DONANMA MECMUASI 86 / 135 – 6 Eylül 1917

DONANMA MECMUASI 86 / 135 – 6 Eylül 1917

Pencişenbe:  6 Eylül 1333 – 19  Zi-l-ka’de 1335
İştirak şartları:  İstanbul ve taşra için seneliği kırk kuruş, ecnebi memleketlere on iki franktır.
Türk medeniyeti Abidelerinden:  [Süleymaniye camii şerifinin ulvi bir manzarası.]
Nüshası: 40 para
Merkez tevzii Babıali caddesinde Ay Yıldız
Kitaphanesidir.
Matbaa Ahmed İhsan ve Şürekâsı
Merci: mecmuaya ait her iş için donanma cemiyeti merkez umumiyesinde daireyi mahsusaya müracaat edilmesidir.

Mülahaza

Maksada doğru

Yine denizcilik

Bu bahse yine avdet edeceğiz, hem bu bahiste devam etmeği de münasip buluyoruz.  Geçen gün müdekkik bu memleket için çok hayırlı düşünen bu zat ile mülakatımız esnasında bahis, mecmuanın denizcilik hayatı hakkında neşir ettiği makalelere intikal etti.  Teşvik vadisinde birkaç kelimeden sonra o muhterem zat dedi ki;

Bilirsiniz, bahriye inşaatı yani (Genie Maritime) inşaatın en dakik hesaplarını ihtiva eder.  Pekiyi, pek sabur ve fedakâr bir denizci olan Türkler de şayan-ı hayret bir feyza, bir nema istidadına mazhar olmuştur.  Karadeniz sahilini boydan boya geziniz.  Orada ayağında şalvarı, başında eski abani sarığı veya külahıyla mütevazı, sade hal sanatkârlar görürsünüz.  Ellerinde inşa vasıtası olarak yalnız bir keser vardır.  Pergâr yerine göz tahmini en iyi ve kati ölçüdür.  Kâğıt, kalem bilmezler, hafızaları, tecrübeleri onlara en güzel hesap defteridir.  Sonra iki, üç yüz tonluk yelken gemisi inşa ederler.  Bahr-i Ahmer sahiline gidiniz.  Ora Müslümanlarında, libası uzun bir entariden ibaret olan gemicilerinde aynı sanat feyzini görürsünüz.  Hâsılı memleketimizin her sahili denizcilik için ayrı – fakat hepsi hayretlere şayan – bir istidat gösterir.  Bizim vazifeniz, evvela mahallerine maksur ve fennin bu kadar mebzul harikalar iddia eden vasıtalarından mahrum kalan bu istidadın derecesini ve semeresini yakından sıkı bir tetkik ve müşahedeye tabi tutmaktır.  Ondan sonra bu istidat sahiplerini fen ile teçhiz eylemek sırası gelir.  Fakat bunları birden bire fennin en son noktalarına çıkarmak için uğraşmak o hüdâyî nâbit zekâları derhal akamete mahkûm etmek demektir.

Bunlar kendi muhitleri dâhilinde tedrici bir terakkiye mazhar edilirse memleket, hem fazla, hem parlak sanat sahipleri elde etmiş olur.

Muhterem muhatabımız, bu yoldaki mütalaalarını izah ederken tersanemizin tarihçesi hakkında şöyle, böyle bildiklerimizi tahattur ettik.  Ve bu tahattur neticesinde bir daha tasdik eyledik ki bizde fen ve sanat zekâsından sair istidatlardan sair milletlerde hiçte geri değildir.  Vaktiyle nice mahrumiyetler, mânialar arasında yalnız yelken gemisi inşasında mahir-i sanat sahipleri değil, ilk defa gördükleri makinaları en hurda teferruatına varıncaya kadar ihata eden, bozulduğu zaman İngiliz ustalarını bile hayrette bırakan bir vukuf ve dikkatle tamir eyleyen, sonra ameliyattan nazariyata geçerek kitap yazan nice gayret ve fatânet sahibi gelip geçmiştir.

Bu nüshamızda Ali Rıza Seyfi Beyin Karadeniz’e ait bir bahri hikâyesi vardır.  Orada müteasıb bir İngiliz’in lisanından nakil edildiği üzere Türk, her milletten ziyade denizcidir.  Yalnız bu hurûşân ve mütehevvir unsurla uğraşmakta da mahir olmadığını bizde buraya – münasebet getirerek – ilave edelim ve diyelim ki;  Türk, denizciliğin diğer kısımlarında da mahirdir ve bu maharetini de eserleri ile ispat eylemiştir.  Noksanı istidat ve zekâsında değil, teşkilatın, vesaitin noksanında fenni rehberlerin fıkdanındadır.  Bu noksan izale olunursa bu istidat, harikalar gösterir.

Fikrimize kalırsa, bu noksanın ikmali için resmi teşebbüslerin yanında gayri resmi himmetler bir o kadar tesirini gösterir.  İtikadımızca sermaye sahiplerinin sa’yi ve nakdinin telahukuyla bu yol, pek feyizli ve atisi parlak bir telakki şeh-rahı olur.  Bugün şehrimizde gayri resmi bahri inşaatta Haliç’in iki tarafına inhisar etmiş gibidir.  Boğaz içinde ufak tefek tezgâhlar görülür.  Bunların inşaiyeciliğinin terakkisi namına sarf edeceği gayret, azami dereceyi bulsa da yine faidesi mahduttur.  Çünkü işde mahduttur.  Bugün kalafat mahallinde o türlü zekâ sahipleri vardır ki, eski bir teknenin çürümüş tahtaları arasına sıkıştırıp kalmıştır.  Onları hem bu zekâları mahveden yerlerden, hem de mahdut mahallerdeki mahdut ticaretlerin sanat ve marifet sahipleri üzerine çöken tazyikinden kurtarmak için büyük sermayeli, fakat güzel niyetli, iyi emelli şirketlere de ihtiyaç vardır.  Bunların ta’didi, sanat sahiplerine geniş bir nefes aldırır.

Diğer taraftan maişetin tevsii mütekâmil ve terakki için düşünmek, çalışmak kuvvetini verir.  Bizim son günlerde memnuniyetle aldığımız bir mühimmiyedir.  İstihsal ettiğimiz malumata göre az görülmeyecek kadar büyük bir sermaye ile mühim bir <inşaat-ı bahriye> teşkil etmiş ve kanunen lazım gelen muameleler ikmal edilerek iradei seniyyesinin saduriyesine intizar edilmekte bulunmuştur.  Müesseseler arasında memlekete büyük bir muhabbet besleyen, teşebbüs ettikleri işde ne kadar büyük mânialar olursa olsun asla tereddüt eylemeyen ve sanat için güzel ve vakfane fikirler sahibi bulunan bazı mütemeyyiz ve mütehayyiz simalarda bulunmaktadır.  Teşebbüs sahiplerinin memleketin istidadına, ihtiyacına yakından vakıf olmaları, denizcilik hakkında kavi bir muhabbet beslemeleri bize ati için büyük ümitler vermektedir.

     Bu teşebbüs hakkında alacağımız haberleri – sırası geldikçe – yazacağız.  Çünkü bahri sanat ve marifetler sahipleri için en mühim ve hayati meselelerden maduddur.  Yeni şirket, bize istidadı gayreti nispetinde feyz alamayan nice marifet erbabının atisi için de güzel bir işarettir.  Onun için <<maksada doğru>> atılan bu mühim hatveyi şimdiden memnuniyetle hatta teşekkürle karşılarız.

Donanma.

  

   İcmal-i hadisat

İlm-i Muhammedî

Bu tabiri, milli ajansın vasıta-i berkiye ile cihana iblağ ettiği bir makalede gördük.  Derhal, İslam’ın edvar-ı şevketi, bütün elvah azametiyle çeşm-i tevkir önünde bilirdi bu manzara-i ihtişam perver <<Noviye Vremya>> gazetesine makale yazan moskofda müttehir bırakmış olacaktır ki, lisanından ihtiyarsız cümleler dökülüvermiştir.  Ajansın telgraf namesi şu idi:

3 Ağustos – Kazan’da in’ikad eden Rusya’da sakin İslamlar kongresinde mevad-ı atiye ye karar verilmiştir.  Evvela – hususi İslam alayları teşkili için hükümet muvakkate ile müzakerata girişilecek ve bu müzakerat müsait bir cereyan takip ettiği takdirde bu alayların teşkiline başlanacaktır.

Saniyen – memalik-i şarkiye yani Mısır, Hindistan, İran, Türkiye murahhasları tarafından

Saniyen – memalik-i şarkiye yani Mısır, Hindistan, İran, Türkiye murahhasları tarafından istik havlim konferansına tevcih olunan mutaleb ve beyanata kesb-i ıttıla eden kongre hükümet muvakkate ye şu tebligatta bulunacaktır.   İslam konferansı Rusya’nın siyaset hariciyesinde her milletin kendi mukadderatına bizzat hâkim ve sahip olması düsturunu kemal-i gayretle takibe devam eylemesi ve bu düsturun Asya ve Afrika kıtalarına dahi teşmil edilmesi lüzumuna kanaat hâsıl eylemiştir.  Hür Rusya bu meselede bir suret-i müessire de hareket etmelidir.

<< Noviye Vremya>> gazetesi İslam konferansının bu mukarreratı hakkında diyor ki;  Mesele şâyân-ı istihza bir şey değildir.  Bu suret kararın icrası Almanya için bahis istifade olabilecektir.  Kazanda in’ikad eden İslam kongresinin keşide eylediği yeşil ilm Muhammedi tabii bir Türkiye ve Almanya aleyhinde olamaz.

Görülüyor ya, karar-ı İslam’dan moskof muharriri de endişe his ediyor.  Bu endişe, hiçbir zaman müfrat bir tahsis semeresi değildir.  Belki, muvahhidinin şimdiye kadar müteferrik duran, münferit suretler ile izhar edilen temayülatına bir mühimin umumen tercüman olmasından mütevellit bir tefekkürdür ki, onları düşündürdüğü gibi hal ve istikbal için bütün erbab-ı imanı da – idrak vazife namına – tefekküre saik olsa yeri vardır. Zaten ortada sebep tefekkür olacak asar ve mütalaat da eksik değildir.  Papanın sulh notası üzerine İsviçre’de mukim bir Mısırlı genç tarafından ref edilen avaze-i itirazat yine vasıta-i berkiye ile cihana yapılmış ve Almanya’nın teşkilat idariyesinde esaslı ve pek mühim tebdilata yol açabilen bir komisyon teşkili ile sulh teklifinin orada mahrumane müzakeresi ve bu vesile ile müttefik memleketler matbuatı tarafından ileriye sürülen mütalaat, menafii umumiyeyi İslamiye’nin tefekkür avakıbı zamanının hululünü ihtar eylemekte bulunmuştur.

İslam’ın bin üç yüz seneyi geçen tarihi mazbuttur.  Ekseri vakayı-nameden ibaret olsa da o vakadan istihraç edilebilen ve kati bir hakikat derecesine varan elemli bir hüküm vardır ki, o da ammenin rüesa ve müttefiklerin zümresinden sui ahlaka giriftar birkaç kişinin zebun nalan kârı olarak maddeten ve manen perişan olmalarıdır.  Tarihte bu acıklı hükme ait binlerce misal bulunur.  İki asır evvel moskofun Kırım’a istilası sebebini – matbuatın zafiyeti neticesi olduğu kadar – o zaman serir imarette bulunan şahingerayın moskof parasına dildade olacak kadar sukut-i ahlak sahibi olmasında araştırmak daha doğru değil midir?

Ondan sonra Cezayir, Fas, Buhara, Mısır, Tunus, Acemistan sıra ile ecanibe – birkaç müteneffizin ahlaksızlığı, milliyetsizliği sebebiyle – kapılarını açmış, nâs, onlar tarafından sürüklenerek her hakkından, hatta en ufak hakk-ı insaniyesinden mahrum bir sürü haline – yine onlar eliyle – getirilmiştir.  Bunu bilenler, şimdi intibah-ı İslam karşısında müteessir ve endişe nâk bir vaz ile dururlarsa neden ta’cib etmelidir?  Evet, yeşil ilim Muhammedî, kudret-i maneviyesini irae edecek zaman gelmiştir.  Bu kudret, azim umumi ile teyit edecektir.  Bu gün cihanın her tarafında eczai perişan şeklinde duran unsur-i İslam, kongrenin ilam ettiği surette izhar-ı arzu edecek olurlarsa her vakit için dinlenilir ve dinlenilmek için büyük bir mecburiyet his edilir.

