DONANMA MECMUASI 85 / 134 – 30 Ağustos 1917
DONANMA MECMUASI 85 / 134 – 30 Ağustos 1917
Pencişembe: 30 Ağustos 1333 – 12 Zi-l-ka’de 1335
İştirak şartları: İstanbul ve taşra için seneliği kırk kuruş, ecnebi memleketlere on iki franktır.
Türk medeniyeti Abidelerinden: [Sultan Ahmed evvel cami ve meydanı.]
Nüshası: 40 para
Merkez tevzii Babıali caddesinde Ay Yıldız
Kitaphanesidir.
Matbaa Ahmed İhsan ve Şürekâsı
Merci: mecmuaya ait her iş için donanma cemiyeti merkez umumiyesinde daireyi mahsusaya müracaat edilmesidir.
Mülahaza
Maksada doğru
Ufak bir felsefe
Adadaki büyük yarışlar, geçen Cuma günü icra edildi.
Dünyanın en güzel bir şehri olan İstanbul’un en müstesna, gözler, gönüller alıcı sahillerinde tabiatın, hurûşân, asabi, kahir bir unsuru ile uğraşan ve muvaffak olan insanların kâh avuç kadar ufak bir tekne içinde, kâh beyaz, emel gibi bir an, tehlike anında heyecan, heyecan saniyesinde fıtrata karşı hayrani gibi hisler ilham eden kotra üzerinde geçirdikleri dakikalar, bizi de aynı heyecan içinde bıraktı. Dehşetli bir gürültü ile beşerin zekâsı kadar tiz, insanlığın teâlî arzusu kadar yüksek uçan bir tayyareyi gözlerimiz bulutlar arasında ararken büyüklüğün cüsse ile mukayesesi kabil olamayacağını denizlerden peyamlar getirerek, barakalardan, avlulardan, dehşetlerden misaller terkib ederek ispat eyleyen bir tahtelbahir denize dalıyordu.
O sırada idi ki, tahlisiye sandalları manevralar yapmağa başladı. Bi muhâbâ suya atılan bu fedakâr insanlar kalbimizde derin bir hürmet uyandırdı. Denizle çarpışan, uğraşan ve korkmayan bu cesur mahlûklar, azim ile pervasızlığın denizde muvaffakıyet sırrını öğrenen ve öğreten heybetli misalleri idi. Hele müsabakacıların azim bir ekseriyetini Türk gençlerinin teşkil etmesi bizi çok sevindirdi. O sevinç arasında Türkün şanlı mazisini düşündük. Bugün, fennin bütün vasıtaları ile tabiata karşı büyük bir harp ilan eden insanların güzide bir kısmı, garp Türkleri beş yüz sene evvel ellerinde gözünden başka tahrik vasıtası olmadığı, otuz bin tonluk zırhlılara bedel yüzer tonluk gemilerden başka bir şey bilmedikleri zaman koca Bahr-i Sefidi hükümlerine ram etmişler, bununla da kalmamışlar, Hind denizini bile ufak görmüşlerdi. . . Tabii yarışların üzerimizdeki intibaatı, tarihin böyle şanlı, canlı levhalarını takdir etmeğe maksur kalmadı. Birazda istikbali düşündük. . .
Beri tarafta ise tabiat bütün kuvvetiyle insanlara meydan okuyordu. Şiddetli bir gün doğuşu rüzgârı. Dalgalı, beyaz köpüklü bir deniz. Sandallar uğraşıyor, insanlar uğraşıyor, deniz uğraşıyor. Sonra temaşacılar. Onlar da uğraşıyor. Gözler dikilmiş, emelle, arzu ile hakikat, maddiyete karşı karşıya. Bu da bir mücadele. Diğer tarafta ise tabiat, bütün güzellikleriyle gülümsüyor. Ada, çamlar arasına gömülmüş bir şiir ve aşk lânesi. Anadolu sahilleri denize uzanarak karşılara bir selam tahifesi gönderen, fakat uzaktan kendini pek nazlı gösteren bir ilham aşiyanesi. Sonra bu güzellikleri gözleri göremeyen, yalnız maksada doğru koşan, maksat için şiir ve hayali feda eden bir kitle. . . Hayat, daimi bir mücadele değil mi? İşte onun ufak bir numunesi. Dalgaların şiddetinden bir sandala su girmiş idi. Bu görünür tehlike karşısında ondan ufak üç sandal pervasız müsabaka sahasına atıldı. İşte beşerin terakkisi sırrı, meftah burada: Durmamak, çalışmak tehlikeyi küçük görmek, küçük mânialar karşısında büyük tedbirler düşünmek. . . Hayat denilen şu mücadele meydanındaki bi-aman kanun en kati hükmü zayıfın yaşamak hakkı olmadığını bilmek. Deniz coşuyor, dalgalar büyüyor, sandallar sıçrıyor, yelkenler şişiyor. Güneş ta uzaklara, Süleyman Gazinin emrine münkad ettiği sahillere kaçmış. Pembe ve nazarlar alıcı bir renk denizin ortasına gelmiş, vapurların son vedaı seferleri muhiti titretirken, halk eğlencenin tabii bir talibi ile vapurlardan fatr tek nadide levhalarını temaşa ediyordu.
Beride ise didinenler, kazananlar yorgun, fakat bu sa’yinin mükâfatıyla memnun idi.
Donanma.
İcmal-i hadisat:
İttifakta fert
Heybeliada’ya son nazar vedaı atıf etmiş idim. Eğer bende de hadd-i nâ-şinâsına bir iddia şairiyet olsaydı, sine-i bahre gömülen pinhan ve aşikâr elvah karşısında yazacak çok şey bulurdum. Çamların muhit saye perverde ilhamlar geziniyor, zi hayat güzellikler sahillere iniyor, güneş uzaklara kaçıyor, Anadolu kıyıları onun bekaya esmesiyle hala münevver duruyordu. His ve aşk mevce suvar latif idi. Belki kalpten kalbe geçen bir emel havalarda gezinmiş idi. Uçup giden bir şebab hasrı, artık siyah bir gölge gibi görünen çamlar arasına gömülmüş farz ederken müsabakalar, seyirciler dağılmış idi. Tefekkür dakikalarını, vapurun gamgama-i matardı ihlal edemedi, düşündüm: Dalgalara göğüs vererek, hatta gömülerek emel galebe ile çırpınan bir kısım, sonra bu nümayiş karşısında pür heyecan duran bir kitle memnun ve mutmain aşiyanlarına dönerken ne duyuyordu? Biri kazanmış memnun. Onun nef’ maddiyesinden ziyade hazz-ı manevisi ile bi-karar, diğeri ise galebeye, kuvvete karşı mütemayil ve meftun. Hiç şüphesiz, üçüncü gelen de, temaşacının düşmanı olamaz. Belki dostudur. Fakat mutlaka bi-tarafane muhakeme edeceği bir şahsiyettir. Ne için galebenin karşısında daha ziyade takdirkâr duruyor? Ne için, faraza gümüş kupayı almak için uzanan bir el, etrafa meserretkârane ve müteşekkirâne bakan bir çift göz, temaşa edenler üzerinde daha derin bir his bırakıyor? Ne için daha sevimli, daha cazip görünüyor? Ne için daha hakiki bir hürmetle karşılıyor? Ne için bir anda dostunu, muhibbini mağlup etmek hissi, her hissin fevkinde duruyor?
