istenilen eshab-ı kalem nev-ummâ takdir edilir, türkün silah satvetini, hame-i hizmetle takviye lüzumu ileriye sürülürken <kurumuş çeşme> gibi mevzuların aynı sahifeler arasında yer bulması bize pek garip geliyor.

     Şimdi kemal-i hürmetle iyi ve çok bildiğine kail olduğumuza soruyoruz;  “Lejand”, Mit, mitoloji ayrı ayrı şeyler midir? Bir midir, bir komün ala-yı maneviyetinde hangisi daha ziyade müessir dir?  Bizim bu günkü meneviyetimizi akdar edecek bu üç kısmın hangisidir?  Yahut milli varlığı bunlarla ruh matda uyandırmak kabil midir?  Cenklerimiz, şecaatlerimiz, menakıb kahramananemiz, hele biz garp Türklerinin sırf kendimize has bir tarzda ala ettiğimiz Türk medeniyetinin nice mefahiri var iken <şuur-i milli> namına yapılacak hizmetler daha geniş, daha cazip bir surette ifa edilebilmek imkânı yok mudur?  İstitrad tarikiyle söyleyelim ki, bu suallerin yukarıki seyran ile hiç münasebeti yoktur.  Çünkü o misaller adi bir taklidin karikatürleridir.  Kemal-i hürmetle sorulan sualler ise bir dimağ mütefekkirin enzar-ı i’tisar önünde duran asarına karşı – tabii bir hak olarak – düşünülen noktalardır.

          Hüseyin Kâzım

     Hafta başında

İki mesele

 – 2 –

Harp edebiyatı

     Haftanın ikinci meselesini ilham eden yine yeni mecmuanın bir sahifesi olmuştu.  Kavi olmamız için edebiyatı da büyüklüğünü gösteren bu sahife, edebiyatı silahaltına çağırıyor ve bu kadar ilahi muazzam kahramanlarla uyandırılamamış zan ettiği zümreyi halkın takbih ve ta’yibi muvacehesine çıkarıyordu. 

     Bu sözlerden, bittabi, benim gönlüme gömülmüş on beş yaşındaki heveskâra bir muaheze hassası ayrılacak değildi.  Fakat bu itabe istihkak eden kim, dostlukları, merbutiyetleri birer ayrılık günüyle imtihana davet olunanlar kimlerdi?

     Balkan harbinin acı dakikaları, “hak yolu” na bu gül demetinin bülbülü, ay şair, neredesin?  Allah’ın aşkı, tarihin aşkı, öksüzlerin aşkı için susma!  Feryadını vermiş, Süleyman Nazif’i Hamid’in <atabe-i düha’et> ne baş koyarak, huzur tesirinizde kopan bu kıyamet sükûta bir tevakkuf, bir sükûn emir etmeyecek misiniz? Demeye sevk etmişti;

          Yağsın nesi varsa kâinatın

          Lakin bu derin sükût dinsin!

     Beyti Hamid’in değil miydi?  Ve zaten o vakit bu milletin mesul tutacağı bir natıkası – dili biraz çetrefil de olsa – kendisine yaşamak, söylemek, dinlenmek hakkı verilmiş bir edebiler zümresi vardı. 

          Nedir şu meşcir-i ebdân, şu kûhsâr hadîd,

          Lehîbden dereler, hâk-dân bulutlarla,

          Vurur semayı esatire darbe-i tehdid!

     Kıtasından ordumuzun teşkil ve tasni ettiği müstesna cihanı görüyor, hatta Nefi’nin lafz ve manasıyla beyinlerde velveleli bir âlem çalkalandıran gazasiyelerini – avamın değil – ammenin ruhuna tercüman biliyorduk.

          Plevne’den bir ses geldi,

          O ses yüreğimi deldi;

          Ah, o günler ne güzeldi

     Ayrı düştük otuz sene

     Şanlı meydan, geldik yine!

     Parçası  [ * ] nı okur, mütehassıs olurken

          Bak kanların dökülmede bir bir çimenlere,

          Bülbül değil işittiğiniz nâle-i baîd:

          Avaze-i mesaib olan sayha-i elim,

     Çıplak, yayan kovulmuş olan bir takım yetim! [** ] mısralarından işaret ettiği fecaati duymamak mümkün olmuyordu.

      Beyti büsbütün ayrı bir dille söylenmişken bunda bir Osmanlı padişahının ruhundaki azameti pek yakından his ediyorduk.

     Bununla beraber biliyor ve hasbeten ve azamide yapıyorduk ki lisanına istiklal vermek ve edebiyatını müstakil bir dille kurmak memleketin kurtuluş hareketlerinden biridir ve buna mutlaka muzafferiyet mev’uddur.  Ancak, atlama suretiyle vukua gelecek bir tekâmülde bile bir hat vasıl olacağını bilenlerin ve o mirusu okumak için yunanca gibi olmuş bir lisanı öğrenenlerin yaşadığı bir devirde içinden geçip gittiğimiz edebiyatın hakkını, mevkiini inkâr nasıl doğru olabilirdi?  Bu hareketin beklenen tekâmülü tesri etmesine de inanılamazdı;  Zira o tekâmülü böyle haksızlığı hazım ve kabul edebilir bir nesil üzerinde tesis çaresi henüz bulunmamıştı.  İşte biz düne kadar bir edebiyatımız olduğuna kandık ve bunun ilim adamları tarafından delilleri de veriliyordu. 

     Mademki bir memlekette tekâmülün hangi devresinde olursa olsun en yüksek ilim müesseseleri bulunuyor ve bunun dereceleri ancak ecnebi hudutların bakışıyla tayin olunabilirdi.  İşte o memlekette edebiyat içinde en yüksek bir müesseseyi var bilmek, tanımak ve çoğumuzun içinde yaşayan “deli Dumrul” un hodkâmlığını yeğrek tanıtmak lazım gelirdi.  Alelhusus hemen hemen aynı dille konuşan, aynı dille harbe çağıran, aynı dille hakk-ı ihkak edip duran bir hükümet mevcut milli teşkilatın en yükseği, hâkimi ve metbua iken. . .   buna binaen diyebiliriz ki bu milletin de edebi bu müessesesi mevcuttu ve bunun neresinde ise, Rıza Tevfikler, Ali Ekremler, Faik Aliler, Halit Ziyalar, Mahmut Eminler de – muaşiz – bir riyaya ihraz edebilirlerdi.  Çünkü bütün bu yerli cehrelerin kalemiyle kalini, bu milletin tarihiyle teessüs eden bir dil ve böyle bir tarihin terekküb ettiği hissiyat doldurduğunda şüphe yoktu.  Bunlar ne kadar yabancı tesirlere mağlup olurlarsa olsunlar mağlubiyetlerinde bile o zaman için mutlaka bize mensubiyetleri saklanmış bir iz bulunurdu.

     Fakat bir gün geldi ki edebiyat vadisinde de yıkılacak bir istibdat olduğuna zehap peyda edildi ve mevcut müessesenin maziye göre atide alması matlup olan şekle daha çabuk takrip edebilmesi için erkânından tecrit <muvaffak mütalaa kılına> ve ihtimal güzidelerle tabir olunan bu erkânın zincirlenerek adanın bir köşesine hapsi yeni tesis icraatının mukaddemesi oldu. 

     Onlar mallarıyla, canlarıyla, evlatlarıyla vatanın hudutlarından sokulan süngülere karşı korlar, vatanın mükellefiyetlerine, bu cemiyete mensup olmanın bütün mecburiyetlerine tahammül ederler.  Bunlar da hep milli olabilirler, lakın fikir ve hissi tebliğ için – haşa – milli olamazlardı.  O sebepten, mesela batarya ile ateş, nesr-i harp ve nesr-i sulh isimleri bile doğrudan doğruya harbin zadesi iken devri sabık yadigârıdır diye bahis ve intikada mevzu olmaktan da uzak tutulacak ve harp edebiyatı daima kahramanlar sitayişidir zannıyla Ali Canib’in o nefis “kurumuş çeşme” si bile hükmen devri sabıka mensup ad olunarak aforozlanacaktı.

     Bu satırlarla nim edebiyatın bir yaşasın! Devri geçirdiğini söylediğine intikal olunursa da hakikatte bu musabehat tam değildir. Milletin güzidesi, iktidaya layık pişvası demekti ve milletin güzidelerine inkıyadı zaruriydi.  Edebiyat inkılabında söz ayağa düştüğünden olacak ki, hem güzidelerin millete izafeten vücudu tasdik, hem de kendilerinden şikâyet olunuyor. 

     Bu şikâyet ise (sürseler mağduriyeti kadar kendin gösterir) kabilinden bir şey. . .   Yeni baştan tesis arzusu görüyor ki milletin bu halinde ne şairi kalmıştır, ne ozanı ber hayat bulunuyor.  İşte bu yoksulluğun şikâyetlerinedir ki zincire bağlanan güzideleri mihver yaparak açtıkları boşluğu, lakırdı arasında olsun, intaka cihet ediyorlar.  Bu ayrılık bu alakasızlık, devam ettikçe bizde yalnız harp edebiyatı değil, hiçbir şey olmayacağına iman etmeliyiz, diyorlar.

     Güzideler kim, milleti güzidelerinden ayıran kim ve yana?  Bizde edebiyat ve harp edebiyatı hakikaten yok mu?  Güzideleri sevsürse

          Al yeşil bayrağı gelin mi sandık?