Harb-i umuminin bize en büyük faidelerinden biri de “ittihad-ı İslam” gayesinin su şekli almasıdır.  Bu gaye, hiçbir zaman için menfi bir netice değildir.  Hiçbir zaman menfi bir şekli ihtiva edemez.  O, maşrıkda ayağına diken batan bir Müslüman azasını, mağripteki Müslüman his etmesini amir bulunan bir büyük dinin infaz evamirinden başka bir şey değildir.  Açık ve müstamel tabiri ile bir “empir yalızım” olamaz.  Fakat üss-l esası uhuvvet olduğu için, şahsiyetçi olarak kardeşinin hukuk maksubesini istirdada çalışır.

Gecen gün yevmi gazetelerden birinin işareti veçhe ile sulh teklifatı müzakeratının şu devresi harb-i umuminin en mühim devrelerinden biridir.  Vakıa itilafçılar, papa sulh namesini ehemmiyetten ıskat etmek fikriyle – ve zahiri bir kayıtsızlıkla – mevki müzakere ye vaz edilmeyeceğini ilan edip duruyorlarsa da bizce kaziye, bir akistir.  Olmasa da batıl, mukayyes aliye olamaz.  Şimdiye kadar tesanüd nam ile harp meydanlarında ihraz-ı nik nam etmiş olan manzume-i metine-i ittifak şerait sulhiye hakkında uzun uzadıya görüşmek suretiyle de hak-perest ve hak beyn olduklarını – bir daha – cihana anlatmış olurlar.  Şu suretle, esas ittifak daha ziyade tersin edilmek kaidesi de vardır.  Çünkü matlup ve makasıd mütekabile vazıh kati ile tayin etmezse, müzakerat müstakbele kapısı açılmış olur ki elbette şayan-ı arzu değildir.

Geçen telgraf namelerden anlaşıldığına göre Almanya’daki şerait-i sulhiye müzakere komisyonu, Viyana, Sofya ve İstanbul ile müdavele-i efkâr etmek üzere bir haftalık tatil devresi geçiriyor.  Bizce bu müdavele-i efkâr kararı, bir lüzum mütehakkiki demek olduğundan nazar-ı memnuniyetle karşılanır.  Her devletin gaye-i harp olarak bir takım nukat nazarı olur, vardır da.  Bazıları itilaf hükümetleri gibi istilacıyane, hırısane, nukat nazarı olur, vardır da.  Bazıları itilaf hükümetleri gibi istilacıyane, hırısane, emeller peşinde koşup dururlar.  Bazıları ise – ittifak murabba gibi – ancak emniyet-i istikbal, selamet-i atiye, inkişaf-ı ati namına silah müdafaaya sarılmışlardır.  Bu meşrui gayelerin muhtelif nukatı vardır ki, müttefikler arasında müdavele-i efkâr zeminini teşkil eden de bunlardır.  Menafii o suretle tekabül ve tevazün etmelidir ki ufak bir akideyi tereddüt bile kalmamalıdır.  Faraza devlet aliyenin mühim ve hayatı matlubları, düşmanların hiç de işine gelmeyebilir.  Zaten bu cihet, tabii ve muntazır bir keyfiyettir.  Fakat matlub hayatiye ve esasiye dostlar arasında müzakere edildiği zaman meselenin her safhası bütün vazıh ve saffetiyle ortaya konulur ve teslim hakkı edileceğine emniyet kâmile gösterilir.

Bugün, cihanda yegâne muazzam ve müstakil hükümet-i İslamiye, saltanat seniyeyi Osmaniyedir.  Yekdiğerine binlerce kilo metre mesafede bulunan harp cephelerinde rizan ettiği hûn şecaatle kuvveyi hayatiyesini, istiklale olan istihkakını bi-hakkın ispat eylemiş olan bu devlet, mürekkebatı itibariyle düvel-i İslamiyenin irşad ve ekberi olmak sıfatı bihakkın muhafaza etmektedir.  Bu haysiyetiyle de bir takım ve zaifi vardır ki onları da hissen ifa edeceğine zerrece tereddüt etmek bile caiz değildir.  Kendi mülkü dâhilinde serbestçe inkişaf edebilmek, atiye emin bir nazarla bakabilmek için beslediği muhakk emellerin şerait husulü ise, ittifak murabbanın zamin tesanidi olduğu kadar mütekafil istikbali olacak, ihtimalat atiyeye sed hail olacak mahiyettedir.  Bunlar, itilafçıların amal istilalarını da en büyük manidir ki bu noktalarda, dostlar için de nazar-ı dikkatten devir tutulmaması iktiza eden en mühim maddelerdir.

Hüseyin Kâzım.

          Hafta başında

Yeni istidatlar

2

     Mesudelerin bakiyesi üzerinde hep o mümtaziyeti arıyorum ki görüşte, his edişte, söyleyişte Türk ruhunun samimi intibalarından örülmüş olsun.  Vaki sanat anlatmaz.  Fakat anlatılır ve anlatılmak için, sanatın lisanı alt olarak kullanan bu kısmında, milliyetin bütün lisanı ihtiyaçlarına mutavaat göstermek icab eder.  Birçok gençler ve hatta bunların yaşlıları Türkçenin dar ve kifayetsiz bir dil olduğunu iddia etmişlerdir.  Bir dil ilim ve fennin kelimeleri, ıstılahları bulmakta belki bir an için yoksul kalabilir yahut kaldığı anlaşılabilir.  Lakin hislerin ifadesi için muhitini tanıtacak kadar gelmeye malik bir dil aciz değildir.  Hislerimizi ifade etmekte biz bir acz duyuyorsak bu aczi lisana hamil ve isnat edecek yerde ya hisleri tahlile kadir olmamak yahut halk içinde yaşayan dili bilmemekten ibaret bir kusur gibi kendimiz tahammül etmeliyiz.  Şair odur ki hisleri tahlil edebilir;  sanatkâr ona derler ki hisleri lisana benzer bu vasıtanın çizimleriyle terkib ve inşa ederek ifadeye kader olur ve Türkçe dahi dâhil olduğu halde bir lisanı teşkil eden yalnız kelimeleri değil, onlarla beraber terkibleri, tabirleridir ve hususiyle o lisanın ki her dilden daha zengin, daha ince ve derin terkib kaideleri vardır. Gençler nafiz birer şahsiyet olmaya azim etmiş olunca mevcud kelimeler ve mevcud kaidelerle kendilerinin pek derin ve zabt olunmaz gördükleri hissiyatı ifade edecek aleti hükümlerine her zaman tabi ve münkat bulacaklardır.

     Geçen hafta <<muvaffakıyetinin, seri başkalarına benzemekten kaçınmaktır;  Fakat bu ihtiraza hiçbir vakit garip olmak, herkesin zıddına gitmek manasını vermemelidir.>> dediğim zaman düşündüklerimde işte bu lisan keyfiyeti de vardı.  Nasıl fikirlerimizdeki şahsiyet âlemin kanunlarına menafi olmaya haksa hislerimiz ve hisleri ifadelerimizdeki şahsiyette umumi zevki isyana delil, inkıyada sevk edecektir.  Bir millet arasında yaşayacak eserler o milletin veya zümrelerinden birinin ruhunda ve tarihinde bil kuvve ve müştereken yaşayan zevki bulup millete lisanıyla veya lisanlarıyla terennüm ve tebliğ edenlerdir.  Onun için

          Sakinin elinde camı dolmadan

          Meclisin dökülmüş şarabı, yazık!    

Beytindeki cam;

     Meclisin bozulmuş şevk ve havası,

     Ortada kırılan peymaneler var!

Beytindeki “peymane” mahud “kadeh” lerle aynı manaya geldiği halde hislerde ikaz ettiği hayal biri birinden o kadar çok farklı ve bunların kendi âlemlerinde ibrazı o kadar lazımdır ki her hüsranın boyun büktüğü yerde ruhun duymamasına ihtimal verilemez.  Umuma yabancı gelecek kelimeler kullanarak garabet göstermekten ihtiraz etmek tahrirde sabit bir kaide olduğu gibi yeni kelimeler icad ile terk edilmiş kelimeleri ihya ve terviçde böyle sabit bir kaidenin neticesidir;  bununla beraber yine tabii bir kanun neticesidir ki mesela bizim <sefiye> cik bu halinde kaldıkça

          Azade olaydılar seferden,

          Bir ordu çıkardı bir neferden!

Beytini bile müebbeten garip ve manasız bulacaktır.  Demek istiyorum ki Türk milliyeti lisanının reşid devresi nerededir ve bunda

          Ettiğim ah ve figana rûz ve şeb

          Karakaşlım, kara gözlümdür sebep!

Beytinin elfazı dâhil midir? Bunu şimdilik gençlere gösterecek ne bir eserimiz vardır, ne de bunu tayin edecek bir münekkid ve bir tenkid sahası işe başlamıştır.  Bunun için yeni istidatların, kelime icad ve tervicinden evvel, garabetten kaçınması ve garabetten kaçınmak için de kendi muhiti ile son neşriyat arasındaki müşterek noktaları esas tutması tavsiyelerimin ikincisi olacaktır.

     İşte bu mütalaalarımla telif edemediğim için <gaza zaferi> unvanıyla gönderilen bir parçayı iyi ve güzel bulmuyorum. 

     Ruh hassasiyetimin gerdûne-i saffetine mürtekiz şanlı bayrağım hayal milliyetimin iman letafetinde dalgalanarak geziyor. . . temevvücat dil-firîbi tabl süm’a hazin bir ulviyetin münhanilerini çiziyor. 

Gibi cümleler hem eda itibariyle bizden değildir.  Hem fikir ve tasavvur itibariyle tabiiyetten uzak, güzellikten aridir.  

Zafere doğru:  [muhtelif cephelerde muzafferane harp eden kahraman askerlerimiz ve nakliyat]

     Edirne’den gelen veda manzumesi şüphesiz, bir gayret eseridir.  On bir heceli, doğru taktî’ edilmiş birçok mısralar ve hepsi de biri biriyle münasebettar;  Fakat ne kelimelerin bu tarz ve intisakında ruha uygun bir ahenk duyuluyor, ne manasında bir tazelik his ediliyor;

     Tabiat bu gece ne kadar acı!

     Mevzun, fakat ne kadar ağır ve acı bir vezin!  Bence veznin ana kaidesi şudur;  Yüksek sesle düzgün okunacak ve sesin edası istenen manaya uyacak!

     Hanım elleri, Halid Ahmed;  Belki müstear bir isim;  Fakat muhakkak müstear bir ifade.  Hatta bunu kendisi bile söylüyor.

     <<mukaddes sırrımı ifşadan ürkerek sahte elfaz mübâhâtın tantana-i ifadesiyle dudaklarımı bükerken. . . >>

     İlk ilham, nüzhet mağmumu;  Nazmın kitab kaidelerine riayette en çok muvaffak olmuş bir yazıdır.  Lakin bu da ilhamını kafiyelerden alan bir genç. . .   Bununla beraber

          Gençliğin asabi semalarında,

          Çırpınırdım <ilham nerededir?> diye;

     Ruhumun karanlık rüyalarında dönerdi gözyaşım bir neşideye!

Kıtasındaki kafiyeyi Cenab pek beğenmese de ben bu kusuru bir terakki vaadi ad edebilirim.

     Kemaleddin Kami imzasıyla Bursa’dan gelen şu manzumeyi ise, kendi serlevhası gibi, fikir tek ruhuna ithafa layık bulmakta karilerimde bana iştirak edeceklerdir.

     Heyhat, ey necib ulu, kim, hangi bir kalem

     Son sayha ad ederdi rebabın cevabını?

     Bizden kadirşinasmı kucaklaştığın adam

     Terk ettik aşiyan ki, attık rebabını?

     Olduk fakat bugün yine kıymetli defterin

     En gölgesiz dudaklara olmakta secde gâh

     Bi-şüphe kır çiçekleri altında makberin

     Arzın bütün melaline şefkatli bir penah!

     Sandık beşer hesabına en çok kederlenen;

     Sandık bu son otuz senenin en mübecceli;

     Garp iştiyak fikre açık bir ufuk. , Ve sen

     Şarkın bu ufku gösteren en muhterem anı!