İşte bir takım sualler ki ne kadar düşünülse tevali edip gider. Ben bu suallerin teâkub hur da fersasıyla meşgul iken güneş, büsbütün ihticab etmiş, damen ufukta yalnız bir hamret-i ahire kalmış idi. Tıpkı bütün beşeriyeti cereyan müthişi önüne katarak sürükleyen sel harbin bir timsal-i semavisi. Helal bir iki saat cesetler, naaşlar, yaralar üzerinde gezinecekti. Mefkürem birinden diğerine atlayarak, bir alakayı hariciye, ufak bir münasebet, beş on refik, beş on dost arasında – daha yarım saat evveli şahidi olduğumuz – fikr-i müsabakat, bana ittifakta ferdin vazifelerini ihtar etti. Harp meydanlarında dökülen hûn müşterekle tevsik edilen bir akide-i muhadenet bile acz-i ferdiyesi, zürriyet rabıtası arasında ahenk, intizam istediği kadar o acizanın kıymetçe yekdiğerini bir anda geçivermek emel meşru ile perverde olduğunu ihtar edip duruyor.
O zaman milli bir endişe ile temdid-i tefekkür ettim. Bütün harp meydanlarını avaza-i şehametle dolduran ittifak merbâ manzumesi arasında kıymettar bir cüzi fert olduğu dostlarımızın her gün takdirkârane ilan ettikleri bu milletin <<ittifakta vazife-i fert>> kanun katiyesi karşısında ne büyük vazifeler, ne çetin himmetler sahibi olmak lazım geldiğini düşünüyordum. İttifakta fert, evvela kendisinin kıymet ve ehemmiyetini anlamalı sonra anlatmalı. Ondan sonra o manzume arasında muhakk ve meşru bir emel teâli ile ileri doğru adım atmalıdır ki, halk temin ettiği muhadenetler istikbale feyzli nazarlar ile dâhil olabilsin. Vaktiyle <Likürg> gibi Yunan vaz kanunlarına mariz, zayıf itfalık hakk idamını verdirecek kadar, beşeri münkadı eden kuvvet nazariyesinin hudut esasiyesinde – müruru zaman ile – ufak bir tebdil görülememiştir. Muvazenet ecsam, muvazenet mayiet kanunları münasebat-ı beşeriyede de hükmünü icra etmektedir.
Zayıf bir dostun eli merhametkârane, kavi, azimkâr muhibbin dost hizmeti hürmetkârane sayılır. Bu nazariyeyi yalnız kuvayı maddiye ye hasr etmeyelim. Medeniyetin bütün aksam-ı maneviyesi de aynı hükme tabidir. Mütemmimden, mütefekkir bir müttefik, kudret-i maneviyesiyle de diğerlerine ihsas-ı muhabbet ve hürmet eder. İşte vazifelerimizin mücmel bir işareti.
Şark, eskiden beri tevekkül, müsamaha diyarıdır. Muhafaza-i menafide tehavün, riayet hatır dirinesi bizlere hastır. Hâlbuki garp bunu daima nazar-ı istigrayla temaşa eder. Orada en ufak bir şey en dakik hesaplara tabidir. Bu dikkatle tahliye yi nüfus etmeyenlere de <ittifakta fert> vazifelerini idrak etmemiş nazarıyla bakarlar. Bütün şümul imzasıyla kuvayı bir düşman, zayıf bir dosta tercih olunur.
Dalgalar, vapura çarparak kıyılarda dağılıyor, sular kararmış, nev-hilal, ince şerit gibi nurani izler ile yol gösteriyordu. Düşündüm! İdrak-ı vezaif milletin borcu olduğu kadar onun sahib-i kalem deyip hürmet ettiği mütefekkirlere de ihtar-ı vazife milli bir borçtur. Menafii milliyenin muhafazası emrine de yine erbab-ı tahrir büyük vazifeler görürler. Matbuat garbiyenin bu hususta en ufak teferruata varıncaya kadar gösterdikleri dikkat ve gayret, acaba bizlere ne için numune olmaz?
Hüseyin Kâzım.
Hafta başında
Yeni istidatlar
1
Mecmuanın bu yeni intişar devresi yeni bir hizmetin edası vaadini daha deruhte etmişti. Umumiyle şamasını temenni ettiğim temiz bir edebiyatçılık, ayrılacak böyle bir sahifenin tesis ve teşvik, irşad veya inkiyad edeceği hevesler, arzulardan feyz ve nâmiye alarak yayılabilir, kendi halinde kaldığı takdirde kuruyup solması ihtimalden baîd olmayan birçok kabiliyetler belki şu birkaç kalem fiskesiyle kazandırılabilirdi.
Son beş altı nüshanın Şükrü Hamdi, Hamdi Şükrü, Mehmed Nureddin gibi isimler üstünde verdiği misaller ümid ediyorum ki kârilerde iyi bir fikir ve teveccüh edinmeye muvaffak oldu ve yeni istidatlar kısmını dolduran emeklerden açık bir istikbal beklemenin her halde haksız olmayacağını gösterdi. Bana kalırsa bu sütunların hizmeti bize yeni birkaç imza tanıttırmak, birkaç genç kaleme ümid ve cesaret vermekten de ibaret olamıyor. Memleketteki cereyanların gençler üzerindeki intibalarını tarassut etmek, onlara verilmesi lazım gelen ruhu sevk etmek, idare etmek de ancak bu sahifelerin tetkikine bağlıdır.