     Mısraına benzer bir neşidenin halk arasından kaynayıp gelmemesine sebep nedir?  Sanat, hisleri ifade (Exprimer) yoksa tefhim (Faire comprendre) mıdır? Edebiyat kelimelerin şeklinden mi ibarettir?  Edebiyatta pes-zindeler bu cereyanın bir hüsnü ve aşkı vücuda geldikten sonra başlamak lazım gelmez mi? 

     Yazık ki bütün bu miktar suallerin cevabı, her günkü hareketlerimizden daha yüksek, daha insaflı olmuyor.  Hem suçlu, hem güçlü olmanın verdiği bir salahiyetle kendimizi terbiye edip etrafa mesuliyet ayırmadan başka yaptığımız yoktur.  Hâlbuki iyi dinlenilsin, bence bu gün bile hem edebiyat hem harp edebiyatı ruhlarda kasırga gibi dolaşıp uğulduyor, bunu Makber ’in mukaddemesinde [*] bulamayanlar Eyüp’te bakımsız kalmış bir mezarın söylediği şu birkaç kelimeden de çıkaramazlar mı?

          Bir hakikat, hakikat zincir,

          Bir belagat, belagat şemşir!

     Hakkı Tarık

Köprülü zade Mehmed Fuat Beye

     Vezne dair olan musahebeniz içinde cevap isteyen birkaç sual daha buluyorum:

     1 – Hece veya aruz vezni denildiği vakit Müslüm F. Beyin akıncı türkülerinde kullandığı vezin ile Faruk Nafiz’in

          Bizden haber verenlere sorduk mu, biz kimiz?

          Şarkın dudaklarında gezer sergeştimiz!

     Beytini tanzim eden vezin anlaşılmayacak ve bugün ikisinden birini tercih ve ıslah hareketlerinde bu kabil misaller esas olmayacak mı?

     2 – Hece vezninin millîliği Türkçe ile başlamış olmasında mıdır?

     3 – Bütün kelimelerimizin hece vezni kalıplarına girebildiği sahih midir?

     4 – Halkın yalnız hece veznini sevdiği iddiası nasıl bir senede müstenittir?

     5 – Aruz ile yazılmış eserlerin doğru okunamayışı veznin milliyetsizliğinden mi, yoksa nazımlarının taksirattan, kifayetsizliğinden mi?

     6 – İran’ın benimsediği aruz zevk ve sanatında bir ihtitat nişanesi olmuştur denebilir mi?

     7 – Bizde halkın aruza la-kayd kalmasına sizce tanınmış sebep nedir?

     8 – Bu günkü lisanın mahiyetine göre muhtaç olduğunu söylediğiniz (teknik) ıslahat hece veznini aruz veznine yaklaştırsa da aruzdan ve heceden başka bir üçüncü vezin icad olunmuş sayılsa yanlış olur mu?

     9 – Hece vezninin söylenilen ibtidaiyeliği zail olduğu takdirde meydana gelecek veznin aruz mahiyetinde olmayacağından emin ve aruzun bugün de kelimelerimizi bozduğuna kail misiniz?

     10 – Aruz vezninin ney ve kanun musikisinde ki – bizim musikimiz demeye korkuyorum – perdeler ve makamlar la muayenet gösterdiğine dair bir zaman serd olunan iddiadan haberdar oldunuz mu ve bunun sıhhatini düşünmeye lüzum gördünüz mü?

     Memleketimin fena talalarından beri beni bunlarla meşgul olacak bir mevkide size halef yapmamış olsaydı, bana muhatap olmaktan kurtulacaktınız;  Fakat ben cevaplarınızı kısaltmakla bunun vereceği zahmeti tahfif edebileceksiniz diye müteselli oluyorum.

          Nişantaşı 19 Ağustos 1333

               Hakkı Tarık     

[ * ] – Süleyman Nazif, tasvir-i efkâr, 1328

[ ** ] – Bahariye, İl suud, 1229

[*] – İnsan bazı kere hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir;  zihninde uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir, kalbinde doğan bir his bulamaz.  O kadar derindir.  Bu acz ile bir feryat koparır yahut pek karanlık bir şey söyler.  Yahut hiçbir şey söyleyemez de kaleminin ayağının altına alıp ezer, bunlar şuurdur.

           Vatan uğrunda:  Anadolu da silah başına şitab
Dobruca’da:  [Rus ve Romenlerin mezalimine giriftar olarak
Nihayet müttefikler tarafından tahlis edilen Dobruca Müslümanları]
Hâkimiyet-i İslamiye

Tarih çiçekleri

 

<<Analarını ağlatmak, çocuklarını yetim, kadınlarını dul bırakmak

İsteyenler ardımca gelsinler>>

     Emir el müminin Ömer’in el hitab hazretleri hak ve sevabı teklemede hiç kimseden korkmazdı.  Müslümanlar hakkında fevkalade refik ve şefik olduğu halde ehli küffar ve münafıkın hakkında pek şedid idi.  Müşarünileyhe akvalındaki şedid ve muhakematındaki isabet ve efkârındaki istikamet ve selamet ve efalindeki azamet ve selabeti ile izharı İslam buyurmalarından evvel dahi şöhret-şiar idi.  Bunun için beni muhterem  (sallâllahu Teâlâ aleyhi ve selem) efendimiz hazretleri din-i İslam’ı ya HZ. Ömer el-Faruk veya ebu cehl ile i’zaz eylemesini cenabı haktan niyaz etmişti.  Binaenaleyh, min ila zell bu devlet nasibi olan hazreti Ömer nail-i hidayet sihanı olunca ehl-i İslam pek ziyade şad oldular ve ondan sonra harem-i şerifte aşikâre namaz kıldılar.  O vakte kadar gizli ibadet olunurdu. 

     Resulü Ekrem efendimiz hazretleri Mekke’den Medine’ye hicret buyurduktan sonra hazreti Faruk’tan maada diğer eshab-ı kerem hicretlerini gizlemişlerdi.  Yalnız müşarünileyhe kılıcını boynuna takıp ve kemanını koluna ve birkaç ok da eline alıp mecid-l hareme geldi.  Eşraf kureyş kubbe etrafında bölük bölük oturuyorlardı.  Onlara hitaben <<analarını ağlatmak, çocuklarını yetim, kadınlarını dul bırakmak isteyenler ardımca gelsinler>> diyerek Medine yolunu tuttu. 

          Bilmemek kudreti küçüklüktür

          İşte ezcümle vakt-i hicrette

          Müşrikin kavmi büsbütün azdı

          Oldular müminin olup mestur

          Ömer ama silahını takınıb

          Doğru cay Kureyşe dek gitti

          Döndü hiddetle ser ta ser nara

          Kim isterse tıflını ayalini bütün

          Yetim eylemek dul bırakmak bugün

          En küçük vakası büyüklüktür

          Öyle bir keşmekeşli halette

          Adet al çünkü çok azdı

          Gizliden hicret etmeğe mecbur

          Müşrikin nerdedir deyip bakınıp

          Güpe gündüz tavaf beyt etti

          Dedi ibtâl kavm eşrara

          Sözümde bulunmaz hilaf ve hata

          Cümlesi korkudan kalıp mebhut

          Ömer’in bu firarı addolunur

          Yok, nihayet ulu himmetine

          Şu vadide gelsin kavuşsun bana

          Bu sualin cevabı oldu sükût

          Düşünülse hücumu da bulunur

          Din hususundaki hamiyetse

     Üsküdarlı merhum Safi, bir harikasından

*****************************

<<Şevket ve heybet kişiye gayri yerden gelir.>>

<<<<<<<<<<<<>>>>>>>>>>>>>>>>>  

Sultan Ahmed Salis Çeşmesi

 

     Ayasofya’da, bab-ı hümayun önünde Osmanlı mimarlık sanatının güzide bir eseri vardır.  Sultan Ahmed Salis çeşmesi.

     Sultan Ahmed Salis ’in, damadı Nevşehirli İbrahim Paşanın zevk sanatına, güzel sanatlara inhimaklarının derecesine ebedi ve ölmez bir abide teşkil eden bu çeşmenin, üzerindeki tarih mısraının delaletinden maada, ne zaman inşa edildiğine dair tarihlerimiz de hemen hiçbir kayıta tesadüf edilmez.  Devrin vaka nuviyesi Çelebi zade Asım Efendi bile, tarihinde Sultan Ahmed Salis devrinin en nefis eserlerinden birini teşkil eden bu çeşme hakkında hiçbir satır yazı yazmamıştır.  Vaka nüvistlerimizin fikir ve sanat terakkilerini nazar-ı dikkate almadıkları eserlerinden istidlal olunabilir.  Fakat saltanat devirlerini yazdıkları padişahları medh ve sena etmek için, yaptırdıkları meşhur eserleri mübalağalarla zikir etmek adetleridir.  Çelebi zade, en ufak seyir ve tefricleri parlak tasvirlerle tarihinde yaşattığı halde, çeşme hakkında hiçbir malumat vermemesi gariptir. 

     Çeşme 1141 de inşa olunmuştur.  Bu tarihte Sultan Ahmad Salis de, Damat İbrahim Paşa da saltanat ve ikballerinin en parlak noktasında bulunuyorlardı.  Şark seferleri muvaffakıyetle neticelenmiş, İstanbul’da sa’d âbâd gibi kasırlar inşa olunuyor, şiir ve edebiyat zevk sanatla beraber terakki ediyordu.  Padişah da, veziri de, güzel İstanbul’u en nefis eserlerle süslemek istiyorlardı.  Esasen padişah, Topkapı Sarayı içinde mermerden latif bir kütüphane inşa ettirmişti.  Damat İbrahim Paşa da sevgili zevcesi Fatma Sultan ile müştereken Şehzadebaşı’nda elyevm mezarının bulunduğu mahalde medrese ile bir sebil yaptırmıştı.