          Nişantaşı, 3 Eylül 1333

               Hakkı Tarık                                                                   

 Tarih:

Sultan Ahmed Camii

     Garp Türklerinin âbidât mimariyesini sırasıyla ve münasebet düştükçe, mecmua vasıtasıyla enzar-ı tevkir ve ihtimama takdim etmekteyiz.  Bu hizmetin hikmet-i ifasını anlamak istemeyenlere anlatmağa çalışmak, kaidesiz bir zahmet, daha doğrusu fuzuli bir gayret olacağından şimdilik sükûtu ihtiyar ediyoruz.  Resimlerin tarifatı ise unutulan teferruat ve nikât tarihi tezkâr kaidesini cami olduktan başka tertib mantıkiye de mutabık kalır.  Ve halka maziden peyamlar getirir.  Onun için evvelki nüshada arkadaşlardan birinin <Sultan Ahmed salis > çeşmesi hakkındaki tarifatına zeyl olarak Ahmed evvel cami ile mebni olduğu meydan hakkında ufak bir iltikat tarihiyede bulunacağız;

     Medeniyet milliyenin temasil mütehacciresinden bulunan cami şerifin – ki şiirde bahtı mahlas on dördüncü padişah, birinci sultan Ahmed’indir – ziynet bahis olduğu meydan, gerek Bizans, gerek Osmanlı tarihlerinde şayi ve kadim bir şöhrete maliktir. Kadim Yunanistan’da, hemen devre-i esatire kadar irca edilebilecek bir zamandan başlayarak hipodrom tesis edilmiş ve bittabi Bizanslılara da intikal eyleyerek, orada da şimdiki meydan intihab olunmuştur.  Emrah Efendi merhumun işareti veçhile hipodromun tercüme-i kâmilesi at meydanıdır.  Bizlerce de burası hep at meydanı, hep sultan Ahmed meydanı namlarıyla mütearif ise de ikinci ismin maneviyatı birinciyi geçmiş ve sultan Ahmed meydanı unvanı galip gelmiştir.  Hususiyle orada Osmanlılar devrinde de at müsabakası, cirit oyunları oynanılmış ise de bilahare terk edildiğinden – bir abide-i diniye ve milliye ye izafetle – ikincinin galebesi daha muvafık olmuştur, denilir. 

     At meydanının inşasına Roma şark imparatorluğundan (Severus) tarafından başlanılmış ve Bizans tarihlerinde büyük unvanıyla yâd edilen “Konstantin” tarafından ikmal edilmiştir.  Onun zamanından itibaren her sene Bizans’ın yevm-i tesisine mesadüf günde orada büyük yarışlar icra edilmeğe başlandı.  O zaman at meydanının dört kapısı vardı.  Derununda ise biri imparatora mahsus olmak üzere sundurmalar inşa edilmişti.  Meydanı zamanın en büyük asar sınaiyesi tezyin eder.  Câ-be-câ heykeller, timsaller bulunurdu.  Bu masnuat nefise-i beşer, Bizans’ın Fransızlar, Venedikliler tarafından sıra ile duçar-ı istila olduğu zaman, medeni (!) gasiblerin elinde parça parça olmuştur.

     Devr-i Süleymaniye’nin veziri makbulü İbrahim Paşa, Macaristan seferinden avdetinde Budin beldesinden itinam edilen Herkül, Diana ve Apollon timsallerini kendi konağının da bulunduğu bu meydana nasib ettirmiş idi.  Bu keyfiyet sui telakki edilerek hatta şair;

     Bir halil evvel gelip etmişti esnâ’ şikest

     Sen halim su kürreden kıldın cihanı pütperest

     Beyt meşhurunu bunun üzerine söylemiş.  İbrahim Paşa terk-i hayat ettiğinden sonra bu timsaller de oradan kaldırılmış.  (muhit-h arif  Emrah Efendi merhum – 1318 tabi – sahife 428)

     Elyevm at meydanında çümlenin manzuru olduğu üzere üç sütun kalmıştır.  Bunlardan biri Ferâine-i Mısırdan (Thutmasis) tarafından nasib edildiği anlaşılabilen ve şark imparatorundan < 1.Theodosius> tarafından İstanbul’a getirilerek at meydanına rekz edilen dört köşe, tahminen altmış kadem irtifaındaki taşdır.  Üzerindeki nakış, Mısır hat gehaniyesidir.

     İkincisi:  yılana benzeyen burmalı sütundur.  Sâlif-l değer Konstantin bunu kâhinleri meşhur olan Yunanın Delphi şehrinden getirtmiştir.  Bu sütun pek kadim imiş.  Üzerinde Delphi hanlığına mahsus ve altından mamul üçayaklı bir iskemlesi de var imiş.  Sureti şikesti hakkında evliyacılığı da bir rivayet vardır.  Üçüncüsü, meydanda müntehasını gösteren ve elyevm gayr-i muntazam şekilde görülen direktir ki bunu da Konstantin tamir ettirmiştir.  Evilleri kâmilen bakırla kaplı ve bakırlar da yaldızlı imiş. 

Hatırat:  [Fatihte Macar kardeşler caddesinin resm-i küşadı.]

          At meydanı Bizanslılardan Osmanlılara intikal edince yine şöhret kadimesini muhafaza etti.  Ve meydan, dilaveran Osmaniye mehil cevelan oldu.  Bizans zamanında orada – Fatih devrine olan alakayı külliyesi hasebiyle tarihlerde pek çok zikir edilen ve oğlunun hikâyesi her nedense hameri çokça işgal eyleyen – nûtîrasın sarayı bulunduğu gibi ba’de-l fetih, ekâbir Osmaniye’de izhar-ı rağbet eylemişlerdir:  Makbul İbrahim Paşanın konağının orada olduğunu tarihlerden anlıyoruz.  Azam hamiyet-perveran veziradan şahid sayid Sokullu Mehmet Paşanın konağı da orada imiş.  At meydanının güzel bir tasvirini de – sair tasvirat müheyyiceyi tarihiyesi arasında – yapmağa himmet buyuran üstad vatanperest Kemal Bey merhum vezir sani Ahmed Paşanın konağı da orada olduğunu yazar.  (Cezmi Hikâyeyi meşhuresinin bu tasviri ihtiva eden sahifeleri dikkatle okunmalıdır.)  bizce, at meydanı tarih-i Osmaniye yalnız bu türlü girmemiştir.  Tarih sahifelerini dolduran nice velveleyi ağraz, hayhuy ifsadat arasında meydan bir şöhret şayei iktisab etmiştir.  Orada kadimen büyük bir çınar ağacı mevcut idi ki, avcı sultan Mehmed zamanında hadıs olan vakıayı malümede bazıları orada berdar edildiğinden esatire giren bazı menkulata atıfla bu ağaca <<şecir ve kavak>> ve o vakaya <vakayı vakvakıye> denilmiştir. 

     Hatıra:  vakayı vakvakıye Avcı Sultan Mehmet zamanında hadis olmuştur ki; Naima tarihinin altıncı cildinde, 139 ncu sahifesinde <zuhur-i fitne ve vakıayı çınar> ser namesiyle başlar.  Ve merhumun kendine has olan latif ve düşündürücü ifadesi arasında sahifelerce devam etmiştir.  Fitne 1066 senesinde zuhura gelmiştir ki, garip fitin arasında bilhassa şayan-ı tez kârdır.  Sebeb-i zuhuru olarak saraydaki bir takım mukarrinin tevcih şahaneden bil istifade dâhil ve hariç umuruna müdahale ve sekenin ayarını tağşiş ederek zayıf akçe ile ibadullah ezrâr etmeleri imiş.  Fakat aslına gelince, bazı perver-dükkân ikbalin muhacir nazar-ı iltifat olmaları ve bazılarının mührü sadareti elde etmek emelinde bulunmaları akvayı ihtimalattır.  Nami buna işaret ve vaka nüvis Abdülrahman Şeref Bey Efendi tarih muhtasarlarında erkân-ı devletin iraeyi tarık eyledikleri. . . İbaresiyle tasrih-i hakikat eylemiştir.  Avcı Sultan Ahmed devrinde başlıca iki meşhur kadın siması görülür ki, biri büyük valide Kösem Sultan, diğeri küçük valide Hatice Turhan Sultandır.  Umur-i devlete müdahaleleri ne derece olursa olsun fert hamiyet ve gayretleri söz götürmez.  Hususiyle bir de o zamanlar, marifet ümmet son dergâh-ı cehle imiş, erkekler değil, vezira bile okuyup yazmaktan kalmış iken iki kadının fetk ü retk umurda bu dereceyi bulmaları muhakemat tarihiye namına ne türlü mütalaat yürütülürse yürütülsün daima takdirler ile karşılanmalıdır.  Hayıf ki, nice işlerde adem-i muvaffakıyet hatta hezimet ve haybete belki nikbete sebep olan garazkârlık ve muhasedat-ı ikbal, bu iki kardan sultanın arasına sokulan ve daima medar-ı tezvir ve ifsad olan bendkani birbirine düşürmüş ve derin reviş usul ve idrakatı muarıza ve menafeseye geniş fakat kanlı yol vermiş olduğundan Kösem Sultan, zorbalar elinde can vermiştir.  Ebu’l Faruk tarihi sahibi, eserinde Kösem Sultanı son bir şiddetle hadidane muahaza eder.  (cilt: 6 sahife: 209) Bizans ef’âldan ziyade zihniyet tahakkümü, kudret icraatı düşünüyoruz.  Bu meyanda Müşahir’un-Nisa sahib-i faziletin eserine iktifâen Valide Sultanın yalnız hayrat ve müberratı defterini yazmak fikrinde de değiliz.  Yalnız şurasını söylemek istiyoruz ki, Kösem Sultan, bir harem Sultanı yahut şeker pareye kıyas edilemez. 

     Vaka-i vakvakıye’nin tarih zuhuru 1066 senesi cemaziyelevvelasının altıncı günüdür.  Zorbaların ayak divanında zat-ı hümayundan, başlarını istedikleri otuz kişi idi.  Bunların bir kısmı ihtifa etmiş ise de diğerleri birer birer eyadi-i erbab-ı şekaye geçmiş ve naaş zahmedideleri mahud çınar ağacına asılmıştır.  Bunlar meyanında bir de kadın bulunuyordu ki, Melike usta yahut müneccim başı tarihinin kaydı üzere melike kadındır.  (tarih Ebu’l Faruk) bu kadının Avcı Sultan Mehmed’e olan hizmetlerinden hararetle bahis ettikten sonra hissen ve anını ve cazibe-i etvarını ayrıca kayıt eder.  Ma’dud ve belki emsali gayri meşhud efazıl müteahhire İslamiyeden Zihni Efendi merhum birinci ve sonuncu olan Meşahirü’n Nisa telif latifinde Melike ustanın tercümeyi halini yazdığı sırada Naima’nın telhisen fitneyi mezkure hakkında birkaç satır yazıyor ki münekkih bir tarif ve vukuattır:  cilt: 2 sahife: 224 – 225.

     O tarihte zorbalar, <<saray hümayunda ve dışarıda bazı kimseler umur-ı devlete müdahale üzere olmalarıyla hazineye ve mevacibe kesr-i noksan tertip etmiştir.>>  Diye beş on kişinin ismini defter edip katillerini talep eylemişlerdi.  Taleplerinde ısrar ile ele geçirdiklerini öldürüp ve öldürülmüşleri alıp Sultan Ahmed meydanında bir çınar ağacı var idi ona avenk ederlerdi.  Bu Melike usta dahi sipahiler ağalığı payesiyle mütekaid olan zevci (Şaban Halife) birde (hoca Bilal ağa) isminde saray hümayun hizmetinden diğer bir kimse ile beraber vezir ile mahsus olan azil ve nasib umuruna müdahale ediyorlar diye şöhret bulmuş olduklarından mütecessisler eline düşüp katl olunduklarından sonra cesetleri ser-nigûn olarak mahud ağaca bir dar-ı evl dıraht nambarın Namiyanın kulunca şecereyi vakvaka “2” nümûdâr oldu.   İstanbul’un bir şair pesendide tarzı nazım atibi ol vakit hale münasip söylemiştir.

          Cam ikbale ne tarh etti bilinmez saki,

          Bağban felek gine güdâzı seyir et

     Zihni Efendinin ifadesi burada hitam buluyor.  Fakat makale, hitam bulmadı.  Bir garip sahib-i kalemi <<kıssayı yazmak istedim muvaffak olamadım>> cümlesiyle ifadeyi münakkahanın makbuliyetine işaret eylemişti.  Çok yazmak aleti, at meydanının itmam tasvirine mani oldu.  Bu haftalık sözü burada kesmeğe mecbur oldum.  Meydanın sergüzeşt tarihiyesinin bakiyesinden, cami şeriften ikinci bir makale ile bahis edeceğim.

     Hüseyin Kâzım

 ————————-

     [ 1 ] – Meşâhîr-l nisa bizde henüz emsalini görmediğimiz faideli, her manasıyla muhakkakane bir eserdir.  1295 senesinde matbua-yı amirede muharririne mükâfaten maarif nezareti tarafından bastırılmıştı.  Yeni zihniyetler, yeni felsefeler, ne düşünürse düşünsün, biz eskileri yenilerden daha hamiyetli buluyoruz.  Mütalaaların, nazariyelerin tebdili bu kitabın tenakus kıymetine sebep olamaz.  Hele ihtiva ettiği malumat-ı şarkîye her zaman için ehemmiyetlidir.  Biz isterdik ki, henüz idrak ve temsil etmekten uzak bulunduğumuz nazariyatı ötekinden berikinden işiterek nakilcilik edeceğimize telakkiyat ahireye layık bir eser meydana getirelim. 