Geçenlerde pek salahiyettar gördüğümüz bir zat memleketteki edebiyat hocalarının çoğunu hala vazifesini anlar ve yapar takımdan bulmuyor ve bu kanaatle da bi-hakkın infial ve muaheze izhar ediyordu. Bu hükümden şüphelenmeye bilmem hakkımız var mıdır? Fakat şimdiye kadar mekteplerimizin mesaisini, alakadar olanlarının resmi ibareleri yanında bir de vesikalarına müracaata imkân bularak takip etseydik yapacaklarımıza daha ziyade katiyet ve isabet temin edilmiş olacağında elbette şüphe olunamazdı.
Eğer çocuklarımızın kendi anadilleri dersinde de sapa bir yoldan gittikleri sahih ise onlardan daha ayrıkken tebarüz eden zekâları yeni istidatlar sütunu gibi külfetsiz yerlere toplayarak doğru bir terbiyeden istifadelerine tavassut etmek vatani bir vazife kutsiyetini bütün ehemmiyetiyle muhafaza ediyor demektir.
Ne çare var ki <<Donanma>> ya nazaran bu bir tali iştir ve sahifelerini bu maksada hasr etmek, hele feyz ve berekette hâsıl olunca, büsbütün müşküldür. Onun için ben bunların bir kısmı maariflerimizin tarihe rağbet ederek burada gözden geçirmeye mecbur oluyorum.
Sadri bize üç manzume gönderiyor ki üçünün de mevzuu bu günkü muharebeden istinsah edilmiştir.
Kamaştırır . . . . . . cemali saikayı,
Esir ederiz, zülf-i celali barkayı!
Beyti en iyi nazım edilenlerinden biri iken gerek düşünüş ve görüşte gerek bizim istimal ve zevkimize rağmen, Farisi terkipler ortasında, (med) e cevaz vermekte hala başkalarına benzemek temayülünü ispat ediyor ki ben doğru bulmuyorum.
Yusuf Kenan, Fatihten, (Aşk) manzumesiyle bize ahenge meclub ve meshûr bir ruhtan haber veriyor. <<meful mefail mefail mefaul>> tertibi her vezin en pürüzsüz, en coşkun ve neşeli bir lisandır. Yusuf Kenan, eminim ki, bu ahengi yalnız okuduklarından ve dinlediklerinden duyarak zapt ediyor, terennüm ediyor. Sanatın hala yeni telakkilerini biraz garipseyen bir şok ve ibham içindedir. Yeni kelimeler yapacak derecelerde şiire hususi bir lisen vermek Kenan’ın arzularından biri olabilir. Tasavvur ediyorum ki dünküler kendisini fazla meşgul etmiştir. Bu kayıttan kendisini kurtarabildiği dakikada;
Aşk ey ezeli gaze-i tınaz Melahat!
Gibi mücerret hayaller arasından ayrılacak ve her mücerret düşünceyi bile hevesimizin idrak edeceği bir âlem suretinde tekrar tekvin ederek duyurmak lazım geldiğine kani olacaktır.
1 – Saim, Valide çeşmesinden, iki uzun manzume içinde bir tek vezin hatası yapan bu genç, kıraat kitaplarımızı dolduran fena ve nasihatçi yazıların tesiri altındadır. Üç duraklı on beş heceyi sevgilerinde aynı hece tekrar etmek şartıyla dizmek şiir olmak, hatta nazım olmak için kâfi olsaydı Saim’i şimdiden bir şair olarak tanıtmakta tereddüt etmezdik. M. Saim, bir gün aralarına karışması hiç de imkândan uzak olmayan büyüklerine bu birkaç misal ile diyor ki; çocuklara telkin etmek istediğimiz fikirleri, manzum veya mensur, halinde ve bir pend-nameler halinde ve bir mukaddesine ve nasihati haklı gösterecek levhalar ve delillerle karşı karşıya bulundurarak neticenin istihracını kendi zihni fiiliyatlarına terk etmek daha müessir ve atiye nazaran daha doğru olacaktır.
E – Sarı: (zulmetlerin güneşi) ünvanlı mensuresiyle bize kusursuz ve gençlikte aradığımız ümit ve itminan ile dolgun geldi.
E – Sarı, ne güzel söylüyor:
<<bu gün düğün, yarın kader. Önümüzde feyyaz bir vadi var ki çimenlerinde mesut bir arzu hayat bakıyor; mor ufuklarında mazinin zaferleriyle çeliklenmiş bir cennet ezvak!
MTaceddin Fehmi, Üsküdar’dan bir Türk kızının cinsiyetini saklayarak harbe iştikakını anlatan bir hikâye göndermiştir. Mevzu yeni zekil; Kemal Beyin (vatan) ı da bunu hatırlatan bir vafiyi temsil eder; Gençler dikkat etmelidirler ki daima tekrar eden mevzular evvelkileri nesh edecek kudret ve kuvvette olmalı. <<tend nazarlar>> <<medid reiseler>> gibi musuflarına yabancı sıfatları kabul eden <kudsi göğüs> her şeyden evvel, Şahabın
<< — küçük müyüm? On beşini dolduran bir çocuk küçük müdur, hem sancağı muhafaza edemeyeceğinden korkuyorsanız yanılıyorsunuz zabit efendi!>>
Demekle maksadına vasıl olması bugün için mümkün bir iş midir, bunu düşünmeniz icab edecekti.
M.Bahaeddin Ziya, vefadan kendini mecmuaya hislerini iyi ifade edebilecek bir simayla tanıtıyor. Bülbülün feryadı, o sesi duymuş bir hüzünlü ruhun temevvüçlerini gösterebilir:
Şimdi artık o büyük dertte sönmüştü. Bülbül onu da hıçkırarak benden almıştı. Çamlar karanlıklara bürünmüş, bülbülün, hicranını dinliyor, denizin, çırpınan heybetinde bile bir sese: Oh, bülbül, öt! Ve susma. Diyordu. Fakat o bile olmadı. Ufuklar hafif bir beyazlıkla beliriyorlardı. Sonra, bu beyazlık, kırmızı bir rengin dalgaları arasında çalkandı, güneş doğdu.
Satırlarının verdiği ümit, <yunan dağ> hikâyesinde kayıp olmuş değildir.
- Saim, küçük Ayasofya’dan,
Ne mehtap var, ne nücüm,
Ne ufacık bir de mum,
Muhabbetin tahtında
Hayalini ararım;
Can verecek ben varım!
Mısralarıyla yarın için kendine fena bir mevki hazırlamıyor, sanırım.