     Şehrin en güzel yerlerinde hemen her sene bir sanat abidesi dikiliyordu.  Bu sıralarda idi ki, Sultan Ahmed Salis Bab-ı Hümayun önünde de bir çeşme yaptırmak istedi.  Devrinin ser mimarı, zarif çinileri, parlak renkleri, yaldızlar ve oymalarla nazarları şenlendiren Osmanlı sanatının en ölmez ve nefis bir eserini teşkil eden çeşmeyi vücuda getirdi.  Çeşmenin mermerleri Marmara sahillerinden tedarik olundu.  İnşaata ramazan üstünde başlandı.  1141 senesi içinde çeşmenin inşası hitam buldu. 

     İnşaat hitam bulunca, üzerine yazılacak tarihin intihabı bir mesele teşkil etti.  Çeşmenin asıl tarihini Sultan Ahmed Salis kendi söyledi:

          Aç besmeleyle iç suyuHan Ahmed’e eyle dua

                    1141

     Keza bu tarihin bir kaside ile tetvici lazımdı,  bu vazifeyi de devrin büyük şairlerinden Seyit Vehbi şu suretle ifa etti;

 

“Şahenşeh-i ali-nesep Sultan-ı memduhu’l-haseb

Ferman-dih-i Rum u Areb Han Ahmed-i kivegüşa

Adl ü keramet memba-ı şem-i simurg u hüma

Zat-ı mülüke ab-ı rü şemşiri bag-ı fetha-cu

Gülzar-ı mülke verdi su mizab-ı kilki daima”

Bab-ı Hümayun’a bakan yüzde,

“Adl-i Ömer cud-ı Ali hulk-ı Muhammed Mustafa

Destinde devlet hatemi kılmış musahhar alemi

Hak resm-i ism-i a’zamı nakş-ı cebin etmiş ana

Hayret verir sad Kayser’e galib hezar İskender’e

Hükm-i revan her kişvere ferman-ber-i şah ü ümem

Rum u Areb mülk-i Acem mahkumudur ser-ta-be-pa

Oldur İmamü’l-müslimin zıll-ı Hüdavend-i Mu’in

Ba-nass-ı Ku’an-ı Mübin emrine vacib iktida

Şehler ana kişver verir ol şehlere efser verir

Seyfine düşmen ser verir oldukça tuği ser-nüma

Ol memba’-cuy-i meram ol maksem-i rızk-i enam

Olsun ila yevmi’l-kıyam şahan-ı dehre mülteca

İskender edüp cüstücü zülmetde gezmiş su-be-su

Bab-ı Hümayun’unda bu etdi revan ab-ı beka”

Marmara’ya bakan cephedeki kitabe,

“Bu tarh-ı pak-i hurremi sevk etdi sadr-ı a’zamı

Damad-ı bass-ı ekremi hem-nam-ı ceddü’l-enbiya

Oldu o düştür-i celil bu hayr-ı cariye delil

Halka edüp zemzem sebil celb etdi ol şaha dua

Ol şehriyar-ı zer-nisar bezl etdi mal-i bi-şumar

Yapdı sebil ü çeşme-sar mecur ola ruz-i ceza

Bu mevkı’i abad edüb bir tarh-ı nev icad edüp

Ruh-ı Hüseyn’i şad edüb etdi sebil ab-ı safa

Bu ayne ey safi derun destini Kevser gibi sun

Her katre-i safvet-nümun olmakda bir ayn-ı şifa

Ab-ı zülale ma-sadak tak-ı felekle yeknesak

Gök kubbenin altında bak var mı bu resme bir bina

Oldukça ber-ca mihr-ü mah zib-i serir olsun o şah

Sadr-ı güzinin ya ilah etme rikabından cüda

Ey Hüsrev-i ali-tebar asarına yokdur şumar

Amma bu dil-cu çeşme-sar oldu aceb hayret-feza”

Sultan Ahmet cephesindeki kitabe

“Bak sim ü zerden tasına ab-ı hayat-efzasına

Benzer gümüş sakasına bekler kapun subh u mesa

Yapdın Saray Meydanı’na kıldın sala atşanına

Cennette Kevser yanına güya ki kasr etdin bina

Altun suyun edüb sebil yapdın uyun u selsebil

Birine bin ecr-i cezil versün Cenab-ı Kibriya

Medhinde hamem oldu lal izhar-ı acz etdi makal

Evsafın eylerken hayal hatifden erdi bu nida

Vehbi hamuş ol beste-leb haddin değil eyle edep

Senden mukaddem oldu heb şairlere birden sala

Vasfında edüp güft ü gu çok kimse dökdü ab-ı ru

Etdirdi ahir ser-füru ol Hüsrev-i şevket-nüma

Tarih içün danişveran hayretde iken nagehan

Buldu şehinşeh-i cihan bir mısra’-ı alem beha

Her lafzı bahr-ı mevc-zen ma’nasıdır dürr-i Aden

Görmek dilersen anı sen ey teşne-i hüsn-i eda.”

Tarih-i Sultan Ahmed’in cari zeban lüleden

 Aç besmeleyle iç suyu Han-ı Ahmed’e eyle dua

              Sene:   1141

     Seyyit Vehbî’nin bu kasidesi çeşmenin etrafına kamilen hak ettirildi.  O zamanlar Sultan Ahmed Salis’in tarihi ile Vehbi’nin kasidesi hakkında bir takım hikayeler de deveran etmeğe başlamıştı.  Güya Sultan Ahmed Salis;

     Besmeleyle iç suyu Han-ı Ahmede eyle dua

Mısrağını bulmuş ve bu mısrağı tarihde dört eksik gelmiş ve Vehbi de bunu:

Aç besmeleyle iç suyu Han-ı Ahmede eyle dua suretine kalıb ederek tarih düşürmüş.  Ve bunun üzerine meşhur kasidesini yazarak padişaha takdim eylemiş.

     Diğer bir rivayete göre de Sultan Ahmed Salis:

     Aç besmele ile iç suyu Han-ı Ahmede eyle dua

Tarihini bulmuş.  Bu kafiye gayet mahdud olduğu için şairler bunu bir kaside ile tetviç edememişler.  Bunun üzerine Seyid Vehbi mısrağı:

     Aç besmeleyle iç suyu Han-ı Ahmede eyle dua

Şekline tahvil ederek geniş bir kafiye üzerine kasidesini tanzim etmiş.  Halbuki çeşmenin üzerine hak edilen kasidede asıl tarih:

     Aç besmeleyle iç suyu Han-ı Ahmede eyle dua

Tarzında ve kasidede bu mısrağa nazaran müretteb olduğuna nazaran bu iki rivayetin doğruluğuna inanmamak icab eder.

Vehbinin kasidesi devrik edebiyatı nokta-i nazarından olduğu gibi tarihen de bir kıymete haizdir, şair bu nefis kasidesinde:

     Oldu o destur celil bu hayır cariye delil

     Halka edip zemzem sebil celb etti ol şaha dua

     Tarzındaki sanatkarane mısralarıyla <<hem nam-ı ced enbiyâ>> telkîb eylediği damadından Nevşehirli İbrahim Paşanın muhallaka zemzem sebil ederek celb-i dua eylediğini ve binaenaleyh Sultan Ahmed Salis devrini tezeyyün eden birçok asardan olduğu gibi Osmanlı sanatına şeref veren bu güzide eserin inşasına, yine Osmanlı milletine Nedimler kazandıran, veznini ve milletini ihya yolunda fedayı can eden şehid muazzez ve muhterem, damat Ekrem İbrahim Paşanın delalet ettiğini gösteriyor.       

          [ * ] – çeşme üzerindeki yazı (Osmanlı Camileri isimli siteden kopyadır.]

Amerika’nın mesuliyeti:  [Remington Kumpanyasının İtilafçılara silah yapılacak binaların inşa edilmekte olduğu mahal]
(Makalesine müracaat)

Amerika’nın mesuliyeti:  [yukarı ki resim alındıktan beş ay sonra on sekiz binadan altısı ikmal edilmişti.  Bu yeni tesisat her biri 70 kadem arz ve 300 kadem tuluunda tek katlı beş adet süngü fabrikasıyla beş katlı tüfek fabrikasından ibarettir]

Amerika’nın mesuliyeti:  [Bridgeport’daki Remington tüfek fabrikaları.  Bu fabrikaların on üçü itilafçılara tüfek, beşi süngü yapıyor.]

Amerika’nın mesuliyeti:  [Bir tüfek fabrikasının gece hayatı.]

Deniz sesleri

Fransa’nın sakıt donanması

      Almanya erkanı harbiye-i umumiyesinin 25 Nisan tarihli tebliğ namesine nazaran Alman torpido botları, 25 Nisan gecesi Dunkerque limanına karşı bir taarruz harekatı icra eylemiştir.  Fransız torpido botları, bunların mukabelesine şinab eylediler.  Bunlardan biri, bir torpil isabeti ile imha edilmiştir.  Bu harpte, ilk defa olarak Alman satıh bahri Kuvayı Harbiye’siyle Fransızların müsademesi burada vaki oluyordu.  Alman torpido botları 26 Mart gecesi Dunkerque’e taarruz ettiği zamanda hiçbir yabancı gemi görülememiştir.  Fransa donanması, başlıca şimali Avrupa sularında pek ihtiyatkar bir vaziyet almış bulunuyordu. 