     [ 2 ] – şecir ve kavaktan yukarıda bahis edilmiş idi.  Asım Efendi merhum, bürhân katide bir takım hikayat esatiriyeye girerek bu şecerin <<Cezayir Çin’den Cebel İstafyon verasında<<vakvak>> ceziresinde neşv-ü nemâ bulduğunu azar (Mart ayıdır. Takvim Farisi’de Teşrin-i sani ye ıtlak olunur) ayında çiçek açıp Nisan ayında bil tamam insan şeklini altığını ve Haziran nihayetinde düşmeğe başladığını ve düşerken <<vak, vak>> diye bağırdığını>> yazar.  Azasından tamamen insana müşabe olduğunu söylediği sırada rayihayı latife ve lezzet garibesinden bil bahis ve kaht amiz bir işaretten sonra bu garibeyi istib’ad etmez.

3.Thutmosis    Julianus’   1.Theodosius

     ( 1 ) – barbarossa

Ummanın hitabesi

Barbaros’un cevabı

       Bir gün bir yiğit Barbaros’a, birkaç İspanyol kaptan

     Bir barışık meclisinde ederlerken muhabbet

     Söz açıldı gemilerden, denizlerden, kavgadan

     Bir İspanyol dedi:

         << – sizin gemilerde yok sürat!

    

     Herkes sustu, bir genç Türkün ateş bastı yüzüne,

     Yiğit kalbi yaralandı, eli gitti kılıca;

     Lakin edep mani idi kaldırmağa gözünü,

     Bir saniye genç korsana uzun geldi haylice!

    

     Beyaz saçlı, denizlerin eski kurdu amiral ( 1 )

     Çatık kaşlar gölgesinde kılıç gibi parlayan

     Derin, çakır gözlerinden pek müstehzi bir meal

     Uçurarak cevab verdi:

          << – doğru söyledin, kaptan!

 

     Gemileriniz bizden seri, kısa sürer kavganız.

     Bence öyle yürük gemi lazım değil Türklere:

     Çünkü Türkler mertlik için yaşar, ölür, doğarız.

     Ne kavganlardan kaçarız, ne kaçanı kovarız!

  1. Ağustos, Göztepe

Ali Rıza Seyfi

Karadeniz’de büyük bir fırtına

 – geçen nüshadan mabad –

     Peyk-i Meserret Ereğli’den tersaneye kömür nakliyatında kullanılan üç sefineden biri idi.  Süvarisi zabitan bahriyeden Hamid Kaptan olup zabitan ve efrad 50 ila 200 kişiyi hamil bulunuyordu.  Peyk-i Meserret birkaç gün evvel kömür yüklemek üzere İstanbul’dan Zonguldak limanına gelmiş, fırtınanın zuhurundan evvel 700 ton kadar kömür yüklemişti.  Kurtulan askerin beyanına nazaran;  Fırtınanın zuhurunda sefine denir taramağa başlamış olduğundan hemen istim tutarak Zonguldak’tan kalkmış ve sahilden mümkün olduğu derece açık bulunmağa gayret ettiği halde Ereğli limanına müteveccihen hareket eylemiştir.  Lakin sefinenin makinaları tekneye nazaran küçük ve kuvvetsiz olduğundan şiddeti gittikçe tezayüd eden fırtınaya ve emvac-ı cesimeye karşı ilerlemekte izhar-ı acz etmiştir.  Sefineyi ileri götürmek, ale-l devam tehlike mıntıkasına düşmekten men etmek için bütün mesai ve tedabir sarf olunduğu halde hepsi semeresiz kalmıştı.  Gecenin zulmeti her tarafı kaplayarak fırtına bir kat daha kesb-i şiddet ettiği esnada artık teknenin bir adım ilerleyemediği, hatta dümene itaat eylemediği görüldü.  Koca korvet emvac azimenin oyuncağı ve sevkine tabi bir halde kalıp kayalık sahile doğru düşmeğe başlamıştı.  Geceleyin saat 9 da bizim Kozlu mersâsı önünde seçtiğimiz donuk ziya, Kozlu burnu döner dönmez gark olan talihsiz Peyk-i Meserret korvetinin feneri imiş!

     Peyk-i Meserret Kozlu burnunun ötesindeki dik yara düşüp o anda gark olmuş idi.  Kurtulan neferin sözünü duyan Hüseyin Bey hemen mağruk firkateynden o dik yarı tırmanıp çıkmak bahtiyarlığına nail olmuş kazazedeler varsı bulmak ve muavenet lazımede bulunmak üzere bir taharri ve imdat müfrezesi gönderdi.

     Pek az sonra imdatçılar on iki yaralı, ölüm derecesinde bitap bahriye askeri getirdiler.  Ben şu satırları yazarken kurtulanların adedi on yedi kişiye baliğ olup bunlardan on dört kişisi hasta haneye yatırılmıştır.  Bahriye etıbbasından İzzet Bey bu zavallıları pek büyük bir dikkat ve şefkatle tedavi etmektedir.  Hem garip, hem müellim bir hadise olmak üzere söyleyeyim ki:  Geminin elli kişiye varan zabitanından tek bir zabit kurtulmamıştır!

     Yarın dalgaların sevkiyle sahile atılmış bulunacağına şüphe olmayan ecsad için istihzarat tedfiniyede bulunuyor. 

     Şimdi vasıl olan telgraf nameden, Zonguldak’tan kömür yüklü bir Osmanlı berikinin karaya düştüğü, lakin taife ve kaptanın kurtulabilmiş oldukları anlaşıldı. 

     Kozlu’dan bir saat mesafede olan Kilimli’de kömür yüklemekte olan iki yelken gemisi karaya gidip parça parça olmuştur.   Kilimli önünde demir üzerinde olan bir sefine varsa da bunun kendini muhafaza edebilmesi ancak direklerini vakit münasibinde ta güvertesinden kesip atmak sayesinde müyessir olmuştur. 

     Kozlu ile Kilimli’nin arasındaki mesafenin ancak 10 mil İngiliz’i olduğu halde bu kısa mesafe dâhilinde dört büyük yelken gemisi, bir korvet zayi ve 150 den fazla insan telef olduğu düşünülürse Karadeniz sahili boyca maatteessüf daha büyük zayiat ve telefatın vuku bulduğuna inanmak icap ediyor.

     Kilyos’tan varid olup henüz katiyet kesb etmeyen haberlere nazaran orada da İstanbul için kereste yüklemekte olan on kıta yelken gemisi karaya gitmiştir. 

     Büyük bir fırtına esnasında cankurtaran istasyonları ne ile meşgul olur?

     Adeta Hint garbi adaları civarında kesr-ül vuku olan ve Harikan (Hurricane) denilen müthiş hadisat havaiye cinsinden olan bu fırtına esnasında Karadeniz sahilimizdeki cankurtaran istasyonları efradı ahdet kahi masanesine tertip eden ve zaif gulanenin ne olduğunu şu satırları okuyan karîlerimiz ancak pek zayıf olarak tasavvur edebilir.

     Tahlisiye mevakiinin raporlarına nazaran, cemi konu tuluadan bir müddet sonra fırtına birden bire karayelden patlamıştır.  Fırtınaya yağmur refakat ediyordu.  Pek kısa bir müddet sonra çatlaklar (yani sığ sahile gelip yuvarlanarak patlayan dalgalar) dağlar gibi yükselmeğe başladı.  Takriben kable z-zevâl saat on bir de Irva (Riva) cankurtaran merkezi nöbetçisi bir Arap mavnası müşahede etti.  Bu teknenin bütün yelkenleri rüzgârın pençesiyle parçalanmış, uçmuş olduğundan fırtınanın önünde sürülüp gidiyordu.  Sahile altı yüz yarda kadar kalınca Riva suyuna yakın bu mavna karaya gitmekten kurtulmak ümidiyle mevcut demirlerini funda edip taife tekneyi hafifletmek üzere hamile olan keresteyi denize dökmeğe başladılar.  Bu hali gören istasyon kumandanı kaptan Samers cankurtaran filikasını donatıp denize attı ve kahraman cankurtaranlar ölümlerini göze alarak bu tuğyan tabiat içinde kalanların canlarını kurtarmağa şitab ettiler.  Lakin çatlaklar arasında biraz kati mesafe olunca kıyıdan Samers denizin ilerisinde birçok ağır kerestelerin, kütüklerle yüzmekte olduğunu gördü.  Bunlar mavnadan atılan kerestelerdi.  Emvacın telatumuyla bu ağaçların başları dalgaların üzerinden üç dört kadem yükseliyor ve cankurtaran sandalının üzerine atılarak pek korkunç ve amansız bir tehlike teşkil ediyordu.  İlerlemek imkânı münkati olmuştu.  Binaenaleyh bin müşkülat ile cankurtaran sandalı tekrar karaya alınarak mavna taifesini kurtarabilmek üzere roket tertibatı mehil münasibine reks olunmuştu.  Aynı zamanda kazazede tekneye de taifenin artık kereste atmaması için işaret verildi.  Taife bu işten fariğ olunca cankurtaranlar sandallarına bir daha girdiler.  Lakin sahilden henüz biraz açılmış idiler ki;  Mavnanın demirlerini keserek karaya gelmekte olduğu görüldü.  Cankurtaran sandalı tekrar karaya alındı.  Efrad sahile yaklaşan kazazedeleri kurtarmak tedbirinin tatbikine şitab etti.  Mavna Riva ile Saadet deresinin arasında sahile atılmıştı.  Altı kişiden ibaret olan mürettebat roket halatları, dalga yumaları ve sair edevat sayesinde tahlis olundu. 

Bahriye hayatı:  [bahriyeyi şahane makineci sınıfları]

Bahriye hayatı:  [geçen sene resmi küşadı icra edilen Galata Saray tarbiyeyi bedeniye kulübü denizcilik şubesi

     Tam bu esnada Kelagra (Anadolu sahilinde ) ki istasyondan gelen bir haberci arması budanmış bir sefinenin Aracıflar ile Karaburun’un tam ortasında ve sahilden dört mil kadar mesafede demirlediğini ihbar etti.  Cankurtaran efradı sabahtan beri boğazlarına kadar su içinde kürek çekmiş, uğraşmış olduklarından soğuktan pek ziyade mustarip olmakta ve yorgun idiler.  Kaptan Samers bunlara birer kupa çay tevzi etti.  Ve bu fırtınaya karşı uzun bir mesafeye kürekle uğraşarak ve denizle boğuşarak gitmek lazım geldiğinden işe hazırlanmalarını tembih etti

     Pek az müddet sonra, bu deniz fedaileri, bu insaniyet kahramanları, tekrar cankurtaran sandalı ile emvaç huruşanın gîrûdâr biamanına atıldılar.  Hâlbuki kuvvetli ve son derece idmanlı olan bu adamlar bütün kuvvetleri ile küreklere asılmakta oldukları halde dış çatlakları atlayarak denize çıkabilmek mümkün olmamıştı.  Cankurtaran sandalına baş tutturmak gayri mümkün idi.  Çünkü vurud eden her dalga sandalı durduruyordu.  Ve sandal henüz yol kazanmağa başlamadan uğultularla yaklaşan diğer bir dağı daha tırmanmak lazım geliyordu.  Bütün bu esnada akıntı şiddetle hükümran olmakta, sandalı gayri kabil-i mukavemet bir kuvvetle garba doğru sürüklemekte, efratta ise hiç hal kalmamış bulunmaktaydı.  Tabiat mütehevvir ile girişilen bu mübareze-i kahramanane nihayet sandalın dalgalarla, rüzgârla geri geriye sürülmeye başladığı ana kadar devam etti.  Sahil münhıtt ve müstevi olduğundan büyük çatlaklar hattı dâhilinde şarka doğru yol almağa çare bulunuyordu.  Bu veçhile ilerlenerek buruna takrib olunduysa da burada tekrar denizlerle karşı karşıya gelindi.  Efrad şimdi asap ve adalelerini koparırcasına bir şedid ve gayretle küreklere asılıyordu.  Cankurtaran istasyonu kumandanı olan İngiliz’in de tasdik ettiği veçhile, Türkler cihanın her milleti içinde en iyi kürekçiler olduğuna rağmen cankurtaran sandalı tekrar geri geri gitmeğe başladı.  O kadar cesim ve gök gürültüsüne müşabe uğultularla patlayan dalgalar geliyor ve rüzgâr o derece harikulade bir şiddetle esiyor idi ki;  Bir şey yapabilmek külliyen gayri mümkün idi.   Hatta filikanın çatlakları atladığı farz olunsa bile en az on mil daha kürek çekmek icab edecekti.  Kaptan Samers kazazede teknenin sahilden çok açık olduğunu, orada ka’arı bahrin pekiyi demir tuttuğunu bildiğinden vukuuna intizaren şimdilik derenin içinde cankurtaran filikasını demirledi.