Eyüp’ten Abdülbaki, Bursa’dan Ahmed Hilmi imzalarıyla gelen yazılarsa kendilerini acemilikten kurtarmaya çalışan iki tahrir heveskârının aşinalığı getiriyor ki bütün arkadaşlarıyla beraber iştirak ettikleri bir kusur <<başkalarına benzemek>> den daha fazla bir cihet ve ısrar ile kaçınmamış olmalarıdır.
Ben yeni istidatlara ilk tavsiye olarak derim ki düzgün yazmaya başlamış bir genç için kalan muvaffakiyetin sırrı düşüncelerinde başkalarına benzemekten kaçınmaktır. Fakat bu ihtiraza hiçbir vakit garip olmak, herkesin zıddına gitmek manasını vermemelidir. Dikkat edilsin, bütün sayılı muharrirlerin eserleri hepimize aşina, hepimize munis teferruattan masnüadır; marifet, işte hep o belli teferruat ile yeni bir sanat âlemi kurmakta toplanıyor.
Nişantaşı, 27 Ağustos 1333
Hakkı Tarık.
Hâkimiyet-i İslamiye; [1]
Tarih çiçekleri
– geçen nüshadan mabad –
<< Kıyamet gününde benim vebalimi sen mi taşıyacaksın? >>
Hazret-i Ömer geceleri sokağa çıkıp fukara-yı zuafânın hallerini tefahhus ederdi. Gece Medine’den dışarıya çıkmıştı. Bir yere geldi ki orada bir kadın ateş yakmış, yemek pişirmeye uğraşıyordu. Yanında birkaç çocuğu ağlamakta idiler.
Hazret-i emir el müminin o kadına selam verdi. Ve yanına varmak için izin istedi. Kadın iadei selamdan sonra izin verdi. Emir el mümin onların halini sordu. Kadın ağlamağa başladı. Bu çocuklar açlıktan ağlıyorlar, bu gördüğün çömlekte sudan başka bir şey yoktur. Onları avutmağa uğraşıyorum. Allahü Teâlâ benim hakkımı Ömer’den alsın. Dedi. <emir el-mümin ve Ömer sizin halinizi ne bilsin> dedi. Kadın emire reayasının halinden haberdar olmamak kabil değildir. Ömer hakkında gelemeyeceği işi niye deruhte etti diye cevap verdi. Hazreti Ömer kadının bu sözünden pek ziyade müteessir olarak acele Medine’ye döndü. Ve beytülmal ambarından un ve yağ vesaire levazım çıkarıp arkasına aldı. Ve o kadının yanına götürdü. Yanında olan Mevla’sı eşlem bu eşyayı kendisi taşımağı her ne kadar taklif etmiş ise de cenab-ı halife-i adil kabul etmedi. Ve <<kıyamet gününde benim vebalimi sen mi taşıyacaksın.>> dedi.
Müşarünileyh nüha ettiği şeylerden evvela ehl-i beytini men etmesi. Hazreti Ömer Faruk radiyallahü anh halkı bir şeyden men ettiği vakit, derhal hanesine gelip ehli beytini toplardı. Onlara der idi ki; Ahaliyi filan işiten veşiden men ettim. Bunun için bunu evvela size nüha ederim. Çünkü halk sizin ahvalinize bakar, eğer siz benim men ettiğim şeyi yaparsanız, onlar da cesaret edip onu yapmağa kalkışırlar. Binaenaleyh tembihimin hilafına bir şey yaparsanız size asla merhamet etmeyerek akubet ederim. Hatta oğullarından biri te’dib şeriyeyi mucib bir harekette bulununca darb olunmasını emir edip eshab-ı kiramın tavassut ve iltimaslarıyla beraber, bir değin eksik vurulmasına bile rıza vermeyerek, oğlunun bundan müteessiren vefatı dahi teessüfünü mucib olmuş ise de nedametini davet etmemişti.
Hazreti Ömer el Faruk’un mal ganayimin kesretinden uyku uyuyamaması Suriye ve Irak Acem bilâdi fetih olundukça Medine-i münevvereye katar katar ganimet emvali gelirdi. Şöyle ki hicret-i nebeviyyenin on beşinci senesinde gelen ganayimin miktarı sekiz yüz bin dinara vasıl oldu. Emir-el mümin bu malın miktarını öğrenince o gece sabaha kadar gözünü kapamadı. Zevcesi kendisine bunun sebebini sual etti. Cenab-ı hilafetmeab cevap verdi ki; Ömer’in gözlerine nasıl uyku gelsin ki mali masarif şeriyesine sarf etmezden evvel ecelim gelirse cenab-ı hakk kıyamet gününde bana bunu sorar. Bunun cevabın üzerine sabah namazını kılar kılmaz ayan eshab-ı keramı toplayıp bu babda müşavere etti ve müzakere neticesinde defter tutturup herkese dereceyi haysiyetine göre vazaif tayin eyledi.
Bu defter tanzim olunurken bir kişi; Emir el mümin bu malın cümlesini ita muyurmayıp birazını Müslümanların mühimmatı makamında meytülmalda alı koysaydı daha iyi olurdu. Dedi. Cenab-ı hilafetmeab ona; Bu sözü sana şeytan söyletmiştir. Ben Müslümanlar için itaat hüda ve itaat resulden başka mühimmat bimem. Biz bu derecelere resül-ü ekreme itimat ile irşadık. Dedi. Ne ali kelam.
Hazret-i Ömerin radiyallahü anh kaht senesinde bir ihtarı.
Hicret-i muhammediye-i aliye ekmel iltehiyyenin on yedinci senesinde Medinede büyük bir taht oldu. Hayvanlar gıda ümidiyle sahralardan şehirlere döküldükleri gibi insanlar da ot kökleri bulmak için şehirlerden kırlara çıktılar.
Hazreti Ömer Radiyallahü anh bu eyyam-ı kaht’ta fukara ve mesakinin daima imdadına koşar ve el-muhtekir melun tehdidiyle halkı ihtikardan şiddetle men ederdi.
[1] – geçen geçmiş, gelecekten de bir haber olmadığı için iki ma’dum arasındaki hali ganimet biliniz.
[1] – bu fıkratın asılları ibn-i esirden başlayarak bütün müverrihlerden menkuldür.