          Efkar-ı umumiye, Fransa donanmasının faaliyet harbiyesi hakkında bu güne kadar pek az malumat edinebilmişti.  Yalnız bidayet-i harpte Fransız Kuvayı Harbiye’sinin mükerreren Adriyatik’te görüldüğü işitilmiş, 1915 ilkbaharında dahi Çanakkale’yi zorlamak teşebbüsüne iştiraki görülmüştür.  Herhalde şayan-ı iltifat muvaffakıyetlere dest-res olamadığı azade-i iştibahtır.  Bu ana kadar Fransa donanmasının talihi ne şekilde muzahir olmuştur. 

     Gerek Adriyatik’te gerekse Çanakkale’de ekseriyet üzere sui tali ve adem-i muvaffakiyet, Fransız donanması için vakayı rûz-merreden madud idi.  Adriyatik denizinde 12 numaralı bir Nemçe tahtelbahiri, 21 Kanun evvel 1914 de Fransız dretnot hatt-ı harp sefinesi Jean Bart’ı;  Ferma markalı diğer bir tahtelbehiri, 27 Nisan 1915 te Levon gambotu zırhlı kruvazörünü gark etmişti.  Bundan maada birkaç torpido bot ve tahtelbahir zayii olmuştu.  Çanakkale önünde ise Bouvet hatt-ı harp sefinesi 18 Mart 1915 de kayıp edilmiştir.  Bilahare Akdeniz’de cevelan eden tahtelbahirleri Amiral (Charlemagne) zırhlı kruvazörünü 8 Şubat 1916, küçük kruvazör Regal’i 2 Teşrin-i evvel 1916, bunlardan maada Lizbon’un karayel istikametlerinde Safran hatt-ı harp sefinesi 27 Kanun-i evvel 1916 ile nim dretnot sınıfından Dantone hatt-ı harp sefinesi 19 Mart 1917 batırmıştır.  Bur küçük kruvazör, 3 gambot ve mayın gemisi, ale-l tahmin 15 muhrip ve torpido bot, 10 tahtelbahir ve bunlardan maada bir hayli sefain muavini kayıp etmiştir.  Düşmana yalnız bir defasında ifayı hasar edilebilmişti.  Adriyatik denizinde 16 Ağustos 1914 de Nemse kruvazörü Centa batırılmıştır.

     Fransız donanmasının kuvveti ne mertebededir?

     İlan-ı harpten mukaddem işe yarar sefain-i harbiye 20 hattı harp gemisi (bu meyanda dretnot, nim dretnot vardır.)  19 zırhlı kruvazör, 8 kruvazör, 85 torpidobot muhribi, 150 torpidobot ve 5 tahtelbahir ile bir hayli gambot ve mayın dökücü vapurdan ve saireden ibaretti.  (Boite Parisienne) in 1916 Teşrin-i evveli ma-ba’disinde bildirmiş olduğuna nazaran esnayı harpte üç dretnot daha yani Loren, Britannia, Provence, harp ve darbe mahya bir hale getirilmiştir.  Bu gemiler, 3500 ton mai mahrecinde olup beheri on kıta 34 y/m lik ve yirmi iki 14 y/m lik top ile müsellah bulunmaktadır.  Son zamanlarda mebusların vaki olan birçok şikâyetlerinden anlaşıldığına göre:  salif-ül değer sefain cesimeden maada hiçbir büyük geminin inşaatı ikmal edilmemiştir. 

     Bütün donanma kuvveti nazar-ı itibara alınınca, Fransa’nın kemiyeten ve yeni hatt-ı harp sefaini cihetiyle hatta keyfiyeten bile vesaiti mühimmeye malik olduğu görülür.  Acaba bu kuvvetle niçin bir iş yapılamadı?  Kuvayı harbiyeyi bahriyenin noksan fiiliyatına sebep ne idi?  Fransa kuvayı bahriyesi son yirmi sene zar1ında kendi memleketi dâhilinde pek az merak ve alaka ile karşılanmıştı.  Bahriyeyi harbiye reis karında sık sık vukua gelen tebdiller ve tebdiller sebebiyle ve donanmanın muvaffak bir tarzda ıslah ve tevsiine talik eden fikirler itibariyle tevellüd eden tahviller, saik inhitat oldu.  Filhakika birçok erbab-ı kal ü kalem, teçhizat-ı harbiyenin teşdid ve takviyesi lüzumuna işaret eylemişti.  Fakat bu mesai, vicdan-ı millette hiçbir eser-i heyecan hâsıl edemedi.  (Fransa’nın istikbali denizler üzerindedir) sürnamesi altında yazmış olduğu bir kitap ile efkâr-ı umumiyeyi duçar-ı heyecan etmek isteyen (Moris Renda Saint) in gayreti bu kabildendir.  Bu adam, Fransa’nın inhitat ve indirâsa şınab etmemek istemesi takdirinde donanmanın ne mühim bir rol ifa edeceğini, mazide ne gibi işler yaptığını ve istikbalde neler yapmağa namzet bulunduğunu birer birer şerh ve izah eylemişti.  Neticede de milletin, donanmanın kıymet ve ehemmiyetini takdir edip bu kanaate göre hareket edeceğinden ümit var bulunduğunu ifade etmişti.  Mamafih bu ümit boşa çıktı.  Bu gün ekseriyetle Fransız matbuatında [ Le Silence Maritime ] ­= Sukut-i bahriye, bahriyeyi Harbiye’nin adem-i faaliyetine dair şikâyetlere tesadüf edilmektedir.  Amiral Beyoneume – “La libre parole” gazetesinde bir ay şikâyet diyor ki:  sefain-i Harbiye’mizi herçi-bâd-âbâd masun ve mahfuz bulundurmak siyaseti;  Fransa’nın bahren ifasına med’uvv bulunduğu kati rolü oynamasına mani oldu.   Daima kudret teşebbüs eden, gayret-i tecavüzkâra neden mahrum kaldık.  İhtiyat ve ihtiraz, dayak korkusunu gizleyen felaketamiz sözlerdir.  Harbin ret ve tekzibi bunlarda mündemiçtir.  “La Depeche Colonilale” diyor ki;  donanma ilanihaye ihtiyat ve ihtiraz kayıtlarından kurtulup meydana çıkmalıdır.  Aksi taktirde bundan böyle milletin hissen nazar ve muhabbetine güvenmesi caiz değildir.  İngiltere bahriye nezareti, Fransız sefain-i Harbiye’sinin muzaheretini kemali memnuniyetle kabule amadedir.   Maa-hazâ kabahatin, gayret tecavüzkârane noksanına ve bilintica kendi donanmalarının bu ana kadar zahir olan adem-i muvaffakıyetine atıf ve isnadı, umumi değildir.  Bu kabilden olarak Liva Amiral De Gossy, Fransız De Bordo gazetesiyle intişar eden bir makalesinde:  (mevcudiyet iktisadiyemiz gittikçe daralıyor bu günkü ve hatta yarınki bütün uygunsuzluklar arkasında tahtelbahir harbi yani pek açık söylemek lazım gelirse, garbî itilaf devletleri tarafından herçi-bâd-âbâd kabul edilmiş bulunan umumi harb-i bahri sistemi bulunmaktadır.  Sir Edward Carson “İngiliz Bahriye nazırı”  Albright’te irad etmiş bulunduğu nutkunda:  İngiliz hükümetinin, Britanya donanmasını tehlikeye ilka etmekten ictinab eylemesinde ciddi esbab-ı siyasiye mündemiç bulunduğundan bahis ediyor.  Zan ediyorum ki;  Askerlik nokta-i nazarından bu makûs fikir ve nazariye, yalnız dretnotlar hakkında kabil-i tatbik olacak.  Fakat her halde, cesur müttefiklerimizin sahip bulundukları ve Zıh Broke’nin istirdadı mevzuu bahis olduğu surette bizim de teşrik-i kuvvet edebileceğimiz – sahil harbine elverişli – sefain-i harbiye bu meyanda dâhil bulunmayacaktır.  Bu mahallk üss-ül-harekenin henüz mevcut ve payidar olması, bir dereceye dikkat ve müşahede kabiliyeti olanlar için mütemadi bir baskın menbağıdır.  Esasen hayretten, şaşkınlıktan henüz kurtulmuş değiliz.  İngiltere bahriyesindeki refika mesleği Fransa amiralinin safiyane ve fakat tamamen makrun hakikat mülahazasından hoş bir intiba hâsıl etmeseler gerektir!  Acaba cihanın en satvetli kuvayı bahriyesi, niçin dretnotlarını, hafif kuvayı harbiyesini tehlikeye ilka etmeğe cesaret gösteremiyor?  Bu sualin cevabı, bunlar Fransa ve bütün düşmanlarımız gibi tahtelbahir silahının faaliyet ve tesiratı sebebiyle (Silence Maritime) a, sükût bahriye icbar edilmiş olduğu merkezindedir.  La Journal, HMS Danton’un garkı münasebetiyle doğru sözler söylüyor. [ Lâ-yuadd milyonlara mal olup on on beş kilometre mesafeye cesim gülleler yağdıran o müthiş dev cüsse gemiler, tahtelbahir taarruzatına karşı na-kâfi mahfuziyetleri sebebiyle gayri meri ve tahtelbahir botlarla ka’rı bahre gönderilmek imkânı mevcut oldukça, ne maksada yarar? ]

     İngiltere’nin, son zamanlara kadar bilhassa hatt-ı harb sefaini ve zırhlı kruvazör filolarıyla temin edilmiş bulunan denizler hâkimini, daha bu günden tahtelbahirle tahdit edilmekte ve atıyen, bazı ahval tahtında tamamıyla bertaraf edileceği mahzun bulunmaktadır.  “National Review” da şöyle bir itirafa tesadüf ediyoruz:  Artık bilfiil hâkimiyet-i bahriyeye sahip değiliz.  Tam bir hâkimiyet-i bahriye temini de imkânsızdır.  Tahtelbahirlere karşı bir vasıta-ı müdafaa bulunup tatbik edilememiştir.  Bir torpidobota, bir muhriple mukabele edilmiştir.  Bir kruvazöre, muhafazalı kruvazörlere, bir muharebe gemisine bundan daha kuvvetli bir muharebe gemisiyle cevap verilir.  Her halde tahtelbahre, tahtelbahirle mukabele edilemez.  Bir tahtelbahir süvarisi bilir ki elindeki silah, denizde her silahın cevabı, mukabilidir.  Bu hal, İngiltere için değil doğrudan doğruya mavera-ı ebhâr ithalat ve münakalatına bağlı bulunan her memleket için bu tehlike vardır.  Jeune Ecole = Genç Mektep fikri esasatının mümessil marufu olan Fransız Amirali Fourtier, İngiltere’yi düşman farz ederek vaktiyle şu yolda beyanatta bulunmuştu;  Fransa, icap eden miktarda tahtelbahirlere malik bulunursa İngiltere gibi bir devlet-i muazzamadan korkmağa mahal yoktur. 