Gurup şemsden biraz evvel, yağmakta olan kesif yağmur perdesi arkasından Klagra cankurtaran istasyonunun dört mil gündoğusu tarafında demirlemiş diğer bir tekne müşahede edildi.

Şimdi kaptan Samers, bu metin ve anûd İngiliz kahraman cankurtaranlarını etrafına topladı.  Bunlara bir kere daha denize çıkmak, dalgalarını bir kere daha denemek fikrinde bulunduğunu söyledi.  Hâlbuki efrat on iki saatten beri ıslak, aç ve yorgun çalışmaktan ellerini ayaklarını kımıldatamayacak bir hale düşmüşlerdi.  Binaenaleyh;  Bu halde ve bu müthiş fırtınada o kadar uzak bir mesafeye kadar kürek çekebilmek istidat insaniyenin haricinde idi.

Bunun üzerine kaptan Samers Klagra istasyonuna şitab ederek, sefine demirlerini kestirdiği halde mürettebatı tahlis için icab eden tertibat mahsusayı mükemmelen ihzar etti.  Artık gece hulul etmiş olduğundan bütün istasyon efradı denizde ne olduğunu anlamak için o levhayı müthişeyi tarassud ile meşgul oldular.

Hava açılmağa başladığı esnada kaptan Samers irvâya avdetle hemen tekrar cankurtaran filikasını denize attırdı.  Bu defa cankurtaran deyip geçiverdiğimiz bu şeklen mütevazı, lakin hakikatte muhteşem imparatorlardan muazzam kahramanlar tam üç saat kürek ve yelkenle mücadeleden sonra açıkta demirli teknelere yetişmeğe muvaffak oldular!

Ali Rıza Seyfi

     Nemse

NEMSE DONANMASI

     Asırlarca Apanin yarım adasında mütevattın milletlerin hedef tahassürü, şark sahillerini ele geçirerek Adria’ya bir (İtalyan denizi) diyebilmekti.  Binaenaleyh milletin âmal ve tasavvuratı tahkik etmek imkânı görüldüğü anda, İtalya donanmasının da icap eden kudret tesbitiyeyi göstereceğine intizar edilecekti.   Ne boş intizar!  1915 Senesi Mayısının 23 ncü günü İtalya, Avusturya – Macaristan devletine ilan-ı harp ediyordu.  Bu güne kadar İtalya donanması tarafından – bir vakitler o kadar hararetli arzular, tahassür gösterilen Adria’yı (bizim deniz) yapmak için – hiçbir teşebbüs fiâlat gösterilmedi.

     Zat-ı alileri,  işbu talimatı ahz ve telakki edince düşman donanmasını aramak ve tesadüf edildiği surette bilâ tereddüt taarruz etmek üzere maiyetinizde bulunan donanma ile denize çıkacaksınız.   Muharebe, tamam ve kati bir muzafferiyet kazanacak veçhile şedid bir surette icra edilmek lazımdır.  Avusturya filosu Pola limanında bulunacak olursa zatı alileri burasını abluka edeceksiniz.   Adriyatik denizinde deniz seferimizin hedef-i maksudu, her şeyden evvel buraya hâkim olmak.  Avusturya filosunu bu denizden sürüp atmak olmalıdır.  Her tesadüfte düşman takip edilmeli, duçar-ı taarruz olmalı.  Ve şedid darbelere hedef edilmeli veya hiç olmazsa limanlarına sürülmelidir.  Buralarda dahi denize çıkamayacak veçhile abluka altında bulundurulmalıdır.  Zat-ı alileri bilirsiniz ki İtalya, donanmasını istikbalinin kudret vasatatı suretinde telakki eder.  İtalya’nın en güzel şehirleri deniz sahilinde kâindir.  İtalyan sahilleri fil hakika İtalyan olduğunu gösteriniz.)

     Bu talimat, Avusturya – Macaristan devletine ilan-ı harp edildiği zaman [13 Mayıs 1915] İtalyan kuvayı harbiye yi bahriye başkumandanı amiral Betolu’ya verilmiş olmak lazımdır.   Mamafih filhakika böyle bir şeyi olup olmadığı bu mealde bir talimatnamenin İtalyan amirali tarafından alınıp alınmadığı meçhulümüzdür.  Her halde böyle bir talimatnamenin aslı, Kont Betolo’nun eslafından Amiral Persano’ya 7 Temmuz 1866 gönderilmişti.  Amiral Persano, emin ve mahfuz Ankona limanında yatmağı, kayalık Dalmaçya sahilleri – o vakitler henüz tahtelbahir mevcut değildi – gibi tehlikeli sularda dolaşmaktan daha hoş bulmuştu.  Bu cesur Amirali, dalga kıranlar arkasında yatan zırhlılarıyla dışarı çıkarabilmek için pek ziyade gayret ve mesaiye ihtiyaç görülmüştü.  14 Temmuzda Kralın, ta’vik ve tereddüt siyasetini terk etmediği surette memuriyetten azil edileceğini natık bir telgraf namesini alınca mütevekkilane tali harbi tecrübe etmeğe karar veriyordu.  Bu tecrübenin neticesi malumdur.  Temmuzun yirminci günü İtalyan donanması, kendisinden daha zayıf olan Nemse filosuna mağlup oluyordu.  Burada 7 Nemse zırhlısı ve 7 ahşap firkateyim, 12 İtalyan zırhlısı ile 8 ahşap firkateynine karşı mücadele etmişti.  İtalyanların esbabı mağlubiyeti ne olmak lazımdır?  Maruf İngiliz muharriri bahri Frad Jane, bu muharebeyi bahriyeyi şu sözlerle tenkit eder.  (İskender-i kebirin koyunun çokluğu kurdu korkutmaz darb-ı meseline göre Lisa muzafferiyeti korkusuz bir cesaretle kazanılmıştır, Avusturya sefaini, kurdun, bir koyun sürüsü içine dâhil olması gibi, bilakayıd ve endişe mahmuz darbeleriyle etrafa saldırarak İtalyan teşkilatının içerisine girmiş, bunu çarçabuk tam bir adem-i intizama uğratarak parça parça etmişti. 

     Bu güne kadar bu harpte Adriyatik denizi büyük bir muharebeyi bahriyeye cevelan gâh olamadı.  Mehaza İtalyan donanmasının 1866 senesinde ihtiyar etmiş bulunduğu ihtiyatı hatt-ı hareket, bugün yeni baştan İtalyanlarca mültezim bulunmuştur.   O zamanlarda olduğu gibi bu gün de gemilerin adedi ve kuvveti itibariyle İtalyan donanması, Nemse’ninkine faiktır. 

     İtalya bidayet-i harpte 240300 tona baliğ olan 20 hatt-ı harp sefinesi ve zırhlı kruvazöre: Avusturya – Macaristan dahi, 171000 ton eden 16 gemiye malik bulunmuştur.   Hâlbuki merakib harbiyeyi safiraca İtalya bahriyesi Avusturya’dan zengindi.   Evvelkisi faraza 33 muhribe – 69 açık deniz torpido botu ile 2 tahtelbahre sahip iken sonrakinde ancak 19 torpido bot muhribi, 30 açık deniz torpido botu 6 tahtelbahir – harp ve darbe mahya olmak üzere – vardı.  İtalya, harbe takaddüm eden son üç sene zarfında teçhizat bahriyesi için 156 – 173 ve 205;  Avusturya – Macaristan dahi, 104, 118 ve 155 milyon mark sarf eylemişti.  Bugün İtalyanların teçhizatı için meblağ mühimme sarf ettikleri donanmadan bir şeyler beklemesi bu suretle kabil izahtır.  Bu ana kadar muvaffakıyet, Nemse donanması tarafındadır.  Müttefiklerimizin donanması,  bidayet muhasemattan itibaren büyük bir ehliyet ve dirayet gösterdi.  Nemse tayyareleri, ilan-ı harbi müteakip Venedik tersanesini bu mübalağamış, torpido botlarla sair kuveyi hafife, İtalya sahillerine taarruz eylemiştir.  Bu taarruzlar, ale-l-ekser tekrar edilmiş ve belad sahiliyeye birçok haşarat yapılmıştı.  Adriyatik denizinde bilhassa tahtelbahirlerin Nemse fiiliyatı şayanı takdir görülmüştür.  Birçok düşman sefain-i harbiye ve tecrübesi bunların torpidolarına kurban olmuştur.  İtalyan zırhlı kruvazörlerinden Amalfi (4 -7 -15) Guseppe Garibaldi (18 – 7 – 15) tahtelbahir torpidolarıyla gark edilmişti.  Bunlardan maada Liverpool sınıfından bir İngiliz kruvazörü, İtalya markalı bir Nemse tahtelbahri tarafından (9 – 7 – 15 de) batırılmıştı.  Torpido, hatta tahtelbahir gibi düşman merakib bahriyesinden batırılanların adedi pek fazladır. 

     Bu ana kadar Nemse donanmasının duçar olduğu zayiat, son derece azdır.  Daha bidayet harpte 16 – 8 – 1914 faik Fransız kuvayı harbiyesi tarafından Zenta küçük kruvazörü batırılmıştı.  Bundan başka Lebika ve Telgraf torpidobotları 29.12.1915 zayi edilmiş, en nihayet U 3 markalı 12.1.1915 ve U 12 markalı 12.8.1915 gibi birkaç tahtelbahir kayıp olmuştur. 

     Adriyatik’te Nemse donanması için asıl düşman, İtalya donanmasıdır.  Sık sık ve fakat muvakkaten buralara uğrayan Fransız ve İngiliz kuvayı harbiyesi, meydanı bugün kâmilen İtalyanlara terk eylemiştir.  İtalyan donanmasının fiiliyatı, ne şekilde zahir olacaktır?  Biraz evvel gördüğümüz gibi Adriyatik’te İtalyan donanması, şimal Avrupa sularındaki İngiliz donanmasının rolünü kabul etti.  Şimal denizindeki İngiliz filoları gibi Adriyatik’te bulunan İtalyan donanmasının ihtiyatkârane bir surette hareket ittihaz etmesine sebep, en ziyade Nemse tahtelbahirlerinin faaliyetidir.  Her halde İtalyan donanmasının sevk ve idaresi, bu ana kadar, cesur bir düşmanı mağlup etmek için icap eden şimei gayretten o kadar nasibedar olmadığını irae etti.  Hâlbuki İtalyan donanmasının sefain malzemesi pek mükemmel olduğu müslimdi. 

     İtalyan inşaiye mühendisleri, mükemmel ve her cihette müslim olan anar sanaiyeleriyle yüksek bir mevki haysiyet temin eylemişlerdir.  Dretnot fikri, Ghiberti’nin beyninde doğup büyümüştü.  Küçük tahtelbahirlerin yüksek mümessili de Cenova’da, San Georgio, Fiat tersanesinde yetişmişti.  İtalyan sefain harbiyesinde kudret tecavüzüye ile kuvvet tedafiiye, pek güzel cem ve tevhid edilmiştir.  Bundan maada İtalyanların harp gemiciliği istidat ve kabiliyetini ret ve inkâr etmek de doğru olamaz.  İtalyan, kışın sert ve haşin bir mektep terbiye olan Akdeniz’de mesleğinin gavâmızını öğrenir.  İngiliz muharriri bahri Ford Jane, İtalyan sefain harbiyesi mürettebatına dair şu suretle idarei kelam eyler.  Bunlar, misafirperver, hoş, muhabbet ve buharlı yat adamlarıdır.

     Hem de Ruslar ve Fransızlar gibi zevk ve sefaya meclub bahriyelilerdir.  Mamafih muvaffakiyet harbiye namına hiçbir şey iddia edemedikleri gibi hiçbir şey de istihsal edemeyeceklerdir.  İtalya, bunların son herbarını nasıl neticelendiyse ağleb ihtimaldir ki diğer bir Lisa, bundan sonra vukua gelecek harbi de aynı akıbete sevk etsin. 

     İngiliz, bu sözleri harp umumiden mukaddem yazmış idi!  Bu gün bu muhakeme başka şekilde olurdu.  Mehaza umumiyet üzere İtalyan bahriye efradından bahis edildiğine göre bu son hüküm de daha doğru olurdu. 