Almanyada: [ahiren başvekil doktor Mihailisk mühim bir nutku esnasında Reichstag]
<<resimde Mihailisk işaretle gösterilmiştir>>
Garp cephesinde: [en mühim muharebata sahne olan Flander’de bir sahil bataryasının medhali]
Nil’e mektup
Yirminci sene-i hicrette Ümm-i dünya Mısır kıtası Şarkî Roma devleti elinden. . . . . . . . . yediyle fetih olundu. Malumdur ki Mısırı ihya eden Nil mübarektir. Çünkü Mısıra adeta hiç yağmur yağmaz. Bu cihetle Nil nehri haziranda feyezana başlayıp Mısır toprağını sulamasa Mısır Afrika’nın diğer çöllerine dönerdi. O vakit Nil’in bu feyezanını temin için, vakit maininde gayet hasna bir kızı gelin gibi süsleyerek kurban makamında Nil’e akarlardı. Öyle itikat ederlerdi ki bu takdimi yapmazsa, Nil taşmaz. Bu gibi itikadat batıla ve avaid cahiliyeyi din-i İslam kesr ve izale ettiğinden bu adet kabihadan Mısırileri kurtarmak istedi. Fakat halkın itikadını tahvil ne kadar zordur. Öyle bir ziba, esnaf hali zi kıymet ve envai esvab nefise ile müzeyyen ve müretteb kılınıp damat Nil’in aguşuna teslim edilmezse Nil’in taşmayacağına ve binaenaleyh ziraat edilemeyip kaht olacağına herkes inanıyor ve bu adet men olunursa hicret etmeği düşünüyorlardı. Ömer vebin elas bu hali bir tafsil emir el muemine inha etti. Hazreti Ömer el Faruk radiyallahü anh Ömer vebinelasın mektubu malina muttali olunca Ömer derhal bir cevapname yazdı. Ve buna bir bıtaka [1] laf etti. Bu bıtakanın adet mefkûrenin icra olunacağı günü kız yerine Nil’e atılmasını emir etti.
Hazreti emir el müminin mektubu Ömer vebinelasa vasıl olunca hemen muteberan ve ahali-i Mısıri cem edip onların muvahecesinde o bıtakayı bile attı. Derhal ezan rab müstean ile Nil feyezana başladı. İşte insaniyete hizmet böyle olur.
[1]-bıtaka, nüsha, kâğıt parçası manasına.
Deniz sesleri:
İtalyan donanması
Sui tali’ ve nekbet, Adriyatik’te bidayet muhasamat tarihi olan 1915 Mayıs o ahirinden itibaren İtalyan donanmasına meşru olmuştu. Harbin ilk senesinde, Amiral Dük d’abruzzonun kumandanlık o saf ve meziyetine büyük büyük emeller tealik edilmişti. Bu emeller, duçar-ı inkisar oldu! Seneyi haliye Şubatında Dük D’abruzzo resen (esbab-ı sıhhiye ilcaatıyla) donanma başkumandanlığından azil edildi. İtalyan matbuatından vaki olan istitlaatımıza göre: 41 yaşında bulunan bu sav-i aprense, ahval-i sıhhiyesi dolayısıyla memuriyetinden çekilmemişti. Acaba buna sebep ne idi? – maruf İngiliz muharrir bahrisi Ford Jane – harpten mukaddem – İtalyan bahriyeyi Harbiye’si hakkında şu veçhile idare-i kelam eyler; esbab-ı tarihiyeden dolayı bahren mağlubiyet hakkı İtalya’dan nez’ edilmek caiz değildir. İtalyanlar, hiçbir zaman elverişli harp gemicisi olamamışlardır. Romalılar, kara askeri suretinde meydana çıkmadıkça, bazı gemiden gemiye rampa iskeleleri atılıp adeta karadaki gibi göğüs göğüse muharebe etmedikçe Kartaca’lılara karşı bir şey yapamamışlar, bir muvaffakiyet kazanamamışlardı. Denizde muvaffakiyet harbiye kazanmak hiçbir zaman İtalyan milletine nasip olmamıştır. Bu günün bahriyelileri Fransızlar ve Ruslar gibi fevkalade misafir perver, hoş sohbet ve meclup zevk ve tarabdır. Son deniz harpleri lisa ile nihayet bulduğu gibi diğer bir lisanın da atiyen vukua gelecek bir harbi neticelendireceği mamul kavidir.
Böyle bir hüküm umuma teşmil edilince külliyen haksız olur.
Filhakika Dük d’abruzzo dahi, nice fevkalade (misafirperver) ve (hoş sohbet) olmak üzere maruftur. 1904 senesi Teşrin-i sanisinde kruvazörlerimizden biriyle Şanghay’da bulunuyordum. Ruznamemde 11 tarihiyle şu satırları buluyordum: Ba’de-z – zeval İtalya kraliçesinin yevm-i veladeti tes’id için amiral Granat tarafında Marko Polo kruvazörüne davet edildim. General konsolosumuz Doktor Knape ile beraber kruvazöre gittik burada; Limanda yatan diğer bir İtalyan kruvazörünün, La Guria’nın süvarisi olan Dük D’abruzzo dahi mülaki oldum. Pek nazik, pek mültefit bir zat. Ertesi gün için La Guria kruvazöründe çay, dans ve saire davetleri mukayyettir. Şimdiki halde İtalyan gazetelerinin reviş ifadatından dökük pek cazip cemile kârlığına, misafir perverliğine kurban olduğu anlaşılmaktadır. Kurbiyer de la sara mezkûr amirale mahsus ettiği dostane ve her halde muhakkak bir makaleyi teşyie de: Dük, pek galeyanlı bir cesarete sahip olup büyük muharebelerin takdirkârı idi. Diyordu. Bahriye nazırı Camillo Corsi’nin, İngiliz numunesine tevkien, ihtiyatkâr ve müteenni bir sevk-ül ceyş, ihtiyar eylemesi. Dük d’abruzzo’nun fıtriyesine göre iş yapmasına mani oldu. Dük’ün donanma kumandanlığında halefi olmak üzere amiral Paolo Thaon di Revel intihab edildi. Matbuatı bunu samimiyetle alkışladı. Dük d’abruzzo, büyük muharebe gemisi taraftarı olmak üzere tarif ettiği halde halefi olan amiral, daima tahtelbahir inşaatını müverric olarak tanınmıştı. Maa haza bugün muharebe gemileriyle artık hiçbir şeye başlanamaz. Bundan maada pek karışık olan bahriye nezaretini temizlemek ihtiyacı da mübremdir. Donanmanın yeni bir devreyi şan ve muzafferiyete isali icab eylemektedir. Thaon di Revel her halde parlak bir surette temini muzafferiyet etmeği idrak edecektir. Bu ana kadar bu ihtimal tahakkuk etmemiştir. Popolo d’Italia’nın atideki suali, bu suretle anlaşılır. Bahriyeyi harbiyemiz, ne yapıyor? İki defa limanda yatarken muharebe sefainimizin harabiyesine şahid olduk. Niçin neticeyi tahkikata dair hiçbir şeye muttali olamıyoruz? Avusturya – Macaristan sefaini, mütemadiyen bizim denizimizde cevelan ediyor.