     İngiltere donanmasının, gayret tecavüzkâraneden mahrumiyetine talik eden Fransız şikâyetleri, aynı veçhile Fransız donanması hakkında da vardır.  Mamafih bu kabahat, mürettebata atıf ve isnat edilmeyecek olursa doğru bir iş yapılmış olur.  Bu ana kadar hâkimiyet bahriye müddeayatının istinat ettiği satıh bahri kuvvet ve satveti, bu günün icabatı tahtında tahtelbahir tarafından tehdit edildiği için satıh bahri kuvayı Harbiye’since ihtiyatkâr bir hatt-ı hareket takip edilmesi lüzumu zahirdir.  Hiçbir kimse Fransa bahriye-i Harbiye’sinin cesaret ve şecaatini inkâr edemez.  Zabitan ve efradın tecavüzü harekete kıyam edebilmek şevk ve gayretiyle müteheyyiç oldukları mesele midir?  Fakat tahtelbahre, bu gibi niyet ve kasta mani oluyor.  Hem İngiliz hem de Fransız donanmasını, sükût bahriye ( Silence Maritime ) e mahkûm ediyor.

          Ahmed.

tetebbu

Münasebat-ı beynelmilel

Vakayı bahriyenin derece-i tesiri

 – gecen nüshadan mabad –

     Muharebat-ı bahriyenin muhtelif şekillerde vukua gelmesine tekmil milletlerin hayat iktisadiyeleri nokta-i nazarından, muhtelif nispette denize muhtaç bulunmaları sebep olarak gösterilmişti.  Bunları tafsil etmeden evvel bu günkü iktisadi vaziyetin ne suretle teessüs ettiğini icmal edelim:

     Napolyon harplerinin netayicine ircayı nazar edersek on dokuzuncu asrın bidayetinde dünyayı bir merkeze tabi tek bir iktisadi heyet halinde görürüz.  İngiltere o zaman bahri ve ticari olmak üzere yegâne hükümetti.  İngiliz ticareti dünyanın masnuât merkezi olmak suretiyle, İngiltere ile diğer hükümetler arasında bir hatt-ı vusulde, köprü eder.  Hâlbuki hükümet sairenin teşkilatı başlıca ziraat üzerine müesses bulunduğundan bunlar İngiltere’ye ham eşya ve zahire ihraç ederek mukabileten eşya masnuâ ithal etmekte idiler. 

     Fakat bu hükümetler uzun harplerin tesiratını telafi ve nüfuslarını tezyid ettikçe ziraat âleminden sanayi âlemine geçtiler. Gerek satmak ve gerek satın almak maksadıyla ecnebi ve deniz aşırı pazarlara ehemmiyet vermeye başladılar.  Filhakika bunlar evvelen ticaret-i bahriye ile mütevaggıl bilahare müstemleke siyasetini takip eder hükümet şekline inkılap ettiler. 

     Temeli İngiltere olan bu merkezi ticaret sisteminden cihan şümul bir ilm-i ticaret tevlid etti.  Tekmil büyük hükümetler iktisadi usullerde İngiltere’ye takrib etmeye başladılar.  Her milletin hayat iktisadiyesi, taklit ettikleri İngiltere gibi Ebhar-ı Muhiteye bağlıdır.  Fakat bu rabıtalar Britanya imparatorluğunun derecesinde değildir.  Denizde olan bu ihtiyaç deniz aşırı memleketlerle temin-i münakaleden maada, nakliyat-ı bahriyenin, aynı zamanda, ucuz olmasındandır.  Hatta hem hudut hükümat arasında bile emtea mübadelesi ekseriyetle deniz tarikiyle icra olunmaktadır.  Denizin şöhret şah-rah ticaret ilm olduğu ve diğer ticaret yollarının ancak tarik-i bahriyeyi birbirine rapt etmek üzere yapıldığı bugün, bilâ mübalağa, iddia olunabilir.

     Avrupa hükümetlerinin indinde denizin, ticaret nokta-i nazarından, fevkalade ehemmiyet kesb etmesi birçok şimendifer yolları ile dâhili kanalların inşa ve küşadından sonra başlamıştır.  Bu gibi dâhili tesisat-ı nakliyenin gayesi ise memleketin şu veya bu sahasını denize daha ziyade yaklaştırmaktır.   Deniz ve kara yollarının birbirlerine düğümlü olmasının bir neticesi de, ameli posta ve telgraf teşkilatının anasıyla, müstahsil ile müstehliği yekdiğerine takrib etmek olmuş ve böylece ticaret merkezlerini sahilden dâhile nakil etmiştir.  Taraf dâhiliye tezayüd ettikçe – kendi demir yollarımızla kanallarımızı murad ediyoruz – merkez sanayinin istenilen mevkide tesisi suhulet peyda etmiştir.  Beka ve devamı için denizden muntazaman nakil edilecek ham eşyaya muhtaç olan sanayi, memleketin her tarafında kök salmıştır.  Mezkûr ham eşyanın bu kadar ucuz ve mebzul olarak nakli ve memleketin her tarafına tevzii deniz yollarıyla bunların karada imtidadı demek olan şimendifer ve kanallar sayesindedir.  Keza ihtiyaç dâhiliyeden fazla olan istihsalat sanayiinin ve dünyanın dört köşesine irsaliyle büyük sanayi şehirlerine toplanan amele kitlelerinin maişetleri yine aynı tarikler vasıtasıyla temin olunmaktadır.  

     Mahsulat sanayimizin büyük bir kısmını bağ eden dâhili pazarın kuvayı iştira iyesini muhafaza edebilmesi, aksi halde, muhaceret cereyanını kabartacak sanayi amelesinin sarfiyatı ile köylülerimizin memlekette kalması ve kazandıklarını yine dâhilde sarf etmeleri ve mesai milliyenin sanayi esası üzerine teşkil edilmesi yüzündendir.

     Gerek hazâin-i arziye ve mahsulat-ı tabiiyesinden ve gerek halkının kudret-i imaliye ve istihsaliyesinden istifade edilmek şartıyla her milletin esbab-ı saadeti – evvelleri olduğu gibi – bugün yine vatan topraklarındadır.  Fakat iktisadiyat hâzıranın birbirine girifte ve beynelmilel bir şekilde olması bizim – Almanlar – için deniz yollarından feragat etmekliğimiz imkânı selb etmiştir.  Cihan ticaretiyle alakadar hükumatın elyevm harbe karşı alacakları vaziyet bu gibi düşüncelerle karşılaşmaktadır.  Bir milletin topraklarıyla kuvayı failesi kara harpleriyle müdafaa edilir, yalnız İngiltere bu hususta müstesna olup donanmaya şiddetle muhtaçtır.  Her ne kadar muharebat-ı bahriye ticari ve iktisadi cihazımızın yalnız bir kısmına, ticaret bahriyemize, doğrudan doğru tesir ederse de bunun ihlali iktisadi makinemızın fiiliyatını ibtal eder.  Bu halde tekmil hükümetlerin denize muhtaç oldukları ve deniz muharebeleriyle fevkalade müteessir olacakları neticeyi söyleyebiliriz. 

     Donanmamızın tezyidine – Alman donanmasının – itiraz edenlerin birçoğu, bu gibi hakayık-ı mühimmeye ve münakalat bahriyenin hayat-ı milliye üzerindeki tesirine vakıf olmadıklarından, masarifat-ı bahriyeyi eshab-ı sefain ile büyük ticaret prensiplerinin tahammül etmesini ileri sürmekte idi.  Hâlbuki limanlarımız düşman tarafından abluka edilecek olursa bundan yalnız sahil değil tekmil memleketin müteessir olacağı tabiidir.  Düşman gemilerinin sahil hattından içeri geçemeyecekleri doğrudur, fakat hâkimiyet bahriyenin pençesi deniz kıyılarının dâhiline de uzanabilir.  Bu pençe tüccarın dâhilde yazıhanesini sarsar, memleketin koynundaki fabrikaların kapılarını çalar ve amelenin miskinlerini bile ziyaret eder. 