     İtalya bahriye akademisinde tarih bahri ve harp bahri idaresi malumu Roma öbernotu, 1911 senesinde münteşir (sevk-ül-ceyş bahri kavaid ve esasatı) eserinde harp bahrinin sevk ve idaresinde (hâkimiyet bahriyenin bil muharebe istihsali) emniyetini esas olarak kabul ve nisbiyet eylemiştir.  Nispet kuvva, böyle bir gayenin der-akab istihsaline müsaid bulunmazsa la-akal hâkimiyetin düşman donanması tarafından elde edilmesine, olanca gayret ve fedakârlıkla memanet edilmek lazımdır.  Bu mütalaada yeni bir cihet yoktur.  Yalnız ifadatının daha ilerilerinde Adriyatik ahvalini mevzuu bahis eden bir İtalya’nın ağzından biraz garip ve tuhaf görünür.  Adriyatik denizinde temin hâkimiyet emeli, Avusturya – Macaristan donanmasının muvaffakiyetli harekâtıyla bu ana kadar hız fiile ishal edilemedi.  Nemse donanmasının Adriyatik’te istihsal hâkimiyet ettiği iddia edilemezse de – çünkü adeten zayıfı buna manidir.  – Avusturya – Macaristan tahtelbahirlerinin İtalyan hâkimiyetini bir dereceye kadar duçar tezelzül edebildiği müslimdir.  Barnot’un mütalaasınca:  düşman donanmasını tahrip ve imha etmeğe çalışmayan bir kuvveyi bahriyeden pek az şey beklenir.  İtalyan donanması, bu ana kadar bu mütalaanın hükmünü cerh ve ibtal edecek hiçbir fiil gösteremedi. 

     İtalyan donanmasının bu güne kadar bu işi görememesinden mesul yegâne kumanda heyetidir.  Donanmanın bu ana değin hiçbir iş yapmaması ve yapamaması, ne mürettebat ve ne de malzemeyi harbiye için bir sebep itham teşkil edemez.  Gayret tecavüzüye itibariyle noksandan mesul olan kumandanların havas ve hasais maneviyesi, bu günkü hale baistir.  Japon amirali Toğunun, hitam harbi müteakip 20 Kanun-u sani 1905 senesinde donanmayı dağıtırken dediği gibi:  donanmamızın kudret ve vasatatı, yalnız gemilere, toplara değil bilhassa ve her şeyden evvel de, gemilere, toplara ifazayı hayat eden avamil ve müessirat maneviyeye istinad eder.  Nemse donanması, bu harpte Tekitop’un gayretiyle müteharrik ve müttehiç bulunduğunu ispat etti.  Ale-l husus Tekitof’un derslerini hırz can eden tahtelbahir kumandanları, kudret teşebbüse, azim fiiline itibariyle donanmanın o eski ve layemud kahramanından aşağı kalmamaktadırlar.

     Amil manevinin, Adriyatik’te dahi muvaffakıyet nihaiye için ehemmiyet katiyeyi haiz olacağından ümit varız.

          Ahmed  

Deniz hayatı:

 – NEREDE?  DENİZCİLERİMİZ –

     <<sabah>> refikimize

[bazen bir <<varak mühr-i fa>> kadar bile kari’i bulamayan idman mebahisine  mecmua ara sıra tahsis sahaif ediyordu.  Kâğıt fıkdanından dolayı ve vukua gelen son tatil o sahadaki fiiliyat tahririyeyi de durdurdu.  Durdurmasa idi. . .   Şekil ve hal onu belki tadil ve tahdid edecekti.   Çünkü bizde her hafta o sahifeleri işgal edecek idman hadisatı olmadığı gibi mevzuların da tenevvüatı icab edecek kadar muhtelif spor şubatında sahib-i iştigal değil idik.   Fakat başladığımız işi imkân müsaid olduğu kadar iyi bir şekilde yapabilmek kaygısıyla aylarca emek, sâî sarf eyledik.  Maddi tezahüratını görmek saadetine nail olmamakla beraber belki birkaç gence birkaç kelime hatırlattık.  Bu da bir nimettir.  Bilhassa öyle çorak bir zeminde. . .   Şu ikinci intişarımız idman yazılarında işte bu tadilatın ifasına sebep oldu.  Mecmuanın idman sütunları badema muvakkat ve mukannin olmayacak fakat hadisata, mevzua tabi olarak arz edilecektir. ]

Sabah ve “Le Soir” gibi bazı yevmi refikamız ara sıra denizcilikten bilhassa yüzme müsabakalarından bahis ediyorlar.  Bunlardan biri Boğaz’ın bir yakasından öbür yakasına geçmekten bahis ederken “Pas de calais “ yi geçen yüzücüden de bahsi unutmuyor.  Diğeri İstanbul’dan adaya kadar yüzecek bir müsabaka zikir ediyor.  Zikir ediyor ama nihayet bu şamatat sibâhat o iki gazetenin satırları arasında kalıyor, duyulmuyor.  Hatta sabah refikimizin spor kulüplerine karşı bir nida ikazı bile aks-i savt hâsıl etmiyor.

Öteden beri bir endişeyi mahsus ile bu bahsi münasebet namesine istinaden donanmada açmak ve uzun derin münakaşa etmek niyetini bilirdim.  Fakat her şeyde olduğu gibi bunlarda da müsait bir zemin, hiç olmazsa münasip bir vesile beklemek iktiza ediyordu.  Yevmi refiklerimizin şu yukarıda hülasayı arz eylediğim yazıları bu yaprağın açılmamasına iyi bir vesile oldu.

Bizde kulüp denizciliğini (harpten evvel) ve (harpten sonra) ser-nameleriyle ikiye ayırmak iktiza eder.  (harpten evvel) denizcilikle iştigal eden hiçbir yerli kulüp yoktu dense pek de aykırı düşmez.  Zira Moda’da ve Ada’da ecânib tarafından tesis edilmiş olan (yachting kulüp) gibi hayatlarından başka – cemiyet halinde – hiçbir kimse bununla iştigal etmezdi.  Şahsi meraklıları bu meyanda saymamakta hakkımız teslim edilir.  Çünkü bahsimiz kulüp denizciliğidir.

1329 Ağustosu’nda Moda’da icra edilen büyük deniz yarışlarına Moda’daki ecnebi kulübünün tekneleriyle yalnız İstanbul namına bir takım, Galatasaray mektebi namına bir takım ve İstanbul Sultaniyesi namına da bir takım iştirak etti.  Hatta o tarihte kulüp yarışlarına girmek isteyen Anadolu kulübünün üç çiftesini yarış heyeti iskele sandallarıyla yarıştırdı.  Çünkü başka kulüp yoktu.  Ben o yarışta kulüp denizciliğine dair bir emare göremedim.  Yazdığım şu şekle göre kari’îlerin de buna dair bir iz göreceklerini ümit etmem.  Binaenaleyh harpten evvel bizde kulüp denizciliği yalnız ecnebilere has idi.

İlan-ı harpten biraz sonra belli başlı birkaç kulüpte başlayan yahut başlatılan deniz merakı bidayette mühim bir ittisâ gösterdi.   Hatta bu gayri tabii ittisa devam etse idi.  İdman ilmi için mühim hadisattan ad olunacak kadar tesir yapacak, gençlerimizi pek geri kaldıkları denizciliğe cidden rapt edecekti.  Fakat ilk senesinde görülen o hararetli faaliyet nihayet bu kayıt da yalnız <<bir hoş seda>> bırakarak yavaş yavaş intifaya mahkûm oldu.  Bu intifanın bidayeti iki sene evvelden başlar.  Bu günlerde de dem ve epsinini yaşıyoruz.

Geçenlerde Fenerbahçe’de – bilhassa spor kulüplerinin inzimam-ı rey ve muavenetiyle – tertip edilen idman ve kır eğlencelerinde kulüpler namına yapılan deniz müsabakaları bizde deniz idmancılığının yüzünü ağartacak mertebede mi idi?  Evvelen kotra yarışında yalnız Galatasaray ve Türk Gücü dâhildi.  Başka kulüp yoktu.  Bizim bildiğimiz daha birkaç kulübe hükümetçe kotra verilmiş idi.  Nerede o kulüpler ve mesaileri?  Kürek yarışında;  Üç çiftede Anadolu ile Fenerbahçe, iki çiftede Altınordu ile yine Fenerbahçe vardı.  Hepsi bu mu?  Gönül arzu ederdi ki hiç olmazsa her kulüpten iki tekne bu yarışa iştirak etsin.  Bütün o kulüplerin yürekleri ile beraber hep bir cihan şebab mevcat teheyyüç içinde bocalasın.  Bir daha sefere, acısını çıkarmağa ahd etsin.  Gençlik böyle böyle azimkâr ve yılmaz olur.

O yarışlara yüzme müsabakasının da ithali hakkında kulüplerden biri tarafından vaki olan teklifin kulüp müdüranı tarafından kabul edilmediğini de ilave edersem fener müsabakalarına ait kulüp denizciliğinin. . .   Pek de lehimizde olmayan bilançosunu ikmal eylemiş olurum.  Nikbin olmak isteyen kari’îlerimden, belki bu ataleti bizde böyle müsabakaların seyrekliğine itaf edenler de bulunur.  Hatta yakın zamana gelinceye kadar ben de o azar ile teselli bulurdum.  Fakat maalesef anladım ki;  fener yarışlarında görülen hal, atalet değil faaliyet hem de mühim bir faaliyet imiş.  Çünkü:

Son ada yarışlarına girmek için müracaat eden bir kulüp başka müsabık bulunmadığı için ret edilmiş ve yarış heyetince kulüplerden hiç birinin bu yarışlara iştirak için müracaat etmediği eseflerle bildirilmiştir.  Bilahare kulüplerden bazısı diğerleri üzerinde nisbi ve manevi tazyikler yaparak ancak program harici iki yarış tertip edilebildi.

Nerede, denizcilerimiz?  Muhtelif kulüpler arasında bir yüzme müsabakasını icra edilmesi iktiza ederken heyetçe yüzmenin umumi surette ilan edilişi de gösteriyor ki, bu müsabaka içinde kulüplerden rağbet gösterilmemiş.  Acımayalım mı?  Bu noksanı zikir etmeyelim mi?  Bu ataleti harbe, harbin gençler üzerindeki tesirine atıf etmek doğru olamaz.  Çünkü biz yani Türk kulüpleri bu işe harpten sonra başladık.  Vaziyet esaslı surette değişmedi ki?  Tesiratı da değişsin.

Ben şu günahı kulüplerde gördüğün kadar başka avamile de atıf etmek istiyorum:

Spor bir ihtiyaç-ı teheyyüçtür.  Zaten fen bugün iyi mümarese etmemiş vücutlara sporu muzır olarak gösterir.  Çünkü ondan ancak terbiye edilmiş vücutlar faide görür.  Diğerleri zevk alır.  Fakat faide görmez.  Binaenaleyh denizcilikte de bu noktayı aramak mecburiyet mantıkıyesindeyiz.  Yani denizcilik ne maksatla yapılıyor?  İstifade için mi?  Yoksa yalnız ihtiyaç-ı teheyyüç için mi?  Maalesef ne o,  ne öteki.

Evvela bizim kulüplerimizde denizcilik şubesi hiç yoktu.  Bilahare hükümetçe muavenet olarak bazı kulüplere verilen teknelerle beraber o kulüplerde denizcilik şubesi ihdas edildi.  Fakat yapılamadı.  Çünkü işe ters başlanmıştı.  Merak tekeyi getirecek yerde, tekne merak uyandırmağa çalışıyordu.  Ne ise az çok bir faaliyet-i zaruriye ile çalışan iki üç kulüp birden bire durdu.  Çünkü evvelen onların azası arasında denizciliğin son haddi olan yelkenciliğinden anlayan ve zevk alan az olduğu gibi arada müsabaka ve rekabet de olmadığından denizcilik hatta yukarıda söylediğim ihtiyaç-ı teheyyücü de tatmin edecek bir vasıta olarak telakki edilemedi.  Bu işi merak ve zevk ile takip edecek kulüplerde vesait-i zatiyesi ile böyle masraflı bir meşgaleyi başaramazdı.  Ondan dolayı hükümetin hissen niyet ve iyi emellerle verdiği o teknelerden hiçbir istifade temin edilemedi.  Şerait-i gayri mütesaviye dâhilinde ayrı ayrı şekilde teçhiz edilmiş kulüpler arasında bütün hissiyat saikayı rekabete rağmen denizcilik hususunda hissi rekabet hâsıl olamadı.  Bu iki mütehassıs ve meraklı heyet belki bu hayatı uyandırmağa muvaffak olurdu.  Fakat yukarıda arz ettiğim gibi onlar da mazhar-ı himaye olamamaktan mütevellit vasıtasızlık yüzünden ufak tefek, yalnız keselerinin ve sa’y derecesinde bir faaliyet-i mahduda göstermekle iktifaya mecbur oldular ve bizde denizcilik şu kırıntılı vukuat arasında kapandı gitti.  Bu günkü tarz idame ettirildiği halde bu iş, bu bahis ba’de-l mevt de imkân kalmayacak surette ölür gider.