Avusturya’nın her nevi münakalat ve inşaatını sahillerinde duçarı inkıta etmek lazım gelen abluka ve daimi teyakkuz nerede kaldı? Popolo di İtalya’nın ta’ziramiz şikâyetleri acaba haklı mıdır?
İtalyan donanması bu harpte ne yaptı?
İtalya, Adriyatik denizinde hâkimiyet kazanmak istiyordu. Hâkimiyet fikri, muayyen bir sahada bila mezahim hareket edebilmeği istilzam ederse bu ana kadar İtalya, gaye-i maksadına zaferyab olamamış demektir. Nemse donanması aksamı, daima İtalya sahiline karşı yeni yeni akın harekâtına kıyam etmiş. Bu harekât, layıkıyla ihlal ve sektedar edilememiştir. Ancak pek seyrek olarak cesim İtalyan kuvayı harbiyesi düşman sularına kadar gitmeğe cesaret gösterebilmişti. Bu kuvvet, ekseriyet üzere mader vatanın mahfuz limanlarında yatmağı tercih eylemişti. İtalyan harp donanması zikre şayan bir muvaffakıyet elde edemeden mühim zayiata uğramıştır. Üç hatt-ı harp gemisi zayi olmuştur. Ağustos 1916 da hms Leonardo da Vinci dretnotu, 27 Eylül 1915 de hms Benedetto Brin, 15 Kanun-i evvel 1916 da hms Regina Margherita zırhlıları;
İlk iki gemi, Taranto ve Brindisi limanlarımızda bir dâhili iştial sebebiyle ihtimal ki barutun kendi kendine inhilali neticesi olarak harap olmuş, son gemi dahi Avlonya önünde mayına çarparak batmasıydı. Bunlardan maada şimal Adriyatik’te 7 Temmuz 1915 de hms Amelia, 18 Temmuz 1915 de dahi Guiseppe Garibaldi kruvazörleri, Nemse tahtelbahirleri tarafından torpillenmişti. Kuvarto küçük kruvazörü dahi iştial dâhili neticesi olarak 9 Teşrin-i evvel 1916 Tripoli limanında zayi olmuştur. El-nihayet en aşağıdan yarım düzine torpido botu yarım düzine kadar tahtelbahir, gerek Nemse-i kuvayı harbiyesine tesadüf ederek ve gerekse mayına çarparak imha edilmiştir. Bu zayiat, pek kuvvetli olmayan bir donanma için pek ziyade haiz-i ehemmiyettir. Bidayet-i harpte harp ve darbe mahya İtalyan malzemesi, dördü dretnot olmak üzere 12 hatt-ı harp sefinesi, 8 zırhlı kruvazör,
Garp cephesinde: Flander sahilinde bir sahil bataryası.
Ser hayat: toplar, dehşetler içinde gülen ve oynayan Flanderli çocuklar.
7 muhafazalı kruvazör, 33 muhrip, 69 açık deniz torpidobotu ve 20 tahtelbahirden ibaretti. İtalyan inşaiyesinin mükemmeliyeti müsellem enamdır. Böyle bir donanma ile niçin bu kadar az bir şey yapıldı?
Malzeme mükemmel olunca efrad ve mürettebatın bir işe yaramadığı neticesine istidlal etmek lazım gelir. Yukarıda bilmünasebe söylediğimiz veçhile fertçe yenik gayri müsait olan hukm ve mütalaasını teşmil etmek abes olurdu. Bundan başka Ceysin refiki, Daily Telegraph’ın muhabir bahriyesi Archibald Hard, İtalya, düşmanlarımıza iltihak eyledikten sonra İtalyan donanması hakkında pek cemile kâr sözler söylüyor, diyor ki: “her İtalyan, İtalya harp donanmasının <<piccolo ma non così perfetto>> yani küçük fakat pek mükemmel olduğuna kanidir. Bunda hakkı da der-kârdır, o müftehirane son gelmeye kuvvet verir. Çünkü İtalya’nın, evladının dost idaresine teslim ettiği gemiler, yapılanların en mükemmelidir. Bunlar, başka yerde istimali kabil olmayan bir kıymet-i harbiyeyi haizdir. Zayıf Avusturya – Macaristan donanması, İtalyan donanmasıyla kabil-i kıyas değildir. İtalyan harp gemileri kerem ve sert havaya me’lüf kimselerdir. Bunlar gemici kıyafetinde asker değil hakiki harp gemicisidir. Yine bunlar hiçbir zaman sakin Adriyatik’ten dışarı çıkmayan Nemse donanması mürettebatının hilafına olarak okyanuslarla çarpışmağı itiyad edinmiştir. Şu ciheti kayıt etmeden geçmeyeceğiz. Mr. Hard, zahir hale nazaran Adriyatik’i, Adriyatik’in borasını bilmediği gibi sulh zamanlarında Nemse kruvazörlerinin, vasati ve imtidadi itibariyle hiçbir vakit İtalyan donanmasınınkinden dûn olmayan müteaddit taşra seferlerinden de haberdar bulunmuyor.
Hardın İtalyan sefain-i harbiyesi gemicilerinin taalluk eden hükm ve mütalaası ise muvaffak nefsi-l merttir. Bu cesur, perhizkâr daima şen ve şâtır, mütevazı Akdeniz’in haşin kış fırtınaları içinde mesleğinin esaslarını öğrenen birinci sınıf, bir gemicidir. Gemiciler hatta ateşçiler mükemmel olduğu surette donanmanın bir iş görememesi, kumanda heyetine mahmûl olmak lazım gelir. İdarenin birçok hatalar irtikâp ettiği, matbuatın cümle-i itirafatındandır. Muhtelif gemilerde barutun kendi kendine inhilali, buna bariz misal teşkil eder. Maa haza cephe-i harp idare mevkilerinin birçok tedabiri dahi mütenazıren büyük zabitan heyetinin ahvali hakkında bir fikir edinmeğe yarar. Bu suretle Şubatta bir takım nakiller, aziller neşir edilmiştir. Birçok ferik amiraller, kumandanlıklarından azil edilmiş, bir fırka-i bahriyeyi kumanda eden kaynı ve milyon bu meyanda bulunmuştu.