     İngiltere’nin her vakit maruz bulunduğu muharebat bahriye tehlikesine tedricen, her millet maruz kalmaktadır.  Ve Napolyon muharebatının sonundaki vaziyetin tebdili de budur.  Son asrın bidayetinde Avrupa’nın iktisaden İngiltere’ye tabi olması bu gün mevcut değildir.  Fakat bunun yerine başka bir endişe kaim olmuştur.  Avrupa hükümetleri hal-i hazırda deniz muharebeleriyle daha ziyade ızrara müstaittir.  Bu muharebeler ise İngiltere’nin elinde en birinci bir silahtır.  İngiltere’nin, ticareti rakibi bulunmak itibariyle bu hükümetler donanma yapmak mecburiyetindedir. 

     Hükümet müterakkiyenin hakiki vaziyetlerini gösteren bu kısa izahat ve harp bahride istimal olunacak eslina nazarı dikkate alındıkta deniz muharebelerinin eşkâli kendiliğinden tezahür eder.  Fakat bu harpler hangi şekilde olursa olsun hepsi bir noktada müttehittir, bu da hâkimiyet-i bahriye meselesidir.  Mezkûr hâkimiyet elde edildikten sonra bundan edilecek muhtelif istifadelere göre eşkâl-i mezkûrede değişir.  Mesela;  düşman arazisine asker dökmek, müstemleke muharebesi yapmak, ticaret muharebesine devam etmek, düşman sahilini abluka eylemek, kruvazör muharebesi yapmak ve saire gibi.

     Bir kısmı geçen makalede nakil ettiğimiz ve kab-l-harb Hamburg’ta ita edilen bu konferansın mabadı hukuk beynelmilel, harp kaçağını ve ticari harbi tafsil ettiğinden bugün ise hukuk ve ale-l-husus hukuk bahriye namına, İngiliz zümresi, ortada hiçbir şey bırakmadıklarından bunların naklinden sarf-ı nazar olunmuştur. 

     Amiral Matletzan Alman donanmasının tezyidine ait tahsisat kanuninin <Almanya öyle bir donanmaya malik olmalıdır ki cihanın en büyük kuvayı bahriyesi ile muharebe ettiği vakit mezkûr hükümetin mevki bahrisi tehlikeye düşsün>  tarzında olan esasını zikir ederek <<böyle bir muharebeden Alman donanması tamamen mağlup çıksa bile galibin uğrayacağı zayiat müthiş bize başka müttefikler kazandırır>> diyor. 

     Beş altı sene evvel ita edilmiş olan bu konferans yukarıda izah olunan vaziyet-i iktisadiye dolayısıyla umumi bir harbin infilak edeceğini ve hemen her milletin İngiliz istibdat bahrisinden müşteki bulunduğunu nazarı dikkate alarak Almanya’nın donanması sayesinde, bahri müttefikler kazanacağı mütalaasını ihtiva etmektedir.  Hâlbuki harb-i umumi bu fikrin doğru olmadığını maalesef meydana koymuş ve tamamen aksi hal vukua gelmiştir.  Fakat bu hal mumaileyhe Amiralin her milletin yaşamak için denize muhtaç olduğu fikrini teyit etmektedir.  Mademki İngilizlerin elinde bahren faik bir kuvvet vardır.  Bu halde denize şiddetle muhtaç olan hükümetler ya ona iltihak edecek veya onun lehinde bir bi-taraflık takip eyleyeceklerdir. 

     İtalya’nın rub’ asırlık müttefikleri aleyhine harbe müdahalesi kahbeliklerine inzimam eden deniz yollarının kesileceği korkusudur.  Hatta irtikâp hıyanet etmenin saik-i aslisi ancak bu korkudur. 

     İtilaf saflarında mevki alan büyük küçük hükümetin birçoğu yaşamak için denize muhtaç olduklarından tehdit ve tazyik neticesinde İngiliz pençesi altına girmişlerdir.  Hatta halen bi-taraf duran İsveç hükümetinin Rusya’nın inhilal ettiği bu sırada, eski hesabını kesmek üzere, hükümet-i mezkûr aleyhine kıyam edememesine deniz yollarının kapanması ihtimali sebeptir denilebilir. 

     Yunanistan’ın hükümdar meşruunu kayıp ederek zorla harbe sürüklenmesi yine bu hain deniz kuvvetiyle temin edilmiştir.

     İttifak murabbaın ne muazzam bir kuvvet olduğunu düşmanlarımız muhtelif cephelerde maruz kaldıkları mütevali felaketlerle anladıkları halde harbe nihayet vermek istemiyorlar.  Ellerindeki hâkimiyet ebhara istinaden kendilerine kurbanlık yeni müttefikler bulmakta ve menabi cihandan istifade etmekte müşkülat çekmiyorlar.  Bu badire-i azimede böyle uzayıp gidiyor. 

     Binaenaleyh ensal atiyelerini mesâib harbiyeden korumak için ittifak murabba erkânı büyük donanmalar yapmak mecburiyetindedir. 

M. S.

Almanya’nın terakkiyat bahriyesi:  [Kiel’deki muazzam inşaat tezgâhları.]

Bahri hayat: [Baltık filosunda bir kruvazör]

Bahri hayat:  [yeni tertibat ile yeni tahlisiye gemileri.]

 

Hadisat – intibaat

 

Harbin uzamasına Amerika mesuldür.

 – 1 –

     Beşeriyet için misli görülmedik bir felaket teşkil eden harb-i hazırın uzanıp gitmesinden en ziyade Amerika mesuldür.  Düşmanlarımızın silah ve mühimmat ve sair levazım-ı harbiye cihetiyle fevkalade sıkıştıkları bir zamanda sulh perver!  Amerika eski dünyada akmakta olan kan seylaplarını beslemek ve aynı zamanda yenidünyaya mezheb bir sel madeni akıtmak için var kuvveti pazuya vermiş.  Mu’teliflere muhtaç oldukları her şeyi göndermeye başlamıştı.  Bu hareketin esasen kimsenin riayet etmediği hukuk beynelmilel kavaidle olan alakasından sarf-ı nazar, beşeriyet için büyük ve sarih bir cinayet teşkil ettiği müteaddit defalar münasip vesilelerle ihtar edildiği halde kulakları, yenidünyaya akmakta olan altın selinin sedayı madeniyesiyle dolmuş olan haris,  Amerika’ya işittirmek kabil olamamıştı.  Binaenaleyh musibet harbin bu veçhile devam edip gitmesinden en ziyade Amerika’yı mesul tutmak icap ediyordu.  Gerçi bu kanaatte, itilafçılara satılmamış olan her vicdan bizimle beraberdir.  Fakat bu cinayet azimenin, asıl failleri tarafından ikrar edilmesi, meseleye başka bir renk vereceğini bildiğimiz içindir ki en meşhur bir Amerika risaleyi mevkutesinde gördüğümüz ve hakiki bir Amerikalı tarafından yazılmış bu makaleyi bil-tercüme resimleriyle birlikte derç ediyoruz.

     Harp siparişleri bir sene zarfında, Amerika’nın maden işleyen fabrikaları için yarı açlık ile mükemmel bir ziyafet arasındaki fark azimesi husule getirmiştir.  O sene zarfında mühimmat imalatı bu memleket için nihayet derecede cesim bir iş halini almıştır.  Yüzlerce büyük çelik, pirinç, bakır imalathaneleri, humbara, tüfek ve mühimmat fabrikalarına tahvil edilmiştir.  Bu büyük işler, makine ve alat ve edevat amillerinin de yüzünü güldürmüştür.  Bu büyük fabrikalar, aldıkları siparişleri ifaya yetişemedikleri için işlerinin bir kısmını küçük küçük imalathaneler arasında taksim etmişlerdir.  Binaenaleyh mühimmat işi, akıl ihata edemeyecek kadar cesim ve karışık bir mahiyet almıştır.

     Fakat,  <Connecticut’daki Prince Port> bu yeni işin Amerika’ya icra etmiş olduğu tesiratı bir dereceye kadar anlayabilmek için iyi bir misal teşkil eder.  Princ Port zikir edildiği zaman ihtimaldir ki ilk önce akla gelen, <P. Barnum>, <Fanny Crosby> isimleridir.  Bunlar burada yaşamış ve burada ölmüşlerdir.  Bunların iş hususunda iktisap etmiş oldukları ehemmiyet ve şöhret fevkalade, biraz sonra meydana çıkan diğer zevat tarafından ithafa uğranılmıştır.  Bu gibiler içinde en ziyade calib-i dikkat olanı <<Marcellus Hartley Dodge>> dır.  

     Tüfek ve tabancasıyla iştihar etmiş olan bu zatın büyük babası,” Union Metallic Cartridge Company” yi tesis etmiş ve azim bir servet yığmaya muvaffak olmuştu.  Bu zatın oğlu olmadığı için milyonlarını ve o milyonları kazandıran tesisatı yukarıda ismi geçen kızının oğluna terk etmiş idi.  Genç Dodge bu veçhile milyoner beylerin ilkini teşkil ediyordu.  Genç milyoner 1903 de mektepten çıktıktan sonra kendi hartuç fabrikasını itmam etmek üzere bir tüfek fabrikası mubayaa ederek asr-ı ahir usul ticaretine olan vukufunu ispat etmişti.  Biraz sonra milyarder mister “Rockefeller” in kızını almak suretiyle milyoner mahfiline tamamıyla kök salmış oldu. 

     1914 de 34 yaşında iken Hartley Dodge “Price Port’daki cesim “The Union Metallic Cartridge Company (UMC)” adlı mermi fabrikasından başka “İllinois remington arms company” namındaki büyük silah fabrikasının da sahibi bulunuyordu. 

     Bundan sonra da Avrupa harbi ve harp siparişleri gelip çattı. 