Aksi surette iltizam ediliyorsa hülasaten arz ederim ki;  Evvelen kulüplerden denizcilik yapacaklar ciddi bir tetkik ile ayrılmalı, bunlar müsavi şekil ve surette himaye edilmeli.  Aralarında muntazam ve mukannin müsabakalar yapılmalı ve bu suretle spordan beklenilen maddi faide ve yukarıda arz eylediğim <<ihtiyaç-ı teheyyüç>> ihdas ve ibda edilmelidir.  Bu gün ise ne o var, ne öteki.

Mecmua:   gençliğe denizi sevdirmek de mecmuanın en mühim işlerindendir.  Onun için bu makaleyi derç ediyoruz.  Mecmua, belki makalede serd edilen mutalaata suret-i umumiyede iştirak etmeyebilir.  Maksat ise gençliğe hizmettir.  Onun için bu hususta yazılacak yazılara – muhtasar, ta’rizat şahsiyeden ari olmak şartıyla – memnuniyetle sahifelerimiz açıktır.

İzonzo cephesinde: [İtalyanların son şiddetle hücum eden mağlup oldukları italya cephesinde müttefikimiz Avusturya – Macaristan askerinin ne gibi muvani tabiiye karşısında harp ettiklerini musavver bir levha:  muhabere kıtaatı.]

İzonzo cephesinde: [muhabere kıtaatı]

İSKAJERAK MUHAREBE-İ BAHRİYESİ

“JUTLAND”

Mecmuamızın intişar etmediği eyyamda cereyan eden hadisat-ı bahriyenin en mühimi, şüphesiz (İskajerak) muharebeyi bahriyesidir.  Tarihin kayıt ettiği en büyük deniz cengi olan bu muharebede dünyanın en müthiş kuvveyi bahriyesini teşkil eden İngiliz filosu ile genç Alman donanması, bütün kuvvetleriyle, ilk defa, çarpışmışlardır.  Bu mücadele, hiç kimsenin ümit etmediği bir surette neticelenmiş, muvaffakıyet, iki üç misli faik olmalarına rağmen deniz kurdu İngilizlere değil fedakâr ve mahir Almanlara nasip olmuştur.
Gerek tarihin en büyük muharebesi olması, gerek bütün dünyaca namağlup ad edilen muazzam İngiliz donanmasına müttefiklerimiz tarafından havale edilmiş bir darbe teşkil etmesi itibariyle şayan-ı tetkik olan (İskajerak) muharebesi hakkında, ilk günlerde intişar eden resmi tebliğler ve nim resmi raporlardan başka, pek az yazı yazıldı.  İskajerak muharebesinin fenni harbi bahri, sevk-ül-ceyş ve tabiye nokta-i nazarından bütün tafsilat ve teferruatıyla, bütün vuzuh ve hakikati ile tetkik ve tahkiyesine bu gün henüz imkân yoktur.  Çünkü hal-i harbin devamı, her iki tarafta hakikati söylemekten men etmekte ve bu deniz muharebesini kaplayan perde-i esrar ve zulamın büs bütün refi, uzun senelerin güzeranına ve hepsine bulunmaktadır.  Bu gün yalnız (İskajerak) muharebesinin, hakikate karib bir hikâyesini yazmak mümkündür.
Tarafeynin resmi ve nim resmi mufassal raporlarla neşriyat-ı saireden telhisaten muavenetin tahririyemizden Abidin Daver Bey tarafından yazılmış olan atideki sütunlar, İskajerak muharebesinin sureti umumiyede tahkiyesinden ibaret olup mesleğini son, tetkikat ve mütalaat-ı ilmiye ve fenniyede bulunan bahriye zabitanı için değil, halk için yazılmıştır.  Bu silsile-i makalatı bu nüshamızdan itibaren derç etmeğe başlıyoruz. 

 – 1 –

1916 senesi Mayısının son günü ba’de-z-zuhr saat 4.30 da İngiliz ve Alman keşşafları yekdiğerine tesadüf edip de İskajerak yahut Jutland muharebe-i bahriyesi unvanını alan musaraat-i müthişenin ilk topları gürlemeğe başladığı zaman, iki donanmayı, böyle hiç ümit edilmeyen bir zamanda harbe tutuşturan en mühim amil, ağleb ihtimal (talih ve tesadüf) olmuştu.  Çünkü şimdiye kadar neşir edilen raporlardan her iki tarafın evvelce yekdiğerinin harekâtından haberdar olmadığı anlaşılıyor.  İngiliz donanması (30 Mayıs Salı günü) denize açıldığı halde Alman filosu (31 Mayıs Çarşamba günü) kabl-ez-zuhr saat dörtte yani sabahleyin erkenden ess-ül-harekelerinden hareket etmiştir.  İngiliz donanması, harbin bidayetinden beri ara sıra icra ettiği ve İngilizlerin <<Şimal Denizinin tathiri>> unvanını verdikleri cevelanlardan birini yapmak maksadıyla denize açıldığı halde Alman donanması da – ağleb ihtimal – bütün kuvvetiyle açık denizde bir akın yapmak maksadını takip ediyordu.  İngiliz donanmasının yapmak istediği <<tathirat>> dan niyet ve maksadı, eğer bulabilirse düşmanı yakalayıp kati bir muharebe ile imha eylemek olduğu başkumandanın ittihaz eylediği tedabir ve tertibattan anlaşılıyordu.  Mamafih, İngiliz donanmasının Alman filosundan bir gün evvel denize açıldığı nazar-ı dikkate alınırsa İngiliz Admiral John Jellicoe’nun German Admiral Reinhard Scheer ‘in denize çıktığını haber almadan hareket ettiği muhakkak ad edilebilir.  Diğer taraftan düşmana nispetle zayıf olduğu cihetle Alman açık deniz donanmasının, Amiral Jellicoe’nun denize açıldığını haber alınca ona hücum etmek maksadıyla limanlarından çıktığını tasavvur etmek tabii doğru olamaz.  Binaenaleyh her iki donanmamın limanlarından hareket ettikleri zaman kâmilen harbe hazır olduklarına şüphe olmamakla beraber bilfiil yekdiğeriyle temasa gelmeleri kasti olmaktan ziyade biraz tesadüf gibi görünmektedir.

1916 Şubatında Amiral Boumel’in hasta bulunduğu ve Amiral Scheer’in başkumandana vekâlet ettiği zamanlarda bile Alman açık deniz donanması şayan-ı dikkat bir fiiliyat göstermeğe başlamıştı.  Amiral Scheer donanmasına şimal denizinde sık sık kısa ve uzun cevelanlar yaptırıyordu.  Martta Felemenk sahilinde kâin woodland açıklarında 25 gemiden mürekkeb bir Alman kuvveyi bahriyenin göründüğünü, bir müddet sonra aynı havalide diğer Alman filolarının dolaştığını, İngilizler balıkçı gemilerinden haber almışlardı.  Bunun üzerine Mart evahirine doğru İngiliz başkumandanlığı Alman sularında olanı biteni anlamak üzere Ulzing sahillerine yarı bahri yarı havai bir istikşaf akını icra ettirmişti.  Seri kruvazörlerle muhriplerden mürekkeb bir İngiliz filosu sahildeki Zeplin hangarlarına bomba atmak üzere müteaddit deniz tayyareleri uçurmuş ise de Alman müdafaa ateşiyle üç gemi ile üç tayyare kayıp ederek avdete mecbur olmuştu.

İngilizlerin bu akınına Almanlar bir ay sonra cevap vermişlerdir.  Alman açık deniz kuvveyı bahriyesine mensup müfrezeler, donanma kabil-i sevk balonlarından mürekkeb bir filo ile beraber 25 Nisanda İngiltere’ye hücum etmişlerdir.  Müfreze-i bahriye İngiltere’nin Garait, Yarmouth, Lovastofet mevkilerinde kâin olup askerlik nokta-i nazarından son derece ehemmiyetli bulunan istihkâmat ve müessesat-ı askeriyeyi bombardıman etmişler ve bade düşmanın dört ufak kruvazörüyle altı muhribinden mürekkeb bir gurubuyla muharebe etmişlerdir.  Düşmanın bir muhribi ile iki karakol sefinesi batırılmış kruvazörlerin birinde yangın çıkarılmıştır.  İngiliz kuvveyi asliyesi meydana çıkmadığı cihetle Alman gemileri salimen avdet etmişlerdir.

Gerek Nisan evahirinde Alman açık deniz donanmasına mensup sefain tarafından icra edilen bu cüretkârane akın, gerek bitaraf menabiden İngiltere’ye vasıl olan müteaddit ve muhtelif haberler, Alman bahriyesinin bidayet-i harpten beri görülmemiş fevkalade bir faaliyet ibrazına hazırlandığını ihsas ediyordu.  Aynı zamanda Alman filolarının Heligoland açıklarında mütemadiyen top talimleri icra ettikleri de bildiriliyordu.  Binaenaleyh İngiliz başkumandanı, 30 Mayısta denize açılırken ertesi günü İskajerak ’da hasmını ele geçireceğini bilmemekle beraber her halde müteyakkız, harbe amade ve düşmana tesadüften ümit var bulunuyordu.  Amiral Jellicoe’nun yukarıda ittihaz eylediğinden bahis ettiğimiz tedabir ve tertibat harbiyesi ber-vech-i âti idi.

İngiliz kuvveyi asliyesi, istikşaf fırkalarıyla beraber, kuvveyi harbiye itibariyle kendisinden nısf mertebede dûn bulunan Alman donanmasına taarruz edip harpten ıskat eyleyecekti.  12 eski hatt-ı gemisinden mürekkeb bulunan diğer bir filo dahi, vaktindeki sefain sagira ve tahtelbahirlerle geri dönebilen Alman bakiyyet-üs-süyûfunu, tarik-i ricatı üzerinde bekleyip imha edecekti.  Jellicoe bu maksadında muvafık olamamış, çünkü evdeki yazar çarşıya uymamış, İngiltere’deki hesaplar, İnkajerak’daki vaziyete uygun düşmemiştir.

Bir taraftan Amiral Scheer’in cüret, maharet ve basireti ile genç Alman donanmasının şecaat ve mükemmeliyeti, diğer taraftan düşmanın balade izah ettiğimiz planını tatbik hususunda – her ne dense – geç kalmış olması (İskajerak) muharebesinin bir İngiliz muzafferiyeti yerime bir Alman muvaffakıyeti suretinde neticelenmesine mucib olmuştur.

Muharebenin suret-i cereyanını tafsile girişmeden evvel tarafeynin harbe iştirak eden kuvvetlerini şöyle bir hülasa edivermek faideden hali değildir.

Yalnız evvela şu ciheti kayıt edelim ki her iki taraf ve bilhassa İngilizler, muharebeye iştirak eden gemilerinin esamiyesini ve muhtelif fırkaların sureti teşekkülünü ala-vech-il sıhha neşir ve ilandan istinkâf etmişler ise de bu hususta hakikate karib malumat ve tafsilat mevcuttur.

İngiliz donanması:

34 dretnot yahut hatt-ı harp gemisi (mağzub Osmanlı ve Şili gemileri dâhil)

9 dretnot kruvazörü yahut muharebe kruvazörü

6 zırhlı kruvazör

25 seri kruvazör

140 muhrip ve muhrip rehberi

12 Zırhlıdan mürekkep olup refakatinde küçük kruvazörlerle torpidolar bulunan diğer bir donanma da Haziranın birinci günü sahne-i harbe vasıl olmuş ise de muharebeye iştirak edememiştir.  Evvelce battığı iddia edilen Avusturalya ismindeki dretnot kruvazörünün muharebeye iştirak etmemiş olması şayan-ı dikkattir.  Almanlar Queen Elizabeth sınıfının beş gemiden mürekkeb olarak tamamen muharebeye iştirak ettiğini İngilizler ise Queen Elizabeth tamirde bulunduğu için o sınıftan yalnız dört geminin harbe girdiğini iddia eylemektedirler.

Alman donanması:

18 Dretnot

5 Dretnot kruvazör

6 Zırhlı

Alman donanmasına müteaddit seri kruvazör ile birçok torpido marakıbı refakat etmekte idi.  Fakat bunların adedi sahihini tayin-i kabil olamamıştır.  Alman bahriyesinin harbin ibtidasında 31 küçük kruvazörü vardı.  Her ne kadar bunlardan bir kısmı muharebat-ı muhtelifede gark olmuş ise de Almanların batanların yerine yeni küçük kruvazörler inşa ettikleri şüphesizdir.  Bu cümleden olarak İskajerak’da batan Wiesbaden ile sms Elbing’i zikir edebiliriz.  Yalnız kaç yeni kruvazör yapıldığı mektum tutulduğundan İskajerak muharebesine iştirak eden kruvazörlerin adedini tayin de kabil değildir.  Aynı esbabdan dolayı muhriplerin miktarı sahihide malum değilse de Alman bahriyesinin harpten evvel 165 kadar muhribi bulunduğuna ve esnayı harpte vuku bulan zayiat inşaat cedide ile telafi edildiğine göre ala-l-tahmin 100 kadar muhribin muharebeye iştirak eylemiş olması muhtemeldir.