Ahmed.
Doktor değerli [yeniMacar başvekili. Müma ileyh ıslahat-ı esasiye taraftarıdır.]
Zafere doğru: [ahiren korkak düşmanı büyük kahramanlıkla def eden ve on birinci İsonzo muharebesini yine muvaffakıyetle hitama erdirmesi muntazır bulunan Avusturya – Macaristan kıtaatı kumandanı General von Poravig]
Gemici hikâyeleri
Karadeniz’de büyük bir fırtına
Bazı mütefennin bahriyeliler sayılı fırtınaya itimat etmezler. Mamafih yüzlerce seneden beri birçok tecârib, birçok felaketler ile tanılan, zamanları takrir eden bu fırtınalara ehemmiyet vermenin bilmem gemiciliğin icap ettirdiği ihtiyatkârlığa tevafuk eder mi? Filhakika takvimlerimizin ekserisin de muharrir olan bu fırtınalar bazı seneler vukua gelmez. Bazen de vukuları takvimlerin gösterdiği eyyama tevafuk etmez; lakin dikkat olunursa fark edilir ki; ekseri senelerde takvimlerde gösterilen bu fırtına eyyamından bir iki gün evvel yahut bir iki gün sonra havada bir dereceye kadar tebdil-i müşahede edilir. Bazen de bir hafta kadar farklarla fırtına filhakika zuhur eder. Biz burada bu sayılı fırtınalar hakkında uzun uzadıya efkâr-ı fenniye beyan edecek değiliz. Mamafih bu sayılı fırtınalardan huşum fırtınası, hususiyle kestane karası zikir olunduğu zaman ak saçlı, aksakallı birçok gemicilerin manidar surette başlarını salladıklarını ve sanki senelerce kahır ve mehaliki içinde yuvarlandıkları hayat kahramananeyi bahriyenin bazı safahat hatıradarını seyir ediyorlarmış gibi gözlerinin daldığını müşahede ederiz.
Huşum fırtınası hakkında ihtiyar gemicilerimizin oldukça latif bir hikâyesi vardır:
Meşhur kaptan-ı derya Navarin kahramanı Çengeloğlu Tahir Paşa Cezayir’i Fransızların istilası vakası üzerine maiyetinde üç sefine-i harbiye olduğu halde bir memuriyet-i siyasiye ile o sulara gönderilmişti. Malta limanında yanarken bir İngiliz firkateyni ile buluşmuşlar, Tahir Paşa ertesi günün takvimlerde Husum fırtınasının vuku bulacağı gösterilen tarihe tesadüfünü bildiğinden limandan çıkmaktan sarf-ı nazar etmiş İngiliz firkateyni kaptanı ise o gün kalkmak niyetinde olduğundan veda etmek üzere bizim kumandan sefinesine geldiği esnada musahabet olunurken Tahir Paşa bu gece Husum fırtınası vukua gelmesi melhûz olduğundan kendisinin kalkmayacağını ve İngiliz kaptanı da bir ay ihtiyat kalkmazsa iyi edeceğini söylemiş; Lakin onu da İngiliz tabii bu söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek takım pare yelkeni kemal-i haşmetle limandan kalkıp gitmiş. Gitmiş ama ertesi günü bütün arması dökülmüş yelkenleri parçalanmış olduğu halde Malta limanına dar gidebilmiş. İngiliz kaptanıyla avdetinden sonra görüşen Tahir Paşa bıyık altından gülerek huşum fırtınası hakkındaki fikrini sorunca yüreği yanmış İngiliz kemal-i heyecan ve temdid ile ve fırtınanın ismini bir Türk ve İslam namına tahrif ile:
- Bono Hasan! Bravo Hasan!
Diye haykırmış. Bu hikâyeyi ne kadar itimat olunmak lazım geleceğini kestiremez isem de seksen seneye yakın hayatının kısm-ı azamını ummanlar üzerinde geçirmiş ve Çenğeloğlu Tahir Paşanın kaptan-ı deryalığı esnasında mekteb-i bahriyemize duhul etmiş olan beyaz sakallı pederimin bu hikâyeyi pek büyük bir neşe ve çakır gözlerini parlatan tebessüm ile mükerreren anlattığını her zaman derhatır ederim.
Evet, Bono Hasan! Bono Hasan!
Bilhassa Karadeniz’de seyir ve sefer eden tüccar kaptanlarımızın, kestane karası fırtınası hakkında kim bilir ne kadar müheyyiç hikâyeleri vardır ki; Kış gecelerinde ve çatırdayan bir ateşin hararet asudesi içinde uyuşarak dinlenmeğe cidden değer. Burada uzun uzadıya zikre hacet yok. Tarih-i bahriyemize aşina olanlar bundan iki asır kadar bir müddet evvel Tuna ağzından kalkan büyük donanmamızın, mehaza kestane karası fırtınasını limanda geçirmek tevazuunu kabul etmediğinden dolayı ne feci zayiat ve telefata duçar olduğunu tafsilatıyla derhatır ederler.
Geçenlerde ecnebi evrak havadisinden birinin eski koleksiyonlarını karıştırıyordum. 1889 senesine mahsus cildi karıştırırken bin üç yüz beş senesinde Karadeniz’de vukua gelip birçok can ve malın zıyaına ve “Peyk-i Meserret” ismindeki korvetimizin sureti faciada garkına sebep olan büyük fırtınadan keşide olunmuş bir telgraf nameden terekküp ediyordu. Muharriri gazetenin hususi muhabiri olduğu gibi ahval-i mahalliye ye ve ahval-i bahriye ye aşina olması beyanatına bir kıymet-i mahsusa veriyor.
Biz garip bir milletiz. Ne mefahirimizi kayıt eder, ne felaketlerimizi zapt eyleriz!
Bir İngilizce kıraat kitabı açılsa beş on sahife geçmez ki: <filan firkateyn zıyaı> , <filan zırhlının garkı> yahut <filan kalyonun ihtirakı> unvanı altında bir takım güzel yazılmış, müessir parçalara tesadüf etmeyelim. Bunda iki maksat görülür. Bizi mahilenin parlak ve müteheyyiç olduğu zamanlarda hayat-ı bahriyenin safahat-ı kahramananesini düşünmeğe, onunla alakadar olmağa sevk etmek. Diğeri o makalat ile sahayı irfan milliyede, hissi umumi ümmet meydanında, vatan ve devlet namına yahut ihtiyacat umumiye yi ümmeti tatmin için ummanların pençeyi tehevvüratında fedayı hayat eden kahramanlara müebbed ve müessir birer abide-i şükran ve muhammedet vücuda getirmiş olmak.