     Dodge harp kontratolarının dahli hikâyesi ancak fabrika müdüratına malum ise de bu kontratoların tesirat-ı harbiyesini Prince Port’ta yaz güneşinin Menatık Hare ormanlarında mucib olduğu inkişafata muadil bir inkişaf fevkalade husule getirmişti.

     Prince Port’ta münferit, küçük amele evleri birinde denilebilecek kadar kısa bir zaman da cesim dört katlı tuğla binalar yükseldi. 

     Union Metalic Cartridge Company’nin bu yeni binaları şehrin önünü boydan boya kaplamıştı.  Günde dokuz saat çalışan bir takım amele yerine her biri sekiz saat çalışan üç takım amele kaim oldu.  Amelesi azami 2200 kişiye baliğ olan bu binada şimdi 7000 kişi çalışıyordu.  Her adımda elektrik lambaları yanıyor, her sokak ağzında, kapı önünde müsellah süvari nöbetçileri bekliyordu.  Bu fabrikaların mahsulatı itilafçılara gönderileceği cihetle neslen Alman olan her amelenin mazisi ve hali karıştırılarak en ufak şüphe derhal ihracı mucib oluyordu. 

     Prince Port’ta ilk harp siparişlerinin tesiratı derhal kendini göstermeye başladı.  Tramvaylardaki izdiham arttı.  Otobüslerin adedi taz’îf edildi.  Kiralık oda ve apartman artık görülmemeye başladı.  Hoteller, tiyatrolar büyük işler görüyor, emlak kıymeti artıyor, bankalara tevdiat çoğalıyordu. 

     Dahası var, Burdof Teriyd’in kulağına bir rivayet erişti.  Mister Dodge, İllinois’deki Remington silah fabrikasına ilaveten Kanada da yeni bir fabrika daha tesis edecekmiş. 

     Burdof Teriyd buna tahammül edemedi.  Evvela rivayeti tahkik etti ve yapılacak yeni fabrikanın Kanada’dan ziyade Prince Portta inşasının her veçhile muvafık olacağını mister Dodge’ye ihtar etti.  Binaenaleyh yeni fabrikanın Prince Portta inşası takrir etti.   

     İhtimaldir ki son zamanlarda, bu cesim müessesenin sihr engiz bir surette meydana gelmesi kadar paranın ve teşkilatın kuvvetini gösterir bir misal daha bu kadar.  1915 Mayısının 15.inden Ağustosun 16 sina kadar “Union Metallic Cartridge” fabrikalarının şimal cihetinde rub’ mil imtidadında bir sıra tek katlı ve buna muvazi olmak üzere bir sırada beş katlı tuğla binalar inşa edildi.  Bu yerde eskiden mevcut olan tek tük eski kulübe gibi binalar bir gün birden bire aşağı alındı, binlerce amele yerleri kazmaya, bir kısmı da tuğla dağlarını muntazam duvarlar haline ifrağa başladı.  Sonra marangozlar, camcılar, damcılar çalışmaya başladı.  Hülasa son baharın ilk ölü yaprakları yerleri kızartmadan evvel on sekiz binadan sekizinin makinaları konmuş ve üç bini mütecaviz amele, itilafçılar için süngü ve tüfek imaline başlamıştı. 

     Bütün bu işler az zamanda ve büyük bir suhuletle meydana geldi, çünkü itilaf hükümetleri Morgan Evinin eline cesim bir meblağ teslim etmişti.  Bu para Marcellus Hartley – Dodge’un elinde bulunan gayet azim miktardaki meblağı fiiliyata celb eyledi.  Bunlar da Rockefeller ve sairenin ellerinde bulunan hesapsız paraları takip eyledi.  Londra ve New York’ta yapılan bir iki mükâleme derhal kadın ve erkek binlerce kişiyi faaliyete getirdikten başka, Prince Port’ta 8 ila 10 milyon dolar kıymetinde ebniyenin meydana gelmesine müntic olmuştu.

     Bu cesim işin kol kuvvetini tertip ve tanzim eden teşkilatçılık dehası, asıl işi meydana getiren deha mali kadar calib-i dikkattir.  Binaların inşası, bittabi teşkilatı yolunda olan ve ale-l husus bu gibi acele inşaatta ihtisas sahibi bulunan bu inşaat şirketine havale edilmişti.  Fakat böyle ansızın meydana çıkan cesim müessesat işçi ile nasıl donatılacaktı?  Uzun seneler mahsulü olan teşkilat – ki yekdiğeriyle ahenktar ve müessir bir surette çalışan maharet kâr el ve kafaların pek nazik surette tevzin edilmiş mekanizmasıdır – böyle hiç yoktan nasıl meydana getirilecekti?

     Yegane çare-i hal, yüksek ücretli mütehassısının istihdamı idi.  Binbaşı Walter Penfield kumanda mevkiine getirildi.  Bu zat almış olduğu asker terbiyesi dolayısıyla bir teşkilatçı ve disiplinci ve tetkikat mahsusası neticesi olarak da eslina-i hafifede ihtisas sahibi idi.  Aynı zamanda bir hükümet tersanesinin uzun müddet müdüriyetinde bulunmak dolayısıyla da ameli bir müdür ve fabrikatör idi.  Bu da idarenin aksam-ı muhtelifesini ihtisas işlerinde aynı derecede tecrübekâr olan eşhasa tevdi etti. 

     Pittsburgh’da büyük bir şirketin işçi direktörü fabrikayı donatmak için makinist tedarikine memur edildi.  Philadelphia civarında cesim bir fabrikanın idare reisi bu yeni müessesatın Prince Port’a celb edeceği eşhası bulmak işiyle tavzif edildi.  Bu teşkilatın diğer mühim aksamı da aynı tarzda eşhasa tevdi edilmişti.

Bahr-i Muhit’de Kruvazör Avcılığı.

 – geçen nüshadan mabad –

     Cazibeli, sarışın bir genç kadın, mütebessim gözleri yaşlı olduğu halde, kolumdan yakaladı. 

  • Ah rica ederim. . Söyleyiniz. .  Hakikaten sahih mi?  Bahriye seferber oldu mu? 

Zevcim de beraberdir (. . . . . ) de bahriye zabitidir! 

     Kendi kendime:  Kadıncağızı teselli etmelisin?  Dedim.  Buna karar verdim.

     <<Fakat madam?  Seferber olan yok. . .   Yalnız küçük bir kale muharebesi talimi yapacağız! >>

     Bir nazar-ı şükran ile taltif edildim.  Havf ve helecen ile çırpınan bir kadın kalbini hiç olmazsa birkaç saat için teselli etmiş olmak hissi ile memnunen Gustemonde’ya gitmek üzere trene bindim:

     Nihayet Gustemonde’ye vasıl olduk.  İstasyonda bir ölü sükûtu hükm-ferma oluyordu.  Mevcut olan yegâne arabaya hemen atladım, en büyük süratle doğru limana. . .

     Vakur gemi, artık benim meskenim olacak gemi:  SS Kaiser Wilhelm der Grasse sürat vapuru orada yatıyordu. 

     Güzel ve ziynetli görünmek için yukarısı sarı, gezinti güverteleri beyaz, gövdesi siyah. . Şurada Ağustos güneşi altında, sulh ve sükûn içinde bekliyordu.  Bu dakikada birinci zabitan beyni mazlum fikirlerle meşgul olarak, bordasına çıkmakta olduğundan bihaber bulunuyordu. 

     Güvertede meşhur Lloyd müfettişi, şimdiden bahriye mülazımı üniforması içinde, karşıma çıktı.  <çok şükür geldiniz!> diye haykırdı.  Evvelen ne yapacağız!  Diye sordu.  Evvel emirde bütün tekne bacaların kenarlarından ta su kesimine kadar, siyaha boyanacak, hatta tekmil yan pençeleri de. .  Bu suretle gündüzleri tenteden sarf-ı nazar etmiş oluruz.!> dedim.  Evvela ihtiyar deniz kurdu hayretle gözlerini açtı.  Mutlaka <zavallı güzel gemi!> diye düşündü.  Fakat bütün bu tesiratı yine o anda geçmişti.  Hazır bulunan işçileri işaretle yanına çağırdı ve kendilerine lazım gelen emirleri verdi.  Bunun üzerine gemide faaliyet başladı.  Ne mükemmel faaliyet!  Her iş öyle bir sürat ve memnuniyetle icra ediliyordu ki mülazım efendiye fevkalade gayretinden dolayı çok kere hayret ve takdirimi beyana lüzum gördüm.  Destekler, tahtalar kırıldı, top yerleri yapıldı, delindi, boyandı, çekiçler işitildi.  Kömür, erzak alındı, sonra ilk efrad geldiler!  Bunların kaydı icra olundu, giydirildi.  Taksim edildi yatak yerleri, staj (mülazemet) yerleri tayin edildi.  Toplar çoktan geldi.  Mühimmat alındı.  İşaret tertibatı yerli yerine konuldu.  Kocaman sefine ise gittikçe kararıyordu.  Dört tane sim siyah bacaları güzel bir Ağustos gününün akşam semasına doğru, birer tehdit parmağı gibi uzanmıştı. 

     Öğlenden sonra uzun senelerden beri intizar edilen ve bütün Almanya’yı sabırsızlıkla titreten, <seferber> kelimesi tebliğ edildi.  Akşam yemeğinde zabitan su ile dolu kadehlerini refi ettiler – çünkü o vakit ispirto yoktu – ve en büyük kumandanlarına üç defa hurra! Diye haykırıp sadakat yemini ettiler.  Bundan sonra bütün gece işler muzaaf bir gayretle devam etti.  Umumun arzusu büyük bir süratle hazırlanmaktı. 