İtilaf mahfili, İskajerak muharebesine iştirak eden Alman dretnotlarının 20 tane olduğunu, sekiz tane 38 lik topla mücehhez 28000 tonluk son sistem gemilerin de harbe girdiklerini iddia etmekte iseler de bu iddianın doğru olup olmadığı meşkukdur.  Yalnız Yunanistan hesabına Almanya’da inşa edilmekte bulunan 19500 tonluk 22 mil sürati haiz 8 adet 35 lik topla mücehhez Vasiliyef burgebus namındaki dretnotun muharebeye iştirak ettiğine hükm edebiliriz.

Mabadı var

Abidin Daver.

Bahr-i Muhitte kruvazör avcılığı

Geçen nüshadan mabad

     Gece istirahati artık ihlal edilmedi.  Zaten sabahın saat dördü oluvermişti.   Kumandandan nöbeti teslim almak icab ediyordu.  Ne güzel bir sabah nöbeti idi.  Sakin deniz, mai sema, azametli bir tuluğ, sonra da kenarları dantelalı gibi girintili çıkıntılı Norveçya sahilleri.

     Denizde enine boyuna hiçbir şey görülmüyordu.  Her şey sönmüş, mün’adım olmuş gibi korkunç bir emniyetsizlik hüküm-ferma idi.  Her taraf peri masalları yaşıyormuşuz gibi parlak idi.  Vaktiyle açık deniz donanmamızla zahmetli manevralar icrasından sonra güzel Norveçya cezberesine vasıl olmağa çalışıyorken ne kadar sevinirdik.  Fakat şimdi İngiliz kruvazörleri tarafından keşif edilmemek için fırtınalı, kapalı hava arzu ediyorduk.  Gayet güneşli bir gün, fakat sinirlerde son derece gerginlik!  Kayzer Bahr-i muhit süratiyle uçuyordu.  Gemi bile bu günden vatan sularından çıkmak üzere olduğunu, daha bu günden işe başlayacağını his ediyordu. 

     Uzun dalgalar üzerinde hafif hafif beşik gibi sallanıyordu.  Vantilatörler gürültü ile işliyor, pervaneler en büyük bir kuvvetle koyu mavi denizi dövüyor ve bıçak gibi keskin pruvamız denizi kaynatarak kesiyor.  Ve geminin iki yanlarında boylu boyunca geniş ve beyaz köpük şeriti terk ediyordu. 

     Güneş yükseldikçe sinirlerin gerginliği de ziyadeleşti.  Acaba yarıp geçmeğe muvaffak olacak mıyız?  Yoksa daha bugünden harp, ölüm yahut esaret mi mukadder?  Elbet bir şey vaki olacaktı.  Zaten hep hazır idik.  Zabitan ve efrad hizmet dolayısıyla güverte altında kalmadıkları müddetçe güvertede, gezinti yerlerinde ayakta duruyorlar, garba ve şimale doğru dikkatle bakıyorlardı.  Fakat hiçbir şey zuhur etmiyordu.  Solgun mavi ufku hiçbir duman bulutu bulandırmıyordu. 

     Tekrar öğlen nöbetini almıştım.  Nöbetçi olmasa idim bile güvertede bulunacaktım.  Bu gün güverte altında kim kalabilirdi. 

     Uzaklardan görünmemek, o suretle kendimizi ele vermemek için dumansız gidilsin kumandası verilmişti.  Kocaman gemimiz dumansız bile uzaktan mükemmelen görülüyordu.  Gelip geçecek vapurlara milliyetimizi bildirmemek için bayrak ve flama indirildi.  Tam bu sırada şimalde bir vapur belirdi. 

     Bu vapur kereste yüklü idi.  Keresteler kaymış olduğundan döndüğü iskele tarafına yatmıştı.  Geçip gitti.  Onda da hiçbir bayrak yoktu.  Bir İngiliz vapuruydu.  İsminden tanıdık.  Fakat şimdi yakalamak sırası değildi.  Daha evvel şu boğucu yerlerden çıkmak lazım!

     Bu anda yaver geldi, garp ve şimal garbide İngiliz harp sefinelerinin telsiz telgrafı ceziyece işitiliyormuş.  Tehire mahal yok.  Yarıp geçmeliyiz.   Yalnız karanlıkça olsa idi.  Bilakis güneş şaşaasıyla gülüyor ve güya beş saat sonra şurada, ötede İngiliz kruvazörlerinin yanında denize dalacağım.  Demek istiyordu.  Silah kabul etmez bir nikbin sıfatıyla öyle ise ileri!  Buraya kadar iyi gitti, bundan sonra da iyi gidecek.  Diye düşünüyordum.  Aman yarabbi.  Orada şimalde, İngiliz kruvazörlerine gözlerimizi ne dikmiştik.  Eğer bizim bu enzar-ı tahsirimizi his etmiş olsalardı, nasıl da gelirlerdi?  Fakat kim bilir, onları en çok tırmalayan nedir?  Gelmediler, yalnız birbirinin başına telsiz telgraf şaraları fırlattılar ve ihtimal ki bununla şimal denizini kapadıklarını sanıyorlardı.  Ne de lütufkârdırlar.   Telsiz telgrafları olmasa idi, dos doğru kruvazörlerin üzerine düşecektik.  Kahraman şerareler, çok defa bizi vakitsiz bir encameden muhafaza ettiler. 

     İngiliz kruvazörlerinden sakınmak için şimal yolunu tuttuk.  İki gün şimal denizinde yüzdük.  Nihayet koyu mavi renkli Bahr-i Muhitte bulunuyorduk.   İngilizlere bir oyun oynamıştık.  Avcılık başlaya bilirdi.  Bahr-i Muhitte ilk İngiliz vapuru pruvamızın önüne düşüverince göreceğimiz şaşkın çehrelere karşı şimdiden seviniyorduk. 

     Vatanımızdaki Norddah telsiz telgraf istasyonunun bütün cihana neşir ettiği haberlerden bazı parçalar yakalamış ve Almanya’da bir gün umumi bir dua tertip edilmiş olduğunu okumuştuk. 

     Tekrar serbest denize çıktıktan sonra kumandan hemen öğlen sonu geminin oyun salonunda umumi bir dua edilmesini emir eyledi.  Bütün efrad dua merasimine mahsus olarak temiz mavi esvaplarını, Pazar üniformalarını giydiler.  Gemide hakiki bir Pazar tahsisatı vardı.  Bunu herkes his ediyordu.  Bidayet seyahatimiz muvaffakıyetle vaki olmuştu.  Şimal denizinden dışarıya çıkmıştık.  Ve önümüzde son gün bir güneşin daha ziyade güzelleştirdiği bipayan bir deniz daha görüyor idik.  Birinci yahut ikinci günden itibaren seyahatimize ne gibi bir şekil ve suret vereceğimizi tayin için duçar olduğumuz kâbus geçmişti.  Herkes de daha çok vakayı görmek için yeni yeni arzular uyanmıştı.  Bilhassa bir arzu!  Hemen şimdiden iri burunlu bir İngiliz’in çıka gelmesi.

           – bitmedi –

Tehlike

 – geçen nüshadan mabad –

     Batmakta olan adalaya hala neye endaz bulunduğu esnada yanımda bulunan Vernal ani bir taaccüp ve ihtar nidası çıkardı.  Omuzumdan yakaladı ve başımı çevirdi.  Arkamızda bu tarafa doğru gelen siyah bacalı koca bir gemi vardı.  Meşhur P: O. Kumpanyasının bandırasını taşıyordu.  Bizden bir mil mesafede idi.  Derhal hesap ettim ki bizi görmüş olsa bile hemen dönüp uzaklaşmağa vakti müsait değildi.  Binaenaleyh yarı mağtus bir halde doğruca üstüne gittim.  Onlar önlerinde batmakta olan gemiyi ve denizin yüzünde hareket etmekte olan küçük siyah noktayı gördüler.  Düştükleri tehlikeyi anladılar bir takım adamlar başa doğru koştuklarını gördüm ve bir tüfek yaylımı patırtısı başladı.  Dört pusluk zırhımızın üzerinde iki kurşun yasısılandı.  Bu hareketleri hücum etmekte olan bir boğayı kâğıt toplarla süetinden alıkoymak gibiydi.  Adaladan dersimi almıştım.  Bu defa torpidomu daha salim bir mesafe (250 yarda) dan endaht ettim.  Vasatından vurdum.  Furan pek mahuf idi.  Lakin biz sahayı tesiri haricinde idik.  Gemi hemen ani olarak battı.  İçinde bulunanlara pek müteessifim.  İki yüzden ziyadesi boğulmuştu.  Evet bunlar için hakikaten müteessifim.  Fakat bu sebh zahire ambarının ka’ar-ı deryaya gittiğini düşündükçe tasavvuratını mevkii fiile koyan bir adam hissiyle mesrur oluyordum. 

     Her halde bu günün ba’de-l zevali P. O. Kompaniyesi için pek meş’um olmuştu.  Sonradan öğrendiğimiz veçhile, ikinci batırdığımız gemi en güzel sefaininden biri olan 15 bin tonluk Moldavia idi.  Saat üç buçuk sularında aynı kumpanyanın 8 bin tonluk Kosko ismindeki gemisini berhava ettik ki bu da şark limanlarından buğday getirmekte idi.  Telsiz telgraflar tehlikeyi ihbar ettiği halde niçin bunun da karşımıza çıktığını bilemiyorum.  O gün gark ettiğimiz Made of Atens, Robsun Kumpanyasının ve Curmurans nam sefain telsiz telgrafla mücehhez olmadıkları cihetle körü körüne mevkii tahribe gelmişlerdi.  Bunlar 5 ila 7 bin tonluk gemilerdi.  İkinci gemi de satih bahre çıkmağa ve su kesiminin biraz altına karşı 12 librelik topumla altı mermi atmağa mecbur oldum.  Her ikisinde de taifeler filikalara bindi ve anladığıma göre hiçbir telef vukua gelmedi. 

     Bundan sonra oralara hiçbir sefain yaklaşmadı.  Zaten geleceklerini beklemiyordum.  İhbarat her cihete bittabi yayılmıştı.  Mamafih bu iyilik yevm-i icra atmazdan adem-i hoşnudu göstermeğe hiçbir sebep yoktu.  Meplin Sendes ile Nur arasında takriben 50 bin tona baliğ olan beş gemi batırmıştık.  Londra pazarları bu şenliği his etmeğe başlamışlardır.  Zavallı köhne Lloyd, ne karar delirecek.  Ben şimdi, Fildestrid’deki veluleyi ve Londra akşam gazetelerini tasavvur ediyorum.  Her halde icraatımızın neticesini gördük.  Akşamüstü torpido botlar, kızgın ışık arıları gibi vızır vızır Shirnas açığında dolaşmağa başlamışlardı.  Bunların akim ve mütelaşi koşuşlarını seyir etmek ne kadar şayan-ı hande bir şeydi.  Nehir ağzının her cihetine doğru süratle gidiyorlardı.  Tayyareler, semaya mağribin kızıllığı arasında karga sürüsü gibi uçuyorlardı.  Tekmil nehir methalini tuttular ve nihayet bizi gördüler.  Muhriplerin birinde bulunan keskin gözlü bir kimse periskopumuzu keşif etmişti.  Muhrip bize doğru süratle geliyordu.  Kendi harabiyesine mucip olsa bile kemal-i memnuniyetle bizi çiğneyeceğine şüphe yoktu.  Fakat batmak, programımızın ifa olunacak kısmından değildi.  Derhal periskopu aşağı aldım ve gemiyi gündoğusu keşişlemeye sevk ettim.  Ara sıra periskopu çıkarıp yine aşağı almak suretiyle giderek nihayet, Kentis sahilinden uzak olmayan bir mahale geldik.  Mik’ablarımızın taharri fenerleri, garp tarafımızda ve uzak mesafelerde semaya aks ediyordu.  Bütün gece burada kemal-i asude ile yattık.  Çünkü geceleyin bir tahtelbahir, üçüncü sınıf bir torpido bottan başka hiçbir şey değildir.  Bundan başka hepimiz yorgun ve istirahate muhtaç idik. 

     Siz, efrada kumanda eden zabitan!  Hiçbir vakit unutmayınız ki tulumbalarınız, kastanyolalarınız nasıl yağlanıp tesviye edilmeğe muhtaç ise insan makinası da bu veçhile bakılmak ister.  

           – mabadı gelecek nüshada –

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.