Biz yazdığımız şu sade satırlara öyle bir kudret-i fahire atıf etmek hodbinliğinden pek uzağız. Lakin birçok vatandaşlarımızın elan derhatır edeceği ve ihtimal birçoklarının bir peder, bir birader, bir kardaş, bir zevç kayıp ettikleri o fırtınalı gün ve gece haddi zatında milli ve tarihi bir ehemmiyete haizdir.
Bu büyük fırtınanın tarihi vukua Eylül efrancinin yirmi yedinci akşamı ve yirmi sekizinci gecesidir ki; Eylül Rumi’nin 15 nci gününe tesadüf eder. Gazeteyi okuyunca bir sevk-i tabii ile sayılı fırtınalar hatırıma geldi. Eylül Rumi’nin 13 ncü gününde Karadeniz’de kestane karası fırtınasının hübûbundan korkulur. Demek iki asır kadar evvel büyük bir donanmamızı perişan eden kestane karası vakit muayyeninden iki gün kadar az bir fark ile bin üç yüz beş felaketini vücuda getirmiş oluyor. Bu satırları okuyan zevat makalemizin başında, sayılı fırtınalar diye haykıran İngiliz gibi bu İngiliz muhabir de sayılı fırtınadan, kestane karasından falan bahis etmiyor, yalnız şu veçhile itayı malumat ediyor.
Kozlu (Ereğli) Eylül efrenci 28
Dün gece Karadeniz sahili boyunca hükm-ferma olan hevl-nâk fırtınanın bais olduğu birçok deniz kazalarından sizi haberdar etmeğe kemal-i teessüfle ibtidar eyliyorum.
Geçen son dört beş gün zarfında havalar bu mevsim için müstesna ad edilecek surette latif devam ediyordu. Deniz sanki mayıs ayında bulunuyormuşuz gibi sakit idi. Bu sebepten Ereğli civarındaki kömür iskeleleri önünde pek çok sefain kömür yüklemekle meşgul idiler. Dün ba’de-z zeval saat dört ile beş arasında semada havanın bozulacağını ima eder bazı alaim göründü. Barometrede süratle düşerek fena havayı i’lâm etti. Yirmi dakikadan az bir müddet zarfında karada denizde hükm-ferma olan sükûnet mutlaka mütehevvir bir fırtınaya münkalib oluyordu. Gece takrib ettikçe bu fırtınanın şiddeti tezayüd ettiği gibi göz gözü görmeyecek bir şiddetle yağmur da yağmağa başladı.
Bu esnada uncu Apik Efendinin 700 tonluk bir barkosu burada (yani Kozlu’da) Gürcü kumpanyası hesabına kömür yüklemekte olduğu halde mahûf lodos fırtınasının zuhur na-gehanısı üzerine ne demirini alarak, ne de zincirini vira ederek denize açılabilmek imkân haricine çıkmıştı. Sefine kaptanı karaya gitmeden fırtınayı demir üzerinde geçirebilmek üzere bütün demirlerini funda etmekten ve serenlerini prasya eylemekten başka bir şey yapamadı. Gece ilerledikçe fırtınanın şiddeti tezayüd etti. Bir birini müteakip zincirler kesilmiş olduğundan barka nihayet tek demir üzerinde kalmış, bunu da taramağa başlamıştı. Saat 9 ba’de-l zevalde teknenin mütehevvir dalgaların baziçesi halinde kumsal yalı üstüne düştüğü görüldü. Ereğli kömür madenleri müdürü olan Hüseyin Bey maiyetindeki zabitan ve memurin ve yüz kişiyi mütecaviz asker ve gemici ile bütün geceyi sahilde biçare kazazede gemicilere imdat yetiştirerek, muavenet lazıma ve mümküneyi ibzal ederek geçirmiştir. Sahilin muhtelif noktalarına cesim ateşler yakılarak denizde bulunan sefainin nazar-ı dikkati celb edilmeğe ve sahildeki kayalıklara düşmelerine mani olmağa çalışıldı. Apik Efendinin barkası daha sahile vasıl olmadan, haylice açıkta sığ suya oturmuş olduğundan bu zifiri gecede taifenin tahlisine gidebilmek gayri mümkün idi. Binaenaleyh barkanın teknesi üzerinde ve armada muhafaza-i hayata çalışan taife havanın bir parça açılmağa başladığı vakte kadar orada kaldılar. Sabah açılırken Hüseyin Beyin ilk teşebbüsü denize bir sandal indirerek kazazede tekneye bir yuma “halat” göndermek oldu. Lakın sandal suya atılır atılmaz çatlakların içinde bir anda su dolup gark olmuştu.
Barkadaki taife sandal indirmenin adem-i imkânı ve teknenin darbet emvaç altında süratle paralanmak üzere bulunduğunu görünce on sekiz kişiye baliğ oldukları halde şimdi bin müşkülat ile sahil ile tekne arasında gerilebilmiş olan yumaya sarılarak deli dalgalara tevdii nefis ettiler ve son derece harap ve bitap bir halde sahile gelebildiler.
Hasan Bey bu zavallılara hemen kuru çamaşırlar getirerek bahriye nezaretine ait asker koğuşlarına yerleştirdi. Vaki olan muayenede taifeden birinin boğulduğu anlaşıldı. Bu adam gemi sahile varır varmaz kendisini denize atmış, ondan sonra nam ve nişanı görülmemişti.
Gece ba’de-l zeval saat 10 da yani nısfü’l-leylden iki saat evvel denizde pis içinde bir ışık görünmüş, uzaktan imdat talep eden bir takım bağrışmalar işitilmişse de hangi sefineden geldiği anlaşılamamıştı.
Vapuru, yelkenlisi olduğu anlaşılamayan bedbaht tekne Kozlu burnunu dönünceye kadar bu ışık görünmüş, sönmüş, tekrar görünmüş, nihayet büsbütün nazarlardan kayıp olmuştur.
Nısfü’l-leylde Kozlu’ya son derece yorgun ve perişan bir halde Kozlu tepelerini aşıp gelmiş olan bir bahriye neferi muvasalat etti ve ancak o zaman anlaşıldı ki; Peyk-i Meserret korvet hümayunu burnun arkasında bütün mürettebatıyla gark olmuştur.
Mabadı var.