     Ertesi günün öğlen güneşi, üzerinde karınca kaynar gibi insanlar dolaşan ve seren direğinde Almanya harp bayrağı ve büyük çanaklığında flaması dalgalanan sim siyah, cesim bir sefineyi hayretle tenvir ediyordu.  En yeni muavin kruvazör hizmet haline konulmuştu. 

     Bir milliler, Havanalılar eski sevgili gemiyi nazar-ı takdir ve hayretle görmek için küme halinde geldiler.  Fakat gemi onlara pek ziyade muzlim göründü.  Hatta içlerinden birisi pek az dostane bir mütalaada bile bulundu:  <<hele bak! Bir tabuta benziyor!>>

     Fakat bu gibi şeyler, ertesi sabah tamamen mücehhez olduğumuz halde (Vezir) nehrinin bendine vasıl olmaktan ve burada toplar atarak ilan-ı meserret etmekten bizi men etmedi.  Bir daha kömür almak için geçeyi yine limanda geçirdik.  Buna tekrar fırsat bulup bulamayacağımızı kim bilebilirdi?

     Ağustosun dördünde zevalden evvel bentten geçerken Alman toprağının bize veda eden hurralarını işittik.  Bade gemimiz kirli sarı cereyanından aşağı açık denize çıktı.

      – bitmedi –

Resimlerimiz hakkında

Ufak bir izah

     Garp Türkleri, o saf mümeyyizleriyle diğer Türk zümrelerine tefevvuk etmişler, lisandan başlayarak aksam-ı medeniyetin kâffesinde bariz ve mütekâmil bir eser-i teali göstermişlerdir.  Temasil medeniyetten bulunan asar muammeriyenin vaktiyle haiz olduğu dikkat ve rikkate bu günkü bekayası mütehaccir birer şahittir.  Biz bunlarla da iftihar ederiz.  Onun için sevgili İstanbul’un Türk medeniyetine payidar birer şahit olan asar-ı mamuriyesiyle bize kendisini pek çok sevdiren münazır muhtelifesini nefaset tabiisine bilhassa itina edilmek şartıyla kâh ve bi-kâh kariine takdim edeceğiz.  Geçen nüshamızda Sultan Ahmed Salis çeşmesini tab ettiğimiz gibi bu nüsha ile de en muazzam hatırat-ı tarihiyenin mehad zuhuru olan Topkapı sarayının medhalini takdim eyliyoruz.  Çeşme hakkında bu nüshamızda ufak bir makale-i tarihiyede vardır.  Saray hakkında da icap ederse ayrıca malumat verilecektir. 

Osmanlı donanması

(966 – 1000)

– geçen nüshadan mabad –

13

     Mısır kaptanının Rodos taraflarını muhafazaya memur olunduğuna dair Mısır kaptanı Şecai Beye hükm ki Rodos Beyi olan Ahmed Dam Azaya kaptanım yanına varmak emir olunup sen Rodos ve ol canibleri hıfz ve haraset etmek emir edip ol babında müşarülileyhe hükm şerifim gönderilip onun gibi sen ol cevanibde bulunursun kendi varup mumaileyhe gitmek emrim olmuştur.  Buyurdum ki. . . vusul buldukta onun gibisin ol taraflarda isen müşarünileyhe emrim üzere varıp kaptanım Dam İkbaleye gittikte yanında olan esti lazım olan yalıları ve mevaki gereği gibi hıfz ve heraset ve zabt ve siyanet eyleyip küffar hakisardan ve korsan vesair dahi levend (taifesinden) kayıklarından kılâ’ ve bıka’ ve nevâhî ve karaya ve reaya ve beraya ya ve sair misafirin bi-takdir-illahi teala hazer  ve  gezende araştırmayıp hıfz ve harasetinde dakika fevt etmeyip gaflet ile bir canibe veyahut varin bahara küffar hakisardan ve yahut sair korsan harici levend tayfasından hazer araştırmaktan ziyade hazır edip tamam basiret üzere olasın (bu üç hükmün birer suretleri dahi yazılıp kürd kethüdaya çavuş başı ile teslim olup deryadan gönderilmiştir) fi yevm mezbur 966

14

     Mısır kaptanının Rodos muhafazasına gitmesi için.

     Musır kaptanı Şecai Beye hükm ki Rodos beyine yanında olan gemiler ile kaptanım Piyale Dam ikbale yanına varmak emir olunup Rodos’un muhafazası sana ferman olunmağın buyurdum ki. . .  Vusul buldukta tehir etmeyip Rodos’a varıp müşarünileyhe mülaki olasın ki evvel varıp müşarünileyhe kaptanıma mülaki olup emir üzeresin ve Rodos(u ve ol cevanibi gereği gibi hıfz ve hiraset eyleyip küffar hâk-sârdan vesayir korsan haracı levend kayıklarından kılâ’ ve bika’ ve nevahi ve karya vesaire mesaferin bahare zarar ve gezind araştırmayıp hıfz ve hirasette dakika fevt etmeyesin.  Ama tehir etmeyip Rodos’a varasın ki sen varmayınca ol çıkmayıp tehir edip avk etmekten hazır edesin ve Mısır Beyler beyisine isal için sana bir hükm-i şerif gönderilmiştir.  Onu dahi ulaştırasın (Admi sara verildi) fi 15 Şevval 966

15

     Cerbe muharebesinden evvel düşmana dair alınan malümat hakkında

     Cezayir Beyler Beyisine hükm ki haliya südde-i saadetime mektup gönderip gönüllü reislerden Karaali nam reis bir yer erdil götürüp küffar hâk-sârın ahvalinden sual ettikte İspanya makhûrun seksen iki pare kadırgasıyla on pare kalitesi Messina’da mevcut olup ve kırk pare gemi dahi Françeden gelmesi mükerrerdir.  Ona tehir ederler.  Bu cümle gemilere Messinada olan Beyler Beyi başbuğ tayin olunup ve buna bais olan dört harp şeyhleridir ikisi Cerbe’den ve ikisi Trablus’tandır.  Turgut Beyin üzerine varmak mukarrerdir diye cevap verdiğin ve sen dahi asker tedarik etmek üzere olup ve tekrar Erdel almak için adam gönderip sen Mağrip caniplerine tevcih ettiğin bildirmişsin.  Ama bu hususun def ve refine sen teveccühle tedarik etmek üzere olduğun bildirmemişsin.  İmdi arz ettiğin üzere sabıka Rodos kaptanı olan Ali ve Haliya kaptan olan Kurdoğlu Ahmed muaccelen gemileri ile varıp sana mülaki olmak için ve Rodos boğazın Mısır kaptanı hıfz etmek için ulak ile ahkâm-ı şerife gönderilip ve südde-i saadetimden dahi bazı gemiler tedarik ve ihzar olunup muaccelen sana gönderilmek üzere olup buyurdum ki vusul buldukta bu babda senin dahi fikir ve ferasetin ve tedarikin tevaccühle olduğun ve sair iddianın vakıf olduğun ihbariyle ve fikr-i fasıt ve hayal kasıtların yazıp bildiresin.  Ve daima gaflet üzere olmayıp hıfz ve hırasetinde mecd ve merdane olup gaflet ile el-iyazü bi-Tealâ donanma-i hümayuna ve kılâ ve bikâ ve nevahi ve karya küffar hâk-sârdan muzezarrır ve gezend araştırmayıp tamam basiret ve intibah üzere ve ne haber olup ve ne veçhile tedarik üzere Trablus’a ya peşmali olurlarsa ol babda dahi senin tedarikin ne tarikle olur ise onu dahi bildiresin (Paşa hazretlerine verildi.  Fi 15 Şevval 966 bade Kürt kethüdaya verildi. Fi yevm 16)

16

     Şehzade Bayezid’in kaçması üzerine Karadeniz’de icra edilen tedbirlere dair Ferhat Paşaya hükm ki bundan akdem Rodos sancağı beyi olup haliya Kocaeli Beyi olan Ali’nin kandi kadırga ve kalitesiyle ve beş pare kadırga dahi ihzar olunup cümle yedi pare gemi ile gönderilmesin emir edip buyurdum ki emir olunan beş pare kadırganın eğer kürekçisidir ve eğer cenkçisidir ve sair levazım ve mühimmatı her ne ise tedarik ve ihzar edip mürettep ve mükemmel düşman yerağıyla ihzar eyleyıp hiçbir maddede kusur ve noksanların kodurmayıp müşarünileyhe öteden getirdiği bir kadırga ve bir kalite ile ki cümle yedi pare olur müşarünileyhe ile emrim üzere irsal eyleyesin ki varıp mülaki olup hizmette buluna ve Karadeniz’den kalan kadırgayı dahi bu gece geri ol cevabına irsal edesin ki Trabzon ve Karadeniz yalıların varıp yalılarda olan kadılara ve sair il er ne gereği gibi tembih ve tekid eyleye ki yalıları ve limanları ve gemi yanaşmağa kabil olan muvazi gecelerde ve gündüzlerde gereği gibi hıfz ve hıraset eyleyip asla yalılarda ve limanlarda gemi kısmından nesne koturmayıp bir veçhile hıfz edeler ki gaflet ile gelip ol cevanibden bir tarafa firar etmek ihtimali olmaya.  Bu husus mühimdir.  Tehir etmeyip bu gece gir ve irsal edesin ve kaptana gönderilecek gemileri dahi muacelen levazımların ihzar edip inşallah üç dört günden irsal edesin.  Tehir olunmaya ve tevccühle tedarik ettiğin bildiresin. Fi 16 Şevval 966.

          (mabadı var)

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.